Zıplanacak içerik

DİPNOT

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

DİPNOT tarafından postalanan herşey

  1. 28 ekimde gösterime giren Can Dündar’ın belgeseli... “Mustafa”... Tıpkı Tolga Örnek’in ‘Gelibolu’ adlı belgeseli çizgisinde, yabancılaştırıcı bir yapım. Atatürk’ün adı: Mustafa (1881-), Mustafa Kemal (1893-), Mustafa Kemal Paşa (1916-), Gazi Mustafa Kemal Paşa (1921-), Gazi Mustafa Kemal Atatürk (1934-) olarak evrilmiştir. O nedenle Atatürk’ün ‘insan yanı’nı öne çıkarmak için o belgesele verilen ad doğru seçilmiş sayılamaz;... Adı üstünde: ‘belgesel’... Osmanlı geleneği izlense, iki ad kullanılması gerekirdi: Mustafa Kemal. Ancak, devrimci “Mustafa Kemal” adı sağcı yönetimler ile tarikatlar ve cemaatlerin tepkisini çektiği için silinmiş... Uluslaşma sürecine de katkı sağlamak için çıkarılan Soyadı Kanunu ile verilen en gerçek soyadı Atatürk bile bir yana bırakılmış… Ve üstelik seçilen ad geleneğe de uymuyor... Seyircilerden yaşlı olanlar öyle bir adlamayı bir hakaret sayacaklar... A Atatürk’ü bilen gençler ise içten içe bir algısal çelişki yaşayacaklardır... Bu belgesel adı Coni’ce, Coni’ler ve Conileşenler için seçilmiş... “Mustafa” adının 1893 sonrası ile ne ilgisi var! Bu seçim Dede Korkut öykülerinde anlatılan ad verme geleneğine bile uymuyor... “Mustafa Kemal Atatürk” adına sondan iki çapraz çekilmiş... Ne yaptığını görmesi için, o işlemi yapımcı kendi adında deneyebilir... Belgesel öyle adlanır mı?... Getiri ile götürüye mi bağlı? … DİPNOT...
  2. Aslında şöyle biraz daha geniş açıdan bakınca şöyle bir tablo ortaya çıkıyor:.. Biliyorsunuz... Kılıç, AKP’ye yönelik kapatma davasının karar oturumuna saatler kala AKP’nin seçtiği Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı ile gizlice buluştu ve 5 saat görüştü... Ve Mahkeme kararında AKP’nin odak olmadığını savunan tek kişi Kılıç oldu. Kılıç karşı oy yazısında Anayasa Mahkemesi’nin, sınırlarının dışına çıkmamasını istiyor, anayasanın her maddesinin tartışılmasından yana olduğunu söylüyordu... Rastlantı olsa gerek; AKP de aynı şekilde düşünüyor. Mahkemenin yetkisinin daraltılmasını, anayasanın iktidarca istendiği gibi oynanmasını istiyor... Bunu kendisi dile getirse, yine “odak” tartışması başlayacak... Tartışmayı Kılıç başlatıyor ki, karşı çıkılabilirliği az olsun! Bu sırada AKP ne yapıyor? Tek devlet, tek millet, tek bayrak, diyor!...
  3. DİPNOT şurada cevap verdi: Efendi Türkler başlık Güncel Konular
    Yani... Türkiye Ütopyanın gerisinde... Ama... Yemen'e yedi basmış... Türünden tepkisel komedi... Yinede kadınlarımız kızlarımız yatıp kalkıp Tayyibe dua etsinler... Onları dünya şapmiyonu yapmış... (Lütfen yanlış anlamayın değerli arkadaşlar o kadar olumsuzluklara gark olmuş bir toplum olduk ki gülmeyi bu gibi dramlarda yaşıyor olduk...) Şimdi Başbakana, Bakanlara, AKP zihniyetine ve Cumhurbaşkanına soralım?... Nasıl memnun musunuz, Gurur duyuyor musunuz, Dünya Ekonomik Forumu?nun açıkladığı gerçeklerle?... İstediğiniz bu mu?... DİPNOT...
  4. ‘H. Kılıç’ ANAYASA’NIN değiştirilemez ilkelerini tartışmaya açma mesajı veren Anayasa Mahkemesi’nin iktisatçı başkanı Haşim Kılıç’la ilgili çok ciddi bir iddia gündeme gelmişti. Anımsayacaksınız: Aydınlık dergisi Haşim Kılıç’ın Sayıştay’da denetçi olduğu 1970’li yılların ortasında, bir İslamcı terör örgütünün dergisinde “H. Kılıç“ imzasıyla Ankara temsilciliği yaptığını ve örgüt liderinin de yazdığı kitaplarda “Sayıştay’daki arkadaşım Haşim Kılıç” dediğini öne sürmüştü... Haşim Kılıç bunun üzerine kısa bir açıklama ile hakkındaki iddiaları yalanlamış ve “H. Kılıç”ın “Hüsnü Kılıç“ olduğunu bildirmişti... Ne var ki Aydınlık dergisi bu kez de Hüsnü Kılıç’ın o yıllarda çocuk yaşta olduğunu gündeme getirmiş ve bu arada İslamcı terör örgütüne yakınlığı ile bilinen bir dergide ise Haşim Kılıç’ın açıklamalarının doğru olmadığı yazılmıştı... Anayasa’nın değiştirilemez ilkelerini tartışmaya açma mesajı veren ve raportörü Osman Can’ın “güler yüzlü Frankoculuk” benzetmesiyle attığı ilk tartışma adımını gülümseyerek izleyen iktisatçı Haşim Kılıç, İslamcı terör örgütü bağlantısı konusundaki açıklamasının açıkta kaldığı o günden beri de başka bir açıklama yapmamıştı. Şimdi sözü bir hukukçuya, avukat Nezihi Sanal’a bırakalım: ... “Her ne kadar ‘Sakıta bir söz isnat olunmaz’ kuralı Mecelle hükmü ise de bu hükmün ‘Lakin maraz-ı hacette sükut beyandır’ diye devamı vardır. Susan kişinin bir şeyi kabul ettiği varsayılamaz ama konuşması gereken yerde susan kişi iddiayı kabul etmiş sayılır... Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, Cumhuriyetin temeline bomba koymadan önce, derhal hakkındaki bu ağır ithamdan kendini mümkünse temize çıkarmalıdır. Benzer bir olay demokratik bir ülkede vuku bulsa, bahis konusu kimse derhal istifa ederdi; Japonya’da olsa harakiri yapardı! Oysa hazret, bu ağır ithamlar bir başkasına yapılmış gibi makamında oturuyor... Bu ithamlara kaşı susmak zorunda kalan insan, meşruiyetini kaybetmiş demektir. Ayrıca bütün bu olup bitenler karşısında ‘demokratik hukuk devleti’ sakızını çiğneyenler de mide bulandırıyor.”... DİPNOT... __________________________________ Deniz Som'a sayglarla...
  5. Saygılar benden sevgili yakisikli... Tespitleriniz... Toplumsal bilincininizin ne kada yüksekliği ile orantılı... Sevgiler... DİPNOT...
  6. Bende iktisat mezunuyum.... Ama birde İktisatçı Kılıç'a bakın... Anayasa maddeleri tartişmalıymış... Peh... Hani derler ya... Tam fıttırıklık... 1. Madde... 2. Madde... 3. Madde...
  7. Bu Nasıl Bir Toplum... Söyler misiniz biz nasıl bir toplum olduk? Her şeyimiz suç, ceza, soruşturma, yargılama, tutuklama, hüküm, cezaevi ekseninde dönüyor. Aşağıda sıraladığım başlıklara bir gün içinde sayfalarında yer veriyorsa, bu toplumda huzurdan, sükûndan, rahattan, kamu düzeninden, yasa egemenliğinden, kamu otoritesinden kim söz edebilir ki... 7 Kasım 2008 tarihli .... bir gazete de yer alan bazı başlıklar şöyle: - Üzmez’in tahliyesine itiraz reddedildi. - Almanya’da Akman’a dava. - Nezarethanede cinsel ilişki iddiası. - Gözaltına alınıp bırakıldı. - DTP’li başkan tutuklandı. - Cezaevlerinde kırmızı alarm. - Cezaevinde yine işkence iddiası. - ‘Tekmeyle ölüm’de sanık polise tahliye. - Emniyette işkence savı AİHM yolunda. - Hayal’in ifadesi talimatla alınacak. - Baran Tursun davasının hâkimleri çekildi. - Cinsel istismara 22 yıl hapis. - Taciz kameralara yansıdı. - Eşine tecavüze 12 yıl istemi. - Zamanaşımı emsal olur. - Adil yargılama ihlal edildi. Söyler misiniz biz nasıl bir toplum olduk? Her şeyimiz suç, ceza, soruşturma, yargılama, tutuklama, hüküm, cezaevi ekseninde dönüyor. Yukarıda sıraladığım başlıklara bir gün içinde sayfalarında yer veriyorsa, bu toplumda huzurdan, sükûndan, rahattan, kamu düzeninden, yasa egemenliğinden, kamu otoritesinden kim söz edebilir ki. Durum onu gösteriyor ki, biz hastalıklı bir toplum olduk. Bir toplum ki, bu denli suçla, yargılamayla ve cezayla iç içe yaşıyorsa, bu topluma sağlıklı bir toplum denilemez. Son yıllarda görülen, basın ve medyanın “adliye” ile bu denli ayrılmaz bütünlüğü toplumda şeffaflıkla, Türk insanının her şeyden haberli kılınması ve aydınlatılması ile açıklanabilir mi? Bence bu görüntü, toplumun aydınlatılmasına önem verilmesinin dışında, suçla sarmaş dolaş olmuş bir toplumun görüntüsüdür... Bunun nedenlerini araştırmak yükü öncelikle iki gruba düşer. ___İlki, bu toplumsal olguların sosyolojinin değerlendirme süzgecinden geçirilmesidir. ___İkinci grup, ülkemizde hiç de kolay bulunamayan kriminologlar olmalıdır. Onlar da suçun nedenlerine inmeli ve çözümleri üretmelidirler. Böyle bir çalışma yapıldığında, hastalığın nedenleri bulunabilecektir. Sonra, ikinci aşamada tedavi yöntemleri ve ilaçlar gündeme gelecektir. Bu aşamada hukukçuların da devreye girmesi ile ülke gerçeklerini gören hukuki çözümler üretilebilecektir... Bu konularda dışarıdan Türkiye’ye ne de çok yol gösteren, akıl veren var. Son örnek: Greco (Yolsuzluğa Karşı Devletler Grubu). Avrupa Konseyi’ne bağlı olarak çalışan bu grup Türkiye için 2. raporunu hazırlamış ve önerilerini sıralamış. Başta gelenler, ___Yargıçların ve savcıların atanmaları yöntemi; ___Dokunulmazlıkların kaldırılması. Dokunulmazlıklardan söz edilirken, yasama dokunulmazlığının yanı sıra kamu görevlilerinin görev suçlarında öngörülen izin sisteminin de düzeltilmesi isteniyor... Bu konuda beni üzen nokta şudur: Ülkemizde yıllardır üzerinde durulan, çözümler önerilen konuları “dışarıdaki hanımlar-beyler” önemli buluşlar gibi Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin önüne koyuyorlar. Oysa, ülkemizde sorun, çözümü bilinen sorunların üstüne gidilmemekte olmasıdır. Siyasal iktidarlar hukukun egemenliğini ellerinde tutmaktan yanadırlar. Özellikle yargı yetkisini elinde tutan yargıç ve savcıların atanmalarında ve öteki özlük işlerinde bağımsızlığın ve güvencenin nasıl sağlanacağı o kadar kolay ki, yeter ki istensin... Dokunulmazlıklar ise başlı başına bir ülke gerçeği. Batı hukuklarından alınan ve anayasamıza yerleştirilen kavramlar, ülkenin sosyal gerçekleri ile “şirazesinden” çıkınca, “bugün bana, yarın sana” yaklaşımı ile kaldırılmayan dokunulmazlıklar için en iyi hukuk çözümlerini üretseniz ne olacak ki. TBMM çatısı altında görev yapan bir milletvekilinin haykırarak benim dokunulmazlığımı kaldırın dediği bir ortamda, bunun gereği yapılmıyorsa, başka ne söylenebilir ki... __________________________ DİPNOT... __________________________ [¹] Prof. Dr. Erdener YURTCAN İstanbul Üniversitesi [²] Bağzı bölümler tarafımca ve kendimce kaldırılmış olup; bunun nedeni okuyucuyu etki altında bırakmamak adınadır..
  8. ANAYASA Mahkemesi’nin iktisatçı başkanı Haşim Kılıç anayasanın değiştirilemez ilkelerini tartışmaya açma mesajı vermiş... Mesajı alıp tartışalım: Devletin şeklini “Cumhuriyet” olmaktan çıkaralım! Cumhuriyetin niteliklerinden ulusal dayanışmayı, adalet anlayışını, insan haklarına saygıyı ve temel ilkelerinden demokratik, laik ve sosyal hukuk devletini atalım! Bölünmez bütünlüğü kaldıralım! İngilizceyi resmi dil yapalım! Bayrağı ve ulusal marşı değiştirelim!... Değiştirilemez ilkeleri tartışmaya açarak ne yapmak istiyorsanız açıkça söyleyin biz de anlayalım. Amerika’daki küresel efendiler tarafından Türkiye Cumhuriyeti’ne giydirilmek istenen “Ilımlı İslam” gömleğinin önündeki tek engel laiklik ilkesinin altını biraz daha mı oymak istiyorsunuz?... Açıkça söyleyin rahatlayın Açılan davalarda üstlendiği görev üzerine türbanı ve İslamcı AKP’yi savunan Anayasa Mahkemesi’nin akademisyen sıfatlı raportörü Osman Can, iktisatçı başkanına destek verip anayasanın değiştirilemezlik gerekçesiyle güler yüzlü bir Frankoculuk uygulandığını söylemiş... Franko? Franko, İspanya’nın faşist diktatörü; Adolf Hitler’in ve Benito Mussolini’nin kankası! Kilise ve toprak ağalarının desteği ile halkına kan kusturan cuntacı general. İkinci Dünya Savaşı’nda etliye sütlüye karışmadığı için paçayı kurtaran katil... Raportör Osman Can; 12 Eylül cuntasına, general Kenan Evren’e “Frankoculuk” göndermesi yapsa neyse de değiştirilemezliğin gerekçesine sığınıp “karşı taraf”ta olduğu hazırladığı raporlardan belli laiklik ilkesine faşist çağrışımlar yüklemesi ne demek oluyor?... Atatürk’ü çok seven romantik belgeselcinin belgesiz belgeselinde uyguladığı taktiğe ne çok benziyor bu demokrasi âşıklarının taktikleri. Oysa değiştirilemez ilkelerin başında demokrasi var; acaba elleri değmişken demokrasiyi de mi halletmeyi düşünüyorlar diye sormadan edemiyor insan!... Haşim Kılıç’ın, anayasa değişikliğinden ne beklediğinin anlaşılmasından sonra görevinden istifasını beklemek ise sanırım kimsenin aklına gelmiyor! ___________________________________________ Sevgili Deniz Som'a Saygılarımızla...
  9. MİNİK ANSİKLOPEDİK BİLGİ... KÖKENBİLİM... Anadolu kelimesinin kökeni, bize yıllarca öğretilenin aksine Türkçe değil Yunanca'dır... [¹] Anadolu kelimesi, Yunanca "Doğu" anlamına gelen ή άνατολή (anatole) kelimesinden türemiştir. Bu sözcük, "doğmak, yükselmek" anlamına gelen Yunanca άνατέλλειν (anatellein) fiilinden gelir. "Doğu ülkesi" anlamına gelen Anatolia ilk kez 7. yüzyılda Doğu Roma İmparatorluğu'nun Afyon, Isparta, Konya, Kayseri ve İçel yörelerini kapsayan idari birimi (Anatolikon Thema) için kullanılmıştır. Anadolu'yu Türkçe ana ve dolu sözcükleri ile açıklayan görüş, Türkiye'de 1930'lardan itibaren yaygınlık kazanan milliyetçi tarih anlayışı çerçevesinde değerlendirilmelidir. Selamlar İstanbul'dan... DİPNOT: [¹]- http://tr.wikipedia.org/wiki/Anadolu
  10. Geçen pazar Ankara Sıhhiye Alanı’nı dolduran on binlerce insan şöyle sesleniyordu: “Ayrımcılığa karşı eşit yurttaşlık hakkı!”... Alevi Bektaşi Federasyonu’nun önderliğinde toplanan on binler, zorunlu din dersleri ve Diyanet’in kaldırılmasını, Sıvas’taki Madımak Oteli’nin müzeye dönüştürülmesi... Bir de cemevlerinin “ibadethane” olması!... Alevilerimiz bu isteklerinde sonuna kadar haklıdır... Ama ne yazıkki bugün; Sıvas katliamının hesabının sorulmadığı, zamanaşımından eli kanlı katillerin ortalıkta dolaştığı bu karanlıklara karşı... ___Aleviler har ortamda ve koşulda çağdaş ve uygar duruşlarını korumuşlardır... ___Gerici-faşist eğitime karşı her zaman karşı çıkmışlardır... Fakat gelin görün ki... ___Bugün Türkiye’de şeriata bütçe ayrılıyor, ___Zorunlu din dersleriyle insan hakları, din ve vicdan özgürlüğü çiğneniyor. Laik devlet dine yatırım yapmaz/yapmamalıda üstelik ama yapıyor!... Biliyoruz ki... ___Devlet her inanca eşit davranır ve hiçbir inanca destek sunmaz, para vermez... Üstelik camileri bir siyasi partinin karargâhı haline getiriyor!... Bugün Alevi köylerine cami yapılıyor devlet tarafından, cemevi değil!.. Amaç ne peki?... Alevi inancını yok etmek! Zorunlu din dersleri bunun kanıtı değil mi?... Şimdi soruyorum?... 1- Cemevlerinin yasallaştırılması çok mu zordur?... 2- Alevi köylerine cami yaptırmanın amacı nedir? Saygılar... DİPNOT...
  11. ... Düşüncelerinizin altına imzamı atıyorum sevgili Maviolmayangökyüzü... Sevgiler... Konu başlığı... Aleviler neden yürür... Yürür... Çünkü haklılar... Herşeyden önce Alevi toplumunun, başta zorunlu din derslerinin kaldırılması, Alevilerin ibadet yerleri olan cemevlerinin yasal statüye kavuşturulması, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılması, Sıvas’taki Madımak Oteli’nin müze olması taleplerinin, Salt Alevilerin değil, Ülkede çoğulcu demokrasiye, laikliğe ve toplumsal barışa ihtiyaç duyan tüm kesimlerin ortak talebi olması gerektiği bilincidirde ondan... Yanlarında olamamış olsamda... Yanlız değiller... DİPNOT...
  12. DİPNOT şurada cevap verdi: sardunyam başlık Anı Defteri - Defterleri
    Nâzım Hikmet' in 1 Ocak 1962'de Estonya'nın başkenti Tallin'de yazdığı, her ölümün, bizi kendi ölümümüze yaklaştırdığının bilinciyle yazdığı, yalnızlık, hasret, aşk, özlem, ölüm haberleri arasında gide gele yazdığı şiir... Senin için Maviciğim... " ...Finlandiya koyunun güneyinde geceleyin dumanlı denize yakın telli pullu bir yılbaşı ağacı karanlık Gotik kulelerle Töton şövalyelerinin armaları arasında ve fabrika bacalarıyla çevrili bir yılbaşı ağacı. Bir yılbaşı ağacı karlı bir meydanda Estonya türküleri söylüyor telli pullu upuzun bir yılbaşı ağacı sen kırmızı sırça topun içindesin saçların saman sarısı kirpiklerin mavi onu orya ben astım seni içine koyup ak boynun uzundur yuvarlaktır kuşkularım kaygılarım sözlerim umutlarım ve okşayışlarımla koydum seni sırça topun içine bütün yılbaşı ağaçlarına bütün ağaçlara bütün balkonlara pencerelere çivilere hasretlere astım kırmızı sırça topu seni içine koyup bağışla beni öleceğim seni bırakıp orda Estonya en küçük sosyalist devleti adam başına en çok şiir okuyan en çok votka içen ve otomobile motosiklete motorollere en çok meraklı ve deri işleriyle mobilyasıyla ünlü bir de otuz binlik korosuyla ...ölüm döşeğinde yatanın gözlerine bakamam utanırım yaşamak ayıp bir şeymiş gibi gelir biri yanımda can çekişirken Lüsya ölüyor Moskova'da Antuzyastlar Caddesinde bilmem kaç numrolu sağlıkevinde yüzü eski bir tahta kaşık eriyen kara karışıyor akşam karanlığı art arda kamyonlar geçiyor asfaltı sarsarak Lüsya'dan vuran keder mi alnımı kırıştıran kendi yakınlığım mı ölüme bir yılbaşı ağacı karlı bir meydanda Estonya türküleri söylüyor telli pullu upuzun bir yılbaşı ağacı bağışla beni öleceğim seni bırakıp içinde sırça topun bu dünyada bir şey yaşıyor eşi emsali görülmedik bir şey ve benden başka kimse farkında değil onun belki bir bitki bir hayvan bir söz bir maden bir ışın bir mutluluk belki belki bir yıldızdan düşmüş bu dünyada bir şey yaşıyor senin için yaşıyor ama sen farkında değilsin onun öleceğim bağışla beni öleceğim ve sen kırmızı sırça topu parçalayıp çıkacaksın içinden ineceksin karlı bir meydana artık Moskova'da mı olur Tallin'de mi Leningrad'da mı ineceksin karlı bir meydana yılbaşı ağacından ama ben bu dünyada senin için yaşayan şeyi götürmüş olacağım Lüsya ölüyor yüzü eski tahta bir kaşık ...benden sonra ölmesi gerekenler benden önce ölüyor ne iştir büyük harpler yüzünden ölüm büsbütün şaşırdı sırayı kamyonlar geçiyor Antuzyastlar Caddesinin asfaltını sarsarak afişlerde 65 yılının dev sayıları kömür şu kadar ton petrol bu kadar kumaş şu kadar metre karlı bir meydanda bir yılbaşı ağacı Estonya türküleri söylüyor karanlık Gotik kulelerin arasında ve fabrika bacalarıyla çevrili bir yılbaşı ağacı ." Ölümün sırayı şaşırmadığı, çocukların, gençlerin ölmediği, her tür şiddete karşı çıkacağımız önümüzdeki yeni günlere... Sevgilerim senin için Mavi.... Sevginle ve şiirlerinle kal olurmu...
  13. Diren! Ey kalbim Diren! Hayasızlığa Namussuzluğa Diren! Kötüye Çirkine, yanlışa Diren! Yenilme Ne güzeldir yaşamak Bir ırmak gibi coşkunca Dağların üzerinde yürümek Bulutlara değdirmek başımızı Sıcacık ak bir somun Koltuğumuzun altında Kırlara çıkmak Karışmak insanların arasına Milyonların arasına. Ben öylesine severim Savaşmayı ve sevişmeyi Anlatmayı insanlara Durmadan, bıkmadan anlatmayı. Çiçekler nasıl fışkırır dallarda Balıklar nasıl yavrular Bir çocuk ki nasıl açar Gözlerini dünyaya İşte ben öyle yaşamak isterim Bir tren rayların üzerinden Nasıl kayar gider Öyle yaşamak isterim. Cesurum Ey hayat Cesurum Ey namussuzlar Genç bir yürekle Karşı çıkıyorum dünyaya Eskimiş potinlerim benim Güveniyorum sizlere. Büyük bir coşkuyla Yürüyorum sokaklarda Yumruklarım sıkılı Türkü söylüyorum haykırarak Haykırarak yaşıyorum. Diren! Ey kalbim Diren! Yenilme Sen benim silahımsın Aşkımsın. Yollarda yaprak döküntüleri Çocuk ölüleri Ve göğsümüzde Bir kefen olarak taşıdığımız Bahar. Kuşlar uçardı Tarhana kokularının Göğe yayıldığı Küçücük evlerin üzerinden İnsanlar ağlardı durmadan Sokaklar kıpkırmızı olurdu Kahır ve acıdan. Ve insanın Etine sokulmuş Bir bıçaktır Artık Yaşamak Yaşamak. Diren! Ey kalbim Diren! Yenilme Sen benim silahımsın Aşkımsın Güzel bir dünya için yavrum Sıcacık ak bir somun için Tertemiz sevdalarımız için Direnmeliyiz! Direnmeliyiz! Cesurum Ey hayat Cesurum Ey namussuzlar Dağ gibi bir sevda bitti Birer çocuk mezarı artık Toprak damlı küçücük evler Ve bir dal kadar İncecik bedenleri Bombalanıyor genç insanların Dünyanın her yerinde. Benim tek sevdam devrim Kaynar bir su gibisin içimde Çiçeklenmiş taptaze bir fidansın Yaşanmamış güzel günlerimsin. Diren! Ey kalbim Diren! Yenilme Sen benim silahımsın Aşkımsın... ____________________ Özkan Mert... Forumda direncin göstergesi... Renksiz, sınırsız, kıtasız insan olabilmenin güçlü beyni... Sevgili Maviolmayangökyüzüne içten Saygı ve Sevgilerimle... DİPNOT...
  14. İLK YİTİRDİĞİMİZ GENÇLİĞİMİZDİR... SEKSENLER: SON MUTLU KUŞAK... (¹) Pembo’yu anımsıyor musunuz? Hayatını anımsamak üzerine kurmuş insanların kaçınılmaz yazgısıdır; süresiz bir özlem duygusuyla yaşarlar hep. Geçmişe kilitlenmiş gözlerinde insanların, anıların, olayların, kitapların, sevdaların, kısacası belki de zamanın geçip gidişine dair ince bir uzaklık vardır. Çoklarının, geçmişe özlem diyerek burun kıvırdıkları bu uzaklığın, geçmişe özlem değil, ‘özlenen bir geçmiş’ olduğunu bilmesi gerekir. Biliyorum yukardaki cümlem yarım. Ama ne yapayım, böylece belki sadece kaybedilmiş zamana; artık sonsuza dek o saflıkla, aynı umutlu yüzlerle, aynı şaşkınlıkla bir daha yaşayamayacağımız o zamana göz atmak; göz atarken de ‘Aaa benim de bundan vardı’ ya da ‘Ben de bundan yemiştim’ veya ‘En çok sevdiğim diziydi, izlerken ben de hüzünlenmiştim,’ dedirtmek derdindeyim. Pembo, pembecik bir kahraman, bizlerse yeşilcik, küçük çocuklardık. Sahi Mehmet Müfit’in o güzelim şiirinden dizeler esiverdi birden: ‘Yeşilcik bir çocuktum / tıngırtılı mıngırtılı sahil kasabalarında / sınavlara ve sevdalara her an hazırdım...’ Tam da bu şiirdeki gibi. Sokağa çıkmak nasıl bir deyimse, güzel sesli olmak da bir deyimdi. Bu adamın ya da şu kadının sesi çok güzel derdik. Şimdilerde olduğu gibi her önüne gelen şarkı söylemediğinden, o zamanlar birinin ‘sesinin güzel’ olması; o birinin skandallarıyla, sevgilileriyle, ne kadar fakirlik çektiği ya da ne kadar zengin bir yaşam sürdüğüyle, mutlu bir aile tablosu çizip çizmediğiyle yanyana duran bir şey değildi. Hatta o biri, ‘bu sanatçıdır’, ‘bu önemli kişidir’, ‘bu ünlüdür’ diye günün her saati televizyonun cıvık programlarında burnumuzun içine dek sokulmazdı. Uzaklık, kendini korudukça güzeldi. Televizyon böylesine renkli değildi ama devrin başbakanı bile bazı akşamlar, elinde kalemiyle karşımıza çıkardı. Bizler ya da doğrusunu söyleyeyim, herkesi zan altında bırakmayayım: Ben, onun çenesinden çok korkar, bir gün onun gibi ‘yarık’ bir çenem olursa öleceğimi düşünürdüm. Bilmiyorduk ve fakat bilmemek, bizi öğrenme isteğiyle dolduruyordu. Fırt dergisinin arka kapağında, göğüslerine karikatür çizilmiş kadınları unutmak mümkün mü? Attila İlhan’ın ‘Ne kadınlar sevdim zaten yoktular’ dizesini başka türlü nasıl anlardık. Arkadaş evlerinin, perdeleri çekilmiş odalarında, gündüzün aydınlık loşluğunda, üzerindeki etikete “Okul” yazılmış ***** filmler izledik ama onlardan bir şey öğrenmedik. İzledik sadece. Dışardaki kızlar, kadınlar başkaydı. Erkekler başkaydı. Filmdekiler yapmacıktı. Anlamadığımız bir takım Almanca kelimelere gülmek, o loşlukta içilen ilk biraların buzlu sarı tadı, köpüklerin dudakta bıraktığı tuz, Kurtuluş’un sokaklarından Kapalıçarşı’ya doğru giden kaçak dolmuşların takıldığı sözde durağın yanındaki bakkaldan aldığımız bazı gazetelerin hafta sonu eklerinde verdikleri çıplak kadın resimleri; cinselliğimiz bunlardan ibaretti. **** body’lerimiz, one night stand’lerimiz, sorumluluk–ilişki+seks şeklinde formülize edilmiş yaşamlarımız yoktu… Yarım bırakıyorum. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın hüznü anlattığı şu dizesinde olduğu gibi: “İlk yitirdiğimiz gençliğimizdir…” Bizim ilk yitirdiklerimiz bunlardı. Bunlarla birlikte şimdi otuzlu yaşlarına gelen, belki de son mutlu, son umutlu kuşağın bir üyesi olarak ben, bir çok parçamızın seksenlerde kaldığına inanıyorum. Hâlâ içimizde bir parça iyilik barındırıyorsak, hâlâ bir kitap okuduğumuzda duyduğumuz ferahlık bize iyi geliyorsa ve hâlâ aşka karşı az da olsa bir inancımız kalmışsa; Hayat Bilgisi’nin artık kirli bir ders olduğunu biliyorsak, bu biraz da seksenleri yaşadığımız içindir. Ötesi sadece laf-ı güzaf. _____________________________________ DİPNOT... (¹)- ONUR CAYMAZ / 08.11.2008 Gazete Birgün...</P>
  15. Masallarda olmayan... Gerçek Denizkızı...
  16. Türkiye üzerindeki ABD ipoteğini kaldırmanın zamanı gelmiştir. Türkiye halkı, AKP'yi süpürme yetkisini ABD'nin elinden alacaktır...(¹) Şu sözü Meclis kürsüsünden CHP Genel Başkanı'nın veya bir milletvekilinin Tayyip Erdoğan'ın yüzüne söylemesi yerinde olurdu:"Siz kim milli irade kim?" Ne var ki, bu tür büyük gerçeklikler, tarihte hep sistemin dışından söylenmiştir. BOP EŞBAŞKANISINIZ! Bugün her yerde, her fırsatta Abdullah Gül - Tayyip Erdoğan ikilisine hatırlatılacak gerçek şudur: • Siz, Türk milletinin değil, ABD'nin iradesini temsil ediyorsunuz, BOP Eşbaşkanısınız! • Siz, ABD'nin Sözleşmeli Personelisiniz, Washington yönetimine "2 sayfa 9 maddelik" hizmet sözleşmesiyle bağlısınız! • Sizi iktidar koltuklarına oturtan, ABD Gladyosu'dur; Abramowitzler'dir; Grossmanlar'dır; Bushlar'dır! • Siz milletin değil, şeyhlerin, cemaatlerin iradesine bağlanmışsınız, İskenderpaşa Dergâhı mensubusunuz! İşte AKP'li saltanat düşkünlerinin çalımına son verecek doğrular bunlardır! İRADE FESADI Toplumsal gerçeklikte olsun, hukukta olsun, iradenin geçerli olmasının koşulu, bağımsız ve özgür olmasıdır. Nikâh memuru evlenen çifte sorar: "Hiçbir baskı ve etki altında kalmadan falancayı eşiniz olarak kabul ediyor musunuz?" Ekonomik hayatta ve siyasette de böyledir. İradenin yasal ve geçerli olması için, kişinin veya topluluğun, özgür ve bağımsız kararı gerekir. Bu koşul yoksa irade fesadından söz edilir. SÜPÜRÜLEN İRADE! Tayyip Erdoğan'ın en yakın çevresinden Cüneyt Zapsu ABD yetkililerine diyor ki: "Bu adamı kullanın, deliğe süpürmeyin." Deliğe süpürülen milli irade olmaz! Şu an Türkiye'nin en büyük gerçeği budur. Ülkemizi Washington yöneticilerinin deliğe süpürebileceği bir cemaat yönetmektedir. O cemaat, kaderini ABD'nin süpürgesine bağlamıştır. ABD süpürgesiyle gelenler, ABD süpürgesiyle gitmekten korkuyorlar. ANAYASA MAHKEMESİNİ AŞAN YETKİ Anayasa Mahkemesi'nin AKP hakkındaki kararı dahi, Türkiye'de milli irade olmadığını kanıtlıyor. Çünkü Türkiye'nin yazılı olmayan, gerçek anayasasına göre, iktidar partisini deliğe süpürme yetkisi, ABD'ye verilmiştir. Anayasa Mahkemesi, AKP'nin Cumhuriyet yıkıcısı faaliyetin odağı haline geldiğini saptıyor, fakat kapatılmasına karar veremiyor. Mahkeme de biliyor ki, böyle bir karar, onun yetkisini aşar. O yetki, Atlantik'in ötesindedir. YASALAR İTHAL EDİLİYOR Meclis'e ipotek koyan, Anayasa Mahkemesi değildir; Türkiye'yi AB kapısında çarmıha gerenlerdir. Hangi Meclis iradesi? Bugün Meclis'in milletten kaynaklanan bağımsız ve özgür iradesi yoktur. Türkiye'nin yasaları Meclis'te yapılmıyor; ABD'den AB'den geliyor. "Reform süreci", "Uyum yasaları" vb dedikleri, Washington ve Brüksel'de yapılan sözde yasalara parmak kaldırmaktır. Meclisi bir cimnastik salonuna dönüştüren bu süreç, 12 Eylül'de başlamıştır. 12 EYLÜL'ÜN GAYRİ MEŞRU ÇOCUKLARI ABD'nin 12 Eylül darbesi, milli iradeye tecavüzdü. Bu gladyo darbesi, aynı zamanda Türk Ordusu'na darbe idi; 2000 Atatürkçü subayı TSK'dan attı. 12 Eylül rejimi, Cumhuriyet Devrimi'nin ekonomik, toplumsal ve kültürel kurumlarını yıkan programı zulümle, şiddetle uygulamaya soktu. Kenan Evren'i yüzde 92 oyla Cumhurbaşkanı yapan irade, Tayyip Erdoğan'ı da en son yüzde 47 ile BOP Eşbaşkanılığı'na atamıştır. Tayyip Erdoğan'lar, Tansu Çiller'ler, Turgut Özal'lar 12 Eylül'ün gayrimeşru çocuklarıdır. Amerikancı askeri darbeyle gelen Neoliberal programı bunlar yürüttü. GLADYO REJİMİ Doğru, bu sistemin zehirli kökleri, İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar uzanıyor. Ancak Cumhuriyet'in kurumları, 12 Eylül'e kadar az çok yaşıyordu. 12 Eylül, bir Gladyo rejimi getirmiştir ve o Gladyo doğası gereği Fethullahçı Gladyo olmuştur. Artık demokrasi adına söylenen her şey, kuyruklu bir yalandır. Türkiye'de bir rejim sorunu vardır; Cumhuriyet rejimi esas olarak yıkılmıştır. Varolan rejim, Atatürk önderliğinde devrimle kurduğumuz Cumhuriyet değil, bir Mafya-Gladyo-Tarikat rejimidir. Sandıklar, seçimler, ABD güdümlü Haçlı irticanın tahakkümü altında, halkın özgür iradesini fesada uğratan dalavere mekanizmalarına dönüştürülmüştür. İşte Cumhuriyet'e karşı asıl darbecilik budur. Türban, ABD tarafından yalnız kadınlarımızın ve kızlarımızın başına değil, siyasal rejimimizin başına geçirilmiştir. GAZOZ KAPAĞINDAN MADALYA Şu gazoz kapağından milli irade madalyasını Tayyip Erdoğan'ın göğsüne ne yazık ki MHP ve CHP taktılar. ABD servislerinin 1996'da başlayan bir operasyonla milletin tepesine oturttuğu cemaat mensuplarına, siz "ABD iradesiyle geldiniz" diyemediler. AKP liderlerinin "yüzde 47" diye tutturduğu laf cambazlığı karşısında eziklik duydular. ABD'nin kurguladığı sahte demokrasiyi sorgulayamadılar. Hele MHP, yasadışı Gladyo rejiminin koltuk değneği oldu. Zaten daha 1960'lardaki kuruluş amacı buydu. AKP YÖNETİMİNİN YASADIŞILIĞI Halkın ABD dayatmalarıyla ve Ortaçağ ağları içinde zavallılaştırıldığı ve köleleştirildiği bu milli irade fesadından tek bir çıkış vardır: Bağımsızlıkla! Özgürlükle! Bağımsızlık varsa, milli irade vardır! Laiklik varsa, özgür yurttaş ve milli irade vardır. Milli devlet yaşıyorsa, milli irade vardır. Bugün bağımsızlık da, laiklik de, milli devlet de can çekişiyor. O zaman milli iradeyi boğan bu tahakkümden kurtulmak, bir ölüm kalım sorunudur. Türkiye üzerindeki ABD ipoteğini kaldırmanın zamanı gelmiştir. İnsancıklarımızı cemaat ve tarikat şeyhlerinin tahakkümünden kurtarmak şarttır ve biricik demokrasi çaresidir. Anayasa Mahkemesi, AKP iktidarının Cumhuriyet yıkıcısı, yasadışı karakterini yargı kararıyla da saptamıştır. Abdullah Gül- Tayyip Erdoğan yönetimi, kaderini Türkiye'yi parçalayan ABD'nin BOP planıyla birleştirmiştir; Türkiye'yi parçalayan büyük tertibin içindedir. ÇAĞRI VE GÖREV Bütün milleti, ülke bütünlüğünü ve Cumhuriyeti savunan bütün siyasal partileri, BOP Eşbaşkanlığı'na karşı birleşmeye ve ABD güdümlü saltanat düşkünlerinin yüzüne şu büyük hakikati haykırmaya çağırıyorum: Siz kim, milli irade kim! Bundan sonra milli irade, BOP Eşbaşkanlığı'na son veren, Türkiye'yi bağımsızlaştıran ve halk yönetimini kuran iradedir! Türkiye halkı, AKP'yi süpürme yetkisini ABD'nin elinden alacaktır. ________________ DİPNOT / KAYNAK (¹) http://www.ip.org.tr/lib/pages/detay.asp?goster=haberdetay&idhaber=1434
  17. 'Bana kötülük yapabilirler, uyarıldım'... 'Müslümanlar içinde İsrail ve ABD ile sıkı işbirliği yapanlar var' diyen İslamcı yazarı kim uyardı? Milli Gazete yazarı Mehmet Şevket Eygi dünkü köşesinde “Uyarıldım” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Hatırlanacağı gibi, Eygi son dönemde Fethullah Gülen Cemaati’nin uluslararası ilişkilerini eleştiriyor ve cemaati ABD ve İsrail ile ilişkili olmakla suçluyordu. İslami kesimin sevilen yazarı Mehmet Şevket Eygi son yazısında da yazdıklarından ötürü kendisine gelen bir uyarıyı kaleme aldı. Yaşanan bazı suikastleri hatırlatan Eygi, 'Bana kötülük yapabilirler' dedi. İşte o yazı: Uyarıldım... BİR uyarı (tehdit değil) aldım. Bazıları yazılarımdan rahatsız oluyormuş. Bendenize kötülük yapabilirlermiş. Türkiye, casusların cirit attığı bir ülke haline geldi. CIA, MOSSAD ve ötekiler... İsrail’i tenkit etmek, o tenkitler yüzde yüz doğru olsa da antisemitizm olarak algılanıyor. Müslümanlar içinde İsrail ve ABD ile sıkı işbirliği yapanlar var. Filistinliler, Iraklılar, Afganlar, Somali halkı eziliyormuş... Müslümanlara yapılan zulümler birilerini fazla ilgilendirmiyor. Onların kendi dünyaları, kendi hesap ve menfaatleri, kendi stratejileri var. Bu memlekette Başbakan bile güvende değil. Etrafında çelik bir ağ gibi korumaları var. Yollardan eskortlarla geçiyor. Son bir yıl içinde onbeş kadar suikast atlatmış. Birçok gazetecinin, iş adamının, önemli VIP şahsiyetin gorilleri var. 1950’li yıllarda Başbakan (eskiden Başvekil denilirdi), bazen bir arkadaşı ile sokağa çıkar, yürüye yürüye konuşa konuşa gezerlerdi. Korumaları onu çok uzaktan takip ederdi. Beyoğlu’nda okuduğum sıralarda duymuştum. Başbakan İstiklâl Caddesi Kanzuk eczahanesi yanındaki Abdullah lokantasında tek başına yemek yemiş, garsona, o zamanın parasıyla beş lira bahşiş bırakmış... Artık o günler mazide kaldı. Ülkemizde güvenlik yok. Korku, endişe, tedirginlik hakim. Onların, birilerinin, bazılarının hışımlarından nasıl koruyabilirim kendimi? Bazı konularda yazmam gerekiyor galiba. Muhataplarımın çok kindar olduklarını biliyorum. Kinleri ayaklarına dolaşır inşaallah. Bu devirde bir insana zarar vermek ne kadar kolaylaştı. Turgut Özal’ı, Adnan Kahveci’yi bile esrarengiz şekilde öldürdüler. Ergenekon’un büyük aktörlerinden biri -rivayete göre- Başbakanın öldürülmesini istemiş. “Bir Numara” bunu kabul etmemiş, o bize lazımdır demiş. Bir Müslümanın korunma konusunda yapacağı ilk iş Allah’a iltica etmektir. Bu konuda müstecab ve müessir dualar vardır. Temiz niyetle verilen sadakalar belâ ve musibetleri savar. Korktuğum için mi yazıyorum bu satırları? Kesinlikle hayır: Bir gazete yazarı bazı hususları okuyucularıyla paylaşmalıdır. (Not. Benim, sizin, hepimizin telefonları dinleniyor. Günün 24 saatinde devamlı kontrol altındayız. Megakentin her yeri (tekrar ediyorum her yeri) dijital kameralarla gözleniyor, bilgiler elektronik hafızalarda depolanıyor. Vatandaşların gizli halleri, mahrem hayatı didik didik inceleniyor. Kimse bu durumdan ****** olmasın.) Mehmet Şevket Eygi / Milli Gazete
  18. BİZDEN SONRA DOĞANLARA... Gerçekten karanlık bir çağdır yaşadığım! Ahmaktır hilesiz söz. Düz bir alın Vurdumduymazlığa işaret. Gülen Kötü haberi almamış henüz. Nasıl bir çağdır bu, Ağaçlardan bahsetmenin neredeyse suç sayıldığı Birçok alçaklığa suskun kalışı içerdiğinden. Yolu kaygısızca karşı karşıya geçen Ulaşılmazdır artık herhalde Zorda kalan arkadaşları için. Doğrudur: geçimimi sağlamaktayım hala Fakat inanın: bu sadece bir tesadüftür. Yaptıklarım Arasında hiçbir şey hak vermiyor karnımı doyurmaya. Tesadüfen ayaktayım. ( Şansım ters giderse mahvoldum.) Diyorlar ki: ye ve iç sen! Sevin, neyin varsa! Fakat nasıl yiyip içeyim ki, yediğim Bir açın ellerinden kaptığım lokmaysa, bir Susuzun sorduğu bardak suysa içtiğim? Ve yine de yiyip içiyorum ben! Ben de bir bilge olmak isterdim. Yazıyor eski kitaplar bilgelik nedir: Dünya kavgalarına uzak durmak ve o kısa zamanı Korkusuz geçirmek Şiddete başvurmadan hem Kötülüğe iyilikle karşılık vermek Düşlerini gerçekleştirmek değil, unutmak Bilgelik olarak kabul ediliyor. Tüm bunları yapamıyorum: Gerçekten karanlık bir çağdır yaşadığım! II Kargaşalık döneminde geldim şehirlere Açlığın hüküm sürdüğünde. Girdim insanlar arasına isyan döneminde Ve öfkelendim onlarla birlikte. Böyle geçti zamanım Yeryüzünde verilmiş bana. Savaşlar ortasında yedim ekmeğimi Katiller arasında yattım uykuya Özensiz yaklaştım aşka Ve doğayı sabırsızlıkla izledim. Böyle geçti zamanım Yeryüzünde verilmiş bana. Yollar bataklığa gidiyordu zamanımda. Cellada bildiriyordu beni konuştuğum dil. Çok değildi yapabileceklerim. Fakat iktidardakiler daha Güvende hissediyorlardı kendilerini bensiz, ümit ediyordum. Böyle geçti zamanım Yeryüzünde verilmiş bana. III Battığımız dalgalardan Yükselecek olan sizler Zaaflarımızdan söz ederken Unutmayın Karanlık çağı da Sizlerin kurtulmuş olduğu. Yürüdük ya, pabuçlardan çok ülke değiştirerek Sınıf savaşlarının ortasında, çaresiz Haksızlığın olup öfkenin olmadığı yerde. Biliyoruz halbuki: Aşağılıklara duyulan nefret de Bozar şeklini yüzün. Kısar sesi haksızlık karşısındaki Öfke de. Ah, güleryüzlülüğe Ortam hazırlamak istemiş bizler Güleryüzlü olamadık kendimiz. Sizler fakat, geldiğinde vakit İnsan insanın yardımcısı olduğu Zaman. Hatırlayın Hoşgörüyle bizi. ___________________BERTOLT BRECHT... Sevgili Mavi'ye... Onun barışa ve kardeşliğe olan inancının, inancımı hiç eksiltmediği için... Saygı ve Sevgilerimle...
  19. Sn. Doğrucudavut... 'Tüm halkların kendi dilini ve kimliğini özgürce her alanda kullanabilme özgürlükleri sağlanmaladır' şeklindeki düşüncemin muğlak olduğunu belirtiyorsunuz... Olabilir, Demokrasiye olan bağlılığımdan ve inancımdan dolayı düşüncelerinize saygı duyarım... Kürt dili meselesine gelirsek... Malum konu ile ilgili birkaç soru/cevap... (Umarım anlaşılır...) Kürtlerin tahrihsel bir geçmişi var mı?... Var... Yazılı ve sözlü edebiyatları varmı?... Var Bir dili varmı?... Var... Bir kültürü varmı?... Var... Tarihsel süreç içerisinde yarattığı değerleri var mı?... Var... En az 200 yıllık bir mücadele tarihi var mır?... Var... Son 30 yıldır kesintisiz mücadele tarihinde oluşturduğu değerler Kürtler açısından Kürtlerin vazgeçilmezleri gerçeğini oluşturmuşmudur... Tabiki oluşturmuştur... Bu gerçekleri görmemek, yok saymak bence ülkesel ve toplumsal bir sorun, bir yara ve hala akan kan olmayı sürdüreceği bilincidir... Daha da ötesi insanlık ayıbıdır... Bu ayıp bizim ve bunu çözecek olanda Kürt aydınıyla, Türk aydınıyla, Vatandaşıyla, İşçisiyle, köylüsüyle, yöneticisiyle, devletiyle bizleriz... (Arap dilini camilerde, Yabancı bütün diller okullarda serbest bırak Kürtçeden kork... Muğlak olan budur bence...) Eğer bunlar muğlaksa... Mutlaka meşkuk'tandır ... Saygılar... DİPNOT...
  20. 85 yıllık Cumhuriyetimizin eksiklikleri... Her nedense Türkiye Cumhuriyeti’nin bu güne kadar süregelen yöneticileri, 85 yıllık süreçte; Kürtleri, Alevileri Ve Lozan Antlaşması gereğince azınlık olarak kabul edilen diğer vatandaşlarını “ileride sorun çıkartırlar, başımızı ağartırlar” kaygısını hep taşıdılar / taşımaktadırlar... Ne yazıkki bu kaygılarından dolayı, asimle etme çalışmalarını her zaman ön planda tutmuşlardır. Son dönemlerde yaşananları şöyle bir değerlendirdiğimizde... Demokratik cumhuriyeti oluşturmakla bir çok önemli sorunun çözülmesi mümkün olduğu halde, Her nedense yetkililerin bunu yapmayarak, ülkeyi bölünme eşiğine getirmelerini hala anlamış değilim!... Kürtlerin ayrılma isteklerinin olmamakla birlikte, (ki siz ne derseniz deyin ayrılma istekleri de olabilir...) Bölünmenin Kürtlerin yararına değil, tam tersi zararına olduğunu herkesçe bilinmektedir... Ki bunun da yüzlerce nedenleri vardır... Ancak, Üzülerek görmekteyiz ki... Kendi iç sorunlarını dış güçlere havale etmenin hatası sonucunda ve Kürtlerin iradesi dışında bölünme gerçekleşirse, ona da hazırlıklı olmak durumundadırlar... Umuyor ve diliyorum ki, böyle bir durum gerçekleşmez. Son olarak... Bir ülkenin yönetimi sadece isminin cumhuriyet olması hiç bir işe yaramaz / yaramamaktadır... Bütün dünyada Cumhuriyet sisteminin evrensel kuralları vardır ve bunlardan en önemlisi, olmazsa olmaz şartlarından bir tanesi Demokrasinin tüm kurallarıyla işlenmesidir... Hak ve özgürlüklerin demokrasi çerçevesinde kullanılmasıdır... Bu çerçevede... Başta Kürtler olmak üzere, Tüm halkların kendi dilini ve kimliğini özgürce her alanda kullanabilme özgürlükleri sağlanmalıdır... Ve artık Demokratik bir cumhuriyet sistemine acilen gereksinim vardır... Saygılar... DİPNOT...
  21. Eski CIA ve Dışişleri görevlisi olan Paul Goble; “Türkiye artık eskisi gibi güzel bir Atatürk ülkesi değil. Atatürk, şimdi Ankara’daki herhangi bir tepeden kente baksa ve cami ve minareleri görse yeni bir devrim başlatırdı. Çünkü yapmak istediği bu değildi.”... Bizde evet bu değildi diyoruz... Çok geç kalınmış olmakla birlikte bundan böyle 'okul yerine camiden medet ummayanların' gün geçtikçe sayılarının artması düşüncesiyle... Saygılar... DİPNOT.
  22. DİPNOT şurada cevap verdi: Dayı başlık Dini Konular - Din - Dinler
    Sevgili Mavi olmayan gökyüzü... Evet "sınavda ölçüt ne?"... Güzel bir soru... Bende müsadenizle bu sorunun cevabına ışık olabilecek başka bir soru sormak istiyorum.. Tanrı insanın günahlarına niçin engel olmaz ve şeytanın insanla, kedinin fareyle oynamasına benzer şekilde oynamasına niçin izin verir / vermiştir... Sevgi ve Saygılarımla... DİPNOT...
  23. İşte bu kadar... Bir düşünce işte bu kadar zarif, anlaşılabilir ve tutarlı bir mantıkla ifade edilebilir... Bu düşüncelerinizden dolayı sizi yürekten alkışlıyorum... Saygılar... DİPNOT...
  24. DİPNOT şurada cevap verdi: DİPNOT başlık Güncel Konular
    Maalesef yok sn. Patates Soğancı.. Keşke olsa, olabilse... Saygılar... DİPNOT...
  25. DİPNOT şurada cevap verdi: DİPNOT başlık Güncel Konular
    El arabası yükleri... Yeni Şafak yazarı, Vakit gazetesi yazarı gibi sırtını "islami kesime" dayar ve güvenir ve tabik serbest bırakılır... Terim dudak uçuklatan maaşına, servetine, şöhretine ve yeni yaptığı anlaşmaya güvenir... Medya bu sayede yaptığı izlenme oranının artışına güvenir... Okuyucu, izleyici ve taraftar "akılsız" yerine konulduğuyla kalır... Neden peki... Neden olacak... Oynanan bir senaryodur!... Ve sen bu senaryosuz yapamaz olmuşsundur artık... Yapanın yanında kâr kaldığına inandırılmışsın... Öylece sessiz, duyarsız, yorumsuz ve tepkisiz... DİPNOT...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.