DİPNOT tarafından postalanan herşey
-
ATAM... (Atam... 80 ülke dolaştım. Neredeyse tümünde seninle karşılaştım. Çinliler ''Bizim de rehberimiz o Kemal'' diyorlar... Şilililer, Güney Afri.)
Verebileceğim tek birşey olabilir size
-
TÜRK GENÇLİĞİ BUMU ŞİMDİ?... YAKIŞIYOR MU?... (Gazi Üniversitesinde kendisini ÜLKÜCÜ olarak tanımlayan Üniversitelilern davranış ve örgütlenme biçimi)
Ben kominist falan değilim ve sizi muhatap almıyorum... Fakat düşüncelerinizi açıklama gibi bir özgürlüğünüz olduğundan size saygılarımı sunuyorum... Lütfen gereksiz, anlamsız bir tavır ve düşünce içinde olmayın... En az sizin kadar ülkemi seviyor ve hiç olmayacağınız kadar vatanseverim... Sevgi ve saygılarımla...
-
TÜRK GENÇLİĞİ BUMU ŞİMDİ?... YAKIŞIYOR MU?... (Gazi Üniversitesinde kendisini ÜLKÜCÜ olarak tanımlayan Üniversitelilern davranış ve örgütlenme biçimi)
Caminiz de, Medresenizde sizin olsun... Ama Mustafa Kemal bizimdir... O camilerde yobazın, gericinin, imamın sözünden öte gerçekçi, varoluşçu, toplumcu, halkçı, devrimci, laik ve çağdaş bir Türkiyenin baş mimarıdır... Bunu kimse görmezlikten gelemez ve ondan da öte kimsa farklı birşey söylemeye cesaret edemez...
-
ATAM... (Atam... 80 ülke dolaştım. Neredeyse tümünde seninle karşılaştım. Çinliler ''Bizim de rehberimiz o Kemal'' diyorlar... Şilililer, Güney Afri.)
Atam... Atam... Bu yazıyı Selanik'te doğduğun evdeki anı defterine yapıştırılmak üzere kaleme alıyoruz. Sahte Atatürkçüler kervanına bir katılım daha oldu: Defter Atatürkçülüğü! Onlar anı defterine size hitaben yazmakla kendilerini Atatürkçü ilan etmeye girişiyorlar. Defterde hoşlarına gitmeyen bir yazı olunca da yırtıp atmayı hüner sayıyorlar. Hani bırakıversen kim hangi deftere ne yazmalı, kendileri karar vermeye kalkacaklar. Onlar Atatürkçülükle defteri yan yana görünce akıllarından hemen şunu geçiriyorlar: Defterini dürmek! Akıllarından bunu geçirirken Atatürk 'ü en iyi kendilerinin anladığını ilan etmekten de çekinmiyorlar. Senin ilkelerini uygulamaya gelince, bu kez akıllarına veresiye defteri geliyor: Yaz deftere, vur testere! **** Atam... Hoştur söylemesi, 80 ülke dolaştım. Neredeyse tümünde seninle karşılaştım. Çinliler ''Bizim de rehberimiz o Kemal'' diyorlar... Şilililer bulvarlara adını veriyorlar. Güney Afrika Cumhuriyeti 'nde Nelson Mandela 'yı uzun uzun anlatan Afrikalı profesör, bağımsızlığa ulaştıklarını, ama toplumu çağdaşlaştıramadıklarını vurguladıktan sonra yüzüme bakıp şunu söylemişti: ''Mandela bir ulusal kahraman. Ama Mustafa Kemal değildi. Atatürk entelektüeldi, Mandela değil...'' 90'lı yıllarda art arda bağımsızlığa kavuşan Orta Asya ülkeleri uluslarının en önde geleni için kestirme yoldan şunu söylüyorlar: ''İşte bu da bizim Atatürk'ümüz.'' Ahh Balkan ülkeleri... Makedonya'sından Arnavutluk'una seni paylaşamıyorlar, ''Atatürk'ün kökü bizdendir'' diyorlar. **** Atam... Hani insan bazen şöyle düşünmeden edemiyor: Yoksa Atatürk en az Türkiye'de mi anlaşılıyor! İktidardaki partinin köklerindekiler yıllarca seni reddetmeye çalıştılar. Baktılar ki bu toplum seni özümsemiş, bu kez tavır değiştirip şöyle söylemeye giriştiler: ''Atatürk yaşasaydı bizden olurdu.'' Elinin körü olurdu! Bugün iktidarı ele geçirenler de attıkları her adımı topluma kabul ettirmek için şunu söylüyorlar: ''Atatürk de bizim yaptığımızı yapardı.'' Bazen de hızlarını alamayıp arkasını şöyle getiriyorlar: ''Biz Atatürk'ün yaptıklarını tamamlıyoruz.'' Oysa gerçekte senin ilkelerine karşı öyle bir ''ikti-darağacı'' kurdular ki, her fırsatta infazdalar! Artık takıyyeyi de bıraktılar, akıllarından geçeni süzgeçsiz yazıyorlar, söylüyorlar. Hani azgın azınlık çoğunluğa hükmeder, ben ne istersem o olur der ya, toplum da öyle bir suskunluk içinde. Ama umutsuz muyuz? Bin kere hayır. Sen bizim gönlümüzdeki, beynimizdeki deftersin... Yırtmakla, koparmakla yok edilemez 'ders' in... Kimileri ''Atam izindeyiz'' sözünü yanlış anladılar, bir asırlık izne çıktılar. Ama inan ki gerçekten izinde olanlar az değil. İzindeyiz. Kaynak... Mustafa Balbay / 07.05.2006 / Cumhuriyet...
-
TÜRK GENÇLİĞİ BUMU ŞİMDİ?... YAKIŞIYOR MU?... (Gazi Üniversitesinde kendisini ÜLKÜCÜ olarak tanımlayan Üniversitelilern davranış ve örgütlenme biçimi)
1920'lerin milliyetçilik anlayışı: İrredantizm... İlginçtir, irredantizm sözcüğü gördüğümüz kadarıyla Almanca dışındaki dillerde bulunmadığı gibi, örneğin İngilizce veya Fransızcada kavramın bir başka karşılığı da yoktur. Salt bu olgu bile, bu yeni milliyetçilik anlayışının düşüncemize işçi ve öğrencilerimiz aracılığıyla Mütareke yıllarında getirildiğini yeterince kanıtlasa gerektir sanırız. Sevgili dostumuz Yüksel Pazarkaya 'nın yaptığı incelemelere göre, kavram Almancaya da ''soy, budun'' demek olan Latince ''race'' sözcüğünün İtalyancası ''razza'' ile birlikte Birinci Dünya Savaşı sırasında İtalyancadan girmiştir zaten. İtalyanca ''razza'' sözcüğü ''rasse'' şeklinde Almancalaştırılırken ''irredenta'' kavramı da ''irredentismus'' yapılmış ve ''rasse'' sözcüğünden ''rassismus'' şeklinde insanlığın dil dağarcığına ilk kez ırkçılık kavramı girdirilmiştir. Gene Yüksel Pazarkaya'nın belirlemelerine göre, ''irredenta'' kavramı İtalya'da da topu topu yarım yüzyıl önce 1870'lerde kullanılmıştır ilk kez. Kent devletlerini birleştirmek amacıyla 1850'lerde ortaya çıkan yeni milliyetçilik akımının hızla güçlenmesi üzerine İtalyan milliyetçileri, Avusturyalıların 1814 yılında işgal ettiği Kuzey İtalya'daki Trentino, İstria, Trieste, Venezia bölgesindeki soydaşlarının kurtarılması ve o toprakların yeniden anavatana bağlanması için 1870'lerde başlattıkları savaşıma, ''anavatan dışındaki soydaşların kurtarılması ve yaşadıkları toprakların anavatana bağlaması'' anlamındaki ''irredenta'' sözcüğünü ad olarak kullanmışlardır. Böylece ''nation'' kavramı da ilk kez halkların budunsal kökeni, ırk ve soy (etnik) kimliğiyle ilgili bir anlam yüklenmiştir. Bilindiği gibi, Birinci Dünya Savaşı sonrasında da Hitler ''anavatan dışında kalmış Almanların kurtarılması ve yaşadıkları toprakların anavatana katılması'' anlamındaki bu yeni milliyetçilik anlayışı ''ırredentismus'' u Nazizmin temel ilkesi haline getirmiştir. İlginçtir, Abidin Nesimi'nin yazdığına göre, bu irredantist milliyetçilik anlayışının ülkemizde de bir an önce etkin hale gelebilmesi için, daha Birinci Dünya Savaşı yıllarında ''Almanya'dan uzmanlar'' getirtilmiş ve bu uzmanların hazırladığı raporlar, ''Emniyet'in Aşiretler Masası Türkmenler Bölümü'nde Habil Adem takma adıyla çalıştırılan Arnavut asıllı Naci Pelister adında birine'' çevirtilerek dağıtılmıştır. 1920'LERDEN İTİBAREN IRK KÖKENLİ MİLLİYETÇİLİK Türkçülerimiz de 1920'lerden itibaren bu irredantist milliyetçilik anlayışına dört elle sarılıp dil ve tarihe dayalı milliyetçilik anlayışını terk ederek Orta Asya üzerine ırk kökenli düşler kurmağa başlamışlardır hemen. Birinci Dünya Savaşı'nın ardından 1919 yılında Mussolini' nin İtalya'da ilk faşist örgütü kurup 1921 yılında meclise girmesi, Hitler'in de Almanya'da, Bavyera'da Bolşevikliğe karşı ırkçı bir savaşım başlatıp 1921 yılında Nasyonal Sosyalist Parti'nin başına geçmesi Türkçülerimizin bu irredantist Orta Asya düşlerini daha da renklendirmiştir kuşkusuz. Örneğin, Türk Ocağı başkanı ünlü Türkçü Hamdullah Suphi Tanrıöver , söz konusu yıllarda Türk Yurdu dergisinde Mussolini'nin bu faşist girişimi için, ''Faşizm nam altında tanıtılan bir milliyetperverlik hareketidir. Biz, bu tarikatla mensup olduğumuz ictimaî ve siyasî fikrin bazı noktalarda müşterek olduğunu tespit edebiliriz. Faşist milliyetperverliğin galeyanında biz hem mazimizi, hem de istikbalimizi görürüz'' diye yazmaktadır. Arada bir ''Turancılık Osmanlı emperyalizmidir, Türkçülük halkçılık demektir'' ya da ''Faşizm irticadır, Ocaklılık ise gelişme ve devrimciliktir'' gibisinden Mustafa Kemal'e duyuracak şekilde demeçler verseler bile, gene Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak' ın belirttiğine göre, üye yapılmaları için Mustafa Kemal'in gönderdiği Kurtuluş Savaşı'ndan silah arkadaşı üç subayın başvurusunu, Türk Ocağı yöneticileri ''ırk bakımından soy araştırması'' yapıldığı gerekçesiyle uzun süre yanıtlamamışlardır aynı günlerde. Mustafa Kemal'in kendilerini daha ilk günden Ankara'ya çağırıp milletvekili seçtirerek hükümetlerde görev vermesinin, Cumhuriyetin ilanından sonra da hemen her konuşmasına ''Büyük Türk milleti'' diye başlayıp sürekli Türklüğü övgülemesinin, hele hele Türk Ocağı'nı Ankara'ya taşıtıp özel binalar yaptırmasının yanı sıra Almanya ve İtalya'daki ırkçı gelişmelerden de iyice şımarıp yüreklenen Türkçülerimiz, anımsanacağı gibi giderek yalnız milliyetçiliği ırksal kökenli bir kavram olarak yorumlamakla da kalmayıp 1930'larda ''bir halkın etnik kimliğinin fiziksel antropoloji ilkelerine göre kafa ölçüsü, cilt, saç, göz renkleri ve kan grubuyla da belirlenebileceğini'' savlayarak ellerinde antropoloji cetvelleri, işi insanların kafataslarını ölçmeye kadar vardırmışlardır. TURAN ÜLKESİ KURMA DÜŞÜ Çünkü, Turan düşü peşinde koşan Türkçülerimiz için artık ana amaç kesinlikle Anadolu'daki Türklerin sorunları değil, soy ve kan bakımından daha saf olduğuna inandıkları Orta Asya'daki, Bulgaristan'daki, Batı Trakya'daki, Kerkük'teki Türklerin kurtarılmasıdır, ''Esir Türkler'' in kurtarılmasıdır. Ancak, Misak-ı Milli'yi anımsayıp arada bir Kerkük için gösteriler düzenleseler de, Bulgaristan ve Batı Trakya'daki soydaşların yaşadığı toprakların anavatana bağlanmasından pek söz edilmese de, Sovyet işgalinden kurtarılacak atalarımızın anavatan Orta Asya'da büyük bir ''Turan Ülkesi'' kurma düşleri görülmektedir sürekli. Hitler'in, İkinci Dünya Savaşı'nda Kafkasya'ya doğru hızla ilerlemesi Turancılarımızın Türk irredantizmi adlı bu düşlerini daha coşkulu hale getirmiştir, anımsanacağı gibi. Gerçi Hitler'in savaşı yitirmesi üzerine Türkçülerimiz bu düşlerle birlikte irredantizm sözcüğünü de hemen unutmuşlardır, ama ne var ki bu kez de Amerika'nın kanatları altında Soğuk Savaş'ın daha ilk günlerinden itibaren ''Komünizmle Mücadele'' nin en hızlı silahşoru kesilip o sözcüğü kesinlikle ağza almadan, bu kez ''Türk-İslam Sentezi'' yaftası altında yeniden Orta Asya düşleri kurmaya başlamamış da değillerdir doğrusu... . _____________________________________ Kaynak: Cumhuriyet 07.05.2006
-
DEVRİM ATEŞİNİN ALEVLERİ... (6 Mayıs 1972'de idam edilen gençlik önderleri DENİZ GEZMİŞ, YUSUF ASLAN ve HÜSEYİN İNAN, yurt genelinde çeşitli etkin)
Yol Kocaman dağları kardaş basa basa düz eylemek Çıkmak yavaş yavaş'lardan Eylem neyse tez eylemek Sessizliği türkü kılıp anlama dönüştürmeli Bir görevdir söz eylemek Gerçek yürür önümüzde Haydi kardaş adım adım geleceği iz eylemek. Fazıl Hüsnü Dağlarca
-
ALLAH'IN OLMADIĞINI SEN BANA İSPAT ET
Teşekkürler sevgili bilimselci... Çok teşekkürler... Her zamanki gibi bize hikayenle büyük bir ders verdin... Ama anlayana tabiki... Oysa... Oysa bu tür hikayeleri eskiden halkımız çok severdi... Ne olduysa oldu... Bilemiyorum ama... Sanıyorum artık mışıl mışıl uyumaktalar... Uyutturulmaktadar... Bir afyon, bir eroin içmiş gibi... Ve üstelik kan ve kör uykular bunlar... Bakamayan, göremeyen, düşünemeyen, araştıramıyan, sorgulayamıyan, diğer dünyalık... Çok yazık... Büyün önder Mustafa Kemal aklıma geliyor birden... Acaba bu devrimi neden yaptı... Neden bir ülke yarattı sankı... Keşke... Bir tarafımız Rus... Bir tarafımız ingiliz... Bir tarafımız fransız... Bir tarafımız Yunan Bir tarafımız bilmem ne olsaydı yanı anasız babasız gibi... Ah Mustafa Kemal ah... ............................... Sevgi ve saygılarımla...
-
ALLAH VAR
Dipnota ve yamyama birşey söylemek maharet tabiki sizler için... Unutmayın ki sizlere ne yam yam arkadaşım ve ne de ben bu forumun hiçbir karesinde hiçbir arkadaşımıza hiçbir şekilde saygıda kusur etmedik etmiyeceğizde... Bu bizim pozitifliğe ve gerçekçiliğe olan inancımızı, yürekliliğimizi ve duruşumuzu gösterir tabiki karakterimizi de... Artık lütfen şunlarıda bir kenarınıza yazın; yaşamımın bundan sonraki karesinde hiçbir zaman ve hiçbir şekilde yobaz olmayacığım, gerici gibi düşünmeyeceğim, ticani gibi şekilci ve kıldan keramet beklemeyeceğim (Ne malum belki köseyimdir ve sakalım çıkmaz yani... Neyse...), Bir bez parçasından medet ummayacağım, dini politikaya alet etmek gibi bir anlamsızlığa düşmeyeceğim, ve hatta fani olmuş insanlardan bugünkü yaşamıma yön vermelerini istemek gibi bir aciz duruma düşüp dilenmek gibi bir talepte bulunmayacağım, vee son olarak bırakınız hacı, hoca, ulemayı, bu tanrı bile olsa hiçbir zaman ondan birşey bekleme gibi, birşey isteme gibi, ona yaranmak gibi insanlıktan ve medeniyetten uzak onursuz bir kişi durumuna düşmeyeceğim.... Şunu çok iyi biliyorum ki; Doğru yaşıyor, inandığım doğruları yaşıyor, doğru düşünüyor, doğru yapıyor, insancıllığım, ahlakım ve toplumsal hizmetim de yerinde o zaman neden birşelerden korkmaya ihtiyaç duyayım ki bre ...................... ... Sen tanrımısın ki beni yargılarsın... Bir inancın inanç olabilmesi için akla ve mantığa uygun olması gerekmezmi? 1300 yıllarda ne işimiz olabilir... Tanrı istese şimdi bir peygamber gönderir peki buna sen inanırmısın... Üstelik dünyamız bir kaos içindeyken ve en çok ona ihtiyacımız varken!... Ve artık kendini hissettirip bir düzen sağlıyamazmı?... binlerce soru aslında kafamızda... Lütfen... Sevgiyle kalın...
-
TÜRBANIN DİLİ VARDIR... (Türbanlı eş bir kimliktir... Şeriatçıdır, Medeniyeti sevmez........)
2023 Bahsettiğiniz zihniyet 1919'dan önceki düşüncelere aittir ve tabiî ki istemem fakat tekrar o karanlık günler olursa eğer ve bu ülke için savaşmak gerekirse seninle en yakın bir dost, arkadaş olarak ve kahramanlar gibi şavaşta canımı seve seve vermeye hazırım... Sen hazır değilsen o başka tabiî ki... Diğer taraftan... Dinen sen vecibelerini benden fazla yerine getiriyorsun ve herşeyini yukarısı ile pazarlık meselesi yapmışsan bilemem ama sana şunu söylemek isterim... Eğer bugün minarelerde ezan sesi duyuyorsan, İmanını en iyi bir şekilde yapabiliyorsan ve dini vecibelerini yerine getiriyorsan onu Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarına borçlu olduğunu unutma... Vahdettinlere değil... Ve son olarak... Dini istismar eden ve kardeşi kardeşe vurdurmaya götürecek kadar ve Allah’ı bile buna alet eden Yobaza, Ticaniye, bir bez parçasına alet olmuş sofulara ve irticaya karşı sonuna kadar da demokratik, laik ve hukukumuza bağlı olarak sonuna kadar mücadele etmeye yeminliyiz... Bu savaş her nerede, ne şekilde ve sonu ne olursa olsun her koşul altında sürdürülecektir... (Tekrar söylüyorum; Dinini politikaya alet etmeyene, ülkeyi kavga ortamına sürüklemek isteyip devlete karşı suç işlemeyene, mevcut sistemi yıkıp yerine şeriatı getirmek istemeyene, Toplumsal anlamda ekenomik zorlukları fırsat bilip ve bu zorlukların çözümünü kende emelleri doğrultusunda ve niyeti herkesce açık açık bilinen dinsel bir toplum düzeni aramayanlara ve buna inanmıp karşı duranlara karşı hiç ama içbir problemimiz yok).... Problem Kısaca dini yanlış amaçlar için kullanan gerici yabazlara, ticanilere, ulemalara karşıdır... Lütfen artık bunu bilin...
-
ALLAH VAR
Dipnota ve yamyama birşey söylemek maharet tabiki sizler için... Unutmayın ki sizlere ne yam yam arkadaşım ve ne de ben bu forumun hiçbir karesinde hiçbir arkadaşımıza hiçbir şekilde saygıda kusur etmedik etmiyeceğizde... Bu bizim pozitifliğe ve gerçekçiliğe olan inancımızı, yürekliliğimizi ve duruşumuzu gösterir tabiki karakterimizi de... Artık lütfen şunlarıda bir kenarınıza yazın; yaşamımın bundan sonraki karesinde hiçbir zaman ve hiçbir şekilde yobaz olmayacığım, gerici gibi düşünmeyeceğim, ticani gibi şekilci ve kıldan keramet beklemeyeceğim (Ne malum belki köseyimdir ve sakalım çıkmaz yani... Neyse...), Bir bez parçasından medet ummayacağım, dini politikaya alet etmek gibi bir anlamsızlığa düşmeyeceğim, ve hatta fani olmuş insanlardan bugünkü yaşamıma yön vermelerini istemek gibi bir aciz duruma düşüp dilenmek gibi bir talepte bulunmayacağım, vee son olarak bırakınız hacı, hoca, ulemayı, bu tanrı bile olsa hiçbir zaman ondan birşey bekleme gibi, birşey isteme gibi, ona yaranmak gibi insanlıktan ve medeniyetten uzak onursuz bir kişi durumuna düşmeyeceğim.... Şunu çok iyi biliyorum ki; Doğru yaşıyor, inandığım doğruları yaşıyor, doğru düşünüyor, doğru yapıyor, insancıllığım, ahlakım ve toplumsal hizmetim de yerinde o zaman neden birşelerden korkmaya ihtiyaç duyayım ki bre ...................... ... Sen tanrımısın ki beni yargılarsın... Bir inancın inanç olabilmesi için akla ve mantığa uygun olması gerekmezmi? 1300 yıllarda ne işimiz olabilir... Tanrı istese şimdi bir peygamber gönderir peki buna sen inanırmısın... Üstelik dünyamız bir kaos içindeyken ve en çok ona ihtiyacımız varken!... Ve artık kendini hissettirip bir düzen sağlıyamazmı?... binlerce soru aslında kafamızda... Lütfen... Sevgiyle kalın... . .
-
ATAYA MEKTUP
. Paylaşım için teşekkürler sevgili sardunya... Bu ülkede yaşayan insanların böyle örnek bir lidere sahip olmanın onur ve gururunu taşıma bilinci gösteren yürekli insanların, birgün ama birgün mutlaka onun etrafında birleşileceği gerçeğini kavrayacaklardır... Sevgi ve saygıları... .
-
DEVRİM ATEŞİNİN ALEVLERİ... (6 Mayıs 1972'de idam edilen gençlik önderleri DENİZ GEZMİŞ, YUSUF ASLAN ve HÜSEYİN İNAN, yurt genelinde çeşitli etkin)
- DEVRİM ATEŞİNİN ALEVLERİ... (6 Mayıs 1972'de idam edilen gençlik önderleri DENİZ GEZMİŞ, YUSUF ASLAN ve HÜSEYİN İNAN, yurt genelinde çeşitli etkin)
VASİYETİ... Baba, Mektup elinize geçmis olduğu zaman aranızdan ayrılmış bulunuyorum. Ben ne kadar üzülmeyin dersem yine de üzüleceginizi biliyorum. Fakat bu dururumu metanetle karsilamani istiyorum, insanlar doğar,büyü,yaşar ölurler,önemli olan cok yaşamak degil,yaşadığı süre icinde fazla şeyler yapabilmektir. Bu nedenle ben erken gitmeyi normal karşılıyorum. Ve kaldi ki benden evvel giden arkadaşlarım hiçbir zaman ölüm karşısında tereddüt etmemişlerdir. Benim de etmeyecegimden süphen olmasın. Oglun, ölüm karsisinda aciz ve caresiz kalmis değildir, o bu yola bilerek girdi ve sonunda da bu olduğunu biliyordu. Seninle düşüncelerimiz ayri ama beni anlayacağını tahmin ediyorum. Sadece senin degil, Türkiye'de yaşayan Kürt ve Türk halklarının da anlayacagına inaniyorum. Cenazem icin avukatlarıma gerekli talimati verdim. Ayrıca savcıya da bildirecegim. Ankara'da 1969' olen arkadaşım Taylan Özgür'ün yanına gömülmek istiyorum. Onun icin cenazemi Istanbula göturmeye kalkışma, annemi teselli etmek sana düşüyor,kitaplarımı küçük kardeşime bırakiyorum. Kendisine ozellikle tembih et onun bilim adami olmasini istiyorum,bilimle ugrassin ve unutmasin ki bilimle ugrasmak da bir yerde insanliga hizmettir. Son anda yaptiklarimdan en ufak bir pismanlik duymadigimi belirtir seni, annemi,abimi,kardesimi devrimciligimin olanca atesi ile kucaklarim. Oğlun Deniz Gezmis" . .- YOBAZIN AHLAKI... (Daha ilkokul çağında bir kız çocuğuna ''evlenebilir'' fetvası veren zihniyetin egemenliğinde bu güzelim ülkenin hangi karanlıklara)
Bunu sadece ben söylemiyorum bunları zaman zaman devletimizin tepesinde bulunan Cumhurbaşkanı, Genelkurmay başkanı ve devletin en yüksek kademesindeki bürokratlar söylüyor. Kaldıkı Bizlerde bunu her geçen gün yaşadığımız çevremizden, içinde bulunduğumuz halktan ve Yine bugün ülkenin başına bir kara bulut gibi çökmüş bulunan imamların amaç ve emellerinden anlayabiliyor, görebiliyor ve yaşabiliyoruz... Yıllardır uyutulan bir halkımızı bugün yönetemezseniz yönettirir mantığı çerçevesinde dış güçlerce çok iyi yaptırılmaktadır. Neler mi? Bakın Ekenomimiz IMF ve DÜNYA BANKASI emrinde, Politikamız ve hukukumuz AB'NİN elinde... Yani davulda onlarda Tokmakta... Bizede belki müzik dinlemek, şarkı söylemek, laylaylom oynamak düşüyor veya yine amaç boşvermişlikse, bananecilikse, umursamazlıksa, sessizlikse o zaman başka tabi ne denilebilir... Sevgi ve saygılarımla... . .- DEVRİM ATEŞİNİN ALEVLERİ... (6 Mayıs 1972'de idam edilen gençlik önderleri DENİZ GEZMİŞ, YUSUF ASLAN ve HÜSEYİN İNAN, yurt genelinde çeşitli etkin)
. Devrim ateşinin alevleri... DENİZ'LERİ UNUTMAK OLMAZ... 6 Mayıs 1972'de idam edilen gençlik önderleri DENİZ GEZMİŞ, YUSUF ASLAN ve HÜSEYİN İNAN, yurt genelinde çeşitli etkinliklirle anılacak... Tuhaf zamanlardan geçiyoruz. Uğrunda savaştıkları değerleri terk edenlerin bıkıp usanmadan günah çıkarttıkları zamanlarda yaşıyoruz. ''Anılarını'' anlatırken onları günümüzün ''renklerine'' uydurabilmek için bin dereden su getirenleri ciddiye almak zor, ama yine de üzülüyor insan. ''Hayır!'' demeyi unuttukları için, ''hayır'' demenin haksızlıklara isyan etmek olduğunu artık hiç hatırlamadıkları için, şimdi üst üste, yüz kere, bin kere ve her şeye ''evet'' deyip duruyorlar. Ağızlarından çıkan ''evet'' ler, önünde diz çöktükleri sahte ikonlarının çevresine dizilmiş sönük mumlardır. Oysa anılar güzeldir. Acıyla hatırladığımız anılar bile, birer isyan ateşidirler ve güzeldirler. Deniz uzun boyuyla bir bayrak gibiydi. Kalabalığın içinde yalnızca onun başı yükselirdi. Hatırlıyorum ve bu hatırada ikonlar ve mumlar yok: Fikir Kulüpleri Federasyonu İstanbul Sekreterliği'nin Sultanahmet'teki merkezindeydik. FKF'nin kendini Türkiye İşçi Partisi'ne daha yakın hisseden kesiminin elinde yalnızca İstanbul Sekreterliği kalmıştı. FKF, Dev-Genç olma yolundaydı. Deniz'in önderliğini yaptığı Devrimci Öğrenci Birliği'nden arkadaşlarla o binanın salonunda oturuyor ve kim bilir ne konuşuyorduk. Herhalde herkes neden kendisinin daha haklı olduğunu anlatıyordu. Denizler devrim ateşinin en alevli yanıydılar. Bizim ise korumamız gerektiğini düşündüğümüz bir parti, bir yerlerde düzen haline gelmiş ve nasıl vereceksek, eylemlerimizle zarar vermememiz gereken bir sosyalizm ve galiba pek de haklı olmayan aklıselimimiz vardı. Şimdi düşünüyorum da devrimcinin isyanı ve heyecanı hep aklından önce gelmelidir. Yoksa aklına yenilebilir ve akla yenilmek her zaman pek kötü bir şeydir. Çünkü isyanla, ''hayır!'' la beslenmeyen akıl, muhafazakâr bir akıldır. Telefon çaldı ve üniversiteye baskın yapan MTTB'lilerin, hukuk ve iktisat fakültelerinin bulunduğu binaları işgal ettiklerini öğrendik. Deniz kalktı ve ''Yürüyün arkadaşlar'' dedi. Bense FKF İstanbul Sekreterliği'nin o saatlerde orada bulunan tek yöneticisiydim ve elbette ben de yürüyecektim. Yürüdük... Deniz bir adım attığında benim iki adım atmam gerekiyordu yetişebilmek için. Ana kapıdan içeri girdiğimizde nefes nefeseydim. O ise Can babanın dediği gibi ''en uzun koşunun en güzel yüz metresini'' çoktan koşmaya başlamıştı. Sonra 12 Mart'ın karanlığı çöktü üstümüze ve Denizler'i uzun koşudan alıkoydular. 6 Mayıs'ta, Kalyoncu Kulluk'la Simitçi Sokağı'nın kesiştiği köşede üflesen yıkılacak iki katlı ahşap bir evdeydim. Karşı apartmanın penceresinde bir tuhaf, bir garip duran Tassula , ağlayarak gösterdiğinde Deniz'in fotoğrafını, yüz metrenin koşulup bittiğini anladım. Şimdi işte bakıyorum da, o günlerden birilerine hiçbir şey kalmamış. ''Değişmek gerektiği, çağın değiştiği'' gibi saçma sapan sözlerden başka bir şey çıkmıyor kalemlerinden. Oysa Denizler'den bize kalan, ''hayır'' demeye, karşı çıkmaya devam etmektir. Haksızlık sürüp gidiyorsa, sömürü gittikçe artıyor, ülkeler utanmazca işgal ediliyor, halklarla alay ediliyorsa isyan etmek gerekir. İsyan edemiyorsanız susabilirsiniz en azından. İnsanın üstüne bir kere gölge düştü mü, bir daha güneşi görmek zordur... İnsanın üstüne bir kere gölge düştü mü, insan kendine yalnızca karanlığın imparatorluğunda yer beğenebilir. O zaman, işte o zaman ikonların önünde diz çöker ve mumlarınızı peşpeşe yakmaya başlarsınız. Ve ne çoktur o mumlar... Yaşadıkları bütün zamanları yanlış yaşadıklarını düşünenler genellikle kandırıldıklarını söyler ya da gençliklerinde bulurlar kabahati. Bu, günah çıkartmanın girizgâhıdır. Sonra ''değişen dünyanın değişen koşullarından'' söz ederler; değişmeyen, tam tersine yoğunlaşan sömürü umurlarında bile değildir, ''siz hâlâ oralarda mısınız'' diye dalga geçmeye kalktıkları bile olur. Onlara gülüp geçeceksiniz... Onlara artık bir şey anlatamazsınız. Onlar ''Artık yeter, biraz da yaşa'' diyen akıllarına çoktan yenilmişlerdir. Yaşamanın ne kadar değerli bir iş olduğunu hiç ama hiç anlamadıkları halde, ''yaşamak'' diye bir şeyden söz ederler. Yalnızca yemek, içmek ve nasıl olunuyorsa rahat olabilmek gibi bir şeydir onların yaşamak dedikleri. Oysa yaşamak, başka, bambaşkadır. Denizler'in iyi bildiği bir şeydi yaşamak... Nâzım 'dan öğrenmişlerdi ve öğrendikleri gibi de yaşadılar. Çok da iyi yaşadılar. Gıpta bile edemeyeceğiniz kadar iyi... . SAVUNMASI... Türkiye’nin bağımsızlığından başka bir şey istemedim. Ve bu sebeple Amerikan emperyalizmine ve işbirlikçilerine karşı mücadele verdik. Bundan dolayı da ölümden korkmuyoruz. Onu ancak işbirlikçiler düşünsün. Ve ancak onlar kendi canının telaşına düşsün. Ve ben 24 yaşındayken kendimi Türkiye’nin bağımsızlığına armğan etmekten onur duyuyorum. Bu bağımsızlık düşüncesini mezara kadar götüreceğiz. Sayın Savcı, 1.___ Amerikan emperyalizmi gayrî millîdir. 2.___ Ona ortaklık edenler ulusumuza ihanet etmişlerdir. 3.___ Emperyalizme karşı mücadele suç değildir, silahlı mücadele ise Anayasayı ihlâl değildir. 4.___ Gayrî millî olan emperyalizm ve ortaklarının sömürüsü, Anayasaya aykırıdır. Buna göre iki şey var: 1.___ Eğer belli bir hata sonucu, iddianame ve mütalaayı hazırladınızsa, dikkatli olunuz; idamını istediğiniz kişiler kasaplık koyun değildir ve siz savcısınız… 2.___ Yok eğer yaptığınızın bilincinde iseniz; yolunuz açık olsun . . _________________________________________________________________________ Kaynak. GÜRAY ÖZ / 06 05 2006 / Cumhuriyet...- YOBAZIN AHLAKI... (Daha ilkokul çağında bir kız çocuğuna ''evlenebilir'' fetvası veren zihniyetin egemenliğinde bu güzelim ülkenin hangi karanlıklara)
"İnanç özgürlüğü ve ibadet hürriyeti minarelerde, camilerde, sokaklarda, meydanlarda gürül gürül iken ve camilerinde beş vakit ezan okunan bir ülkede dine müdahale ediliyor diyebilir misiniz? Ama dini istismar etmeye kalkarsanız dine en büyük kötülüğü yaparsınız.'' Fakat maalesef son zamanlarda dini istismar ederek Güzelim ülkemizin geleceği açısından tehlike oluşturan ve karanlık emellerine uğlaşabilmek her yolu deneyen, sürekli altını oyan, durmadan kemirenleri gördükçe insan zorunlu olarak ve kararlılıkla mücadele etme arzusu ile doluyoru... Bu ne denle sorun ülkemiz olunca biz bu gidiş karşısındaki suskunluğumuzu bozduk ve her ne olura olsun gericinin, yobazın, ticaninin vb. gibilerin karşısında kollarımızı bir kez sıvamış bulunduk artık... Sevgi ve saygılarımla... . .- YOBAZIN BAYRAMI... (Neyin Bayramı... 23 Nisan, 19 Mayıs, 29 Ekim ve benzeri günler neyin bayramlarıdır? Bunlar Müslümanlar için birer bayram günü değ)
. 'Kemalizm'i sorgulayanlar, bu yazıyı okusun: Çekin elinizi çocuklardan 12 Eylül askeri darbesi, sol olmasın da ne olursa olsun diyerek; gençleri 'politika dışında tutacağını' sanarak; gençliği bugünlere taşıdı. Bugünkü iktidar ise politikasını en çok kadınlar ve çocuklar üzerinden sürdürüyor. İşte okullarda dağıtılan 20 maddelik 'Neyin Bayramı?'yazısı... Daha yalın, daha açık seçik nasıl söylenebilir bilemiyorum: Çekin ellerinizi çocuklardan! Meclis Başkanı, Başbakan, Milli Eğitim Bakanı, vazgeçin çocukları kullanmaktan, kendi politikalarınıza alet etmekten! İlköğretim okul çocuklarının topluca iktidar partisinin Adıyaman İl Kongresi'ne götürülmeleri... Sonraki açıklamalarda özrün, kabahatten daha büyük ve vahim olması... İmam hatipli kız öğrencileri ''türbana özgürlük'' haykırışlarıyla gövde gösterisi yaparken; İstanbul Üniversitesi yemekhanesinin özelleştirilmesini istemeyen gençlerin polis tarafından kıyasıya dövülmesi... Adıyaman'daki rezilliğin ayyuka çıktığı günlerde, bir anne, ağlayarak, ne yapacağını bilemeyen şaşkın bir halde elindeki kâğıdı bana uzatıyordu. Çocuğu İstanbul'da Ambarlı İlköğretim Okulu'ndaydı. Bir gün teneffüste öğretmenler tüm çocukların ellerinde matbu bir kâğıt gördüler. Alıp okuduklarında neye uğradıklarını şaşırdılar. Bu kâğıt Avcılar ve Ambarlı'nın hemen hemen tüm okullarına dağıtılmış ve apartmanların girişine asılmıştı. Tepesinde koskoca harflerle ''Neyin Bayramı?'' yazılı kâğıtta şunlar yazılı. Aynen iletiyorum (imla yanlışları bana değil, yazanlara aittir.) N eyin Bayramı? 23 Nisan, 19 Mayıs, 29 Ekim ve benzeri günler neyin bayramlarıdır? Bunlar Müslümanlar için birer bayram günü değil, birer kara gündür. Zira: 1- ''Devletin dini islam'dır'' maddesinin anayasadan kaldırılmasının; 2- Allah kanunlarını ve Kur'an hükümlerini kaldırmanın; 3- Şeriat'ı ve şer'iyye vekaletini lağvetmenin; 4- Hilafet'i kaldırıp, Ümmet-i Muhammed'i Halife'siz bırakmanın; 5- Mahkemelerden, ailelerden ve mekteplerden Kur'an'ı ve Kur'an hükümlerini kaldırmanın; 6- Cuma günkü tatili kaldırıp milyonlarca müslümanın cumaya gitmesine engel olmanın; 7- Medrese ve tekkeleri kapatıp, Ümmet-i Muhammed'in ilim ve feyz almalarına mani olmanın; 8- Kur'an harflerini kaldırıp yerine latin harflerini getirmenin; 9- Mekteplerden din derslerini kaldırmanın; 10- islam takvimini kaldırıp, yerine islam olmayan miladi takvimi kabul etmenin; 11- Kılık kıyafeti değiştirmenin; 12- Kadınların ve kızların namusundan ibaret olan başörtülerine el uzatmanın; 13- Kafir şapkasını giymenin; 14- Halk evlerini açmanın, diskotek ve dans evlerine müsaade etmenin; 15- 19 Mayıs'larda gelinlik kızları soyup soğana çevirerek mayısa bulaştırmanın; 16- Meyhaneler açıp şarap içmeyi, fuhuş yuvalarında zina etmeyi, faiz alıp vermeyi serbest saymanın; 17- Allah'a mahsus olan hakimiyyet hakkını, kanun koyma yetkisini millete tanıyıp, milleti putlaştırmanın; 18- Putlar önünde divan durup, saygı duruşu yapmanın; 19- Devleti dinden, dini devletten ayırıp, dini devletsiz, devleti de dinsiz bırakmanın; 20- Elhasıl küfrün ve kafirleşmenin, putun ve putperestliğin temellerinin atıldığı günlerdir. işte; Mustafa Kemal 'in getirdiği inkılaplar, devrimler ve devirmeler bunlardır. Ve işte, Kemalistlerin, övmekle bitiremedikleri devrimler bunlardır!.'' E vet Kemalist Devrim Bu yirmi maddeden sonrası da var yazının: Bugüne dek bu ''kara günleri'' , bayram diye kutlayanların başlarına gelecekler anlatılıyor, tehditler savuruluyor, ancak tövbe eder bir daha bu bayramlara katılmama kararı alınırsa ve daha şunlar bunlar yapılırsa... Azdılar! Evet azdılar! 23 Nisan'da Bülent Arınç 'ın açıklamalarından sonra, ne denli cesaretlendiklerini görmüyor musunuz? Eğer ortalığı bulandırmak, sürekli türban konusunu kaşımak, kadınlar üzerinden, çocuklar üzerinden politika yapmak, yapanlara müsamaha etmek, bütün bunlar kendi siyasi tabanlarına göz kırpmak içinse, oy sayısını çoğaltmak içinse yazık değil mi bu güzelim memlekete! Milli Eğitim Bakanı, Milli Eğitim Müdürü ne yapıyor, nasıl önlem alıyor, ne yapmayı düşünüyor, doğrusu çok merak ediyorum okullardaki bu yaygın şeriat propagandasına, öğrencilere yönelik Atatürk düşmanlığına? Bir de ricam olacak: Ricam, kafa yapılarını, zihniyetlerini, dünya görüşlerini, emellerini her an yeterince ortaya koyan dinci iktidardan ya da yandaşlarından değil. Ricam aydın, çağdaş, uygar geçinip de her fırsatta ''Kemalizmin'' zararlarını, yanlışlarını anlatmak için birbiriyle yarışanlara: Lütfen şu yukarıdaki yirmi maddeyi bir kez daha okuyun... Sonra da kendinize sahi neyin bayramı diye bir zahmet soruverin... . . __________________________________________________ Kaynak: Zeynep ORAL / 06.05.2006- 9. CUMHURBAŞKANI DEMİREL'DEN AÇIKLAMALAR
Sevgili gelincik... Düşünsel anlamda size katılıyorum... Bu forumda bugüne kadar pozitif tutumunuz, müspet yaklaşımınız, Kendinizi ifade etmekteki akıcılığınız ve ruhani konulardaki hassasiyetinizdeki güzel paylaşımlarınızı takdirle takip ediyorum... Anlamak ve anlaşılmak adına... Lütfen devam edin... Yanlız değilsiniz... Sevgiler... Sevgili berceste... Sizinle düşünsel anlamda ortak yakaladığımız birkaç konu oldu veya olmadı... Ama lütfen siz de devam edin... Sizide takip etmek güzel... Tabiki düşüncelerinizi ifade ediyorsunuz ve etmelisiniz... Burada sadece doğru bildiklerimizi ortaya koyuyor karşılıklı paylaşıyoruz aslında... Ama düşünen ve düşünsel anlamda yaratıcılığı ön planda tutan insana yakışan olumlu ve pozitif bir tutum sergilemek olmalıdır.. Sevgi ve saygılar... .- TÜRBANIN DİLİ VARDIR... (Türbanlı eş bir kimliktir... Şeriatçıdır, Medeniyeti sevmez........)
Sevgili arkadaşım... ''Bazı Kisvelerin Giyilmeyeceğine Dair Kanunun Tatbik Suretini Gösterir Nizamname'' de (18 Şubat 1935, Nizamname No: 2 / 1958) şunları okuyoruz: ''Madde 1-___ Herhangi din ve mezhepte olurlarsa olsunlar mensup oldukları din ve mezheplerin usul ve teamüllerine göre mabed ve ayinlerde ruhani kisve taşımakla mükellef olanlar (...) ancak mabed ve ayinlerde ruhani kisve taşımaya mezun addolunurlar. ''Madde 2-___ Her din ve mezhebin ruhanilerini ayırdetmek için kabul edilen her türlü kisve, alamet ve işaret ruhani kıyafet addolunur. ''Madde 3-___ Mabedler her din ibadetine mahsus ve usule muvafık olarak tecessüs etmiş olan kapalı mahallerdir. ''Madde 5-___ İzcilik ve sporculuk gibi topluluklar ve cemiyet ve kulüp gibi heyetlerce bugün kullanılmakta olan (...) kıyafet, alamet ve levazımın... 'A) Türk inkılabına, rejimine ve vahdetine (birliğine) muhalif bir ciheti olmaması' şarttır. ''Madde 8-___ Mektep ve başka bilgi müesseselerine devam edenlerin bir kıyafet, alamet ve levazım kullanmalarına lüzum görüldüğü takdirde tip tayini (...) yapılır. Bu gibi mektep ve müesseseler için kabul olunacak alametleri bu mektep ve müesseselerden mezun olanlar da taşıyabilirler.'' Yasa açık: Hangi din ve mezhepten olursa olsun, ancak bu din ve mezhebin usul ve teamüllerine göre mabet ve ayinlerde ruhani kisve taşımakla yükümlü olanların bu kisveleri taşıyacağı belirlenmiştir. Din ve mezhep dışı ''kıyafet, alamet ve levazımın'' , ''Türk inkılabına, rejimine ve vahdetine muhalif bir ciheti olmaması'' koşulu getirilmiştir. ''Tarikat'' lara gelince, (13 Kanunuevvel 1341/1925 gün ve 677 No'lu) kanun, tarikatları yasaklamıştır ve ''Bilumum tarikatlarla şeyhlik (...) bu unvan ve sıfatlara ait hizmet ifa ve kisve iktisası memnudur''. Bu yasa, yürürlüktedir. Çankaya, özellikle ''hukuk devleti'' ni simgeler. Çankaya'yı ''Çankaya'' yapan devrim yasalarını paspas yaparak Çankaya'ya yürümek, demokratik hukuk devletinin temel ilkesiyle çelişir; çünkü, bu, yukarıya aldığımız yasa maddesindeki ''rejim'' in gaspı anlamına gelir. Türban ise genel anlamıyla başörtüsü değildir; tartışma konusu olmasının nedeni de, başörtüsü olma özelliğinden kaynaklanmamaktadır. Tarikattan olanları ve tarikatları ayırt etmek anlamında ''ruhani kıyafet'' sayılmak gerekir. Ruhani kıyafet sayılmaması durumunda, her tarikat ve her cemaat tarafından ayrı ayrı belirlenmiş, tarikat ve cemaatlerin simgesel kıyafetidir. Bu anlamda da, yasadaki söylemiyle ''Türk inkılabına, rejimine ve vahdetine (birliğine) '' aykırı kıyafetlerdir. . .- TEHLİKENİN FARKINDAMISINIZ?... (''Ülkemiz şu anda hiç görmediğimiz büyük bir tehlikeyle karşı karşıya. Bir taftan bölücü terör, diğer taraftan irtica)
. Nereye böyle?... GALLUP' un yaptığı anket, kökten dinci akımların Türkiye'de yarı yarıya güçlendiğini ortaya koydu. AKP iktidarının başında yüzde 8 seviyesinde olan radikallerin oranı yüzde 12'ye yükselmiş... Sekiz büyük Müslüman ülke arasında Fas ve İran da kökten dinci görüşlerin yayılmasından doğan riskleri yaşıyor. Ankete göre El Kaide'nin 11 Eylül saldırılarını meşru görerek destekleyenlerin Türkiye'deki oranı yüzde 12'ye ulaşmış bulunuyor. Bu oran İran'da sadece 2 fazlasıyla yüzde 14 seviyesinde. Aşırılık, dine yapılabilecek en büyük kötülüktür. Din sömürüsü yaparak günah işleyenler, köktenciliğin yayılmasına elverişli şartları oluşturmak suretiyle ülkenin geleceğine karşı da suç işliyorlar.[/b] Neden böyle, nereye gidiyoruz? Hocalarını geçtiler... Dinci ve tarikatçı tipleri devlet kadrolarına dolduran, milli eğitimi dinci eğitime dönüştürmek için her fırsatı değerlendiren, kaçak Kuran kurslarını cezadan kurtararak teşvik eden, türban ve imam hatip için sürekli pusuda bekleyen bu iktidar, son zamanlarda çocuklarla oynamaya başlamıştır. Okul önlükleri ile parti kongresine öğrenci almak için insanın ar damarının çatlamış olması gerekir. Hocaları Erbakan imam hatipleri "arka bahçemiz" diye nitelerdi. Boynuz kulağı geçti mi ne! Başbakan Amerika'daki bir konferansta laik rejimi Türkiye'nin en önemli kuvvet unsurlarından biri olarak gösterirken samimi miydi? "Laikliğin yerini daha Müslüman bir yapıya bırakması zamanının geldiğini" söyleyen birini, bürokrasinin 1 numaralı koltuğu olan Başbakanlık Müsteşarlığı'na getirmesi ciddi bir takiye şüphesi idi. Eleştirileri "Müsteşar Ömer Dinçer o tebliği on yıl önce sunmuştu" diye göğüslemeye çalıştılar. Ama Dinçer'in "o sözlerinin şimdi de arkasında durduğunu" söylemesi, Müsteşar'dan doğacak riskleri iktidarın baştan kabullendiğini ilân etmesi idi. Tokat gibi bir karar... ..Ve dün önemli bir şey oldu: Müsteşar Dinçer'i eleştirdiği için tazminat ödemeye mahkûm edilen emekli general Osman Özbek'in dosyası Yargıtay'da ele alındı. 4. Hukuk Dairesi, karan oybirliği ile bozdu. Gerekçe tokat gibi:"Davacı, Anayasa ile bağdaşmayan görüşler savunduğuna göre eleştirilere de katlanmak durumundadır!" Müsteşar'in Anayasa ile bağdaşmayan görüşler savunduğu artık yüksek mahkeme kararı ile sabittir. Anayasa'ya karşıtlığı nedeniyle görevinden alınmıyorsa, Anayasa'ya karşı olduğu için orada oturtuluyor demektir. Ömer Dinçer o koltukta oturdukça bu iktidar, laikliğe sadakatine kimseyi inandıramaz! . . __________________________________________________________ KAYNAK: Güngör MENGİ / VATAN / 05.05.06- TÜRKİYE EKONOMİSİNİN GÜNCEL TAKİBİ... (Ekonomimiz hızla büyüdü ama sosyal kalkınmada durum pek parlak değil...)
Yukarıdaki yazının devamı olan Özer Ozankaya 'nın makalesinin 2. bölümü aşağıdadır. Atatürk'ün Ekonomik Görüşleri - 2 ø__''Devlet ülkenin güvenlik ve savunması için yollarla, demiryollarıyla, limanlarla, deniz araçlarıyla, telgrafla, telefonla, ülkenin hayvanlarıyla, her türlü ulaşım araçlarıyla, ulusun genel servetiyle yakından ilgilidir. Ülke yönetiminde ve savunmasında bu saydıklarımız toptan, tüfekten, her türlü silahtan daha önemlidir. ø__Özellikle para, her türlü aracın üstünde bir varlık silahıdır. Bu saydığımız alanlardaki işlerden ekonomik olanlar, doğrudan doğruya devletin zorunlu görevlerinden görünmemekle birlikte, o zorunlu görevlerin yerine getirilmesinde etkilidirler. Bu alanlardaki işleri bireylere ya da ortaklıklara tümden bırakabilmek için, bu işlerin devlet karışması ve yardımı olmadığı halde, devletin temel görevlerini yerine getirmede güçlüklere uğratmayacağından güvenli olmak gerekir... ø__Özel yarar, çoğunlukla genel yararla çelişme içinde bulunur. Bir de özel yararlar en sonunda yarışmaya dayanır. Oysa yalnız bununla ekonomik düzen kurulamaz. Bu sanıda bulunanlar kendilerini bir serap karşısında aldatılmaya koyverenlerdir. ø__Bireyler, ortaklıklar devlet örgütüne göre zayıftırlar. Özgür yarışmanın toplumsal sakıncaları da vardır: Zayıflarla güçlüleri yarışmada karşı karşıya bırakmak gibi... Ve son olarak bireylerin kimi büyük ortak yararları sağlamaya güçleri yetmez. Bu gibi işlerde, bireylerin kurmaya olanak bulamayacakları geniş ve güçlü örgüt gerekebilir ya da bu gibi işlerde bireyler yeter çıkar elde edemeyecekleri için o işlerden vazgeçerler. Oysa bu işler ulusça yaşamsal bir önem taşır ve devlet onu yapmak zorunda kalır. ø__Herhalde uluslarda özgürlük ve uygarlık geliştiği oranda devletin görevleri ve sorumlulukları çoğalır; yaşam çoğaldığı oranda araçlar da çoğalır. Çok araçlar, çok ve büyük güçle yönetilir. Güç çoğaldıkça kurallar da çoğalır. Bir toplumun araç ve kuralı ise devlettir... ø__Bu durumda karşı karşıya kalınacak güçlük şudur: Devlet ile bireyin karşılıklı etkinlik alanlarını ayırmak. Devletin bu husustaki etkinliklerinin sınırını çizmek ve bu hususta başvuracağı kuralları saptamak; öte yandan yurttaşın bireysel girişim ve özgürlüğünü sınırlandırmamış olmak, devleti yönetmeye yetkili kılınanların düşünüp saptaması gereken konulardır. İlke olarak devlet bireyin yerine geçmemelidir. Ama bireyin gelişimi için genel koşulları göz önünde bulundurmalıdır. Bir de bireyin kişisel etkinlikleri ekonomik gelişmenin asıl kaynağı olarak kalmalıdır. Bireyin gelişimine engel olmamak, onların her bakış açısından olduğu gibi, özellikle iktisadi alanlardaki özgürlük ve girişimleri önünde devlet kendi etkinlikleri ile bir engel oluşturmamak demokrasi ilkelerinin en önemli temelidir. ø__Bu açıkladığımız anlam ve anlayışta 'devletçilik, özellikle toplumsal, ahlaki ve ulusaldır'. Ulusal servetin dağıtımında daha yetkin bir adalet ve emek harcayanların daha yüksek gönenci, ulusal birliğin korunması için koşuldur. Bu koşulu sürekli olarak göz önünde tutmak, ulusal birliğin temsilcisi olan devletin önemli görevidir... ø__Genel yarara hizmet eden genel kurumların çoğaltılması, devletin önemle göz önünde tutacağı bir konudur. Bu sayede yalnızca çıkarsever olan etkinlikler sınırlandırılır. Bu, yurttaşlar arasında ahlaki dayanışmanın gelişmesine yardım eden önemli bir etkendir.'' ø__İsmet İnönü 'nün ölümsüz nitelemesiyle ''Devletimizi kuran, ulusumuza doğruluk ve özveriyle hizmet eden, insanlık ülküsünün tutkun ve seçkin kişiliği, eşsiz kahraman Atatürk'' ün bu uygarlık tasarımı üzerine kurduğu Türkiye Cumhuriyeti'ni sonsuzluğa değin yaşatmak, kutsal bir insanlık görevidir. .- 9. CUMHURBAŞKANI DEMİREL'DEN AÇIKLAMALAR
Sizin gibi bizim miğdemiz de yıllardır bulanık Sevgili Su DaMLaSı. Fakat miğdemizi nereye boşaltacağımızı bir türlü bilemiyoruz aslında... Empati diyor sevgili Can Dündar... İşte empati... Ortak değerlerde buluşuyor olmanın anlamlı birlikteliği... Ülke için atan iki farklı kalp aslında bütünlüğe anlam katan... Peki bu anlamın neresinde ülkeyi yönetenler... Ülkenin dışındakı uluslararası işbirlikçiler... Ülkemin altını oyan ve herşeyi satın alabileceğini düşünen kompradorlar... Düşüncemiz ne olursa olsun ama her ikimizde çok uyanık olsun... Sevgi ve saygılarımla...- ALLAH VAR
- YOBAZIN AHLAKI... (Daha ilkokul çağında bir kız çocuğuna ''evlenebilir'' fetvası veren zihniyetin egemenliğinde bu güzelim ülkenin hangi karanlıklara)
Aslında insanı yücelten, mukaddes inançlar olması gereken milli ve dini değerler, kıyım ve kıyam (ayaklanma) için kullanılıyor. Çok üzücü ve inanılmaz çağdışı değilmi bu sizce... Ama ne yapalım onlar diğer dünya için cenneti kazanıp "Urileri" ile mutlu olurken biz bu dünyayı cennete çevirmenin yol ve yöntemlerini aramak için ölümcül olmayı başından kafasını koymuş kişiler olarak buna razıyız aslında... Çünkü dünyevilik bizde... ahiretlik onlarda kalsın ne diyelim... Biz cehennemde olmanın azabını yaşarken sizler Urilerinizle birlikte mutlu mutlu olun ama ben kız kardeşimin alametini, ablamın durumu ve annemin cennete gittiklerinde nasıl mücadele göstereceklerini bile düşünmek istemiyorum... Nasıl olsa herşey erkekler için değilmi... Her şey siz/biz erkekler mutlu olasınız diye... Mutluluk kavganız mübarek olsun... Sevgi ve saygılarımla...- TANRI TÜRKÇE BİLMİYOR MU?... (Duayı Arapça değil Türkçe okumanın ne gibi sakıncası olur ki diye düşündüm ve ''Tanrı Türkçe bilmiyor mu? diye bir sor.)
SEVGİLİ DİL BÖCEĞİ ARKADAŞIMIZIN YUKARIDAKİ YAZISINA ATFEN BİLGİ... Kuran'ın Orijinalleri Yakıldığı İçin Şimdi Yok 1___Kuran'ın ilk orijinali: Küçük taşlar, deri, ağaç parçası, kemik gibi çeşitli nesnelere yazılıydı. Yakıldı. (Mehmet Akif'in yapmış olduğu Türkçe Kuran tercümesi de yakılmıştır). 2___Kuran'ın ikinci orijinali: Ebubekir döneminde yapılan derleme. Yakıldı. 3___Kuran'ın üçüncü orijinali: Osman döneminde oluşturulan "azmalar".Bunlar da dünyanın hiç bir tarafında yok. Yapılan inceleme ve aktarmalarla görülen o ki: Muhammed'in "vahiy katiplerine yazdırdığı" bildirilen "Kuran"ın ne "aynı" ne de "tümü" eldeki Kuran'da. Halife Mervan kendi gerekçesini şöyle açıklar; "Onda yazılı olanlar, Osman tarafından yazdırılan Mushaflara geçmiştir. Artık ona gerek kalmamıştır. Yakılıp yok edilmeseydi, zamanla kuşkulara yol açılabilir, ondan alınarak yazılan Mushaflar çevresindeki kuşkuları önlenemeyebilirdi. Bundan korktum, o nedenle yaktırdım."(Kaynak: İb Ebi Davud, Leiden 1937, yay.,s.243-Suphi e's-Salih Mebahis Fi ulûm-il Kuran). Kuran nasıl derlendi? Kuran ayetleri bugünkü biçimi ile yazılıp bir araya getirilmiş değildi. Hadislerde peygambere vahiy olan ayetler çeşitli nesneler üzerine yazılıydı; hepsi de dağınık durumdaydı. Ayetler "Lihaf" (küçük taşlar), "Rıka" (deri ağaç yaprağı, bir çeşit kâğıt), "Ektaf" (deve ve koyun kemikleri), "Usub" (agaç parçası" gibi nesnelere yazılmıştı. Bir aktarma da "bunların tümünün peygamberin evinde, bir arada bulunduğu ve dağınıkken bir araya getirip, içinden eksilen olmasın diye ortasından iple bağlanmış olduğu" da açıklanır. Buhari'nin yer verdiği bir hadise göre; "dinden dönüş" (ridde) olayları ve bu olaylar nedeniyle savaş hali vardı. Kuran'ı ezber etmiş kişilerin bir bölüğü ölmüştü. Ölenlerin sayısı artabilirdi, bunların tümü ölüp gitmeden Kuran'ın orada burada yazılı ayetleri derlenmeli, tümü bir kitap haline getirilmeliydi. Hattaboğlu Ömer durumu ve konunun önemini Halife Ebubekir'e anlattı. Ayetlerin derlenmesini önerdi. Halife başlangıçta pek doğru bulmamıştı bu görüşü. "Peygamberin yapmadığı şeyi yapmak nasıl doğru olabilirdi?" diye düşünüyordu. Ömer direndi ve önerisini kabul ettirdi. işin gerçekleşmesi için de Zeyd Ibn Sabit'e görev verildi. Zeyd "Ebubekir bana 'Sen akıllı bir gençsin. Peygambere vahiy yazdığın için senin başaracağına güveniyorum. Araştır ve topla Kuran ayetlerini' dedi, Tanrıya ant içerek söylerim ki, dağlardan bir dağı yükleyip taşımayı önerseydi, buyurup verdiği görev kadar bana ağır gelmeyecekti. Yani Kuran'ı derlemek kadar." diyorama sonunda görevi kabul ettiğini söylüyor ve işi nasıl yaptığını şöyle dile getiriyor: "Kuran (ayetlerini) derlemeye koyuldum. Hurma dallarından, küçük taşlardan ve kişilerin ezberlerinden izleyip derledim. işin sonunda, Tevbe (Beraat) suresinin sonunu, Ebu Huzeymetu'l-Ensari'de buldum. Ki, başkasında bulamamıştım bu parçayı". Zeyd, bu parçanın Tevbe Suresinin sonundaki ayetleri (128 ve 129.ayetleri) oluşturduğunu açıklıyordu Böylece Zeyd, Kuran ayetlerini derleme işini yaparken iki kaynağa başvurmaktaydı: Ayetlerin yazılı olduğu nesneler (ağaçlar, taşlar..) ve ezber bilenlerin bellekleri. Ebubekir döneminde yazılan Kuran için başvurulan ezbercilerin başka deyişle hafızların sayısı Müslümanlar arasında tartışmalıdır. O döneme ilişkin kaynaklardan Buhari'nin "e's-Sahihi"nde yer alan üç hadisten anlaşıldığı kadarıyla Kuran'ın tümünü ezberleyenlerin en iyimser rakamla 7 kişi olduğu kabul edilebilir. Aynı zamanda, Peygamber dönemindeki "hafız"ların, yani Kuran'ı tümüyle ezberlemiş olanların sayısı pek azdı. Buhari'nin "e's-Sahih"inde geçen hadis şöyle: ___Birinci hadis: Amr Ibnu'l-*** anlatıyor: Peygamberin "Kuran'ı dört kişiden alın, Abdullah Ibn Mes'ud'dan, Salim'den, Muaz'dan ve Übeyy Ibn Ka'b'den" dedigini işittim. (Buhari, Fadailu'l-Kuran 8.) ___İkinci hadis: Enes anlatıyor: "Peygamber öldüğünde, dört kişiden başka Kuran'ı tümüyle ezberlemiş olan yoktu. Ebu'd-Derda, Muaz Ibn Cebel, Zeyd Ibn Sabit ve Ebu Zeyd." (Buhari.) ___Kuran'ı 4 kişi ezberlemişti Üçüncü hadis: Katade'den aktarılıyor: "Malik oğlu Enes'e; 'Peygamber döneminde, Kuran'ı tümüyle ezberleyenler kimlerdir?' diye sordum. şu karşılığı verdi: 'Dört kişi. Tümü de Medine'li. Übeyy Ibn Ka'b, Muaz Ibn Cebel, Zeyd Ibn Sabit ve Ebu Zeyd (Buhari, aynı yer, Müslim 2465. Hadis.) Bu hadislerde adları yazılı olanları topladığımız zaman Peygamber döneminde Kuran'ı tümüyle ezberlemiş olanların sayısı yedi idi demek gerekiyor: Ibn Mesud (Birinci hadiste), Salim (birinci hadiste), Muaz Ibn Cebel (birinci, ikinci ve üçüncü hadiste.) İslam din bilirleri bu hadislerdeki açıklamaların "dinsizlerin işine yaradığını" ileri sürerler. Suyuti, El İtkan, Mısır 1978, c.1, s.94, satır 13.) İl itkan'da daha başkalarının da Kuran'ı ezberlemiş oldukları adları ile açıklanıyor. Ama aktarmayı yapan, bu adları sayılanlardan kimilerinin, Kuran'ın tümünü ezberleme işini Peygamberin ölümünden sonra bitirdiklerini açıklamaktadır. (El ıtkan, 95-9ö.) Zeyd Ibn Sabit, herhangi bir parçayı Kuran'a geçirmek için "iki tanık" koşulu koymuştu. Ancak bir tanıkla Kuran'ı alma gereği duyduğu ve geçirdiği parçalar da vardı. Örneğin, Ube Huzeyme'de bulduğu ve Tevbe Suresi'nin son iki ayetini oluşturan parça böyleydi. Kuran'ı derleme ve yazma işi bir yıl sürer. Bu işe girişildiğinde Ömer ile Zeyd, mescidin kapısına oturmuşlar, "herkesin Peygamberden ayet olarak elde ettiği ne varsa getirmesini" istemişlerdi. Başarılan iş, kaynaklarda şöyle tanımlanır: Kuran ayetlerinin, surelerinin bulunduğu iki kapaklı bir kitap. Derlenip yazılan sayfalar, ölene dek Ebubekir'in yanında kaldı, sonra Ömer'in (halife) yanında bulundu. O da ölünce, kızı Hafsa'ya verildi. Kuran ikinci kez derleniyor: Buhari'de yer alan bir hadis şöyle: Ermeniyye ve Azerbaycan'ı ele geçirmek için savaşılıyordu. Huzeyfe, Ibnu'l-Yeman, Halife Osman'a geldi. Müslümanların okudukları Kuran'lardaki birbirini tutmazlıktan yakındı, "Emire'l-Mü'minin! Bu ümmet, kendisinden önceki Yahudiler ve Hıristiyanların içine düştükleri birbirini tutmazlılıklar gibi bir duruma düştü!" Bunun üzerine Osman, Hafsa'ya adam gönderdi, başka Kuran nüshaları yazıp almak için kendisinde bulunan sayfaları (yani Ebubekir döneminde yazılan kitabı) göndermesini istedi. "İş bitince sana geri gönderirim" dedi. Hafsa da gönderdi o sayfaları Osman'a. Osman, hemen Zeyd Ibn Sabit'e, Abdullah Ibn Züyebr'e, Sa'd Ibnu'l-As'a ve Hişam oglu Haris oğlu Abdurrahman'a buyruğunu verdi. Onlar da Hafsa'dan getirilenden alıp Kuran nüshalarını oluşturdular. Osman, kuruldaki üç kişiye şunları söyledi: "(Medine'li) olan Zeyd ile, Kuran'dan herhangi bir kesimde ters düştüğünüz zaman, tartışma konusu olan parçayı Kureyş dili ile yazın. Çünkü Kuran sadece Kureyş dili ile inmiştir." Onlar da bu buyruğu yerine getirdiler. Sonunda (esas) sayfalardan Kuran nüshaları oluşturup işi bitince, Osman, söz konusu sayfaları (Hafsa'dan getirilenler) geri gönderdi. Alınan nüshaların da her bir kesime gönderilmesini buyurdu. Ve bunların dışında kalan her bir Kuran sayfasını ya da Mushafı buyurup yaktırdı.(Bkz. Buhari, e's- Sahih, Kitabu Fedaili'l-Kuran/3.) Buhari'nin kendisine anlatılan çabalardan ve "Kureyşli olanlarla olmayanlar arasında" belirecek anlaşmazlığın çözüm biçiminden anlaşıldığına göre, Kuran nüshalarını ortaya çıkarırken, Hafsa'daki Mushaf'tan aynen kopya etmek söz konusu değildi. İleri sürüle gelen "aynen kopya edildiği" ileri sürülürken, neden kopya edildiğine de "ağız (şive) farklarından dolayı" diye gerekçe gösterilir. Ancak, Dr. Suphi e's-Salih, Mebahis Fi Ulumi'l-Kuran (Beyrut 1979) adlı eserinin 80, 84, 85 sayfalarında bu gerekçenin inandırıcı olmadığını belirtiyor. Dr. Suphi'ye göre, o zaman aynı metni, aynı sözcükleri değişik okunacak nitelikte yazıp yansıtabilmek için gerekli işaret ve noktalama yoktu. O zamanki yazı harflerinin dışında işaretsiz harfler de noktasızdı. Kısacası, halife Ebubekir döneminde oluşturulan "mushaf", istenseydi bile, çeşitli kabile ağızlarını (şiveleri) içerir nitelikte yazılır olamazdı. Arapça yazımında işaretleme yoktu BÜYÜTMEK İÇİN TIKLAYINIZ Durum böyle olunca, şu sorular karşılıksız kalıyor: Ebubekir döneminde hazırlanan ve Hafsa'dan alıp getirilen "Mushaf" ile Osman döneminde meydana getirilen "nüshalar, mushaflar" arasındaki fark neydi? Yeni çalışma ile gerçekleştirilen nedir? Yukarıda anlamı sunulan hadiste bu açıklanmamakta. Ancak, hadisin devamı niteliğindeki bir açıklamada, yapılan işin sadece "bir temel nüshadan alınıp, başka mushaflara aktarma" olmadığını anlatır niteliktedir Dörtlü kurulda yer alan Zeyd Ibn Sabit, şöyle diyor: "Mushaf oluşturma işini yaparken, Ahzab Suresinin sonundan bir ayet yitirdim ('fakattu'). Ki, Peygamberin onu Kuran'dan bir parça olarak okuduğunu işitip tanık olmuştum. Aradık bu ayeti. Ve Sabit oğlu Huzeyme el Ensari'de bulduk (Ahzab suresine 23.ayet) ekledik o mushafta." (Itkan, Mısır, 1978, C1, s.79.) Birinci derlemenin yakılmasındaki amaç: Ölümüne değin sandığında saklayan ve alınıp yakılmasını önleyen Hafsa idi. Bu koruyucu ölünce, Kuran'ın Tanrısı "Kuşkusuz Zikr'ı (Kuran'ı) biz indirdik; kuşkusuz koruyucuları da yine biziz" (Hicr, ayet:9) dese de koruyucusu kalmamıştı. Mervan Ibn Hakem, "sandıktan" aldırtıp getirmiş ve yaktırmıştı. Mervan'ın bu ilk derlemeyi yaktırmasındaki gerekçesini, kendisi şöyle açıklıyor: "Bunu yaptım, çünkü, Onda yazılı olanlar, resmi (imam) Mushaf'a yazılıp geçirilmiş ve korunmuştur. Korktum ki aradan uzun zaman geçtiğinde kuşkucu kimseler bu (resmi) Mushaf hakkında kuşkuya düşerler." (Bkz. Dr. Subhi e's-Salih, Mebahis fi Ulumi'l-Kuran, s.83. Dayandığı kaynak: Ibn Ebi Davud, Kitabu'l-Mesahif, s.24.) Oysa, asıl kuşkulara yol açan, esas alınmış olduğu belirtilen ilk derlemenin yakılması olmuştur. Çünkü, ilk derleme ile, sonraki (Osman döneminde oluşturulan ve imam adı verilen) "Mushaf" arasında fark olmasa idi, ilkini yakma yoluna gidilir miydi? İlk derlemede bulunmayan eklemeler ya da Kuran'dan çıkarmalar yapılmamış olsaydı, neden korkulmuştu? Muhammed Döneminin Kuran'ı ile Bugünkü Kuran Aynı Değil: Burada çok önemli bir tanıklığa başvuralım: Ibn Ömer diyor ki: "Hiçbiriniz, Kuran'ın tümünü aldım (elimde bulunduruyorum) demesin. Bilemez ki, Kuran'ın çoğu yok olup gitmiştir. 'Ne kadar ortada varsa o kadarını elimde tutuyorum' desin yalnızca." (Bkz.Suyuti, el İtkan, 2/32.) Bu tanıklık, bugün elimizdeki Kuran'la, Muhammed'in "vahiy katipleri"ne yazdırdığı bildirilen Kuran'ın aynı olmadığını çok açık biçimde anlatmıyor mu? Kaldı ki, Ibn Ömer, Osman dönemindeki derlemeden sonra bu sözü söylemiştir. Yani, Osman döneminde oluşturulan "Mushaf"ın da orijinali yok. O el yazması, Dünyanın hiç bir yerinde bulunmuyor... Temel kaynaklarda sözü edilen, ama bugün bulunmayan "değişik mushaflar" da üzerinde durulmaya değer nitelikte. Suyuti'nin el İtkan'ında, Buhari'nin eserlerinde bazı önemli mushaflardan ve bu mushafların içindeki surelerin listelerinden söz edilir. Örneğin, Muhammed'in en yakınlarından biri bilinen ve Peygamberin, Kuran için ezberine başvurulacak dört kişiden biri olarak belirttiği Ibn Mesud'un mushafı, yine Muhammed'in danışılması gereken dört kişiden biri olarak söz ettiği Übeyy Ibn Ka'b'ın mushafı, Abdullah Ibn Abbas'ın mushafı, Muhammed'in karılarından Aişe'nin mushafı, Ali'nin mushafı bunların başlıcaları. Ayrıca bugün Alevi'lerin, Ali'nin mushafı olarak söz ettikleri bir mushaf ve Hindistan'da saklanan ayrı bir mushaf daha var. Suyuti'nin ve Buhari'nin kitaplarında belirtilen mushaflardan hiçbiri günümüze gelememiş. Ancak bunların içerik listeleri yazılmıştır.Ayrıca bazı din kitaplarında, bunlarda bulunduğu söylenen ayet ve surelerden parçalar günümüze kadar gelmiştir. Eldeki resmi nüshadan içerik yönünden farklı oldukları bu listelere bakınca hemen anlaşılıyor. Örneğin, Ibn Mesud'un "Mushaf"ında Fatiha Suresi gibi çok temel bir sure yok. Felak ve Nas sureleri de..Ali'nin surelerinin sırası bugünküne uymuyor. Suyuti, kitabında, Bakara suresinin, Ahzab suresi ile aynı uzunlukta olduğunu aktarıyor. (Bkz. Suyuti, el ıtkan, 2/32.) Oysa bugün, eldeki resmi Kuran'da, Bakara 285 ayet iken, Ahzab yalnızca 73 ayettir. Üçüncü halife Osman döneminde bir heyet tarafından yeniden derlenip yazılan Kuran'ların kaç adet olduğu ve şu anda nerede bulundukları tartışmalıdır. Kimilerine göre dört, kimisine göre beş ya da yedi adet yazılmıştır. Dörttür diyenlere göre, Osman bir nüshasını kendisine alıkoymuş, diğerlerini Kufe'ye, Basra'ya ve Şam'a göndermiştir. Mekke'ye, Yemen'e ve Bahreyn'e gönderilenlerden de söz ediliyor. Kimi kitaplardaki bilgilere göre, bu nüshalardan kopya edilip çoğaltılmasına izin verilmiş, kimi kişiler kendileri için "mushaflar" meydana getirmişlerdir. Ancak, o zaman bu mushaflarda bulunduğu söylenen ve örnekler aktarılan bazı Kuran parçalarının resmi Kuran'da bulunmamasına ne demeli? Bazı İslam kaynaklarında, Osman döneminde çoğaltılan nüshaların bir kısmının bugün elde olduğu iddia edilir. Örneğin, bir kopyanın Taşkent'te olduğundan söz eden çok sayıda kitap vardır. Yine bazı İslami Türk kaynaklarında Topkapı Müzesi'ndeki Kuran'ın da Osman zamanından kaldığı söylenir. (Turan Dursun'un bu makalesinin üzerinden geçen sürede , 2000 yılına gelindiğinde, Yemen'deki Ulu Cami'de yapılan restorasyon çalışmaları sırasında dünyanın en eski Kuran'ının bulunduğu The Guardian gazetesinin haberinde açıklanmıştır. Bu Kuran üzerinde yapılan incelemeler, günümüzdeki Kur'an'ı tutmadığını göstermektedir. ) Konunun araştırmacılarından Prof. Dr. Suphi e's-Salih kitabında, "Peki, Osman döneminde hazırlanmış resmi nüsha şimdi nerededir?" sorusunu ortaya atar ve doyurucu cevap bulamadığını açıklar. Kahire Kütüphanesi'nde olduğu söylenen nüshanın, Osman döneminden kalmış olamayacağını belirtir. Çünkü bu kitapta bir takım işaret ve noktalar vardır, böyle işaret ve noktaların İslamiyet'in ilk yıllarında bulunmadığı bilinmektedir. Ayrıca, Kuran'ın okunuşundaki farklar da, tek bir Kuran olmadığının göstergesidir. Nitekim, İsmail Cerraoğlu'nun, Ankara 1971 baskılı "Tefsir Usulu" adlı kitabının 90-110.sayfaları arasında, Islam kaynaklarından aktarılan bilgiler de şöyle: "Kur'an'ın bir harfinin bile değişmediği" yalanı Tevbe suresinin 114.ayetindeki "iyyahu" sözcüğünü, Hammad İbn Zeberkan, "ebahu" diye okurdu. Sad suresinin 2. ayetindeki "izzettin sözcüğünü de "ğırratin" okumaktaydı. Buradaki değişiklikler harf değişiklikleri.Birincisinde "ya""ba" ya, öbüründe de "ayın" harfi, "ğayın" harfine dönüşmüş. Haydi bu tür harf değişikliklerini önemsemeyelim. Eldeki Kur'an'da görülen kimi sözcüklerin yerine, Abdullah İbn Abbas, "mürâdiflerini", yani "eş anlamlı olanları kullanırdı. Enes İbn Malik de Müezzemmil suresinin 6. Ayetindeki "akvamu" sözcüğünün yerine, "asvabu" sözcüğünü kullanmıştır. İbn Ömer, Cum'a suresinin 10. Ayetindeki "fes'av" sözcüğünün yerine, "femzû" sözcüğünü; İbn Abbas Karia suresinin 5. Ayetindeki "kel'ıhni"yerine "k'essavfı"yı uygun görüp kullanırdı. Yine İbn Abbas "sayhaten vahideten"lerdeki "sayhaten" yerine, "zeyfeten"i yeğlerdi.Enes İbn Malik, İnşirah suresinin 2. Ayetindeki "vada'nâ" yerine,"halelnâ" diye okurdu. (Bkz.Sf.95). Aynı kitapta, gösterilen kesimde başka örnekler de görülebilir. Buralarda görülen de yalnızca harf değişikliği değil kelime değişikliğidir. Demek ki peygamberden bu yana bir harf bile değişmemiştir savı gerçek değildir. İsmail Cerrahoğlu'nun da kitabında yer verdiği (Bkz. aynı kitap, s.93-94) bir olay çok ilginçti bu konuda. Aktarıldığına göre, bir gün Hizam oğlu Hakim Oğlu Hişam, Furkan suresini okumaktadır. Ömer dinler, bakar ki, Hişam bu sureyi Muhammed'in kendisine öğretip okuttuğundan başka türlü okuyor. Ömer öfkelenmiştir: "-___Bu sureyi sana böyle kim belletip okuttu?" "-___Peygamber!" "-___Yalan söylüyorsun. Çünkü, Peygamber bu sureyi bana senin okuduğundan başka türlü okuttu." Ömer bu tartışmayı yaparken, Hişam'ın yakasına sarılmıştır. Sonra, adamı alıp Peygamber'e götürür. "-___Bu adam, senin bana okuttuğundan başka türlü okuyor Furkan suresini." "-Yakasını bırak da adamın okuduklarını ben de dinleyeyim." Ömer yakasını bırakınca, Muhammed adama döner: "-___Hişam, haydi oku, bir de ben dinleyeyim, Furkan suresini nasıl okuyorsun?" Hişam, Furkan suresini, kendisine öğretildiği gibi okur. Sonra, Muhammed, "-Bu sure bana böyle indi." der. Muhammed, aynı sureyi bir de Ömer'e okutturur. Ömer'inki için de aynı şeyi söyler. Yani, ikisininkini de doğru bulmuştur. Sonra da şöyle der: "-___Kuran yedi harf (yedi türlü) indirildi. Bunlardan hangisi kolayınıza gelirse, Kur'an'ı ona göre okuyun. (Bkz. Buhari, e's-Sahih, Kitabu'l-Husûmât 4; Tecrîd, hadis no: 1766; Müslim, e's-Sahih, Kitabu Salâti'l-Müsâfirîn/270, hadis no:818) Bu hadis, Hişam'ın okuduğu Furkan suresi ile, Ömer'in okuduğu Furkan suresinin çok çok başka olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Bu hadise göre, Muhammed, kavgayı tatlıya bağlıyor, "Kur'an'ın yedi çeşit indirildiğini" ve herkesin başka türlü okuyabileceğini söylüyor. Yani Kur'an'ı türlü biçimlerde öğrenip okumayı serbest bırakıyor. "Başkalık"sa, hadisten de kolaylıkla anlaşılacağı gibi, "okunuş"ta değil, "okunanlar"dadır. Yoksa, Ömer'in o denli öfkesinden söz edilebilir mi? Kaynaklar, ayrı ayrı mushaflar üzerinde durur. Aktarılan örneklere göre, kimi mushaftakiler bugün elimizdeki "resmi kuran" dakileri tutmamaktadır. Ayrıca İbn Ömer'in şu sözü son derece ilginçtir: -___İçinizden kimse, Kur'an'ın tümünü elinde tutuğunu söylemesin. Bunu diyen bilir mi Kur'an'ın tümü ne kadardı, nasıldı? Kesin olan o ki, Kur'an'ın çoğu yok olup gitmiştir. (Bkz. Süyuti, el İtkan, 2/32) Bütün bunlar karşısında, yine "kuran, Peygamberden bu yana olduğu gibi ve bir harfi bile değişmeden gelmiştir, denebilir mi?Kur'an'ın birinci orijinali de, ikinci orijinali de yine müslümanlar eli ile yakılmıştır. Kuşkusuz gerçekleri örtmek için. Osman döneminde oluşturulup çoğaltıldıktan sonra belirli merkezlere gönderilen nüshaların orijinallerine de , dünyanın hiçbir yerinde raslanmamaktadır. Müslümanların kutsal kitabının resmi nüshasının her yerde aynı olduğu doğrudur. Ancak, bugün İslam dünyasında bilinen ve elde bulunan Kuran, Peygamberin "vahiy katiplerine yazdırdığı" söylenen Kuran'ın aynı değil. Kaynaklar, bunu ortaya koyuyor. Mehmet Akif'in yapmış olduğu Türkçe Kuran tercümesi de yakılmıştır Yararlanılan İslami Kaynaklar: 1.Buhari E's-Sahih (Arapça); Kitabu'l Fedail-ül- Kuran Menakıbu'l Ensar, Sahihi Buhari Mustesari. Tecridi Sarih Tercümesi, 2.Dr. S. Suphi E's-Salih (İslam dünyasında son yüzyılın ıleri gelen ve birçok eserleri olan araştırmacı) Mebahis fi Ulum-il Kuran, 3.Celalettin Suyuti (Kuran yorumcusu, Hadis uzmanı olarak İslam dünyasında en güvenilir din bilirlrinden birisi): El İtkan Fi Ulumi-l,Kuran, 4.Müslim E's-Sahih (Arapça), 5.Ebu Davud ________________________________________________________________________________________ KAYNAKLAR: Kaynak: 1) Turan Dursun, Din Bu, 1.cilt, Kaynak Yayınları, 10.baskı, sayfa 78-89.Kaynak yayınları 84. 2) Turan Dursun, Din Bu, 3.cilt, Kaynak Yayınları, 6.baskı, sayfa 187-189 - DEVRİM ATEŞİNİN ALEVLERİ... (6 Mayıs 1972'de idam edilen gençlik önderleri DENİZ GEZMİŞ, YUSUF ASLAN ve HÜSEYİN İNAN, yurt genelinde çeşitli etkin)
Önemli Bilgiler
Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.