Her şey...
Her şey tersineydi.
Ve her şey...
Her şey durmuştu o an.
Hiçbir şey...
Hiçbir şey kıpırdamıyordu o sıra;
inanılmaz hızla çarpan kalbi ve ebeden başka...
Her şey...
Her şey duruyorken kıpırtısız ve her şey,
her şey tersineyken; tersine bir şaplak yapıştı...
Çığlık çığlığa bir gün doğdu!
Çırılçıplak, bakakaldım...
İçimde acılar dinince...
Çarçabuk temizlenince ve anneme verilince, sustu çığlıklar...
Bazı şeyler kıpırdıyordu artık, takip edemesem de.
Ve artık her şey tersine de değildi.
Ama ben, bir gün doğumunda yoruldum;
İlk günümün doğumunda...
Uykuya daldım.
Seni gördüm, dersem yalan olur...
Ama; “görülecek rüyam bile yoktu” dersem de...
Yalan olur olmasına da belki...
Yalan olabilirse bir şeyler,
yalan olmayan pek çok şeyler de olabiliyor!
Öğrendim ki; bir “dünüm” bile yokken henüz...
Tecrübem, hatıram yokken...
Görülecek bir rüyam bile yokken, “görülecek rüyalarım” vardı...
Bir dünüm yoktu ama, yarınlarım vardı.
Yaşanmış dünüm yoktu ama, yaşanacak yarınlarım vardı.
Görülecek rüyalarım bile yokken henüz görülecek rüyalarım vardı.
Ve yarınlarımda bir rüyam vardı; benim rüyamı gören...
Sen vardın!
Gün doğarken bana çığlık çığlığa...
Yahut ben güne doğarken; çığlığın bile ne olduğunu bilmeden.
Solumayı, bakmayı ve görmeyi bilmeden...
Her şey ters olduğu halde, neden her şeyin ters olduğunu bilmeden...
Görülecek bir rüyam bile yokken, hatta rüyaların bile ne olduğunu bilmeden...
Biliyordum!
Biliyordum ki; bilmediğim bir şeyler vardı...
Yarınlar vardı...
Rüyalar vardı...
Sen vardın.