Arkeolojik Veriler Bağlamında Kur'ân
Kıssalarının Fiilen Gerçekleşmemiş
Hadiseler Olduklarına Dair
Bahattin Dartma*
(AKADEMİK ARAŞTIRMALAR DERGİSİ AĞUSTOS/EKİM 2003 SAYI:18)
Giriş
Kur'ân'ın, hacim itibariyle önemli bir bölümünü kıssalar oluşturmaktadır. Onun kıssalara bu kadar geniş yer vermesinin sebebi, insanların ibret ve öğüt alarak,' hidâyette olmayanların hidâyete gelmelerini, hidâyette olanların ise hidâyete daha fazla sarılmalarını sağlamaktır. Ve Kur'ân, bu en güzel kıssaları,2 tarihte fiilen olmuş birer hâdise olarak sunmaktadır: "Biz sana onların haberlerini gerçek olarak anlatıyoruz..."3
Ancak, Kur'ân'da yer alan kıssalar hakkında, "bu olayların (kıssaların), insanların öğüt ve ibret almaları için uydurulmuş (üstûre/masal) edebî metinler/ürünler olup, tarihte fiilen meydana gelmemiş/gerçek hayattan alınmamış oldukları"4 şeklinde özetleyebileceğimiz, Kur'ân'ın sıhhatini ve orijinalliğini zedelemeye yönelik bir takım iddialar ortaya atılmaktadır. Hatta kimileri, bazı peygamberlerin tarihî varlığından bile şüphe etmektedirler.5
'Kur'ân kıssalarının, edebî metinler oldukları, insanların öğüt ve ibret almaları için anlatıldıkları' doğrudur. Yanlış olan taraf, 'onların, uydurulmuş (Ustûre/masal), tarihte fiilen vuku bulmamış oldukları' şeklinde, târihî hakikatlere ve arkeolojik verilere tamamen aykırı olan iddia ve kabullerdir.
Şimdi, bu küçük çaplı etüdümüzde, hem üzerinde durmak istediğimiz asıl konu olmadığı ve hem de ilgili eserlerde yeterince bilgi verildiği kanaatini taşıdığımız için "kıssa" kelimesinin kökü, lügat ve terim anlamları ve faydalan gibi hususları bir tarafa bırakıp,6 Kur'ân kıssaları hakkında ileri sürülen bu vb. maksatlı görüşlerin, tarihî gerçeklere ters düştüğünü, daha açık bir ifade ederek, kıssalarda anlatılan olayların tarihte fiilen gerçekleştiklerini somut delillerle kısaca ortaya koymaya çalışacağız. Bunun için de arkeolojinin bulgularından istifadeyle, Nuh, Hûd, Salih, İbrâhîm ve Mûsâ(as)'ın peygamber olarak gönderildiği dönemlere ait bir takım kesit ve pasajlar sunup bazı mukayeseler yapacağız.
I. Nuh (as):
Nuh (as), peygamber olarak gönderildiği kavmine, duyurmakla mükellef olduğu ilâhî mesajı tebliğ etmiştir: "Andolsun Nuh'u kavmine gönderdik: Ey kavmim, dedi, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka tanrınız yoktur. Doğrusu ben size büyük bir günün azabının inmesinden korkuyorum."7
"Andolsun biz Nuh'u da kavmine gönderdik: Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım, Allah'tan başkasına tapmayın. Gerçekten ben, sizin acı bir günün azabına uğramanızdan korkuyorum, dedi."8
Ancak kavmi onun tebliğ ettiği bu mesajı kabul etmemiştir:
"Onlardan önce Nuh'un kavmi de yalanlamıştı. Kulumuzu yalanladılar ve 'cinlenmiştir' dediler. Ve ona çeşitli eziyetler yapılarak tebliğden menedildi."9
Bu sebeple de onlar, suda boğulmak suretiyle tarih sahnesinden silinmişlerdir: "Onu yalanladılar. Biz de onu ve gemide onunla beraber bulunanları kurtardık... ve âyetlerimizi yalanlayanları da boğduk..."10
Kur'ân, bunları ortadan kaldıran tufan manzarasını şöyle tasvir etmektedir: Biz de nehir gibi devamlı akan bir su ile göğün kapılarını açtık. Yeryüzünde kaynaklar fışkırttık, su[lar] takdir edilmiş bir işin olması için birleşti. Nuh'u da tahtalar ve çiviler[le yapılmış gemi] üzerinde taşıdık.""
"(Nihayet) ey yer suyunu yut! ve ey gök (suyunu) tut! denildi. Su çekildi; iş bitirildi; gemi de Cûdî üzerine oturdu."12
Tufanın, hem 'göğün kapılarının açılması', yani kesintisiz bir şekilde yağan sağnak yağmur sularıyla ve hem de 'topraktan gözelerin/kaynakların fışkırması' yani tektonik hareketler sonucu karanın yarılarak yerden fışkıran suların birleşmesiyle meydana geldiği13 bildirilmektedir. Bu arada o çevrede bulunan nehirlerin (Fırat, Dicle vb.) de taştığı, Hint okyanusu yüksek basınç merkezinden Basra körfezi alçak basınç merkezine doğru şiddetli hava akımlarının (antisiklon) tesiriyle denizin kabardığı14 da ileri sürülmektedir.
Konuyla ilgili İngiliz arkeolog Sir Leonard Woolley ve ekibi, 1922-1934 yılları arasında Mezopotamya'nın târihî şehirlerinden Ur'da uzun süre kazılar yapmış; MÖ IV bin yıldan kalma kral mezarlarını ortaya çıkarmış; tufandan önceki kral listesini içeren kil tabletleri bulmuştur.15
Woolley'in Ur şehrinde yaptığı bu kazılarda:
Birinci tabakada kral mezarlarına tesadüf edilmiş;
İkinci tabakada modern usullerle döndürülerek imâl edilmiş çanak ve çömlek kalıntıları bulunmuş;
Üçüncü tabakada 3 ile 3.70 m. arasında değişen kalınlıkta tufandan geriye kalan kurumuş çamur tabakası görülmüştür. Daha sonra, bu çamur tabakasından alınan örneklerle Fırat nehir suyundan alınan çamur örnekleri laboratuarda incelenmiş ve yapılan analizler sonucu numunelerin aynı elementleri ihtiva ettiği görülmüştür.
İşte söz konusu tesbit, mil tabakasının tufan esnasında oluştuğunu gösterdiğine ve ayrıca tufan sırasında, Kur'ân'ın "yeryüzünde kaynaklar fışkırttık"16 ifadesinden, 'Fırat nehrinin de taşmış' olduğuna dair kuvvetli bir işaret olarak kabul edilebilecek niteliktedir. Çamur katmanının altındaki
Dördüncü tabakada ise tekrar basit bir şekilde elle yapılmış çanak-çömlek kalıntılarına rastlanmıştır.17
Böylece Kur'ân'da anlatılan tarihî bir olay, arkeoloji disiplini tarafından da aynen doğrulanmış olmaktadır.
II. Hûd (as):
Kur'ân'da zikredilen ve MÖ 2800-2280 târihleri arasında yaşadığı18 bildirilen Ad kavmi, Nuh kavminden sonra gelmiş ve fizik olarak da onlardan daha üstün özelliklerde yaratılmışlardır : "... Düşünün ki Allah sizi, Nuh kavminden sonra, onların yerine hâkimler yaptı. Üstelik yaratılışta size irilik ver-di..."19
Allah onlara geniş bir servet vermiş ve paha biçilmez-nimetler bahsetmiştir: "Onlara size vermediğimiz servet ve kuvveti vermiştik..."20
Onlar da bu sayede şu geçici dünyada ebedî kalacakları zehabına kapılarak inşaat alanında fevkalâde bir ilerleme kaydetmişlerdir : "Belki ebedî yaşarsınız diye köşkler (ve müstahkem kaleler) ediniyorsunuz?"21
Hatta kurdukları İrem şehrinin bir benzeri olmadığı bizzat Kur'ân tarafından zikredilmiştir: "Görmedin mi Rabb'in ne yaptı Ad kavmine? Sütunlu İrem'e? Ki ülkeler arasında onun eşi yaratılmamıştı."22
Konuya ilişkin olarak, 1837 yılında James R. Wellested tarafından Hısn-ı Gurâb yakınında, II. Ad kavmine ait, MÖ 1800 yıllarında yazıldığı bildirilen ve üzerinde, Hz. Hûd'un adının ve Kur'ân'ın bu kavmin maddî zenginliği hakkında verdiği bilgilere paralel bilgiler veren arkeolojik bir kalıntıdaki şu ifadeler dikkate değer görünmektedir : "Bu kalenin içinde, uzun bir zaman son derece rahat ve müreffeh bir hayat yaşadık. Öyle ki, yaşantımız her türlü sıkıntı ve ızdırabtan uzaktı. Kanallarımız her zaman su ile dolu idi... Hükümdarlarımız ise her türlü kötü düşünce, ard niyet ve ahlaksızlıktan uzak asîl krallardı. Onlar kötü kişi ve bozgunculara çok sert davranırlardı. Bizi Hz. Hûd'un kanunlarına göre idare ederlerdi. Bütün önemli kararları bir kitaba yazarlardı. Mucizelere ve ölümden sonraki hayata inanırdık."23
Görüldüğü gibi Ad kavmi hakkında Kur'ân'da verilen bilgilerle arkeolojik kalıntıdaki bilgiler kayda değer bir paralellik arzetmektedir.
III. Salih (as):
Kur'ân, kendilerine peygamber olarak Sâlih(as)'ın gönderildiği Semûd kavminin, Ad kavminden sonra geldiklerini, Hicr denilen yerde yaşadıklarını ve peygamberleri yalanladıklarını haber vermektedir: "Düşünün ki Allah, Âd'dan sonra sizi hükümdarlar yaptı ve yeryüzünde sizi yerleştirdi..."24 "Andolsun Hicr halkı (Semûd) da peygamberleri yalanladılar."25 Onların Hicr'de yaşadıkları hadîslerde de yer almaktadır.26 Ayrıca Asurlulara ait bir kitabede (MÖ 715) Semûd kavminin Hicr'de yaşadığı belirtilmekte; Yunan tarihçileri de Hz. isa'nın doğduğu yıllarda Thamudeni' dedikleri Semûdluların, Hicr'de oturduğunu söylemektedirler.27
Öte yandan Arab tarihinde Nûh(as)'dan sonra gelen Ad ve Semûd kavimlerine, helak olmuş anlamında 'el-Arabu'1-Bâ'ide' denmektedir.28
Bütün bunlar, vaktiyle Ad ve Semûd adlı kavimlerin yaşadıklarını gösteren arkeolojik ve târihî delillerdir.
Şimdi, Semûd kavminin yaşadığı yerlerden biri olan Hicr'in coğrafî konumunu tesbit ettikten sonra biraz da burada bulunan arkeolojik kalıntılardan bahsedelim. Hicr, Arabistan'ın kuzeybatısında Hicaz (Medîne) ile Şam arasında,29 Teymâ'nm yaklaşık olarak 110 km. güneybatısında, bu günkü Alâ'nın 15 km. kuzeyinde bulunan bir yerdir.30 27° derece kuzey, 38° derece güney meridyenleri arasında bulunmaktadır.31 Halen Medîne-Tebük demiryolu üzerinde bir istasyon olan 'Medâ'in-i Salih' adıyla anılmaktadır.32
Semûd kavmi, oturdukları bölgelerin dağlarında evler yontmuşlar, ovalarında da saraylar yapmışlardır: "... Onun düzlüklerinde saraylar yapıyor, dağlarında evler yontuyorsunuz..."33
Onların kayaları/merdivenleri ilk yontan millet oldukları ve Vâdî'l-Kurâ'da (köy/şehir olarak) bütünüyle taştan yapılmış 1700 yerleşim birimi kurdukları34 söylenmektedir. Yaz günlerinde ovalardaki saraylarında, kış günlerinde de dağlardaki evlerinde35 lüks bir hayat yaşamışlardır. Mimaride, özellikle de dağları/kayaları oyarak ev ve saray yapımında çok maharet,36 toprağı işlemede de bir hayli başarı elde etmişlerdir.37
Oldukça müreffeh bir hayat Semûd kavmi, olumsuz düşünce ve davranışlarından vazgeçerek hidâyete gelmemeleri nedeniyle helak olmuşlardır.38 Onlardan geriye ibret nişanesi olarak ıssız evlerinden başka bir şey kalmamıştır:
"İşte şunlar zulümleri yüzünden çökmüş ıssız kalmış evleridir. Şüphesiz bunda bilen kavim için bir ibret vardır." 39
Bu gün bunlardan hala ayakta duranlar vardır.
İbn Batûta ( 770/1367), hicrî sekizinci yüzyılda el-Ûlâ'ya uğradığında burası hakkında şu ifadelere yer vermektedir : "Semûd kavminin ikâmetgâhları anılan yerde kırmızı taştan dağlar içinde oyulmuş olup eşikleri nakışlarla süslüdür. Gören yeni yapılmış zanneder. Bu kavmin çürümüş kemiklerini bahsedilen evlerde görmek mümkündür."40 İstahrî (v. 340/951) ise Semûd evlerini şöyle tasvîr etmektedir : "Semûd kavminin dağlar içinde (taştan yapılmış bu) evlerinin bizim evler gibi olduğunu gördüm. Uzaktan bakıldığında bunlar birbirine bitişik zannedilir. Aralarına girildiğinde ise ayrı oldukları görülür. Kumluk olan çevresi dolaşılabilir. Fakat yukarısına güçlükle çıkılabilir."41 Evliya Çelebi'nin de kayda değer niteliktedir : "Bu dağları öyle mağara mağara, yâr yâr edip saraylar yapmışlar ki, kayaları peynir gibi kesmişler. Kayalara pencereler, kapılar açmışlar, oymalar yapmışlar. Birbirlerine yollar açmışlar. Köşkler, divanhaneler, yer altı odaları var ki her birine bin-iki bin adam sığar..."42
İbn Batûta (770/1367)'nın el-Ûlâ hakkında bilgi verirken söylediği, "Sâlih(as)'ın nâka[deve]sının çöktüğü yer dahi orada iki dağ arasındadır. Bunların arasında bir mescid kalıntısı olup halk orada namaz kılar. Hicr ile Ûlâ'nın arası yarım günlük veya daha az bir mesafedir"43 sözleri de bu bilgileri te'yîd etmektedir.
Anlaşılan o ki, Semûd kavminden günümüze kadar gelen bu eserler, söz konusu kavim hakkında Kur'ân'ın verdiği bilgilerin doğruluğunu yeterince ortaya koymaktadır.
IV. Ibrâhîm (as):
İbrâhîm (as), kavmini tevhide çağırmıştır. Başta ailesi olmak üzere, çevresine ve devrin idarecilerine, tevhid ilkesini benimsetmek için var gücüyle gayret etmiştir: "Onlara ibrahim'in haberini de oku : Babasına ve kavmine : Neye tapıyorsunuz? Demişti. Putlara tapıyoruz, onların önünde ibadete duruyoruz, dediler. Peki dedi, siz dua ettiğiniz zaman onlar sizi işitiyorlar mı? Yahut size fayda veya zarar verebiliyorlar mı? Hayır, ama babalarımızın böyle yaptıklarını gördük, dediler. İşte gördünüz mü neye tapıyorsunuz? dedi."44
"Babasına demişti ki, babacığım, işitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir yararı olmayan şeylere niçin tapıyorsun?"45
Bir türlü tevhidi benimsemeyen kavmi, bu yüzden onu ortadan kaldırma teşebbüsünde bile bulunmuştur: "Kavminin ibrahim'e cevabı, sadece : Onu öldürün yahut yakın demeleri oldu. Allah onu ateşten kurtardı. Şüphesiz bunda inanan toplum için ibretler vardır."46
Hz. İbrahim'in MÖ yaklaşık olarak 1940 yıllarında,47 yani bronz çağında48 Irak'ın, bugünkü Nâsıriye şehrinin 10 km. kadar güneyinde, Bağdat'ın 300 km. güneydoğusunda ve Fırat nehrine 18 km. uzaklıkta yer alan Ur (Tel el-Mukayyer/Muğîr/Muquayyar) şehrinde dünyaya geldiği; Mukayyer'in İbrahim'in kavmi diye tanıtılan Keldânîlerin49 eski Ur şehri olduğu, 1854'te Kırım savaşı esnasında British Museum adına, J. G. Taylor tarafından burada ilk kazıya başlandığı zaman Ravvlinson tarafından bir tümülüste bulunan belgelerden tespit edildiği50 bildirilmektedir. Ayrıca Ur ve çevresinde yapılan kazılar esnasında iki belge daha daha ortaya çıkarılmıştır. Bunlardan birincisi "Tarah oğlu Abraham" yazılı olan bir tablettir. Bu tablette sadece bu isim yazılıdır, başka bir kayıt yoktur. İkinci belgede ise Ur peygamberinin yakalanması için Acbor oğlu Elnathan'ın aldığı tedbirler yazılıdır. Bu belgeyi teyîd eden bazı Sabi'î kaynakları da mevcuttur. Söz konusu kaynaklarda Hz. İbrâhîm'in zamanın me-lîki tarafından takibat altına alındığı ve tutuklandığı kaydedilmektedir.51
• • •
İbrâhîm, bir kıtlık nedeniyle 12. sülâle52 (veya Hiksoslar53 (2214-170354) döneminde Mısır'a gitmiştir:
"Peygamber İbrâhîm (as) üç yalandan başka hiç yalan söylememiştir. (Bunların) ikisi Allah'ın zâtına aittir. Biri 'ben gerçekten hastayım', diğeri 'belki bu işi büyükleri olan şu put yapmıştır' demesidir. Bir tanesi de Sâre hakkındadır. İbrâhîm yanında Sâre olduğu halde bir cebbarın55 memleketine gelmişti. O (Sâre) insanların en güzeli idi. İbrâhîm ona : Bu cebbar senin benim karım olduğunu bilirse, senin için bana galebe çalar. Bina'enaleyh sana sorarsa kendinin kız kardeşim olduğunu haber ver. Çünkü sen İslâm'da benim dîn kardeşimsin. Zîrâ yeryüzünde seninle benden başka müslüman bilmiyorum, dedi. Cebbarın ülkesine girdiği zaman onun bir adamı Sâre'yi gördü. Cebbara vararak : Gerçekten senin ülkene öyle bir kadın geldi ki, o kadının senden başkasının olması uygun olmaz. Cebbar hemen Sâre'ye haber göndererek onu getirtti. İbrahim (as) namaza kalktı. Sâre cebbarın yanına girince cebbar elini ona uzatmaktan kendini alamadı. Fakat şiddetli bir şekilde eli tutuldu. Bunun üzerine cebbar ona : Allah'a ducâ et de elimi salsın, sana bir zarar vermeyeceğim, dedi. O da bunu yaptı. Fakat (o yine) aynı hareketi tekrarladı. Eli ilk defakinden daha şiddetli olarak tutuldu. Cebbar Sâre'ye az öncekinin aynısını söyledi. O da onu tekrarladı. Fakat cebbar aynı hareketi yine yaptı. Bu defa eli ilk ikisinden daha şiddetli bir şekilde tutuldu. Artık cebbar, Allah'a ducâ et, elimi salıversin. Allah şahidim olsun sana bir zarar vermeyeceğim, dedi. O da bunu tekrar yaptı ve cebbarın eli salındı. (Bu sefer) Cebbar, Sâre'yi getiren adamı çağırarak : Sen bana insan değil, ancak bir şeytan getirmişsin! Bunu hemen ülkemden çıkar, Hacer'i de ona ver, dedi."56
Bu hâdise, Lût Gölü yakınındaki Kumran mağaralarında bulunan ve MÖ 50 - MS 50 yılları arasına tarihle[nebil]en ceylan derisine yazılmış tarihî bir vesikada da aynen geçmektedir. Söz konusu belgede olay şöyle anlatılmaktadır: "Onun yüzüne bakınca, o ne kadar güzel, başındaki saçlar ne ince, gözleri ne kadar güzel, burnu ne hoş! Bütün ışıltılar onun yüzünde, göğsü nasıl güzel! Beyazlığı ne sevimli! Kollarının görünüşü ne biçimli. Elleri ne kadar uygun. Avuçları ne hoş, parmakları uzun ve ince. Bacakları ne güzel! Kalçaları kusursuz. Bütün kızların ve gelinlerin hiçbiri onun kadar güzel değil. Hepsinin üstünde, o çok akıllı bir kadın. Ve kral, Horkanoş'un ve onun iki arkadaşının bu sözlerini duydu. Üçü de tek adam gibi konuşuyorlardı. Kral onu çok görmek istedi, onu getirmeleri için adanı gönderdi. Onun güzelliğine hayran kaldı ve onu karılığa aldı ve beni öldürmek istedi. Sâre, krala, "o benim erkek kardeşimdir" dedi. Ben Abram'ı kurtardı ve beni öldürtmedi.
Bu benim için iyi idi (böyle söylemesi bana uygun geldi) ve ben Abram, Sâre'nin benden zorla alındığı gece büyük bir acı ve üzüntü ile ağlarken kardeşimin oğlu Lût da benimle ağladı.
Önce büyük bir üzüntü ile gözlerimden yaşlar akarak dua ettim : "Bütün dünyanın Efendisi, Sen ey Yüce Tanrı; bütün kulların, bütün beylerin efendisi ve onları yargılayan Sen kutsal, dinle şimdi! Mısır firavunu Zoan, -bu isim kıral adı değil, Mısır'da Nü deltasında bir şehir adıdır (deniyor)-benim karımı elimden aldığı için önünde ağlıyorum. Onu benim için yargıla. Senin güçlü elini onun ve evindekilerin üzerine indir ve bu gece karımla beraber olmasın. İnsanlar, Senin yeryüzü krallarının efendisi olduğunu bilsinler" ve ben ağlıyorum, acı içindeyim. O gece Yüce Tanrı, ona ve evine bulaşıcı bir hastalık getiren bir rüzgar gönderdi ve rüzgar çok fena idi.
Kralı ve bütün evini yakaladı ve iki yıl kadının yanına yaklaşamadı. İki yıl konraya kadar bu hastalık daha güçlendi ve daha acıklı hal aldı. O Mısır'ın bütün bilginlerini, sihirbazlarını, doktorlarını çağırdı, fakat hiç biri iyileştiremedi. Rüzgar onları da vurdu ve kaçırdı. Sonra Harkanoş, bana geldi ve Kral'ı için dua etmeni, elimi onun üzerine koyarak yaşatmam için bana yalvardı. Lût, ona dedi ki: "Abram benim amcamdır, karısı Sâre kralla olduğundan kral için dua edemez. Git, krala, karısını kocasına göndermesini söyle, o zaman o dua edecek ve kral da yaşayacak."
Horkanoş, Lût'un söylediklerini duyunca krala giderek: "Kralını, beyimin başına gelen bütün bu felaket Abram'ın karısı Sâre'nin yüzünden, Sâre'yi kocası Abram'a geri ver, bütün bu bela başından gidecek ve sen yaşayacaksın!"
Kral bana: "Sâre'nin uğuruna bana neler yaptın? Sen bana onun için 'kız kardeşim' dedin. Onun için ben onu karı olarak aldım. Karını al. Mısır ülkesinden çıkıp git ve şimdi benim için dua et. Evimden ve benden bu felaket uzaklaşsın." Ben dua ettim, elimi başına koydum ve onun üzerinden bela ayrıldı, fena rüzgar gitti ve o yaşadı ve kral bana bunun bozulmayacağına yemin ettirdi. Kral bana ince keten elbiselikleri ve Hâcer'i verdi ve beni götürecek insanları da belirledi ve ben Abram, bol sığırlar, gümüş ve altınla zengin oldum ve Mısır'dan ayrıldım. Kardeşimin oğlu Lût da benimle idi. Lût'un da büyük malları vardı ve oradan bir de karı aldı."57
Böylece, tarihî varlığından bile şüphe edilen îbrâhîm(as)'ın,58 hem fizikî olarak varlığı ve hem de tebliğ sürecinde yaşadığı olaylar, tarihî ve arkeolojik bulgu ve belgeler tarafından da ortaya konmuş olmaktadır.
V. Musa (a.s):
Tiran insan Firavun İsrâiloğullarına, kız çocuklarına dokunmaksızın erkek çocuklarını boğazlayıp öldürmek suretiyle bir soy kırım siyaseti uygulamıştır: ".Sizi Firavun ailesinden de kurtarmıştık. Hani (onlar), size azabın en kötüsünü reva görüyor, oğullarınızı boğazlayıp, kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı ve bunda sizin için Rabb'ınızdan büyük bir imtihan vardı."59
1896 yılında yapılan arkeolojik kazılarda, Hz. Musa dönemi Firavunlarından olan Mineptah'ın kahramanlık ve kazandığı zaferlerden bahseden, MÖ 1207 tarihli bir levhadaki şu ifadeler de bu hususu doğrulamaktadır: "İsrailliler imha edilmiştir/silinip süpürülmüştür. Ve onların yeniden türemeleri için geride hiçbir tohum bırakılmamıştır."60 Bu bilgiler, "sizi Firavun ailesinden de kurtarmıştık. Hani (onlar), size azabın en kötüsünü reva görüyor, oğullarınızı boğazlayıp, kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı" âyetine uygunluğu bakımından son derece önemlidir. Kur'ân'ın, yaklaşık olarak MÖ 13. asırda -ki bu Hz. Musa dönemidir- vukûc bulmuş bir olayı harfiyyen aktarması oldukça anlamlı olsa gerektir.61 Ayrıca ilgili belgedeki "tohum/sperma" kelimesinin, âyette geçtiği gibi kız çocuklarının değil, erkek çocuklarının öldürüldüğüne dair kuvvetli bir işaret olarak görünmektedir.
• • •
________________________________________________________________
yazının tamamı ve dipnotları aşağıda linkini verdiğim sitede.
http://64.233.179.104/search?q=cache:oqY7-...tr&ct=clnk&cd=2
*