Zıplanacak içerik

caucasus

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

caucasus tarafından postalanan herşey

  1. İSLAM VE KADIN HAKLARI Şüphesiz geçmiş incelendiğinde, kadınların tarihin akışı içerisinde erkeklere nazaran daha mahrum ve daha mağdur bir görüntü çizdikleri görülmektedir. Bugün İslam alemindeki bazı olumsuz görünümler, İslam’ın kadına değer vermediği gibi haksız görüşlerin ortaya atılmasına sebep olmaktadır. İslam’da insan olmaları bakımından, erkekle kadın arasında herhangi bir fark yoktur. Her ikisi de eşit derecede Yüce Allah’ın emir ve yasaklarına muhataptır. Erkek de kadın da, yeryüzünü imar etmek ve orada Allah’a kulluk yapmakla sorumludurlar. İslâm’da insanlık ve Allah’a kulluk bakımından kadınla erkek arasında bir fark bulunmadığı gibi temel hak ve sorumluluklar açısından da kadının konumu erkekten farklı değildir. Kadın, yaratılış itibariyle erkeğe göre ikinci derecede bir değere sahip değildir. İlke olarak insanların en değerlisi, “takvâda (güzel şeyler yapma ve kötülüklerden sakınma da) en üstün olanıdır” (el-Hucurât 49/13) Kurân-ı Kerim’de, farklı fizyolojik ve psikolojik yapıya sahip olan kadın ve erkekten biri diğerinden daha üstün veya ikisi birbirine eşit tutulmak yerine, birbirinin tamamlayıcısı kabul edilmiştir. (el-Bakara 2/187) “Ben, erkek olsun, kadın olsun (ki hep birbirinizdensiniz) içinizden hiçbir çalışanın çalışmasını zayi etmeyeceğim. (Al-i İmran, 3/195) ve “O’nun varlığının delillerinden (Allah’ın ayetlerinden) biri de kendileriyle kaynaşmanız için size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet koymasıdır. Şüphesiz bunda, düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (Rum, 30/21) âyet-i kerimeleri, İslam’a göre kadının bir insan olarak asla ikinci sınıf olmadığını ifade etmektedir. Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim; “Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz.” (Bakara, 2/187) beyanıyla da erkek ve kadının insan olarak birbirlerine olan ihtiyaçlarına açık bir şekilde dikkat çekmektedir. İslâm dininin kadına tanıdığı hakların değer ve önemini daha iyi kavrayabilmek için İslâm’dan önceki çeşitli toplum ve medeniyetlerde kadının durumu çok iyi değerlendirilmelidir. Kadının insan olup olmadığının, rûhunun bulunup bulunmadığının tartışıldığı, tamamen erkeğe tabi olduğu ve sürekli vesayet altında bulunduğu, hatta mirastan hisse alması bir yana, kendisinin bile miras malı gibi değerlendirildiği bir dönemde, yüce İslam dini; kadının da insan olduğunu beyan etmiş, mirastaki haklarını ortaya koymuş, onu sadece emir alan değil, yerine göre emir veren konumuna yükseltmiş ve kadını olması gereken yere koymuştur. Hz. Peygamberin; kadınlardan ayrıca biat alması ve bu hâdisenin Kur’an-ı Kerim’de açıkça yer alması, (Mümtehine, 60/13) İslam’a göre kadın iradesinin bağımsızlığını göstermektedir. İslam’a göre, bir insan olarak erkeğe tanınan temel insan hakları kadına da tanınmıştır. Buna göre hayat hakkı, mülkiyet ve tasarruf hakkı, kanun önünde eşitlik ve adaletle muamele görme hakkı, mesken dokunulmazlığı, şeref ve onurun korunması, inanç ve düşünce hürriyeti, evlenme ve aile kurma hakkı, özel hayatının gizliliği ve dokunulmazlığı, geçim teminatı gibi temel haklar bakımından kadınla erkek arasında fark yoktur. İslam’ın ilk yıllarında kadının her zaman hayatın içinde olduğu bilinmektedir. Kadınlar camiye gelirler, Peygamberimizin huzurunda oturur; belki bugün bile kadınların sormaya cesaret edemeyecekleri kendi özel durumlarıyla ilgili konuları hiç çekinmeden sorarlardı. Camide ibadetlerini yaparlar, Peygamberimizin konuşmalarını dinlerlerdi. Bu uygulama daha sonraki dönemlerde de devam etmiştir. Nitekim, Hz. Ömer bir hutbesinde kadınlara verilen mehirin yüksek oranlarda tutulduğunu, bunun miktarının azaltılması gerektiğini söylediğinde, mescitte bulunan kadınlardan birinin ayağa kalkıp; “Allah’ın bize vermiş olduğu hakkı sen bizden alamazsın. Çünkü bu, Kur’an’da bulunan bir hükümdür” diye itiraz ettiği, Hz. Ömer’in de bu itiraz karşısında “Allah’a şükürler olsun, benim halkımın arasında yanlışımı düzeltecek böyle kadınlar var” dediği tarihi kaynaklarda kayıtlıdır. Diğer taraftan yine Hz. Ömer döneminde “Hisbe” denilen görevin, yani pazarlardaki düzen ve ahengi kontrol işlerinin bir nevi bugünkü anlamda “zabıta” hizmetlerinin kadına verildiği tarihî bir vakıadır. İslam tarihine ve İslam ülkelerindeki uygulamaya bakıldığında, Peygamberimiz döneminde kadınlara tanınan hakların; geleneklerin din gibi algılanması ve kabul edilmesi gibi sebeplerin etkisiyle tedrici olarak azaldığı görülmektedir. Bu anlayışın etkisiyle bazı ülkelerde kadın; cinsel obje olarak değerlendirilmiş, horlanmış ve toplumdan tecrit edilmiştir. Bu uygulama asırlarca dünyanın her yerinde farklı din mensupları tarafından da benimsenmiştir. Yakın zamanlara kadar, bazı istisnalar dışında erkeklerle kadınlar medenî ve siyasî haklarda eşit değildi. Son yüzyıla kadar Batı toplumu kadın hakları konusunda kötü bir sınav vermiştir. Bugün kadın haklarının en fazla olduğu ülkelerde bile 18, 19. asra kadar; kadının ruhu var mı, insan sayılır mı, sayılmaz mı tartışmalarının yapıldığı bir realitedir. Netice itibariyle söylenecek şey şudur: İslam Dini’ne göre insan insana eşittir. Bu anlayışta kadın-erkek ayırımı kesinlikle söz konusu değildir. kaynak-diyanet yayınları -------------------------------------- ya bugün..?yaşadığımız bu çağda ve içinde bulunduğumuz mewcut sistemde kadına verilen değer nedir..? bakalım.. Cumhuriyette kadın.. --güzellik yarışmaları adı altında,piyasaya yeni mallar sürülür --devletin yasal pezevenkliğinin koruması altında,her ilde ve ilçede vergiye tabi kerhanelerde bu ülkenin ve bu ırkın kadınları pazarlanır(herkes aslında para karşılığında birbirinin ya annesini yada kızkardeşini düzer) --playboyların,bir gecelik aşk için popüler kısımdan seçtikleri(manken,şarkıcı,modacı..vs)playgirller --kadın 3-5 çocuğıyla sokakta bırakılır(sorgusuz boşanma)sonrası,yukardakilerden birini seç olur --laiklik adına bir kısım kadınlar,ülkedeki en trajlı gazetelerin en bi en iyi(köşe olmuş,dönme marksist)köşe yazarları tarafından(şişe fati altaylı ve bekir coşkun)fahişe ve salak hakaretlerine maruz kalırlar... --ve yine o köşe yazarlarının çalıştığı gazeteler,kendi kadınlarını sayfalarında pazarlamaktan onur duyarlar --kadın meta(mal)değildir..!!diye özellikle islami yaşam tarzına böğürenler,her nedense bu medyatik pazarlamacılara tek laf etmezler..? --günümüzde kadının,bürokrasiden ticarete kadar tüm alanlarda,sırf işlerin biraz daha ivedi olması açısından rüşvet metaı olarak kullanıldığını ve bunun bir sektör haline geldiğini biliyormuyuz..? ...ve daha birçok örnek verilebilir islamda,aile içi hukuk denen bir düzenleme vardır ve bu tamamen o aileyi ilgilendirir,bugünkü yozlaşmış modellere bakarak yargı yapılamaz..kadın dövmenin bizzat paygamber tarafından lanetlendiğini düşünürsek bu dinin ve o peygamberin islam kadınına ne kadar önem verdiğini görürüz.. seks olayını bir yaçam biçimi haline getirmiş ve sadece ihtiyaç giderme olarak düşünenler,herkesin bir kızkardeşi yada annesi var.. bugün bazıları tarafından örnek alınan ``MUASIR MEDENİYET``te kadının hali gözler önünde,siz kadın hakları denince sadece islamı baz alanlar,birazda önünüze bakın ve görün cumhuriyet kadınının halini..!! kısaca,KADININI DÖVEN VE BİR ŞEKİLDE PAZARLAYAN CENNET YÜZÜ GÖREMEZ,ÇÜNKÜ HER İKİSİDE LANETLENMİŞTİR..!!
  2. sayın OBJEKTİVİST dikkat ettiyseniz,türklüğü zaten kabul etmiyorum..üst kimlik gibi bir kaygımda yok kimlik bana lutfedildi(kafkasyalı olmak)seçme hakkım ve şansım yoktu,ve haliyle bununla övünmek ve öne çıkarmak biraz ahmaklık olur(bence) ve sevgili cyrano BAAS partisi,arap ülkelerinde hala yütrütülen ve aşırı milliyetçilik hisleri besleyen ve bu uğurda savaş veren bir akımdır...sosyalist bir akım olduğu doğru,lakin arap milliyetçiliği ön plandadır Hizb El-Baas El-Arabi El İştiraki adıyla 1940 yılında,mişel aflek tarafından şamda kuruldu.. Osmanlı dönemindeki ümmet, yani dini temeldeki birliktelik anlayışından dolayı Arap milliyetçiliğinin ilk filizleri bugünkü Suriye ve Lübnan’da yoğunlaşmış olan Hıristiyan araplar arasında boy verdi. Osmanlı egemenliğinin çözülmesiyle bölgenin İngiliz ve Fransız sömürgesi haline gelmesi, Arap milliyetçiliğinin Müslüman Araplar arasında da kabul görmesinin zeminini oluşturdu.
  3. “Demir atomu olmasaydı, evrende karbon-bazlı bir yaşam var olmayacak; hiçbir süpernova patlaması yaşanmayacak, ilkel dünyanın ısınması gerçekleşmeyecek, atmosfer ve hidrosfer oluşmayacaktı. Dünyayı göktaşlarından koruyan manyetik alan oluşmayacak; Van Allen radyasyon kuşakları var olmayacak, ozon tabakası olmayacak, hemoglobini yapacak bir metal bulunmayacak, dolayısıyla nefes alan bir metabolizma olamayacaktı.” (Nature's Destiny, s. 198) “Andolsun, Biz elçilerimizi apaçık belgelerle gönderdik ve insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye, onlarla birlikte Kitab’ı ve mizanı indirdik. VE KENDİSİNDE ÇETİN BİR SERTLİK VE İNSANLAR İÇİN YARARLAR BULUNAN DEMİRİ DE İNDİRDİK; öyle ki Allah, Kendisine ve elçilerine gayb ile (görmedikleri halde) kimlerin yardım edeceğini bilsin (ortaya çıkarsın). Şüphesiz Allah, büyük kuvvet sahibidir, üstün olandır.” (Hadid Suresi, 25) ....................bu kur`an da bildirildiyse(1400 yıl evvel)ve doğruysa..ki doğru bunu bilimde kabul ediyor,demekki ALLAH tektir,çünkü buda kur`anda böyle bildiriliyor... “Ateşin kullanımı elbette çevresel faktörlere de bağlıdır: Ağaçların ve göreceli olarak kuru bir ortamın varlığına, örneğin. Bu ilave faktörlerden herhangi birinin uygun olmaması durumunda, bizi insan yapan tüm fiziksel ve zihinsel yeteneklerimize ve dünyanın karbon bazlı bir yaşam için çok uygun bir yurt olmasına rağmen, ateş ve dolayısıyla metalürji, kimya ve herhangi bir bilimsel gelişme mümkün olmazdı”. (Michael Denton, Nature's Destiny, s. 245) “Ki O, size yeşil ağaçtan bir ateş kılandır; siz de ondan yakıyorsunuz.” (Yasin Suresi, 80) ...buda aynı şekilde Bir başka deyişle, Güneş'in yapısı da rastlantısal, amaçsız bir yapı değildir. Aksine, Allah bir ayetteki, "Güneş ve Ay, belli bir hesap iledir" (Rahman Suresi, 5) ifadesiyle Kuran'da bizlere bildirmiş olduğu gibi, bu yıldızı insanın yaşamı için özel bir şekilde yaratmıştır. Allah, Güneş’i insanın hizmetine verdiğini ve Güneş’in O’nun takdir ettiği bir istikamette hareket ettiğini Kuran'da şöyle bildirmektedir Güneş de, kendisi için (tesbit edilmiş) olan bir müstakarra doğru akıp gitmektedir. Bu, üstün ve güçlü olan, bilen (Allah)ın takdiridir. (Yasin Suresi, 38) ayrıca,atmosfer kaç tabakadan oluşuyordu..? kur`ana bakalım "O, biri diğeriyle 'tam bir uyum'içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman'ın yaratmasında hiçbir 'çelişki ve uygunsuzluk'göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir." (Mülk Suresi, 3-4) ve daha birçok,kur`ana dayalı bilimsel gerçekler...ve bukadar çok kesin doğrunun içinde.ALLAH-ben tek`im-diyor..buna inanmamak biraz gurur kokmuyormu..?bilimsel delil dediğimiz şeyler ayniyle kur`anda vaki:)
  4. caucasus şurada cevap verdi: dilku başlık İslam ve Şeriat
    Resulullah (s.a.v) buyuruyor: Ahir zamanda mutlaka bir adam zuhur edecektir. Bu kisi benim ehl-i beytimden olacaktır. Buna Mehdi denecektir. Daha sonra da Deccal ortaya çıkacak, Hz. Isa (a.s.) ile Mehdi birlikte yardımlaşarak Deccal'i öldüreceklerdir. (5) Ahir zamanda ümmetimin başına, sultanlarından şiddetli belalar gelir, öyle ki yerler müslümanlara dar gelir. O zaman Allah, daha önce zulümle dolu olan dünyayi adaletle dolduran benim soyumdan birisini gönderecektir. (1) Alenen ve apaçık Allah Teala inkar edilinceye kadar Hz. Mehdi gelmez.(1) Ashab-ı Kefh, Mehdi'nin yardımcıları olacaktır.(1) Dünya hercü merc içinde kaldığında, fitneler zuhur ettiğinde yollar kesildiğinde, bazıları bazısına hücüm ettiğinde, büyük, küçüğe merhamet etmediği, büyüğe vakarlı davranmadığında; Allah, bu sırada onlardan adaletin kökünü kazıyarak dalalet kalelerini fethedecek ve evvelce benim ayakta tuttuğum gibi, ahir zamanında dini ayakta tutacak, önceden zulümle dolu olan dünyayi adaletle dolduracak birini (Mehdi) gönderecektir.(1) Dünya hayatının sona ermesine bir gün bile kalsa, Allah zulümle dolu olan dünyayı adaletle dolduracak, Ehl-i beytten birini gönderecektir. (9) Hiçbir tarafın ondan mahfuz kalmayacağı bir fitne zuhur edecek, bu fitne hemen başka bir tarafa yayılacak ve bu durum bir münadinin semadan seslenerek: "Ey insanlar, emiriniz artık Mehdi'dir" demesine kadar devam edecektir. (2) Isa (a.s.) gökten inecek. Deccal'i öldürecek veya Mehdi'nin Deccal'i öldürmesine yardım edecek, bazı namazlarda Mehdi'ye uyacaktır. (8) Mehdi bizden, Ehl-i beyttendir. Allah onu bir gecede zafere erdirecektir. (6) Mehdi dünyaya sahip olur.(4) Mehdi tıpkı Zülkarneyn ve Süleyman gibi dünyaya hükmedecektir. (2) Mehdi daha önce zulümle olan dünyayi adaletle dolduracaktır. (1) Mehdi'nin en büyük yardımcısi Hz. Isa'dir. Dünyaya inişinde onun rengi beyaz, saçları siyah ve uzun, yüzünde pek çok ben bulunacaktır. (7) Mehdi'nin yardımcılarının sayısı Talud ile nehri geçenler kadardır. (1) Sonra da hilafet, yeryüzünün en hayırlısı olan Mehdi'ye evinde otururken gelecektir. (1) Talikan'a (Afganistan'a) yazık oldu. Şüphesiz Allah Teala'nın orada altın ve gümüş olmayan hazineleri vardır. Orada Allah'ı hakkıyla bilen insanlar vardır. Onlar ahirzaman Mehdi'sinin yardımcılarıdır.(1) Ümmetim o devirde (Mehdi devrinde) öyle bir refah bulacaktır ki o güne kadar onun mislini kesinlikle bulmamıştır. (6) Ya Abbas! Bu işi Allah benimle başlattı, senin sülalenden biri ile bitirecek o delikanlı dünyayı evvelce zulümle dolduğu gibi tekrar adeletle dolduracaktır. (4) Yemin ederim ki bu ümmete öyle (şiddetli) belalar gelecek de, kişi zulümden gaddarlıktan kurtulmak için sığınacak bir yer bulamayacaktır. Öyle sıkıntılı bir sırada Allah Teala akrabamdan benim hanedanımdan bir kimseyi gönderecek. (3) kaynaklar... 1) Kitab ul Burhan Fi Alamet-il Mehdiyy il AhirZaman 2) El-Kavlu'l Muhtasar Fi Alamatil Mehdiyy-il Muntazar 3) Ölüm-Kiyamet -Ahiret ve Ahir Zaman Alametleri 4) Ramuz El Ahadis 5) Taç Hadis Kitabı 6) Sünen-i Ibni Mace 7) Ibn Khaldun II, 194 8) Mehdilik ve Imamiye, 232 Kittani'nin Nazmü'l-Mütenasir, 145'den nakil 9) Ahmed b. Hanbel,II, 117-118
  5. dünyada hakim olan ve insanların en hassas olduğu kavram``MİLLİYETÇİLİK``..arap ülkelerindede hakim olan bu görüşü savunan BAAS partisi..din ve islam ile uzaktan yakından ilgisi olmayan bu faşist fikrin temelinde yine hassas olunan DİN vardır..ırakta saddam-libyada kaddafi-suudda fahd-mısırda enver sedat(geberdi) bu isimlerin tamamı,cetvelle çizilen ülkelere(!)ingiltere tarafından atanan yapay devlet başkanları..bugün bizde arap düşmanlığı(en azından köpeklerimize koyduğumuz ARAP ismi)ve araplarda türk düşmanlığı açıkca belirtilmekte..fakat geçmişe yani kapital sistemin bu topraklara girmeden önceki dönemlere bakarsak,araplarla aramızda öyle kocaman sorunlar yokmuş,nasılmı..? m.kemalin ilklerde yer aldığı dönemlerde cihad çağrısı yapılınca neler oldu.. Yüzbinlerce Arap, cihat çağrısına karşılık vererek Osmanlı ve Türkler'le birlikte Çanakkale'de, Kafkaslar'da ve Balkanlar'da gönüllü olarak savaşmaya geldiler. Çanakkale Şehitliği'nde yatan ve mezar taşlarına Halepli, Şamlı, Kudüslü, Trabluslu, Bağdatlı yazılan şehitler bunun kanıtı olsa gerek! Tarih bu cephelerde şehit düşen Araplar'ın en az iki yüz bin kişi olduğunu söylüyor. peki bu sırada başka yerlerde neler oluyordu..? Oysa tam bu sırada 5000 kişilik Yahudi-Siyonist çeteler İngilizler'le birlikte Çanakkale'de Türk ve Araplar'a karşı savaşıyordu. İngilizler'in baskılarına direnen ve Osmanlı'ya bağlı kalacağını söyleyen Suudi Şeyhi Abdülaziz Bin Suud bile İttihatçılar'ın ne ilgisini ne de dikkatini çekmişti! Osmanlı devleti topyekün bir yenilginin eşiğine gelmişti. Düşman ise İstanbul'a doğru ilerliyordu ve İttihatçılar anti-Arap politikalarını terketmiyorlardı. 6 Mayıs 1916'da Şam Valisi Cemal Paşa (ki Araplar ona Kasap ve Katil Cemal derler) Suriye ve Lübnan aydınlarını toplayarak Şam ve Beyrut meydanlarında sallandırdı. Bu ise hâlâ Osmanlı'ya inanan ve inanmak isteyen Araplar için son darbe olmuştu. gerçekten bu kadar değer veriliyormuydu,yada araplar din kardeşliği adı altında vuruluyormuydu-vurulacakmıydı veya burada onlar için ne gibi planlar yapılıyordu.. İttihatçılar, yönetimdeki tüm kilit noktalara Türkler'i getirdiler. Arap paşalar önemli mevkilerinden alınarak uzaklara atandılar. Basında "Türkçülük" yazıları arttı ve Araplar'ı aşağılayan yazılar giderek çoğalıyordu. Meclis'te Arapça konuşma yasaklandı ve ilk seçimde Araplar'ın Meclis'teki sandalye sayısı 75'ten 5'e indirildi. Arapça okullar yasaklandı ve Arap cemiyetler kapatıldı. Araplar'a karşı sürdürülen bu kampanyanın başını Halide Edip Adıvar, Celal Nuri ile Yahudi ve Mason olan Nesim Russo, Emanuel Karasu (27 Nisan 1909'da Sultan Abdülhamit'i tahttan indiren 4 kişilik Meclis heyetinin başkanı), Cavit Bey gibileri çekiyordu. Halide Edip'e göre "Arap toprakları sömürgeleştirilmeli, Araplar topraklarından atılmalı ve yerlerine Türkler yerleştirilmeli".. Mason Levi ve onun yolunda-fikrinde olanlar,tamamen İttihatçılarla birlikte..!!! Yahudiler ve Masonlar ise Babil ya da Filistin'de Yahudilere bir devlet kurma peşindeydiler. Üstelik onların bu emellerinin karşısında duran Sultan Abdülhamit'i intikam almak için Selanik'e sürgüne göndermişlerdi. Selanik'te o sıralarda 80 bin Yahudi ve 20 bin de Sebataycı yaşıyordu. Selanik'te bulunan Yahudi asıllı ve Mason olan İtalyan Konsolos Brimo Levi; Jön Türkler'le ve İttihatçılar'la yoğun bir ilişki içindeydi. İttihatçılar, İstanbul'da gözetim altındaki Şerif Hüseyin'i ayaklanabileceğini bile bile Mekke'ye gönderdiler. İngilizler'le Fransızlar'ın her türlü kışkırtmalarına rağmen Osmanlı'dan ayrılmayı isteyen Araplar'ın sayısı birkaç yüz kişiyi geçmiyordu. 1. Dünya Savaşı'nın patlak vermesi ile bu Araplar da "anti-Osmanlı" söylemlerinden vazgeçtiler, İstanbul hükümetine bağlılıklarını bildirdiler. yine aynı dönemde,arap liderlerin birçoğu m.kemale hayrandılar.. Türkiye'nin çok partili döneme girmesi ve ABD ile ittifak ilişkileri kurması bölgede yeni gelişmeleri beraberinde getirdi. Türkiye'nin 1949'da ilk ve tek İslam ülkesi olarak İsrail'i tanıması, 1952'de Kore'ye asker göndermesi, 1953'te NATO'ya girmesi, 1955'te Nasır'ın başını çektiği Bandung Bağlantısızlar Konferansı'nı engellemeye çalışması, 1956'da CENTO'yı İran, Irak ve İngiltere ile birlikte kurması, 1957'de gizlice İsrail Başbakanı Ben Gorion'u misafir etmesi ve peşinden Suriye sınırına asker yığması, 1958'de Lübnan'a karşı Amerikan çıkarmasına İncirlik'ten yardımcı olması ve son olarak Cezayir halkının mücadelesine ters düşerek Fransa'nın yanında durması Araplar'ı Türkiye'ye karşı "mesafeli" davranmaya itti. Üstelik o sıralar birçok Arap ülkesinin yönetiminde Atatürk hayranı (Mısır'da Nasır, Tunus'ta Burgiba, Irak'ta Abdülkerim Kasım, Suriye'de Şükrü Kuvetli..) liderler vardı. yani suriyeli şerif hüseyin,türkleri arkadan vurduysa,enver paşa(sabeaydır)da arapları öbden vurdu.. aslında bu konuları tartışarak hala birbirimize olan kinimizi kustuğumuzun farkındamıyız..?neden yanıbaşımızdaki ırak ve oradaki insanları görmüyoruz..?3-5 amerikan askerinin ırzına geçmek için ortaladığı ıraklı kadın,bu kin içinde boğulacakmı..? ben ne türküm ve nede arabım--elhamdulillah müslümanım ve kuzey kafkasyalı bir dağlıyım
  6. sayın zıplayan dana orada anlatılmak istenen şey,şu an yaşadığımız ülkede birçok lisan ve şive kullanılıyor,bunların arasında bir çelişki olacağı..ve bu ülkede zaten 85 yıldır sırf ülkenin bekaası için yapılan birşey var...yaklaşık 2000 ayetin tefsiri ve meali halka öğretilmiyor ve okunmuyor çünkü yasak!!!..bekaası için yapılan şey bu ve anlatılmak istenende bu
  7. Bu sorunun cevabını ben veremem, böyle bir sorunu olanlar uğraşsınlar ama belki başka örneklerden hareket edip perspektif sunabilirim. Εlin adamı sormaz mı; bre “geyik” senin neyin Türkçe ki, Ezan Türkçe okunsun. Meselâ senin çiçeklerin-bitkilerin-otların-meyvaların-sebzelerin Türkçe mi? dese, biz de şöyle bir baksak: Çiçek: Farsça (Çeçek), Nebât: Arapça, Sebz: Farsça; yeşil anlamında, Hububat: Ar, Bakla: Ar, Bakliyat: Ar, Baklava: Ar, Gül: Farsça, Karanfil: Yunanca (Garifalo), Müge: Fr; Muguet, Menekçe: Farsça-Kürtçe; Binevş, Sümbül: Farsça, Fulya: Yunanca, Krizantem: Yunanca, Ortanca: Yun (Hortensia), Glayöl: Fr-İng, Lâle: Farsça, Manolia: Yun., Anemon: Yun; Dağ lâlesi, Kâkûle: Farsça, Zencefil: Arapça; Zencebil, Tarçın: Ar, Domates: Meksika yerlilerinin dilinden, Çay: Çince, Kahve: Ar, Şeker: Hint-Avrupa dillerinden, Açalya: Yun; Azalea, Barbunya: Yun, Reyhan: Arapça-Farsça, Fesleğen: Vasilikos (Krallara lâyık yiyecek anlamında), Turunç: Farsça, Portakal-Mandalin: Hint-Avrupa dillerinden, Narenc-Narenciye: Fars.Greyfurt: İng; Grape-fruit, Brokoli: İt, Şebboy: Farsça (Şeb: Gece kelimesinden mülhem), Papatya: Yun; Papadia, Kaktüs: Amerika yerli dilinden, Safran: Farsça, Nişasta: Farsça, Limon: Hint-Avrupa dilleri’nden, Kivi: Avustralya yerli dili, Avokado: Güney Amerika yerli dili, Ökaliptus: Yun; Ev-Kalips: Hoş, güzel gonca anlamında, Gonca: Farsça, Şeftali: Farsça (Şeftalû), Gülnâr: Farsça; Nar çiçeği anlamında, Köknar: Yun; Kukunari, Zeytin: Ar; Zeytûn, Meşe: Farsça, Kiraz: Yun; Kerasi (Giresun ismi de oradan, Kirazlık), Vişne: Yun; Visine, Lahana: Yun, Pırasa: Yun. Ve daha binlercesi yabancı! Peki hayvanların? Hayvan: Arapça, "Ayakta kalan, diri kalan, hayy kalan anlamında, Akreb: Ar, Fâre: Ar, Kedi: Hint-Avrupa dillerinden, Beygir: Farsça-Kürtçe: Bergir, Akbaba: Farsça-Arapça: Uqab, Öküz: Hint-Avrupa dillerinden, Zürafa: Ar, Fil: Ar, Timsah: Ar, Krokodil: Yun, Piton: Yun, Boa: Güney Amerika yerli dili, Jaguar: Güney Amerika yerli dilinde “Orman’ın Hayâleti” anlamında, Kukumav: Yun; Kukuvaya, Papağan: Latin Amerika yerli dilleri, Kalkan: Yun, Kefal: Yun, Lüfer: Yun, İzmarit-İstavrit-İspari-İspendik-Levrek-İspermeçet-İspinoz-İskorpit: Yun. Hepsini buraya çağırsam sığmazlar! Yemeklerin-tatlıların-içkilerin ne âlemde? Çorba; Farsça; Zırbe (Sarmısak çorbası anlamında), Yahnî: Farsça, Lahmacun: Ar, Kebab: Ar, Biryan-Büryan (Püryan): Farsça; Kebab, pişmiş et anlamında, Lokum: Ar, Peş Melba: Fr; Pêche Maelba (Melba Şeftalisi anlamında, Avusturya’daki Maelba düşesine ithaf edileb şeftalili bir tatlı), Lalanga: Yun; Lalaga (Kızartma anlamında), Nuriye: Ar, Şŭbiyet: Ar, Makarna: İtalyanca Makaroni, Spagetti: İt, Pizza: İt, Pasta: İt, Hamburger; İng-Alm, Bira: İt, Şarab: Ar, Konyak: Fr, Whisky: İng, Keşkül: Farsça (dilenci kabı anlamında), Milfőy (Mille-feuilles): Fr (Bin yaprak, bin tabaka anlamında), Şerbet: Ar, Şurub: Ar, Şıra (Şire): Farsça, Şirden (Şirdan): Farsça, Likőr (Liqueur Fr, Liquor-Lat), Krem Karamel: Fr, Palamut: Yun; Palamida, Gulaş (Guyaş); Macarca. Daha neler var! Senin şehirlerin-kasabaların-semtlerin? İstanbul; Yun Constantinopoli, Edirne: Yun; Adrianopoli, Çanakkale: Yun; Dardanos, İzmir: Yun; Smyrni, Antalya: Yun; Atalya, Manisa: Yun; Magnisia (Magnezyum alanı anlamında), Mudanya: Latince; Montanya (Dağlık anlamında), Bursa: Yun; Brusa, İzmit: Yun; Nikomidia, Sakarya: Yun; Sangario, Malatya: Yun; Meleti, Tarsus: Yun; Tarsos, Mersin: Yun; Mirthos, Mirsini, Antakya: Yun; Antiohia, Adana: Yun; Âdana, Ordu: Yun; Kotioro, Trabzon: Yun; Trapezunda (Yamuk, trapez biçiminde olan), Rize: Yun; Riza (Kök anlamında), Giresun: Yun; Kerasunda (Kirazlık), Amasya: Yun; Amatia, Tokat: Yun; Evdoksia (Güzel kanaat anlamında), Urfa: Kürtçe; Rıha, Siirt: Kürtçe; Sêrt, Kars: Kürtçe; Qers, Erzurum: Arapça; Arz-ı Rum, Galata: Yun; Galatas (Sütçü), Pera: Yun, Afyon: Yun-Lat; Opion-Opium (Esrar anlamında), Muğla: Yun; Mugla, Faroz: Yun; Faros (Fener), Yoroz: Yun; Giros (Dönen anlamında), Bartın; Yun; Parthena (Bâkire), Balıkesir: Yun; Paleokastro (Eski Kale), Kastamonu: Yun; Kastromoni (Keşişler kalesi), Ankara: Yun-Lat; Angyra-Anchyre (Çapa anlamında), Fatih: Arapça, İcâdiye: Arapça, Kayseri: Yun; Kiseriya (Kayserler’in, Kisralar’ın yeri), Sivas: Yun; Sewastia (Sevasmos: Saygı kelimesinden mülhem, saygın şehir mânâsına), Keşan: Yun; Kesani, Enez: Yun; Ainos (Enos), Assos: Yun; Asos, Efes: Yun; Efesos, Ladik: Yun; Laodikya (Yun. Laos: Halk kelimesinden mülhem), Beytüşşebab: Ar, Beşiri: Ar, Halfeti: Ar, Nevşehir: Farsça, Uludağ: Yun; Olimpos’tan mülhem-bozma), Haznedar: Ar-Farsça, Ayasofya: Yun; Ağia-Sofia (Aziz Hikmet anlamında), Mühürdar; Ar-Farsça, Üsküdar: Yun; Skudari, Bakırköy: Yun; Makri Hori (Uzun köy), Ortaköy: Yun. Mezo Hori (Orta Köy’den çevirme), Foça: Yun; Fokia (Foklar), Elazığ: Ar; El-Aziz, Konya: Yun; İkonium (İkonalar şehri), İmroz: Yun; İmbros, Antep: Ar; Ayntab, Bolu: Yun; Poli (Şehir anlamında), Safranbolu: Yun-Farsça, Silifke: Yun; Silifkis ve daha sayısız yerleşim! Çoluk çocuğuna verdiğin isimler: Ahmet, Mehmed, Mahmud, Hasan, Hüseyin, Ali, Veli, Zeki, Akil, Hatice, Besim, Ayşe, Fatima, Leyla, Sema, Zehra, Nur, Sumeyye, Nazan, Asuman, Bulend, Hudai, Hakkı, Hűsameddin, Necmeddin, Nureddin, Nasreddin, Zulfikar, Samed, Affan, Mustafa, Halil, Kűbra, Esra, Selma, Sűha, Reha, Baha, Handan, Cavidan, Ceyda, Salih, Hayreddin, Burak, Mervan, Berivan, Baran, Necmi, Műbeccel, Mukadder, Mahsun, Mazlum, Abdullah, Berfe-Berfin, Helin, Mahir, Erkan, Műzeyyen, Muhtar, Őmer, Bekir, Osman, Medar, Halim, Halis, Bermal, Segbetullah, Nasuh, Nadir, Numan, Şükrü, Şükran, Şeref, Adem, Ídris, Serab, Kemal, Kamil, Hazal, Şevval, Şakir, Şahab, Zakir ve daha binlerce isim Arapça-Farsça-Kűrtçe değil mi? Melisa (Yunanca: Bal arısı anlamında), Műge (Fransızca Muguet-bir çiçek), Fulya (Yunanca-bir çiçek), Demet, Sibel (Demati, Kibele. Yunanca) ve daha onlarca Hristiyan ismini neden kullanıyorsun? Sonra, yine aynı elin adamı sormaz mı, senin Tıbbî terminolojinin tamamı Yunanca-Latince, senin felsefe terminolojin de öyle, ekonomi terminolojin de aşağı kalmaz, ticârî kurumların isimlerine de dönüp bir bak, yabancı dille eğitim yapan (lise-üniversite) kurumlara karşı muhteşem teveccüh ne ola ki? Yurtdışına eğitim amaçlı gidenlerin sayısı kaç ve ne kadar para ödüyorlar, onların muhasebesini bir yap, 1920’lerden beri yürütülen resmî politikalara rağmen neden uydurma dilin neden halk tarafından benimsenmediğini anlamaya çalış demez mi? Haydi elin adamını bırak, öz be öz resmî ideolojinin temsilcisi, neferi ve en önemli isimlerden bir olan ve bazı Kemalist-solcular tarafından “Sözlükler ilâhı” olarak anılan Orhan Hançerlioğlu’na kulak verelim: "Genellikle Türkçe sanılan ve Türkçe kökenli olmayan sözcüklerin sayısı inanılmayacak kadar çoktur. Bir sözcüğün gerçekten Türkçe olup olmadığını saptamak için yorucu bir çalışmayı göze aldım" Orhan Hançerlioğlu, Türk dili Sözlüğü, Remzi Kitabevi, 1992. Yine aynı kitaptan örnekler: "C" harfi: Doğada yansıma (onomatope, bu da Yunanca) seslerden türeyen sözcükler dışında bu harfle başlayan Türkçe sözcük yoktur. "F" harfi: Türkçe’de bu harf yoktur "H" harfi: " " "J" harfi: " " "L" harfi: " " "M" harfi: " " "N" harfi: " " "P" harfi: " " "R" harfi: " " "Ş" harfi: " " "V" harfi: " " "Z" harfi: " " Evet, inanmayan kaynağından tâkib eder. Hançerlioğlu’na göre, Türkçe’de kullanılan 29 harften 12’sinin mevcud olmadığını söylüyor. Geriye kalıyor 17 harf. Yine isteyen araştırabilir, bu 17 harfle başlayan kelimelerin içinde Arapça, Farsça, Fransızca, Yunanca, İngilizce, Rusça, İtalyanca, Çince, Sırpça, Bulgarca, Arnavutça, İspanyolca, Almanca, Portekizce, Ermenice, Sanskritçe, Aramîce, İbrânîce ve daha birçok dilden kelimeleri toplarsanız akılalmaz bir rakama ulaşılıyor. Yunanca ve Ermenice kökenli kelimelerin 6000’nin üzerinde olduğu biliniyor. Diğer “yabancı” kaynaklı kelimeleri de eklediğiniz vakit Türkçe’nin %70’inden fazlası “yabancı” kökenli oluyor. Ama ne hikmetse sadece Arapça-Farsça (Íslâmî röflesi olanlar) menşeli olanlara karşı bir husumet var, diğerleri ağam paşam! Gömüt (Mezar), Sayrı (Hasta), Sayrılık (Hastalık), Umar (Çâre), Ekin (Kültür), Yazın (Edebiyat), Uzam (Mekân), Us (Akıl), An (Zihin), Tin (Ruh), Uslamlama (Akıl yürütme), Dirger (Hekim), Savunman (Avukat), Dilgibilim (Anatomi), Dirimbilim (Biyoloji), Minidirimbilim (Mikrobiyoloji) gibi zorlamaları, Evren-sel (Batı dillerindeki Universel’in “sel”i alınıp Evren’e ekleniyor, al sana evrensel!), İkilem (Batı dillerinde kullanılan ve aslı Yunanca olan Dilima: Di-lima: yani iki kılıf, iki örtü, iki hat anlamına gelen kelimenin “Di”sini alıp çevirip “iki” yapıyorsun, haydi onu anladık peki “lem” neyin nesi? Onun yerine koyacak bir şey bulamıyor ve yurdum insanının da umurunda olmadığı için, al sana Türkçe kelime! İkilem! Bu ne biçim ikilem usta!), “Fiziksel" (Fizik, Yunanca bir kelime olan "Fisis": Tabiat, doğa kelimesinden geliyor. Fransızca’da “Physique” kelimesi hem Fizik bilimini tanımlamak için hem de sıfat olarak kullanılır, İngilizce’de ise “Physics” kelimesi Fizik bilimi için, “Physical” (Fisikıl) ise onun sıfatı olarak kullanılır. Yunanca’daki “Fisiki” ya da “Fisiko” sıfatı aynı anlamı yüklenir. Bizim aslanlar önce Yunanca “Fisiki”yi alıp “Fizikî” yapıyorlar ki, bu anlaşılabilir ve kabul edilebilir bir uyarlamadır fakat daha sonra kompleksler devreye giriyor ve Yunan’ınkini alacağıma İngiliz’inkini alırım diyor, yani “Fisikıl”ı istiyor ama o Türkçe’ye tam uymuyor. Eh, ne yapacak? Fransız’ın “Fizik”ini, İngiliz’in de sel-sal ekini alıyor, al sana “Fiziksel”!), Musiki (Bu kelimenin aslı Yunanca; Musiki. Güzel sanat perileri olan “Musa”lardan mülhem. Önceleri kelime benimseniyor, meselâ “Türk Musikisi” deniyor sonra yine kompleksler başgösteriyor ve hooop, Fransız’ın “Musique”i (Müzik) imdada yetişiyor. Onun sıfatını da İngilizler’den apardığı meşhur sel-sal’la yapıyor: Müziksel!), Terim (Almış Fransız’ın “Terme” (Term)ni, hiç yorulmamış), Öz (Almış Yunan’ın Ousia (Usia)sını, hooop, öz. Öz be öz derken halkımız ne kadar da kendi malı gibi benimsiyor değil mi, ya bir de ‘has’, ‘hâlis’ gibi İslâmî (gerici!) kelimelerin eline kalsaydık. Bunun sıfatı daha da berbat, “Özsel!”), “Savun-man" (Savunan Man-Savunan Adam. Meselâ Super-man, fire-man, ombuds-man, bad-man, bar-men vs. gibi. Bir de utanmadan, salağın biri “Man”in Türkçe olduğunu oradan İngilizce’ye geçtiğini iddia etmekle, ettiğini çomakla karıştırıp ‘boncuk’ arıyor. Savun-man: Savunan-adam!) ve daha binlerce zırvayı halka kabul ettirme yolundaki zevât! Ezanı Türkçe okutabilirsiniz fakat ben daha parlak bir öneri getireceğim: Nasıl olsa, orijinal bir çeviri yapamıyorsunuz, meselâ “Felah”ın yerine koyacak birşeyiniz yok, “Ekber”, “Allah”, “Şahâdet”, “Râsul”, “Salâ” gibi kelimeleri karşılayamıyorsunuz ve Arapça’yla ilgili de bir kompleksiniz var bence onları da, İngilizce, Fransızca, Almanca, Yunanca, İtalyanca, İspanyolca, Portekizce, Rusça, Keltçe, Flamanca, Felemenkçe, İsveççe, Sırpça, Arnavutça vs. gibi dillere çevirip “Arapça” engelinden de kurtulursunuz! Hattâ, sabah ezanını italyanca, öğleyi fransızca, ikindiyi sırpça, akşamı ingilizce ve Yatsı’yı da yunanca okutup daha sonra farklı olasılıkları dener, olayı dönüşümlü hâle getirerek zenginleştirebilir, halkın muhtelif yabancı dillerin ahengini yakalamasına önayak olabilirsiniz, zâten mülti-kültür de bunu gerektirir. Ancak, sakın ha Arapça olmasın zira o çok mürtecî bir dildir, o dil dünyanın en karanlık dilidir! Aslında pek de anormal değil Bülend’in devrinde bu tür şeyler. Adı şaire çıkmış bir başbakan hem de Robert College mezunu. Ben, 1973 seçimlerinden beri Ecevit ismini hatırlarım yani aşağı yukarı 30 yıldır. O zamanlar onu önemli bir adam zannediyordum. Benim akrabalarım arasında CHP’nin âzâları vardı ve onu öve öve bitiremezlerdi. Sonraları gözlemledim ki, bırak mühim bir adam olmayı, sıradan biri kadar bile ideolojik-siyâsî-edebî-kültürel-san’atsal-dinî-felsefî-ilmî birikimi yok. Böyle birinin ve benzerlerinin bir ülkeyi yönetmesi ne kadar ısdırab verici. Aynı şahıs “Türkçe!” konuşmaya da özen gösteriyor, “şiir!” yazıyor. Şiirlerini okudum, diğer şairler adına utanç duydum, ilkokul öğrencisi ondan daha kötü yazamaz. Sonra şöyle düşündüm; bu kişi bu halkın başbakanı ise, o halkın yiyecek çok fırın ekmeği var. O nedenle, Ecevit ve âvânesinin Türkçe Ezan dayatmasını anlayabiliyorum. Onlar ancak “anlamsız metinler”le anlaşabiliyorlar ve Üst Dil-Üst Mânâ ikliminden çok ama çok uzaktalar, onların ve daha binlercesinin hakikâten nasibi yok! Yumurtalarınızı soğutacaksa Ezan’ı Türkçe okuyun / okutun! Başarılar… Dr.Hakkı AÇIKALIN(ibda külliyat)
  8. caucasus şurada bir başlık gönderdi: Din Felsefesi
    Uzun yıllar Maymun’un, İnsan’a en yakın varlık olduğu ve insanın Maymun’dan evrildiği iddiası bilimin en temel fil ayaklarından biriydi, hâlâ da öyledir. Fakat sokaktaki adamın –her konuda olduğu gibi- gözünden kaçan bir sürü ilmî gelişme var. Meselâ, son yıllarda, omurilik yapıları ve özellikleri bakımından, insanın, maymundan ziyade kediye benzediği konusunda ciddi çalışmalar ve bulgular var. Omurilik deyip geçmemek lazım, insanı ayakta tutan ve birçok refleksi yürüten en stratejik organlardan biri, o iş yapmadığı zaman apışıp kalıyor insan. Tıb ve Biyoloji bilimi bu konuları enine boyuna irdelemeye devam ediyor ve mutlaka çok ilgi çekici bulgulara ulaşacaklardır. "İnsan’la Maymun arasında ne fark vardır?” sorusuna bir çırpıda yüzlerce cevab verilebilir. Ama şöyle bir cevab, makalenin devamına ışık tutabilir: “Zehirlenen bir insan duyduğu ıstırabı ve fizikî-ruhî süreci karşısındakine anlatabiir ama zehirlenen bir maymunun size söyleyebileceği hiçbirşey yoktur, yalnızca inleyip durur.” İşte fark bu, çekilen azaba karşı verilecek tepki. Durumu Türkiye toplumuna teşmil ettiğimizde, cevabı malûm olan şu soruyu sorabiliriz: “Toplumumuz çektiği ıstırabla nasıl tepki veriyor, olanları doğru dürüst karşısındakine anlatabiliyor mu, yoksa sadece iniltili ve anlamsız sesler çıkarmakla mı yetiniyor?” Eğer cevab, “inleyip duruyor” ise, tezimizi basitçe yazabiliriz: Toplum Maymunlaşmış! Eğer bu değişim-dönüşüm ise, yakın tarihimize baktığımızda, İnsan gibi tepkiler verdiğimizden yola çıkarak bunun bir “Tersine Tekamül” olduğunu öne sürebiliriz. Toplumlar tarihinin "Köleci Toplum" aşamasında da –daha kaba bir biçimde- böyle bir maymunlaştırmayı görüyoruz. Boyunlarında tasmalarla dolaştırılan, alınıp satılabilen, mülkiyet aracı haline getirilen insanlar, “metalaştırılan insanlar”, maymunlar. Bu insanlar da inleyip duruyorlardı ve her “nâle”de kafalarına bir sopa iniyor, sırtlarında kırbaçlar şaklıyordu. Günümüzün “Modern Köleci” düzenine baktığımızda da, “öz”ü itibariyle aynı hatta daha da acımasız ancak “rafine” edilmiş bir ideolojik –siyasî- içtimaî kuşatılmışlıkla karşı karşıya olduğumuzu rahatlıkla görebiliyoruz. Maymun sadece inleyip duran bir varlık değildir, hayvan psikologları –onun görünen- “zekî”liğinin ardında kaydadeğer bir “donukluk” ve “duygusal çarpıklık” olduğunu söylüyorlar. Amerika’da yaygın olan bir espri şudur: Bir Maymun’la bir Japon’un ortak özelliği nedir? Cevab: İkisi de taklid eder! Amerikalılar, Japon teknologların “parlak zekâ” sahibi değil “en iyi taklidçiler” olduğunu iddia ederler. Maymun da, aslında insanı taklid eder, yani bir değer üretmez. Bu bağlamda maymun, mensup olduğu hayvan soyunun da gerçek bir bağlısı olamamaktadır. Havada duran, ayakları yere basmayan bir “ucube” soy gibi. Hani günümüzün “mutant” (mutasyona uğramış, soyu kırılmış) ara türleri var ya, bir bakıma öyle. Meselâ, 100 yıl önce tabiatte, ne Rotweiller, ne Pitbulls, ne Pekinois (Pekinua) ne de “Lou-Lou” köpekleri vardı, bunların hepsi “kırık-soy”lardır. Toplumumuza döndüğümüzde, aynı trajik tabloyla karşılaşıyoruz: Her bağlamda “kırık-soy”lu bir toplum. Diğer hayvanlarda da, kısmî taklidçiliğe rastlanabilir, özellikle de köpeklerde bu “kısmî” taklidçilik ileri boyuttadır ve bunun altında da köpeğin “sadakat” özelliği yatar. Fakat bu sadakat, kökleri derinlerde olan bir duygu olmaktan çok "ekmek" karşılığı bir “köksüz sadakat”tir. Yağlı bir kemik parçasıyla en babayiğit köpeğin “sadakat”ini teslim alabilirsiniz. Bu karakterin sosyolojik ifâdesi, “köpekleşme”dir, yani kemik karşılığı vazgeçilen yüce değerler, özellikle de şahsiyet ve asalet. At, Eşek, Katır ve diğer bir sürü hayvan da “güdülmeye” açıktırlar. Özünde, hayvanlar umutsuzca da olsa, insana benzemeye çalışırlar ve en ilkel ve en geri bir biçimde insanı taklid ederler. En ********* taklid biçimi ise insanın insana köle olmasıdır. Bu durumda insan, maymunun (maymunlaşarak), köpeğin (köpekleşerek), eşeğin (eşekleşerek) yerini almakta, kendi soyundan bir varlığın “mukallid”i olmaktadır. Hayvanlar Âlemi’nin "sadakat" nedir bilmeyen tek varlığı “Kedi”dir. Boşuna değildir kediye “nankör” sıfatının yakıştırılması. Kediyi kayıt altına almak imkânsızdır, istediğiniz kadar eğitin, baskı altında tutun, aç bırakın, ne yaparsanız yapın, kedi taviz vermez, hatta onu kucağınıza alıp sevmeniz bile o kadar kolay değildir. Yani kendini sevdirmekte bile cimridir. Bacaklarınıza sürtünüp mırıldamasını da sakın yanlış anlamayın, sizi çok sevdiğinden değil, size sahib çıktığındandır. Taklidçilik de yoktur kedide, hele insanı taklid etmek mümkün değil. Bu yönüyle kedi, “maymunlaşma”ya ve “köpekleşme”ye karşı önemli bir paradigmayı temsil eder. Belki de bu nedenle, omuriliği itibariyle kedi, “gerçek” insana en yakın varlıktır. O nedenle “dimdik ayakta” durabilmektedir. Yine belki aynı nedenledir ki, Eski Yunan’da, “Kedinin tırnağı, köpeğin dişinden” daha güçlüdür derlerdi. Bunu en iyi bilen de –garib bir tecelli- köpeklerdir. Kedinin tırnağıyla kör kalan köpek sayısı köpeğin dişiyle sakat kalan kedi sayısından daha fazladır. Bu nedenle, “tırnak”ın tadını bilen köpekler kedilerden çok uzak dururlar. Kuşkusuzdur ki, insanlara “kedileşme” diye bir sürece girmelerini öğütleyecek değiliz; ancak, “maymunlaşma” ve “köpekleşme”nin toplumu ne hale getirdiğini görüp, “tırnaklarını” hazır tutmalarını ve köpeklerin gözlerini oymaya âmade olmalarını salık veriyoruz. Mevcud koşullarda en tehlikeli duygu “sadakat” duygusudur. Hayrola? diyecek olunursa, köpeklerin yeni bir “ısırma” dönemine girdiğini öğrendiğimizden, tırnaklarınız keskin olsun! dr.Hakkı AÇIKALIN(ibda külliyat)
  9. olay nereden nereye geldi..islam araplaştırırmı`dan..islamda kadın falan.. bir ticaret ehli iseniz ve yapmış olduğunuz iş,azda olsa ihracat gerektiriyorsa..dünyaca kabul edilmiş olan ve dünya dili sayılan ingilizceyi(evrensel dil) öğrenmeniz şart..dil yönünden en azından bugünkü halimize bakarak araplaşmadığımızı görürüz..ALLAH ile sohbete,muhabbete girilecekse bunun arapça olmasında bir beis yok ve sadece ibadet dili öğrenilmekle araplaşılmaz... kur`an arapçası dediğimiz lisan,suud arap gramerinden çok farkıdır ve kur`an tamamen kureyş dilidir.. kur`anı türkçeleştirdiğiniz zaman,ortaya ......... bir anlam çıkar..örnek(herkesin bildiği) K`HALAKALLAHU--ALLAH yarattı(k`h-gırtlaktan gelen bir ses) HALAKALLAHU-ALLAH traş etti Bilindiği üzere Kur'an, Cenab-ı Hakk'ın Hz.Muhammed (s.a,)'e Cebrail aracılığı ile indirdiği manaya delalet eden elfazın (nazm-ı münzel'in) ismidir. Sadece mana olarak değil, Resülüllah (s.a.)'in kalbine elfazı ile indirilmiştir. Bu itibarla bu elfazdan anlaşılan ve başka lafızlarla (sözlerle) ifade edilen mana Kur'an değildir. Çünkü indirildiği elfazın dışında, hatta Arapça bile olsa, başka sözlerle ifade edilen mana Cenab-ı Hakk'ın kelamı değil, mütercimin ondan anladığı yorumdur. Oysa Kur'an kavramının içeriğinde, sadece mana değil, bir rüknü olarak onun elfazı da vardır. Nitekim: 'Şüphesiz O, alemlerin Rabbı tarafından indirilmiştir. Onu Ruhu'l-emin (Cebrail), uyarıcılardan olasın diye, senin kalbine apaçık Arap diliyle indirdi.' (Şuara 26/192-195) 'Böylece biz onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik.' (Ta-Ha 20/113) 'Korunsunlar diye dosdoğru Arapça bir Kur'an indirdik.' (Zümer, 39/28) 'Bu bilen bir toplum için, ayetleri Arapça bir Kur'an olmak üzere ayrıntılı olarak açıklanmış bir kitaptır.' (Fussilet, 41/3) gibi tam on ayrı yerde (Yusuf, 12/2; Ra'd, 13/37; Nahl, 16/103; Şura, 42/7; Zuhruf, 43/3; Ahkaf, 46/12) nazm-ı münzel'in Arapça olduğunu ifade eden ayetlerden, sadece mananın değil, elfazının da Kur'an kavramının içeriğine dahil olduğu açık ve kesin bir şekilde anlaşılmaktadır. Bu sebepledir ki, tercemesine Kur'an denilemeyeceği ve tercemesinin Kur'an hükmünde olmadığı konusunda İslam bilginleri görüş birliği içindedir. Bilindiği üzere terceme, bir sözün anlamını başka bir dilde dengi bir sözle aynen ifade etmek demektir. Oysa her dilin, başka dillerde bulunmayan (kendine ait) ifade, üslup ve anlatım özellikleri vardır. Bu yüzden, edebî ve hissî yönü bulunmayan bazı kuru ifadeler dışında, hiçbir terceme aslının yerini tutamaz ve hiçbir terceme de her bakımdan aslına tam bir uygunluk sağlanamaz. O halde, Kur'an-ı Kerim gibi, ilahî belağat ve i'cazı haiz bir kitabın aslı ile tercemesi arasındaki fark, yaratan ile yaratılan arasındaki fark kadar büyüktür. Çünkü biri Yaratan Yüce Allah'ın kelamı; diğeri ise yaratılan kulun aciz beyanı. Hiç böylesi bir tercemenin, Allah kelamının yerine konulması ve aynı hükümde tutulması mümkün olur mu? Kaldı ki, İslam dini evrensel bir dindir. Değişik dilleri konuşan bütün müslümanların ibadette ortak bir dili kullanmaları onun evrensel oluşunun bir gereğidir. Herkesin konuştuğu dil ile ibadet yapmaya kalkışması, Peygamberimizin öğrettiği ve bugüne kadar uygulana gelen şekle ters düşeceği gibi içinden çıkılmaz bir takım tartışmalara da yol açacağı muhakkaktır. Konuya ülkemiz açısından baktığımızda ise böyle bir uygulamanın dışarıda Türkiye aleyhinde, içerde ise Devlet aleyhinde bir malzeme olarak kullanılacağı, vatandaşların birlik ve beraberliğini zedeleyeceği, sonuç olarak bir takım huzursuzluklara sebebiyet vereceği dikkatten uzak tutulmamalıdır. Diğer taraftan, yüzleri aşan terceme ve meal arasından din ve vicdan hürriyetini zedelemeden, üzerinde birlik sağlanacak birisinin namazda okunmak üzere seçilmesi ve buna herkesin benimsemesi mümkün görülmemektedir. Türkçe namaz ile Türkçe dua birbirine karıştırılmamalıdır. Çünkü dua kulun Allah'tan istekte bulunmasıdır. Bunun ise herkesin konuştuğu dil ile yapılmasından daha tabii bir şey olamaz ve zaten genelde de ülkemizde Türkçe dua yapılmaktadır.
  10. birde ``RAHMAN``suresine bakınız...belki daha iyi anlatır
  11. pardon merak ettim...ezan türkçe okunursa camiye falanmı gideceksiniz..?yada ``islam ALLAH ile kul arasındadır diyen peydahlar,ALLAH ın sıfatlarından haberdarmı..?kaç hadis veya kaç sure biliyorlar..?islami terimlerin nekadarından haberdarlar..?peygamber-nebi-resul anlamları biliniyormu..?gibi..gibi..gibi.. babana baba yada peder demeyeceksin baba-ebu kökünden gelir ve arapçadır peder-farsca..gibi..gibi.. konuyu ehline sorun yada o kunuda ehil olduktan sonra konuşun.. FATİH,İSTANBULUN SURLARINI TOPLARLA DÖVERKEN,İÇERDEKİ DİNİ VE SOSYAL GEYİK ŞÖYLEYMİŞ-MELEKLER ERKEKMİ DİŞİMİ .....?- yani önce öğren sonra konuş-eywallah
  12. islam=teslim müslüman=teslim olmuş...anlamları bunlar yıllardır islamiyet hakkında konuşuldu,yaşamadığı şey hakkında ahkam kesen din papazları,mensup olduğu vakıf yada dernekler tarafından beslenen din alimleri...hatta bunlarla yetinilmedi,zeker beyaz-kaşar nuri...vs gibi modern(!)hocalar türetildi... kheof tan çalınma helen-mist hikayeler-islama uyarlanıp menkıbe haline getirildi senin diyanet dediğin şey,t.c ve ona bağlı yasama-yürütme-yargı gibi tüm unsurları temsil eder..herhangi bir ülkede diyanetin teklifinin kabul edilmesi demek,T.C nin kanununu kabul etmek demektir..milli görüş,yada herhangi bir sivil kuruluş ise kendi tüzüğü ile hareket ettiği için,yani t.c den bağımsız olduğu için kabul görür.. camilere sahip çıkılması sence nekadar abzürd ise,belçika-holanda-italya ve almanya gibi ükelerde..PKK-TKPML-DHKPC vs illegal örgütlere kucak açılması ve şevkatle kucaklanmasıda aynı derecede abzürd buda aynı şekilde,tc ve onun temsil ettiği şeylerin dışında. kilise desteği ile açılan camiler dedin..hanoower ın en yetkili din adamı(rodchmaer)``AVRUPADA VE ÖZELLİKLE ALMANYADA,YENİ NESLİN TAMAMEN AHLAK DIŞI BİR YAŞAM BİÇİMİNİ TERCİH EDİYOR OLMASI TANRININ DEĞİL BİZİM SUÇUMUZDUR..!!OLAYI KADERİN AKIŞINA BIRAKMAK YERİNE,ŞU AN MEWCUT OLAN BÜTÜN DİN OLUŞUMLARINI AYAKTA TUTMALIYIZ,ZİRA IRK IN GELECEĞİ AHLAKA VE AHLAKTA KESİNLİKLE DİNE BAĞLI BİR YAPIYI TEŞKİL EDER``demiş. aynı şekilde türkiyede diğer dinlerin yapılanmasına müsaade ediliyor,aynen osmanlıda olduğu gibi..
  13. caucasus şurada cevap verdi: s_malaz başlık Din Felsefesi
    e iyide,bunlar zaten ayetlere ve kurana``SAFSATA``diyorlar bu ilk çağlardaki(cahil)türklerin yaradılış destanı Yer gök hiç bir şey yokken dünya uçsuz bucaksız sulardan ibaretti. Tanrı Ülgen bu uçsuz bucaksız dünyada durmadan uçuyordu. Göklerden gelen bir ses Tanrı Ülgen'e denizden çıkan taşı tutmasını söyledi. Göğün emri ile oturacak yer bulan Tanrı Ülgen artık yaratma zamanı geldi diye düşünerek şöyle dedi : Bir dünya istiyorum, bir soyla yaratayım Bu dünya nasıl olsun, ne boyla yaratayım Bunun çaresi nedir, ne yolla yaratayımş Su içinde yaşayan Ak Ana,su yüzünde göründü ve Tanrı Ülgen'e şöyle dedi : Yaratmak istiyorsan Ülgen, Yaratıcı olarak şu kutsal sözü öğren : De ki hep," yaptım oldu " başka bir şey söyleme. Hele yaratır iken,"yaptım olmadı" deme. Ak Ana bunları söyledi ve kayboldu. Tanrı Ülgen'in kulağından bu buyruk hiç gitmedi . insana da bu öğüdü iletmekten bıkmadı : " Dinleyin ey insanlar, varı yok demeyin. Varlığa yok deyip de, yok olup da gitmeyiniz." Tanrı Ülgen yere bakarak : " Yaratılsın yer!" Göğe bakarak "Yaratılsın Gök!" Bu buyruklar verilince yer ve gök yaratılmış. Tanrı Ülgen çok büyük üç balık yaratmış ve dünya bu balıkların üzerine konmuş. Böylece dünya gezer olmamış bir yerde sabit olmuş.Tanrı Ülgen balıkların kımıldadıklarında dünyaya su kaplamasın diye Mandı şire'ye balıkları denetleme görevi vermiş. Tanrı Ülgen, dünyayı yarattıktan sonra tepesi aya güneşe değen etekleri dünyaya değmeğen büyük Altın Dağın başına geçip oturmuş.Dünya altı günde yaratılmışdı, yedinci günde ise Tanrı Ülgen uyumuş kalmışdı. Uyandığında neler yarattım diye baktı: Ayla güneşden başka fazladan dokuz dünya birer cehennem ile bir de yer yaratmıştı. Günlerden bir gün Tanrı Ülgen denizde yüzen bir toprak parçacığı üzerinde bir parça kil gördü" insanoğlu bu olsun, insana olsun baba." dedi ve toprak üstündeki kil birden insan oldu. Tanrı Ülgen bu ilk insana "Erlik" adını verdi ve onu kardeşi kabul etti. Ancak Erlik'in yüreği kıskançlık ve hırsla doluydu. Tanrı Ülgen gibi güçlü ve yaratıcı olmadığı için öfkelendi. Tanrı Ülgen, kemikleri kamıştan, etleri topraktan yedi insan yarattı. Erlik'in yarattığı dünyaya zarar vereceğini düşünerek insanı korumak üzere Mandışire adlı bir kahraman yarattıktan sonra yedi insanın kulaklarından üfleyerek can, burunlarından üfleyerek başlarına akıl verdi.Tanrı Ülgen insanları idare etmek üzere May-Tere'yi yarattı ve onu insanoğlunun başına han yaptı. ------------------------------ buda apache destanı Baslangiçta hiç bir şeyin varolmadığı zamanda--- Her yer bo?suktu hiçbirsey yoktu -Toprak ,gökyüzü ,günes ,ay hiçbirsey yoktu ,yalnızca karanlık vadı heryerde. Birdenbire karanlıkların içinden yuvarlak bir cisim belirdi, birtarafı satı digertarafı beyaz Karanlığın ortasıda asılı gibi görünüyordu.bu cisimin içinde kücük sakallı bir adam oturmuştu, Yaratıcı,birşeyin üzerinde uzun süren bir uykudan uyanmış gibiydi her iki eliyle birden gözlerini ovaladı. Sonsuz karanlığın içine baktığında ,ışığı gördü.aşagı doğru baktığında ışık denizi oluşmuştu. doğuda şafaktan sarı bir yol yarattı . batıda ,heryerde birçok renk ve tonları oluştu. Orada bircok rek bulutlar olustu. Yaratıcı terli yüzünü sildi ve ellerini birbirine ovusturdu ve onları aşağıya doğru uzattı. Farkına vardı ki! Parlayan bulutun üzerinde küçük bir kız oturuyordu. “Ayağa kalk ve bana nereye gittiğini söyle?” diye sordu Yaratıcı. Fakat kız ona cevap vermedi. O yine gözerini ovaladı ve sağ elini kıza uzattı . “ Nereden geliyorsun?” diye sordu kız onun elini yakalayarak. “ Doğudan ,ışığın olduğu yerden ” diyerek cavaplayıp onun bulutuna adımını attı. “ Dünya nerede?” diye sordu kız. “ Gökyüzü nerede? “ diye sordu adam ve soğukkanlı bir şekilde “ Düsünüyorum, düsünüyorum , düsünüyorum simdi ne yaratabilirim” dört kez söyledi sihirli kelimeyi . Yaratıcı yüzünü temizledi ve ellerini oğuşturdu yeniden ve genişce açtı kollarını .onlardan önce ayağa dikildi Güneş Tanrısı . yaratıcı sildi terli alnını ve ellerinden,avuçlarının arasından küçük bir cocuk düstü. Her dört tanrıda otudular küçük bulutun üzerinde. “ simdi sıradaki yaratacağımız şey ne olabilir ? “ diye sordu Yaratıcı. “ Bu bulut dördümüzün yasaması için cok küçük” Sonra Tarantulayı ,Büyük dalıcıyı,simşek yapıcıyı,ve Işıltılı Gürültüyü ve batı bulutunu yarattı. Yaratıcı konuştu “ simdide Dünya’yı yaratalım ,Düşünüyorum dünyayı ,dünya,dünya ,düşünüyorum dünya’yı “ diyerek dört kez tekrarladı sihirli kelimeyi . Dördü birden ellerini salladılar terleri birbirine karıştı ve Yaratıcı avuç içilerini ovuşturdu. Ve birden fasulyeden büyük olmayan küçük kahverengi bir top olu olusurdu. Yaratıcı oluşturduğu topa vurdu ve top biraz büyüdü, kücük kız vurdu biraz daha genişledi ve büyüdü.Güneş-tanrı ve küçük-cocuk alıp daha da sert vurdular ve top dahada büyüdü. Yaratıcı topun içine girip esmelerini söyledi rüzgarlara. Tarantula siyah ağını ördü ve ve onu iliştirdi büyümüş topa,ve hızlıca doğuya doğru süründü ve kahverengi ipi olanca gücüyle cekti. Ve aynı işlemi mavi iple güneye,sarı iple batıya ,ve beyaz iplede kuzeye doğru tekrarladı. Kahverengi top ölcülemez biçimde büyüdü ve genişledi ve dünya oluştu ! Tepeler ,daglar ve nehirler yoktu; yalnızca düzlük agaçsız kahverengi bir görüntüsü vardı. Yaratıcı gögsünü gerdi parmaklarını ovaladı ve Sinek kusunu ortaya çıkardı. “Kuzeye, güneye,doğuya ve batıya uç ve bize neler gördüğünü söyle” dedi Yaratıcı. “Hersey iyi” oldu, Sinek kuşunun dönüşündeki raporu.” Batı kıyısındaki su ile beraber dünya inanılmaz güzel” Fakat dünya saga sola yukarı aşağı danseder gibi haraket etmekteydi, bunun üzerine Yaratıcı dört adet - sarı ,yeşil,siyah ve bayaz- dev boyutta direk yaptı ve dünyayaı onların üzerine yerleştirdi.onların bulunduğu yer dünyanın en önemli noktalarıydı ve rüzgar taşıyordu onları.Dünya simdi oturmustu. Y aratıcının şarkısı “ dünya şimdi oldu ve şimdi oturdu yerine” nı dört kez tekrarladı. Sonra başladı gökyüzü şarkısına hiçbişey yaşamıyordu,fakat birşey olmalı diye düşündü ,dört kez tekrarlanan şarkısından sonra ,28 kişi ortaya çıktı gökyünü yaratmaya yardım etmek için dünyanın üzerinde.Yaratıcı ilahiler söyledi dünyanın ve gökyüzünün bu şefleri hakkında. Işık yapıcıyı dünyayı cevrelemesi,daire içine alması için gönderdi, o döndüğünde yanında üç tane kaba saba yaratık vardı.iki kız ve bir erkek cocuğu bulmuştu turkuaz bir deniz kabuğunun içinde. Gözleri,kulakları,burunları saçları yoktu,yalnızca kol ve bacakları vardı fakat parmakları yoktu. Güneş tanrısı onları tekrar pismeleri (olgunlaşmaları) için fırına gibi biryere gönderdi.Yetim kız üzerlerini dört ağır bulutla örttü.batı giriSine kırmızı kutsal buluttan bir battaniye yerleştirildi. Fırının içinde dört taş ısıtıldı.Üç şekilsiz yaratıkta içerideydi.Diğerileride dışarıda iyileşmeleri için şarkı söylüyorlardı ve bu pişirme işlemi bitene dek sürdü.Sihirli kırmızı buluttan battaniyenin üzerindeki üç yabancı dışarıya cıktılar. Yaratıcı onlara parmak,burun ,göz,kulak,ağız,saç verdi Yaratıcı oğlana gökyüzü-cocuk ismini verdi ve onu gökyüzü insanlarının şefi yaptı.Kız çocuklarından birine Yeryüzü-kız ismini verdi,o dünyanın ve ürünlerinin kontrolünden sorumlu kılındı. Diğer kız cocuğunun ismide Polen-kız oldu. Görevide dünya insanlarının sağlığından sorumlu idi. Dünyanın düz ve verimsiz olduğundan beri ,Yaratıcı hayvanları,kuşları ,ağaçları ve tepeleri yaratmanın eğlenceli olduğunu düşünmüştü.Güvercini dünyanın nasıl göründüğüne bakması için görevlendirdi,dört gün sonra döndüğünde “Dünyanın hertarafı çok güzel ancak bundan dört gün sonra dünyanın diğer tarafından çok kuvetli bir su baskını bir tufan kopacak. Yaratıcı çok kısa çam ağaçları yarattı . Yetim –kız ağaçtan birkafes yaptı ve onu çam sakızı ile kapladı ,büyük ve sıkı bir top gibi. Dört gün sonra büyük tufan geldi.Yaratıcı ve 28 yardımcısı bulutların üzerine gitti. Yetim –kız kalan diğerlerini içi boş top şeklindeki kafesin içine yerleştirdi.ve tepesinide sıkıca kappattı. 12 gün sonra sular çekilince sularda yüzen top bir tepenin üzerinde durdu.tufan suları dünyanın yüzeyinde vadilerin dağların ve tepelerin oluşmasını sağlamıştı.Yetim-kız tanrıları serbest bıraktı ve Yaratıcı ile bulu?tular bu sürede digerleride(Yaratıcı ve 28 yardımcısı) gökyüzünün oluşmasını tamamlamışlardı. İki bulut ile birlikte alçaldılar vadinin aşağılarına Yetim-kız topladı hepsini yaratıcıyı dinlemeleri için. “Sizlerden ayrılma zamanım geldi.”diyerek ba?ladı Yaratıcı sözlerine. “Herbirinizin mükemmel ve mutlu bir dünya yaratmanızı arzuluyorum.” “Sen Işıldayan -gürültü bütün sulardan ve bulutlardan sorumlusun.” “Sen Gökyüzü –cocuk ,tüm gökyüzü kabilesinden sorumlusun.” “Sen Toprak-kızı bütün yeryüzü insanları ve ürünlerinden sorumlusun.” “Sen Polen-kız sen tüm insanlığın saglıklı olması için rehberlik edeceksin.” “Sen Öksüz –Kız sana bırakıyorum tüm yetkimi.” Ve sonra Yartıcı Öksüz –kız’a döndü ve birlikte ellerini ve ayaklarını ovalamaya başladılar ,güçlü ve hızlıca aşagıya doğru salladılar.Birdenbire aralarında büyük bir odun yığını oluştu ve Yaratıcı ellerini onun üzerine salladı ve ateş yanmaya başladı. Büyük bir duman bulutu olu?tu ve gökyüzüne doğru haraket etti ve Y aratıcı gözden kayboldu.diğer Tanrılarda başka bir duman bulutu üstünde onu izlediler ve 28 yardımcısı ile birlikte Yaratıcı dünyadan ayrıldı. Güne?-Tanrı doğuya gitti ve güneşle seyaha etmeye başladı.Öksüz-kız batı ya doğru gitti ve uzak ufuklarda yaşamaya başladı.Küçük cocuk ve Polen-kız bulutlardan ev yaptılar güneye.Büyük Dalıcı halen bile geceleri gökyüzünün kuzeyinde görülebilir ve herşey için güvenli bir kılavuz olarak. geronimo lonely eagle ------------------------- -------------------------------- ha.!! bir ayet daha vardı...LEKUM DİNİKUM VELİYEDİN..!!!
  14. caucasus şurada cevap verdi: s_malaz başlık Din Felsefesi
    ALLAH varmıdır..?nedir?nasıldır?varsa kanıt...yaklaşık 110 yıldır ortaya sırf kafa karıştırmak için atılan ve sadece darwin(yahudidir)teorisine..dikkat teori..inanmak isteyenlerin inançsızlık sistemi.. ara form nerede..? geçiş süreci neden durdu..? tek hücre-balık-kavak-primat-insan..açıklanmadı-belgelerle-..? cewap verin darwinist olayım... lakin,şu an mewcut dinlerin tamamının kutsal kabul ettiği kitaplarda sadece tek yaradılıştan söz ediliyor.. bunu oku..!! Hıristiyan inanışına olan bağlılığını yitirdiğini itiraf eden ve bir agnostik (bilinemezci) olduğunu açıkça belirten Charles Darwin gibi biri sizce nereye gömülür? Darwin 19 Nisan 1882'de öldüğünde, ailesi onu bölgedeki bir kilise avlusuna, çocuklarının mezarlarının yanına gömmeyi düşünüyordu. Ne var ki, aynı düşünceyi paylaşmayan bazıları çarçabuk harekete geçerek, önde gelen bilim insanları ve hükümet üyelerini ikna çalışmasına girişti. Amaçları, bu kişileri biraraya getirip İngiltere'nin ünlü kilisesi Westminster Abbey'nin baş rahibinden Darwin'in buraya gömülmesini rica etmelerini sağlamaktı. Baş Rahip George Granville Bradley, “gerekli onayın canı gönülden verileceği”ni bildirdi. Böylece, agnostik olan Darwin 26 Nisan günü öğleden sonra Westminster Abbey'ye gömüldü. Tabutunu taşıyanlar arasında eski dostu botanikçi Joseph Hooker, yazılarıyla Darwin'i kendi kuramını yayımlamaya yönelten genç doğabilimci Alfred Russel Wallace ve ABD'nin İngiltere büyükelçisi James Russell Lowell da vardı. Darwin bu kilisenin “Bilginler Köşesi” olarak bilinen bölümünde, Sir Isaac Newton'un gömülü olduğu yerin birkaç metre ötesinde ve astronom Sir John Herschel'in yanı başında yatıyor. Darwin, yeryüzündeki canlı türlerinin değişimini betimlemek için “gizemlerin gizemi” tanımlamasını ortaya atan büyük filozof Herschel'e, Türlerin Kökeni kitabının girişinde göndermede bulunmuştu. —Patricia Kellogg bu kanıt olabilirmi..?ewet
  15. caucasus şurada bir başlık gönderdi: Din Felsefesi
    İlm-i Ledün... “Ledünnî ilim, Allah’tan ilhâm yoluyla mânâlar kavramak işi... İbadet, ukubât ve muamelâta ait ŞER’î meselelerde olduğu gibi LEDÜNNî mahiyetteki meselelerde de her mevzuu, kendi “usűl, esas ve kurallarıyla” ele alınabilir... Bu hakikate binaen, Şer’î olmayan mevzuuların dindeki ölçü ve ölçülendirmelere nisbeti, her mevzuun kendine mahsus keyfiyetine göredir” (7) Kıyamete kadar karşılaşılacak bütün meselelerin çözümleri HAK DİN’de saklı olduğuna göre, zamanın meselelerinde bunu ortaya çıkarmak vazifemizdir... Zamanın kendine ait meselelerini çözmek, ancak dindeki gizliliklerin açık edilmesiyle mümkündür. Bu meseleler, “ibadet, ukubât ve muamelâta” dair işler olmayabilir. Esasen mesele pek de bunlar değildir. Çünkü bu meseleler zamanında açıklanmış, içtihad gerektiren hususlarda içtihad yapılmıştır. Günümüzde sorun, ledünnî mahiyetteki meselelerin çözülmesidir; Şer’î olmayan mevzuuların dindeki ölçü ve ölçülendirmelere nisbetinin gösterilmesidir. Asıl mesele budur. Yoksa, iman esaslarında, namazın kaç vakit ve kaç rekat olduğunda, içki içene, zina edene verilecek cezada, akitlerin nasıl olacağında bir ihtilaf yoktur. Sorun; ledünnî mahiyetteki meselelerdir; Ledünnî ilmin, Şer’î ilimlere nisbeti ve insan ve toplum meselelerine tatbikidir... İlm-i ledün’ün zarurî olduğuna dair bir ölçüyü nakledelim: Allah Resûlü, kendi sözleri üzerine aşılanmayan ağaçlarda hurma olmaması üzerine şöyle buyurur: “__ Hurmaları aşılayınız... Sizler dünyanın işlerini benden daha iyi bilirsiniz!...” Parakutâ’dan özetlersek: Dünyanın tecrübî işlerinde bâtından haber vermenin olmayışı ve Şeriat’ın emri gereği dünyalık verimlerini devşirmenin şart oluşu... Dolayısıyla “tatbik fikri”nin gerekliliği.... Sefilliği nisbetinde, ahiretin tarlası olduğu için dünyaya ehemmiyet verilmesi, yani dünya işlerini terkedip, dünya meselelerinden uzak yaşamanın men edilmesi... Ve, bütün ilimlerin kullandığı “tecrübe”nin, “tatbit mevzuu” olarak zarureti.... Hz.Ali buyuruyor: “Tecrübe, fayda ile birlikte, ayrı bir ilimdir”... Ve “İslâmî hükümlerin doğru olarak “uygulanma şekilleri” kendisinin devamı olan “kurtuluş yolcusu” için, “tecrübî hüküm”dür: Ve zincir, her biri kendi zamanını bütünleyerek gider.” “Hükmün doğru tatbiki”nden bahis, onun malûm oluşudur. Bu malûm oluşta, bazen hüküm görünür, bazen de hükmün mânâsı... “Topluluk hakikati’nden olan her “tecrübî hüküm” uygulandığı an da, bu tatbik İslâmî’dir, KURTULUŞ YOLU’dur.” Aktarmaya çalıştığımız bu özetten de anlaşılacağı üzere, ilm-i ledün, Şeriatın tatbikiyle doğrudan ilişkili ve ancak “tecrübî hüküm”lerle Kurtuluş Yolu çizgisi kesintisiz devam edebilmekte... Demek ki, Kurtuluş Yolu’nun yürümesi için ilm-i ledün şart... Nesne ile nesneye bakan göz farkında olduğu gibi, ilm-i ledün ürünü olan “Tatbik Fikri” şart... Bakış işi, bu bakışı ölçülendirme işi... Te’vil ve tatbik işi... Tatbik; tecrübe işi... Yani, ilm-i ledün... “Şer’î olmayan mevzuuların dindeki ölçü ve ölçülendirmelere nisbetini getirebilmek... İşte mesele bu!... mevzu uzmanı-kazım gökbayrak:)
  16. caucasus şurada bir başlık gönderdi: Felsefe
    Savaş, zorunlu olduğunda hep haklı bir savaştır ve silah eğer ezilenlerin biricik umuduysa, kutsaldır. Başka çare kalmayınca kuvvet haktır ve başka bir ümit kalmayınca silah mukaddes bir cihad vasıtasıdır. Biri kaldırır umuduyla insan kendisini düşmeye bırakmaz Bir hükümdar için en iyi, kesin ve kalıcı savunma, bizzat şahsına ve yürekliliğine dayanan savunmadır. Bir hükümdarın yeteneğine değer biçilmek istendiğinde, buna öncelikle etrafındakilere bakarak karar verilir. Hükümdarı hor gördürecek şeyler: Tutarsız, ciddiyetsiz, kadınsı, ödlek ve kararsız görünmektir. İntikamını almada kararlı ve sağlam birisi eğer hükümdarı öldürmeye karar verdiyse hükümdar için ölüm kaçınılmazdır; zira kim ki kendi hayatını hiçe sayıyorsa başka hayatların efendisidir. Talih kadındır, ancak zora ve cesarete baş eğer. İnsanları kazanmayı ve onları mahvetmeyi çok iyi biliyordu.(Bir dükayı tanımlarken kullandığı ifade) Her zaman iyi bir insan olarak tanınmayı isteyen kişi, kötü insanların arasında yok olmaya mahkumdur. İnsanlar kendilerine verilen küçük çaplı zararlardan intikam almaya kalkarlar, ama verilen zarar çok ağır olduğunda buna kalkışmazlar; bundan da şu sonuç çıkar: Bir insana zarar verilmesi söz konusu olduğunda, bunu söz konusu kişinin intikam almasının imkansız kılacak biçimde gerçekleştirmek gerekir. Fethedilen devletler kendi yasaları altında özgür olarak yaşama geleneğine sahipseler, fatih hükümdarın buraları elinde tutmak için izleyeceği üç yol vardır: Birincisi, buraları yakıp yıkmaktır; ikincisi bizzat oraya gidip yerleşmektir; üçüncüsü ise fethedilen devletlerin yasalarını olduğu gibi bırakıp burayı sadece vergiye bağlamakla yetinip, halkın sadakatini sağlamak üzere de, kalabalık olmayan bir yönetim kadrosu kurmaktır. Benden--başka söze ne hacet...sağolasın mach usta
  17. merhaba Panteizm (Pan: Bütün-Theos: Allah. Yani bütün herşey Allah’tan bir parçadır eşdeyişle, herşeyin toplamı Allah’tır) fikri Kadîm Yunan’ın ortaya koyduğu bir fikir olup, bir taraftan yanlış anlaşılmış diğer yandan da, çok ince bir yanlışı içinde barındırmıştır. Yanlış anlaşılmıştır çünkü, düz ve dolayısıyla da yanlış mantık, Allah’ın bir sürü (sayısız) parçaya bölünerek, kâinatı kapsadığına ve dolayısıyla bütün parçaların birleşmesiyle Allah’ın oluşacağına hükmedilmiştir ki, İslâm bu tezi, "Allah âlemlerden berîdir" nassıyla boşa düşürür. Oysa, “Pantheon” (Bütün İlâhlar) kavramı Mitolojik kökenlidir ve Olympos ilâhlarını kasden kullanılır, yani felsefî menşeinde mitoloji vardır, öte yandan son resûllerin gelmediği bir dönemde Kadîm Yunan’da ortaya atılan “Pantheizm” tezi ve fikri, izâfî olarak ileri bir fikir olarak kabul edilebilir. En nihâyetinde Platoniyen devrin de Olympos din-ideolojisinin etkisi altında olduğunu kabul edersek, Pantheizm’in aslında, Olimpik ilâhlar referans alınarak, Politheist (çok ilâhlı) bir safhadan, Monotheist (tek ilâhlı) bir safhaya sıçrama vasıtası olduğunu görürüz. Hak Din’in tüm insanlık tarihi boyunca ve başka başka peygamberlerin bayraktarlığında daima mevcudiyeti, bunun da “mitolojik” olsa bile her devrenin kainat tasavvurunda bir payı olduğu unutulmamak kaydıyla tabiî. Nedense bu durum genelde es geçilmiş ve devrî “bağlam”ından kopuk ele alınmış ve durup dururken monotheist bir vetirenin başladığı intibâı verilmiştir / alınmıştır. Bütün zamanlarda içerdiği yanlış ise, bir sürü parçanın birleşmesiyle, tek “ideal” bütünün (Allah’ın) elde edilemeyeceği hakikatidir. Evet, varlık Allah’tandır (mânâ buuduyla) ama, bu mânâların yekűnu Allah etmez. Çünkü, Meryem Suresi, 31. Ayet’te de belirtildiği üzere, "Allah birşeyi halketmek istediğinde ona yalnızca “Kün” der, o hemen oluverir". Bu bakımdan Allah her ân yeni bir “şe’n-iş”te, doğurmamış ve doğurulmamış iken, parçalar mahlûk, fânî ve “ikincil”dirler (secondary), bu sebeble çok kolay bir bakışla panteizm çürür. Hadid suresi de, “Hüve’l evvelü ve’l âhiru vezzâhiru ve’l bâtın” diyerek, mahlûk’u Hâlık’tan mutlak-keskin çizgilerle tefrik eder. Teşbihte hata olmaz, Su’yun birçok formu vardır, örneğin donar ve buza dönüşür, oluşturduğu form (fizik) ve içinde bulunduğu hâl (kimya) itibâriyle su ve buz birbirlerinden farklıdır ancak özde her ikisi de ‘su’dur, buzdan bir kule, ısı değişimiyle erir, su olur, aslına rücû eder. Yani, ‘Su’ hakikatine nisbetle ‘buz’, ‘sanal-hayalî’dir. Kezâ, aslı olan ‘gaz’a nisbetle de ‘su’ ‘sanal-hayalî’dir, buharlaşır ve uçar. Bu durum, tamamen aynı olmamakla birlikte, varlığın lâtif tekvin (genesis) katmanlaşmasına benzetilebilir, zira işin sırrına tam vâkıf olmak için herhâlde ‘Kader’ (Πεπρωμένα-Peprom¨Ίn) ve ‘Vahdet’ Ένότης (Ênôtis), ilimlerini bihakkın bilmek lâzım gelir ki, bu devâsa bir fikrî aksiyonu gerektirir.Tasavvuf’un en kesif ve karmaşık (kompleks) mevzularından biri “Vahdet-i Vücud” “Ένότης τον ύπάρχων" (Ênôtis ton Îpârhon) konusudur. Orthodoks hristiyanlığın bir cemaati olan “Eski Takvimciler” bu durumu “Allah’ın vahdeti” (Eνιαΐον τού Θεού-Ênieon tü Theü) biçiminde ifâde ediyorlar. Aslında onların bu kavramdan muradı, Tasavvuf’taki, “Fenâfillah”a (Allah’ın varlığında fânî olma-έξόντωςις εν τελει [Êksôndosis en teli-Nihaî fânî oluş]) benzer yani "Allah’ın vahdeti" yegâne hakikattir ve "ikincil" varlık (mahlûk), Mutlak Varlık’ın (Allah-Oν Εξάπαντος [On Eksâpandos]) vahdetinde fenâ bulur. Bir farkla ki, Eski Takvimciler, tâlî varlığı insan gözünün (algısının) bir illüzyonu (yanılsaması) olarak yani sanal olarak kabul ederler, görünür-görünmez hakikat ise yalnızca "Allah’ın vahdeti"dir (Eνιαΐον τού Θεού- Ênieon tü Theü). Takvimciler, "Allah’ın Vahdeti"nin hakikî mânâda anlaşılabilmesi için, “Έν Έτει Σωτηρίω”yu (Ên Êti Sotirîo-Kurtarıcı’nın-Hz. İsa’nın devri içinde, Mesih’in gelişinden sonra) beklerler. Vahdet-i Vücud mektebine göre, Allah’ın varlığından başka “hakikî” varlık yoktur, Tabiat ve eşyanın varlığı ancak Allah’ın varlığıyla kaim ve daimdir. Bu mânâda, Kâinat ve eşya (nesneler) Allah’ın bir tecellisinden ibârettir. Allah ile kâinat asla “aynî-özdeş” (Όμοιον-Ômion) değildir, kâinatın bidâyetinde (bidâyette-Άρχή [Ârhî]), formdan (morfos), maddeden (îli), nitelikten (keyfiyetten-ίδιότης [îdiôtis]-προσόν [prosôn]) ve nicelikten (kemiyetten-προσότης [prosôtis]), zamandan (χρόνος [hrônos]) ve uzaydan (mekândan-διάστημα [diâstima] münezzeh bir Gaib-i Mutlak (Εξάπαντος Аγνωστός- Eksâpandos Agnostôs veya Εξάπαντος Άόρατος [Eksâpandos Âôratos]) mevcuttur, Kadîm Yunan’ın bazı filozofları buna ‘Khaos’ da derler ki, bu mânâda ‘Khaos’ (Haos), kargaşa ve düzensizlik değil bilâkis düzen ve sistemdir. Khaos’u ‘kargaşa’ olarak niteleyenler modern ilmin (fiziğin) ‘Big Bang’ (Büyük patlama) teorisine gönderme yapmakta ve bu ‘denenemez’, ‘sınanamaz’ (ampirik-görgül olmayan) dönemi, bir kargaşa dönemi ilân etmektedirler ki, bu İslâmî verilerden bihaber olmanın bir tezâhürüdür. Aynı ‘hastalık’, bazı İslâmî çevrelere de sirâyet etmiş durumdadır. Tekrarda yarar var, khaos ‘sistem’dir, ‘sistemsizlik’ değil. Bu safha tedricen nesnelleşerek (görgülleşerek), Bâtın’dan (έσωτερικός-êsoterikôs) zâhir’e (προστάτης-prostâtis veya έξωτερικός-êksoterikôs), doğru muhtelif varlıklar biçiminde (örn. Ruhlar, melâike, cisimler vs…) doğru gelişir, yayılır. Yani, Allah ve tecellisi aynı değildir, Allah tecellisinden berîdir. İşte, bilerek yahut bilmeyerek Pantheizm’den bahsedenlerin yaklaşmak istedikleri (özellikle Platonas-Platon (Aristokles)) buydu, fakat çıkış noktası belki "vahdet-i vücud" iken, başka bir noktaya, muhtemelen “Vahdet-i Mevcud" (Ένότης τον Όντα- Ênôtis ton Ônda) neticesine ulaşılmıştır. Buna göre, görünen herşey Allah’tır. Ebedî kâinat, ihtivâ ettiği eşyayla birlikte Allah’tan ibârettir. Bu teoride, Allah ve kâinat “özdeş”tir ki, bu panteizm’dir. kaynak-ısus theodorus(ibda külliyat) Ve bir vakit: "Ey Musa, biz allah'ı açıkça görmedikçe, senin sözüne kesinlikle inanmayacağız." dediniz. Bunun üzerine sizi o yıldırım yakalayıverdi; siz de bakakalmıştınız.(bakara/55)
  18. 1-din nedir..? 2-inanılması zorunlu olan birşey midir..? 3-inanmazsak bir yaptırım varmıdır..? 4-yaptırım hakkı kimdedir..? ------------------------------ ateistler(kafirler)neden herzaman islamı baz alırlar..?hristiyanlar,museviler,budistler,karmacılar,hindular...vs.vs.vs uzar gider bugüne bakalım,ırak-çeçenya-eritre-moro-darfur-ogadin-bosna-d.türkistan-filistin-açe-afganistan..ve daha nicesi,hristiyan-musevi-budist ve onlar gibi diğer dinlerin(!)mensupları tarafından insanlık tarihinde görülmemiş şekilde şiddete maruz kalıyorlar(ırza geçme-toplu tecavüz partileri-canlı canlı yakma-sübyancılık-organ ticareti-işkence) sayın yamyam..yazıdaki amaç,çocukların sanal dünyasını korumakmı yoksa kesilen küçük-büyük baş hayvanları savunmakmı yada haci diye telafuz ettiğiniz kişiyi genel olarakmı canlandırdınız..? belkide haklısınız,1874 yılında abd nin birçok kasabasında kasaplarda satılan kızılderili etini gören yada tadan ozamanın çocukları şimdinin bushu-rumsfeldi yada putin-xianı olmuşlardır.. islamiyeti iyice raştırın,müslümanım diyen bir kişinin yapmış olduğu aykırılık ne beni nede diğer hiçbir müslümanı bağlamaz.. bazı yunan entellektüelleri..şöyle derler "Bizim yol göstericimiz (saidimiz) hem Dias yani Zeus, hem Theos (Allah), hem İsus (Hz. İsa) hem de Dionysos’tur derler. Bundan murad, biz hem mitolojiye, hem Hristiyanlığa, hem tek ilâha, hem çok ilâha, hem ısdıraba (çarmıhtan dolayı), hem de eğlenceye ve esrimeye (maniye) meyyaliz" sen dinsiz-kafir yada ateist olmakta serbestsin,hiçkimsenin sana karşı bir yaptırımı olamaz Doğrusu Allah katında din, İslam'dır. O kitap verilenlerin ayrılığa düşmesiise sırf kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki ihtirastandır. Her kim de Allah'ın ayetlerini inkar ederse, şüphe yok ki Allah, hesabı çabuk görendir. (al-i imran/19) Ve kendi dininize uyanlardan başkasına aman vermeyin." De ki: "Muhakkak doğru yol, Allah'ın yoludur, size verilen gibisi başka birine veriliyor veya Rabbinizin katında size üstün gelecek diye midir bu? De ki: "Doğrusu nimet Allah'ın elindedir, onu dilediğine verir ve Allah, nimeti bol olan, herşeyi bilendir. (al-i imran/73) Her kim İslam'dan başka bir din ararsa asla kabul edilmez ve o, ahirette hüsrana uğrayanlardan olur(al-i imran/85) Allah, her kimi doğru yola erdirmek isterse, onun gönlünü islama açar. Her kimi de sapıklığa bırakmak isterse onun kalbini daraltır, öyle sıkıştırır ki, sanırsın öfkesinden göğe çıkacak. Allah imana gelmeyenleri o murdarlık içinde hep böyle bırakır. (ena/125) Bu islamiyet, doğrudan doğruya Rabbinin yoludur. Gerçekten aklını başına alacak bir kavme ayetleri ayrıntılarıyla açıkladık. (enam/126) yani--LEKUM DİNUKUM VEL`İYEDİN----senin dinin sana benim dinim bana latince bir terimle noktayalım...Ave ALLAH, muslim te salutant!” (ey ALLAH,müslüman seni selamlıyor)

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.