
seREnaDE
Φ Üyeler-
İçerik Sayısı
740 -
Katılım
-
Son Ziyaret
İçerik Tipi
Profil
Forumlar
Bloglar
Fotoğraf Galeresi
- Fotoğraflar
- Fotoğraf Yorumları
- Fotoğraf İncelemeleri
- Fotoğraf Albümleri
- Albüm Yorumları
- Albüm İncelemeleri
Etkinlik Takvimi
Güncel Videolar
seREnaDE tarafından postalanan herşey
-
selam arkadaslar
seREnaDE şurada cevap verdi: by_blade başlık Ben Geldim - Buradan Başlayabilirsiniz - Birbirimizi Tanıyalım
hoşgeldin -
selam arkadaşlar
seREnaDE şurada cevap verdi: xxxheackerxxx başlık Ben Geldim - Buradan Başlayabilirsiniz - Birbirimizi Tanıyalım
hoşgeldin -
bu değerlendirmenin üzerine söylenecek fazla bişey yok bence... bakış açınız ve değerlendirmeleriniz için sizi kutlyorum sayın CYRANO... enver paşa ya,talat paşaya yada cemal paşaya( ki bu 3 şahsı ayrı ayrı düşünmek mümkün değildir) bir kalemde vatan haini damgası vurmak o kadar kolay olmamalı... enver paşa bir vatanseverdi ama iyi bir yönetici olamadı... hayatının son günlerini nasıl onurlu bir şekilde geçirdiğini kimse inkar edemez...
-
tual canımın ta içisin sen
-
Eski Yugoslavya ile ilgili Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi (USSM) tarafından savaş suçuyla itham edilen Ratko Mladiç’in etrafındaki çember daralmaya başladı. Birçok medya kaynağında “Mladiç’in yeri tespit edildi”, “Mladiç’in bir telefon konuşması dinlendi”, “Mladiç ile teslim olması üzerine müzakereler sürüyor” yönünde değişik spekülasyonlara yer verilmektedir. Her ne kadar bu tür haberler iddia düzeyinde kalıyor ise de, bu sefer Mladiç’in daha ciddi bir şekilde “avlanmakta” olduğu anlaşılmaktadır. Sırbistan’ın en tirajlı gazetelerinden biri olan Politika, 29 Aralık 2005 tarihli sayısında, CIA gibi yabancı istihbarat örgütlerinin de, Mladiç’in yakalanması için ülkede bulunabileceğini ima etti. Bosna savaşında verdiği acımasız emirleri ile tanınan Mladiç, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Avrupa’da görülen en büyük vahşetin başlıca sorumlusudur. Hatırlatmak gerekirse, Mladiç’in komutası altındaki silahlı kuvvetler, Srebrenitsa soykırımında yaklaşık 8 bin Boşnakı vahşice katletmiştir. Nisan 2004’te USSM, Srebrenitsa katliamının bir soykırım olduğunu teyit etmiştir. Emekli Hırvat Generali Ante Gotovina’nın 7 Aralık 2005’te İspanya’da yakalanmasının ardından, Sırbistan savaş suçluları konusunda Balkanlar’da yalnız kalmıştır. Eskiden Hırvatistan Gotovina’nın, Sırbistan ise Mladiç’in nerede olduğunu bilmediğini söyleyerek, uluslararası topluluğun baskıları bir şekilde dengeleniyordu. Ancak, şu anda bütün baskılar Sırbistan’ın üzerindedir. Avrupa ve Atlantik kurumları ile bütünleşmede ilerleyebilmesi için, ABD ve Avrupa Birliği yetkilileri Sırbistan ve Karadağ’dan, bir an önce Ratko Mladiç’i yakalamasını talep etmektedir. Nitekim son zamanlarda Sırbistan, Karadağ ve Bosna-Hersek yetkililerinin, Mladiç’e destek verenleri tespit etmeye çalıştığı görülmektedir. Bu çerçevede hem Bosna’da, hem de Sırbistan’da, kimlikleri açıklanmayan bazı şahısların tespit edildiği yönünde resmî açıklamalara yer verilmektedir. USSM’nin temel iddiası, Mladiç’in Sırbistan’da gizlendiği, ordunun koruması altında olduğu, zaman zaman da Bosna-Hersek’in birimlerinden Sırp Cumhuriyeti’ne geçiş yaptığı yönündedir. Geçmiş yıllarda Mladiç hakkında değişik haberler yayımlanmıştır. Örneğin, “Mladiç Belgrad’daki dairesinde yaşıyor, kimse dokunmuyor”, “Mladiç Belgrad sokaklarında serbest geziyor”, “Mladiç futbol maçında göründü” gibi haberlere Balkan medyasında sık sık yer verilmiştir. Bu tür haberlerin bazıları sadece iddia düzeyinde kalmadı. Örneğin, Sırbistan ve Karadağ Savunma Bakanlığı Haziran 2003’te, bazı silahlı kuvvetler mensuplarının Mladiç’i desteklediğini ve Mladiç’le bilinen en son temasın 15 Mayıs 2002 tarihinde gerçekleştiğini itiraf etmiştir. Karadağ’ın ünlü Monitor isimli dergisine göre, çok alkol alan ve sağlık sorunları olan Mladiç, sık sık Belgrad’daki Askerî Tıp Hastanesi’ni ziyaret etmektedir. En son olarak, 29 Aralık 2004 tarihli haberinde, Sırbistan’ın saygın medya kuruluşlarından biri olan B92, Mladiç’in bir ay öncesine kadar ordudan emeklilik maaşını almaya devam ettiğini duyurmuştur. Sırp yetkililer her ne kadar Mladiç’in nerede olduğunu bilmediklerini söylüyor iseler de, son girişimler hariç, Mladiç’i yakalamak için pek fazla çaba harcamadıkları ortadadır. Sırbistan neden bunca zaman Mladiç’i yakalamaktan çekindi? Her şeyden önce Sırbistan’da şu anda “iki Sırbistan”ın bulunduğu belirtilmelidir. Bir Sırbistan, eski Sırp lider Slobodan Miloşeviç’in dönemine ait zihniyetle yaşamaya devam etmektedir. Bu Sırbistan’da liderliği, ülkeyi tekrar savaşlara sürüklemeye hazır olan ve USSM ile işbirliğine karşı çıkan Sırp Radikal Partisi yapmaktadır. Diğer Sırbistan ise, demokratik güçlerin kontrolünde olan ve Avrupa Birliği ile NATO gibi kuruşlara üye olmaya çalışan Sırbistan’dır. Ne var ki bu Sırbistan, ülkede genel olarak millî kahraman olarak algılanan Mladiç’i yakalayıp, USSM’ye teslim edebilecek kadar cesaretli ve güçlü değildir. Çoğu Sırp, Mladiç’i bir kahraman olarak görüyor ise de, ülkesinin istikbali için teslim olmayı göze almayan Mladiç’in aslında bir “millî korkak” olduğu söylenebilir. Mladiç’in yaptığı şantajlardan dolayı da şimdiye kadar yakalanmadığı söylenmektedir. Mladiç, USSM’ye gönderilmesi durumunda, 1990’lı yıllardaki savaşlarda Sırbistan’ın rolünün ne olduğu hakkındaki bilgileri anlatacağı yönünde tehditlerde bulunuyor olabilir. Oysa bu, Sırbistan açısından hafife alınacak bir konu değildir. Bir örnek vermek gerekirse, 20 Mart 1993’te Bosna, dönemin Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’ne karşı, kendisine saldırmakla, soykırım işlemekle suçlayan ve milyarlarca dolarlık tazminat talep eden davayı, Lahey’deki Uluslararası Adalet Divanı’nda (UAD) açmıştır. UAD, Sırbistan’dan gelen itirazlara rağmen, bu davaya bakmayı kabul etmiştir. UAD’daki dava, Sırbistan ve Karadağ’ın Srebrenitsa’daki soykırım ile bağlantılı olduğunu ortaya çıkarırsa, bu ülke neredeyse kaldıramayacağı büyüklükte bir tazminatı ödemek zorunda kalacaktır. Üstelik Sırbistan, tarihte soykırım işlemiş bir devlet olarak anılacaktır. Bu yüzden, günün birinde Mladiç’in yakalandığına dair haberler ortaya çıkarsa, bu savaş suçlusunun Sırbistan hükümetiyle bir çeşit anlaşmaya vardığı bilinmelidir.
-
AZ SONRA ÇAMAŞIR ASICAM KURUYANLAR DA ÜTÜ BEKLİYOR
-
Çünkü bu darbe emperyalist sermaye ve onun uzantılarının çıkarları için yapılmıştı. hikmet bU CYRANO
-
Ekonomik büyüme olursa işsizliğin azalacağı, artan pastadan herkese bir pay düşeceği masalı, yıllarca bir çok iktisatçı ve siyasetçi tarafından ileri sürüldü. Peki o azaman neden ekonomi rekorlar kırarken, Çin’i bile geride bırakırken, işsizlik artıyor. Neden emek cephesinin tüm bileşenleri pastadan bir parça daha fazla pay alamıyor da aldıkları bile onlara çok görülüyor. Hatta IMF Başkan Yardımcısı payın daha da azaltılması yönünde, ‘Asgari ücreti düşürün, emekli maaşlarını azaltın’ vb. sözlerle, talimat verdi. Aslında olanlar kapitalizmin muhtevasına uygundur. Kapitalist sistemde esas olan herkese iş olanağı yaratmak, pastadan artışa bağlı olarak bir pay vermek değildir. 1980 sonrasındaki ekonomik gelişmeler, hem “gelişmiş” hem de “gelişmekte” olan ülkeler için ekonomik büyüme ile istihdam ve gelir bölüşümü arasında doğrusal bir ilişki olmadığını ortaya koyuyor.
-
arkadaşlar uzn bir makale farkındayım ama lütfen okuyun,konuyu bu şekilde derli toplu ele alan nadir yazılardan biridir. Tehcirden Soykırım Malzemesi Çıkar mı? Soykırım yalanının odağında en fazla da, "Tehcir Hâdisesi" yer almaktadır. Osmanlı Devleti, I. Dünya Harbi esnasında, Ermenilerin Ruslarla işbirliği yapıp ihanet etmesi üzerine, 27 Mayıs 1915’te, tartışmalara sebep olan ve Ermenilerin (ve destekçisi Batılıların) bir kaşık suda fırtına kopardıkları, meşhur "Sevk ve İskân Kanunu"nu bazı cebrî ve zecrî tedbirler almak mecburiyetinde kalmıştır. Uygulama, soykırım kastıyla değil; Kafkas, İran ve Sina cephelerinin güvenlik ve ikmâlini aksatan isyankâr unsurların bölgeden uzaklaştırılması; yani sınır dışı etmeden ülke içi nakil işleminin gerçekleştirilmesidir. Kanun gereğince, olaylara karışıp savaş suçu (ihanet) işleyen Ermeniler, Osmanlı sınırları içerisindeki Suriye’ye zorunlu göçe tâbi tutulmuş; fakat sevkıyat sırasında kış mevsiminin çetin şartları ve salgın hastalıklar yüzünden birçok Ermeni telef olmuştur. İşte, Ermenilerin ve onlara arka çıkan Batılıların kıyameti kopardıkları nokta da burasıdır; tehciri merkeze oturtarak Osmanlı’nın, 1878 Berlin Antlaşması öncesinden beridir Ermenileri toplu katliâma; yani "soykırıma" mâruz bıraktığını iddia etmektedirler. Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Halaçoğlu’nun ortaya koyduğu rakamlara göre, sevk edilen toplam insan sayısı 438.758’dir. Bunlardan 382.184’ü yerlerine ulaşarak iskân edilmişlerdir. Aradaki 56.610 kişilik farkın 6.610’u, yola çıkıp da tehcirin durdurulması sebebiyle bulundukları vilayetlerde alıkonanlardır. Kayıp nüfus toplamı sadece 50.000’dir. Bunların 25-30.000’i hastalıktan, 10.000 civarındaki eşkıya saldırılarından, diğerleri de uygun olmayan yol şartlarından (soğuk, açlık vs.) ölmüşlerdir. Sevk ve iskan, Ermenilerin yaşadığı bütün vilayetlerde uygulanmamış; İstanbul, İzmir, Bursa, Kütahya, Aydın gibi bazı vilayetlerde ikamet eden Ermeniler, hastalar, özürlüler, sakatlar, yaşlılar, yetim çocuklar, gebe ve dul kadınlar (bunlar bulundukları mahallerde koruma altına alınıp, ihtiyaçları devletçe Göçmen Ödeneğinden karşılanmıştır), Osmanlı ordusunda görevli Ermenilerin aileleri, Reji İdaresi, Osmanlı Bankası ve Konsolosluklarda çalışan Ermeniler ve aileleri, Katolik ve Protestan Ermeniler olmak üzere, toplam 167.778 kişi sevk ve iskânın dışında tutulmuştur. Zorunlu göç, yerel jandarma ve mülki amirlerin kontrolünde başlamış ve hükümet yayınladığı emirlerle kimsenin zarar görmemesi için talimatlar vermiştir. Sevk mıntıkalarına devamlı müfettişler gönderilmiştir. Hatta, Osmanlı hükümeti mütareke döneminde, olaylarda ihmali görülenler hakkında açtığı soruşturmalar neticesinde; 1397 görevliyi cezalandırıp, 40 kişiyi idama mahkum etmiştir. O kadar ki, 19 Nisan 1919’da Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey haksız yere idama mahkum olmuştur. Dahiliye Nazırı Talat Paşa tarafından çıkarılan talimatlar ve hükümetin aldığı kararlar uyarınca sevk ve iskân işleminin şu şekilde yapılacağı hükme bağlanmıştır: Göçe tâbi tutulan ahali, kendilerine tahsis edilen bölgelere rahat bir şekilde, can ve mal emniyetleri sağlanarak nakledilecektir. Yeni evlerine yerleşene kadar iaşeleri göçmenler ödeneğinden karşılanacaktır. Eski malî ve iktisadî durumları göz önünde tutularak kendilerine emlâk ve arazi verilecek, muhtaç olanlara hükümetçe mesken inşa edilecek, çiftçi ve zanaat erbabına tohumluk ve âlet temin edilecektir. Geride bıraktıkları taşınabilir mal ve kıymetler kendilerine uygun şekilde ulaştırılacaktır. Ermenilerin boşalttıkları şehir ve köylerdeki gayri menkulleri tespit ve kıymetleri takdir edildikten sonra bu köylere yerleştirilecek muhacirlere tevzi edilecektir. Muhacirlerin zeytinlik, dutluk, bağ, dükkan, fabrika, depo gibi gelir getiren yerleri müzayede ile satılacak veya kiraya verilecek ve bedelleri sahiplerine ödenmek üzere mal sandıklarınca emanete kaydedilecektir. Yer değiştirme olayının canlı şahitleri, naklin büyük bir intizam içinde gerçekleştiğini yazmışlardır. Bunların başında gelen Amerika’nın Mersin Konsolosu Edward Natan, 30 Ağustos 1915’te, büyükelçi Morgenthau’a gönderdiği raporda aynen şunları kaleme almıştır: "Tarsus’tan Adana’ya kadar bütün hat güzergâhı Ermenilerle doludur. Adana’dan itibaren bilet alarak trenle seyahat etmektedirler. Kalabalık yüzünden çektikleri sefalet ve zahmete rağmen hükümet, bu işi son derece intizamlı bir şekilde idare etmekte; şiddete ve intizamsızlığa yer vermemekte, göçmenlere yeteri kadar bilet sağlanmakta ve muhtaç olanlara yardımda bulunmaktadır." Tarafsız ve muteber yabancı kaynakların ekseriyeti dâhi, Osmanlı’nın, Ermenilere en hafif, en insanî ve sağduyulu cezayı verip, "dünyanın en başarılı yer değiştirme uygulamasını" gerçekleştirerek; kendisini ve Ermenileri bu vartadan, en az zararla sıyırdığı hususunda ittifak etmektedir. Tehcir olayından bir "soykırım malzemesinin" çıkartılmasının imkânsızlığına, Türk Tarih Kurumu üyesi Prof Dr. Justin McCarthy, şöyle değinmektedir: "Göç ettirilen Ermenilerin 3’te 2’si Suriye’ye varabildi. Buna soykırım diyenler, aynı dönemde İstanbul ve İzmir’deki Ermenilerin varlığını görmüyorlar. O zaman, bir soykırımdan bahsetmek mümkün değildir." Devlet Arşivleri Genel Müdürü Yusuf Sarınay da, iddia sahiplerine haklı olarak şu soruyu tevcih etmektedir: "Katliam yapmak amacında olan bir yönetimin; iaşe, can güvenliği, malların muhafazası ve iadesi, ihmali görülen ve suç işleyen görevlilerin görevlerinden alınmaları, cezalandırılmaları vb. konularda, bu kadar hassas davranması mümkün müdür?" Konu hakkında, Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Halaçoğlu’nun nihaî değerlendirmesi ise şöyledir: "İddialarda bulunanlar, Ermenilerin toplu bir katliama tâbi tutulduğunu açıkça belirten bir kaynağa dayanmadıkları gibi, özellikle o dönemdeki hükümetin böyle bir emir verdiğine, hatta imâda bulunduğuna dair de somut bir belge ortaya koyamamaktadırlar. Kaldı ki, öldürüldüğü iddia edilenler nereye gömülmüştür? Toplu mezarlar nerededir? İddiada bulunanlar bunu açıklamak, toplu mezarları göstermek mecburiyetindedirler. Ermeni delegasyon başkanı Bogos Nubar Paşa, Fransa Dışişleri Bakanlığına gönderdiği raporda; Osmanlı topraklarındaki Ermenilerin ne miktarda hangi ülkelere sürüldüklerini bildirerek, tehcirin bir soykırım olmadığını bir yerde ispat etmiştir. Asıl şaşırtıcı olan, bu zatın ifade ettiği rakamların Osmanlı Arşivindeki tehcir edilenlerle ilgili şehir şehir verilen rakamlarla uyuşmasıdır. Osmanlı Arşivinde Ermeni konusunu araştıran yerli ve yabancı bilim adamları, Ermenilerin şu veya bu ad altında sistemli bir öldürme hareketine maruz kaldıklarını söyleyememektedirler. Haçlı seferlerinin neden yapıldığını bilenler, masun Ermenilerin kimler tarafından neye âlet edildiklerini ve ne için kandırıldıklarını da bileceklerdir. Dünyayı geçmişte sömüren, sömürgeler kuran ve hâlen sömürenler, sömürgelerinde yüz binlerce, milyonlarca insanı katledenler, "siyah abanoz ticareti" yapanlar, hayrettir ki bugün sözde Ermenileri koruyanlardır. Ne garip, ne kadar inandırıcı ve ne kadar insanî!? Buna inanılmasını isteyenler ise ne kadar akıllı!.." Sonuç olarak, uzmanların ekseriyeti, tehcir olayının soykırım ile ilişkilendirilmesinin mümkün olmadığını; daha çok bir "mukâtele"den (karşılıklı vuruşmak, öldürmek) bahsetmenin, gerçeğe en yakın sağlıklı bir değerlendirme olduğunu benimsemiş durumdadır. Osmanlı Devleti’nin, sözünü ettiğimiz sevk ve iskân uygulamasında, BM’lerin 11 Ocak 1951 tarihli "Soykırım Sözleşmesinde" tanımlanan herhangi bir soykırım unsurunun/suçunun; tüm Ermenileri sırf Ermeni olduğu için kasıtlı toplu yok etme girişiminin bulunmadığı gayet açıktır. Osmanlı’nın "Tehcir" uygulaması; âsi, saldırgan, bölücü, düşmanla işbirliği yapan, cephe gerisinde Müslümanları katlederek köy ve kasabalarını yakıp yıkan, ordunun intikâl ve ikmâl yollarını kesen bir "isyan/ihanet eden topluluğu" cezaî tedbirlerle bölgeden zorunlu/tabiî olarak göç ettirme hâdisesi biçiminde vukû bulmuştur. Otoritelerin yukarıda yer verdiğimiz görüşlerine ilaveten, tehcir ve sözde soykırım meselesine bir de rakamların diliyle baktığımızda, "iftira komedyası"nın daha belirgin bir vaziyette sırıttığını görmemek imkânsızdır: Osmanlı Devleti’nin 1914 yılı istatistiklerine göre tüm Ermenilerin sayısı, 1.234.671’dir. 1885, 1897 ve 1906 yılı istatistiklerinde bu sayı daha da düşüktür. Ermenileri düşündüğünü ifade eden Fransız Tournebize, 1900 yılında yazdığı kitapta, Ermenilerin tamamını 1.300.000 olarak göstermiştir. Amerikalı H. Lynch, 1901 yılında yazdığı kitapta, 1.324.246 rakamını; Amerikalı Tarihçi Stanford J. Shaw, 1.229.007 rakamını; L. De Constenson, 1.400.000 rakamını vermiştir. Ermeni tarihçi Kevork Aslan da, 1914 yılında Fransızca yazdığı tarih kitabında, Ermenilerin toplam sayısını 1.800.000 olarak belirtirken; H. Paster Madijian 1.700.000 sayısı (Ermeni yazarlar ve Patrikhane kayıtlarına bakılırsa toplam nüfusları 5.000.000 kadardır) üzerinde durmuş; ancak Kevork Aslan ve H. Paster Madijian’ın öne sürdüğü rakamların abartılı olduğu kabul edilmektedir. Çünkü resmî dokümanlarla, yabancı kaynakların verdiği sayılar birbiriyle örtüşmektedir. Verilen bu rakamların, bütün iyi niyetimizi kullanarak ortalamasını alırsak; Osmanlı yönetimindeki bütün Ermenilerin toplam nüfusunun, yaklaşık 1.500.000 civarında olduğu sonucuna varırız. Bu sayılar, 1915 tehcir olayından önceki sayılardır. Oysa, tehcir olayı dolayısıyla 1.500.000 Ermeni’nin öldüğü iddia edilmekte ve "sözde soykırım"dan bahsedilmektedir. Halbuki, bu olaylardan sonra yapılan istatistikler, yabancı kaynaklar ve raporlar; Osmanlı yönetimindeki Ermenilerin sayısının 1.300.000 civarında olduğunu ortaya koymaktadır. Bu sayılar bize, bırakın "soykırım"ı, Ermenilerin nüfusunda ciddî bir azalma bile olmadığını göstermektedir. En fanatik yazarların rakamları bile esas alınsa, en fazla 200.000-300.000 civarında bir nüfus farkı oluştuğu görülmektedir. Bu fark da, bir kısmının korkuyla kendisini gizlemesinden, isim ve din değiştirerek başka bir bölgede yaşamaya devam etmesinden, bir kısmının göç şartları dolayısıyla ölmüş olmasından, bir kısmının çeşitli vasıtalarla başka ülkelere (Amerika, Fransa gibi) gitmesinden kaynaklanmaktadır. Zâten, zaman zaman öldüğü kabul edilen kimselerin Amerika ve Fransa gibi yerlerde görünmesi bu düşünceyi desteklemektedir. Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Halaçoğlu, İngiliz, Fransız ve Amerikan arşivlerinden, 1 milyon 400 Ermeni’nin Osmanlı topraklarından yurtdışına çıktığını tespit ettiklerini kaydetmekte ve "öldürüldü" denilen Ermenilerin yaşadığını şöyle ispatlamaktadır: "1918’de, şehir şehir tarayarak, Anadolu’da 650 bin Ermeni’nin olduğunu tespit ettik. Amerika, Arjantin, Avusturya, Fransa gibi ülkelere gittiklerine dair belgeler bulduk. Mesela, ABD’ye giden gemilerin yolcu listelerini inceledik. Ölü denilen Ermenilerin aslında göç ettiklerini belirledik."
-
Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) kişisel ve devlet olarak yapılan başvurulardan en çok etkilenen ülkedir. AİHM’e şimdiye dek yapılan 20 devlet başvurusundan 10’unun Türkiye aleyhine yapılmış olması, bu olumsuz atmosferin boyutlarını ortaya koymaktadır. Söz konusu 10 başvurunun 4’ünün (mülkiyet, kayıp şahıslar ve göçmenler konularını içermektedir) Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne (GKRY) ait olması ise, Rumların Türkiye aleyhine sonuçlara ulaşabilmek için uluslararası hukuktan ne kadar etkili şekilde yararlanmakta olduklarına işaret etmektedir. Kıbrıs’ta mülkiyetin ihlali konusunda, Rumların AİHM’de bekleyen ve Louzidiu isimli Kıbrıslı Rum’a Aralık 2003’te 1.1 milyon Euro tazminat ödenmesi ile cesaret bulan pek çok kişisel başvurusu bulunmaktadır. Son olarak, Kıbrıslı Rum Xenides-Arestis’in kapalı Maraş bölgesindeki taşınmazı konusunda Türkiye aleyhine 1998’de yaptığı kişisel başvurunun 22 Aralık 2005’te açıklanan kararı büyük yankı yaratmıştır. Bu bağlamda, “neden GKRY karşısında çoğunlukla savunma durumunda kaldığımız ve aynı yöntemden Türkiye tarafından devlet ve birey düzeyinde yeterince istifade edilemediği” sorusu akla gelmektedir. Bu noktadan hareketle, AİHM, kuruluş gerekçesi, Türkiye ve Kıbrıs’ın durumu ile başvuru koşullarını genel hatlarıyla hatırlatmakta fayda görülmektedir: 2. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da barış ve bütünlüğün sağlanması amacıyla 5 Mayıs 1949’da Londra’da imzalanan bir anlaşma ile Avrupa Konseyi (Council of Europe-AK) kurulmuştur. Merkezi Fransa’nın Strasbourg kentinde bulunan Konsey, insan hakları, hukukun üstünlüğü ve demokrasi ilkelerini esas almaktadır. Bu ilkelere aykırı davranan üye ülkenin üyeliği askıya alınabilir veya üyelikten çıkarılabilir. Nisan 2000’deki Çeçenistan olayları sırasındaki tutumu nedeniyle Rusya Federasyonu’nun oy hakkı elinden alınarak ilk kez bir üyenin üyeliği askıya alınmıştır 4 Kasım 1950’de ise aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 12 AK üyesi devlet, Roma’da Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni (AİHS) imzalamıştır. Şu anda 46 ülkenin taraf olduğu AİHS’yi, Türkiye 1954’te, Kıbrıs Cumhuriyeti 1962’de onaylayarak iç hukukuna dahil etmiştir. Türkiye, 22 Ocak 1990 tarihinde de AİHM’in yetkisini tanımıştır. 1 Kasım 1998’de AİHS’nin denetim mekanizması kurallarını yeniden düzenleyen 11. Protokol, Sözleşme’ye taraf olan tüm devletlerin onayı ile yürürlüğe girmiştir. Böylece bu Protokol’den önce başvuruların ilk aşamada yapıldığı Avrupa İnsan Hakları Komisyonu kaldırılarak, tüm başvurular AİHM’e yönlendirilmiştir. AİHS’ye taraf devletler ise Protokol’den sonra AİHM’in yetkisini kendiliklerinden kabul etmişlerdir. Kıbrıs’ta Aralık 1963 olayları ile ortaya çıkan fiilî durum, KKTC ve GKRY’nin AİHS ile ilgili durumları açısından karmaşık bir tablo ortaya çıkarmıştır. AİHS onayı, bu olaylardan önce 1962’de Kıbrıslı Türk ve Rumların ortak parlamentosu olan Temsilciler Meclisi’nde gerçekleştiği için, GKRY’nin olduğu gibi KKTC’nin de iç hukukunun bir parçasıdır. Ancak, KKTC Türkiye dışında bağımsız bir devlet olarak tanınmadığı için AK’ye üye ve AİHS’ye taraf olamamıştır. Bu nedenle, KKTC’de yaşamakta olan Kıbrıslı Türkler, Sözleşme’nin bu bölgede ihlalinden dolayı başvurularını, KKTC aleyhine değil, konu ve muhatabına göre Türkiye ve GKRY aleyhine dosyalamak zorundadırlar. AİHS’nin ihlal edildiği gerekçesiyle AİHM’e iki tür başvuru olabilmektedir: “Devletlerarası başvurular” ve “kişisel başvurular”. GKRY, 1974, 1975, 1977 ve 1994 yıllarında Türkiye aleyhinde 4 devlet başvurusu yapmıştır. Kişisel başvuru hakkını ise, Türkiye 28 Ocak 1987’den, GKRY “Kıbrıs Cumhuriyeti” adına 1 Ocak 1989’dan itibaren tanımıştır. Türkiye, kişisel başvuru hakkını tanırken yayınladığı deklarasyona “Türkiye hudutları içinde meydana gelen eylem veya ihmaller ile sınırlı olmak kaydıyla” çekincesini ilave etmiştir. Böylece, Kıbrıs’tan yapılabilecek başvuruların deklarasyon kapsamı dışında bırakılması amaçlanmıştır AİHM’e yapılabilecek bir başvurunun kabul edilebilirlik koşulları, AİHS’nin 35. maddesinde düzenlenmektedir. Bu maddeye göre, önce “iç hukuk yollarının” yani yerel hukuktaki yönetsel ve yargısal yolların tüketilmesi, sonuç alınamadığı takdirde kesin karardan itibaren 6 ay içinde davanın AİHM’e dosyalanması gerekmektedir. Bunun bir istisnası mevcuttur: İç hukuk yolu ile hak aramak mümkün değilse, yargı yolları yoksa veya teorik olarak mevcut ise, ya da mevcut sistemin şikayetleri giderecek yeterli ve etkili çareler üretemeyeceği konusunda Mahkeme ikna edilebilirse, doğrudan AİHM’e başvuru yapılabilmektedir. Nitekim, Louzidiu’nun KKTC veya Türkiye’de herhangi bir hak arama girişiminde bulunmadan 1989’da AİHM’e yapmış olduğu başvuru, bu istisna koşulları doğrultusunda kabul edilmiştir. Tüm bu hususlar çerçevesinde, Rum tarafının Kıbrıslı Türklere gerçekleştirdiği insan hakları ihlallerinin, Avrupa Konseyi'nin kuruluş amaçlarına ve AİHS'ye aykırı davranışlarının da örgütlü bir girişimle yoğun şekilde AİHM gündemine taşınmasının ve mümkün olan diğer uluslararası yargı yollarına başvurulmasının yararına inanılmaktadır.
-
Bu darbe; bu ülkenin beyinsizleştirilmesi, emperyalizmin talanına açılması için yapılan en büyük emperyalist saldırıdır. 12 Mart, dışa bağımlı tekelleşmeyi, 12 Eylül ise ülkenin emperyalizme peşkeşinin zeminini oluşturdu. 1977 1 Mayıs katliamı, Kahramanmaraş ve Çorum katliamları, 16 Mart üniversite katliamı bu darbenin zeminini hazırlayan karanlık eylemlerdi. Darbeden sonra ise bu ülkenin ışık saçan beyinleri ve yüreği yurt sevgisi, bağımsızlık aşkıyla dolu vatan evlatlarının kıyımını gördük. Kitaplar yakıldı. Kitaplar bilgi kaynağı olarak değil, suç unsuru olarak teşhir edildi. Yakalanan ve işkencelerden geçirilen gençlerin önüne dizilen kitaplar: “Okuyup bilinçlenirseniz sonunuz böyle olur” dercesine her gün gazetelerde ve televizyonda halkın gözünün içine sokuldu. Üniversiteler terör yuvası, yurtsever bilim insanları ise bu terörün baş aktörleri olarak görüldü ve cezalandırıldılar. TÜBİTAK’ın özerkliği kaldırıldı, dinci ve ırkçı bir kadrolaşmayla, en seçkin bilim insanları kurumdan uzaklaştırıldılar. Konya olayları darbenin nedenlerinden birisi gibi gösterilirken, bugün ABD’de yaşayan ve ABD’nin çıkarlarını savunan bir “Amerikancı şeyh” ile el altından görüşülerek, ABD’ci dincilik yaygınlaştırıldı. Cumhuriyetin kurulmasıyla başlayan aydınlanmaya en önemli darbeyi 12 Eylül vurdu. Sendikalar kapatıldı, grevler yasaklandı, emekçilerin sesleri kısıldı. Bir tek anamalcılara dokunulmadı. Çünkü bu darbe emperyalist sermaye ve onun uzantılarının çıkarları için yapılmıştı.
-
Türkiye ekonomisinin ithalata dayalı bir tüketim yapısına dönüşmesiyle birlikte ortaya çıkan dolarizasyon ve dış ticaret açıklarının finansmanı, asıl olarak emperyalist dünya ekonomisinin hareketine bağımlıdır. İstenildiği kadar "siyasi istikrar" sağlanmış olsun!!! emperyalist ekonomilerdeki değişmeler doğrudan yansır. En ağır ekonomik kriz de, bu değişmelerle ortaya çıkacak olanıdır.
-
BENCE BIRAKMAYI KESİNLİKLE KARAR VERMEK ÇOK ÖNEMLİ,YANİ ACABA BIRAKABİLİRMİYİM Bİ DENESEM NE ÇIKAR DİYE DÜŞÜNMEMELİ ÇÜNKÜ BAŞARISIZ GİRİŞİMLER,İLERDEKİ BAŞARILARI DA ENGELLİYOR BEN HENÜZ BIRAKMAYI DENEMEDİM,ÇÜNKÜ ŞU AŞAMADA BUNU YAPAMAM,AMA KENDİMİ HAZIRLIYORUM.BİTTİ DEDİĞİM AN BİTECEK,İLK VE SON GİRİŞİMİM OLACAK UMARIM
-
TEŞEKKÜR EDERİM ARKADAŞIM
-
DEĞİLMİ YA PAZARDAKİ SEBZE MEYVE FİYATINA GÖRE ENFLASYONU BELİRLE( TARIM SEKTÖRÜNDEKİ ÜRETİCİYİ VUR,AMA ENFLASYON DÜŞSÜN,ÇİFTÇİ AÇ KALSIN, SAĞLIK OSSUN) ÜSTÜNDEKİ CEKETİ İSTERLERSE ONU DA ÇIKAR VER,YETERKİ AB YE GİR...(SONUÇLARI UMURLARINDAMI,AB YE GİRDİK OSSUN,OYLAR DÜŞMESİN) TÜRBAN MESELESİ(BÖYLE BİR TAMLAMAYI YAPMIŞ OLMAK BİLE YETERİNCE ÜZÜCÜ,YAPACAK YORUMUM BİLE YOK BU KONUDA...SADECE ŞUNU SÖLİCEM DAYANAMAYIP,HERKES KENDİ İŞİNE BAKSINN.... EWT ŞİMDİ KİMİN KARNI AÇ (YAKINDA BİRİLERİ ÇIKIP PASTA YİYİN DERSE ŞAŞRIMASIN KİMSE)
-
DÜN AİLEMİZDEKİ SON 1.KUŞAK MÜBADİLİ,SEVGİLİ BÜYÜK BÜYÜK HALAMIZI KAYBETTİK O KADAR YAŞLI VE HASTAYDI Kİ... ŞİMDİ HERKES ŞAŞKIN...ÜZÜLMEYİ BİLE BECEREMİYORUZ BU ŞİİRİ OKUYUNCA AKLIMA O GELDİ,UZUN ÖMRÜ BOYUNCA ÖZLEDİKLERİ, YAŞADIKLARI VE 90 KUSUR YILA SIĞAN KOCAMAN BİR HAYAT..( O 80 OLDUĞUNU İDDİA EDERDİ ) GÖÇ Ayrılırken turuncu pancurlarını aralık bıraktığımız ev yıllarca o açık pencereden girip çıkacak çocukluk arkadaşın güvercinler anıların karanlık odalarına. Arkanızdan bir kova suyla sizi uğurlayan komşunuz her akşam tencereyi hızla maltıza vuracak arka bahçede bir daha hiç karşılaşmayacağınızı unutmak için, sırtını denize çevirmiş, gözleri dağlarda. Cevat Çapan ΠΡΟΣΦΥΓΙΑ Σπίτι που τα πορτοκαλιά παντζούρια του φεύγοντας αφήσατε μισάνοιχτα για χρόνια από εκείνο το ανοιχτό παράθυρο θα μπαινοβγαίνουν περιστέρια στων αναμνήσεων τα σκοτεινά δωμάτια του παιδικού σου φίλου. Ο γείτονάς σας που ξοπίσω σας μ’ έναν ουβά ερό σας κατευόδωσε στην ψησταριά γοργά θα βάζει το τσικάλι κάθε βράδυ στον πίσω ον μπαχτσέ, για να ξεχάσει πως ποτέ πια δε θα ξανανταμώσετε, γύρισε την πλάτη του τη θάλασσα τα μάτια στα βουνά.
-
ARKADAŞLAR FORUMUN ALTINI ÜSTÜNE GETİRDİM SANIRIM BU KONUDA BİR BAŞLIK YOKTU,VARSA DA AFFOLA ARTIK Ülkemiz emekçilerinin karşı karşıya bulundukları en önemli sorunların başında işsizlik gelmektedir. İşsizlik, günümüzde kapitalist sistemin doğal bir sonucu olarak bütün ülkelerin yaşadığı bir sorun olmaya devam ediyor Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) yüzde 9.7 olarak hesapladığı işsizlik oranı gerçekte bu orandan çok daha yüksek. TÜİK iş bulmaktan umudu kesenleri, geçici işlerde çalışanları, eksik istihdamı ve mevsimlik çalışanları hesaplamalarına dahil etmiyor. Bu kişiler de göz önüne alındığında Türkiye’deki işsizlik oranı yüzde 19.2’ye ulaşıyor. İşsiz sayısı ise 5 milyon 154 bin kişiye yükseliyor. TÜİK’in hesaplamalarına dahil etmediği sınıflandırmalar işsizlik oranını neredeyse üçe katlıyor. TÜİK’in hanehalkı işgücü anketi göz önüne alınarak yapılan hesaplamalara göre Türkiye’de 1 milyon 686 bin kişi iş bulmaktan ümidini kesmiş durumda. Bu kişiler hesaplamalarda yok. Ayrıca mevsimlik çalışanlardan 232 bin kişi de işsizler arasına alınmadı. Çalışanlar arasında görünen eksik istihdamın sayısı ise 813 bin kişi. Sayıları 2.7 milyonu bulan bu kişiler de işsizler ordusuna dahil edildiğinde 2 milyon 423 bin kişi açıklanan işsiz sayısı 5 milyon 154 bin kişiye çıkıyor. İşsizlik oranı ise yüzde 19.2’yi buluyor. İşgücüne katılmayanlar Merkez Bankası Danışmanı Ercan Türkan’ın yaptığı hesaba göre ise Türkiye’de çalışma yaşındaki nüfusun yüzde 50’si işgücüne katılmıyor. Türkan, atıl işgücü olarak kabul edilen ‘eksik istihdam’, ‘mevsimlik çalışanlar’ ve ‘iş aramayıp işbaşı yapmaya hazır olanların’ eklenmesiyle işsizlik oranının yüzde 20.6’ya yükseldiğini tespit etti. Türkan, “Türkiye’de İşgücünün Yapı ve Dinamikleri: Gelişme ve Değerlendirmeler” başlıklı araştırmasında Türkiye ile diğer OECD ülkelerindeki işgücüne katılım oranlarını karşılaştırdı. Türkan’ın OECD’nin verilerinden yaptığı değerlendirmeye göre, Türkiye’de 2000’de yüzde 47.6 olan işgücüne dahil olmayan çalışma çağındaki nüfusa oranı 2001 ve 2002’de yüzde 47.7, 2003’te yüzde 48.9 ve 2004’te de yüzde 48.5 düzeyine çıktı. Türkan, atıl işgücü olarak adlandırılabilecek “eksik istihdam”, “mevsimlik çalışanlar” ve “iş aramayıp işbaşı yapmaya hazır olanların” işgücüne dahil olmaya karar verip, işgücü piyasasına yönelmeleri durumunda işsizlik oranının yükseleceğine işaret etti. -------------------------------------------------------------------------------- İŞGÜCÜNE KATILMAYANLAR NEDEN YÜKSEK Türkan, Türkiye ile Türkiye dışında en düşük oranlara sahip Macaristan, İtalya, Meksika ve Polonya’nın ortalamaları arasında 1.2 kat fark olduğunu kaydetti. Türkan, Türkiye’de işgücüne dahil olmayan nüfustaki yüksek seviyenin nedenlerini şöyle sıraladı: İş bulma ümidi kalmayan fertlerin (kadın ve erkek) iş aramadan vazgeçerek işgücüne dahil olmaması, Ücretlerdeki düşüklük nedeniyle işgücü piyasası dışında kalmayı, ev işleri ve çocuk bakımı suretiyle aile bütçesine daha fazla katkıda bulunulacağına inanılması, Kayıt dışı istihdamın yaygın olması nedeniyle, özellikle kadınların çalışılması durumunda bile sosyal güvenlik şemsiyesi altına girememesinin yarattığı isteksizlik, Köyden kente göçlerin kadınları işgücünden uzaklaştırması, Türkiye’deki mevsimlik (part-time) çalışma kültürünün kısıtlılığı nedeniyle, tamamen işgücü piyasası dışında kalmak zorunda olunması. -------------------------------------------------------------------------------- İŞ YARATMAK ŞART! Türkan, Türkiye’de işgücüne katılım oranları ya da işgücüne dahil olmayan nüfus oranının OECD ülkeleri ortalamalarına yakınsadıkça, orta ve uzun vadede Türkiye’de işsizlik oranının yükselmesi, diğer bir deyişle daha fazla insana iş sahası açılması gereğinin ortaya çıkacağını kaydetti. Türkan, “Orta ve uzun vadede Türkiye’nin işgücü açısından uyum maliyetinin göreceli olarak daha yüksek olacağı düşünülmelidir” tespitinde bulundu. Türkan, tek başına işgücü piyasasına yönelip iş bulamayanları işsiz olarak tanımlamanın, Türkiye gibi çok yüksek işgücüne dahil olmayan bir nüfusa sahip olan ülkede yapılacak analizler açısından yetersiz kalacağına işaret ederek, Türkiye’deki işgücü durumunu daha açık bir şekilde görebilmek için atıl nüfusun işsizlere dahil edildiği yeni tanımlamalar yapılması gerektiğini kaydetti. Türkan, Türkiye’de sadece işsizlerine değil, işgücüne dahil olmayanlara da iş yaratmak gerektiğine dikkat çekti.
-
YAZILARINIZI FORUMDA PAYLAŞTIĞINIZ İÇİN TEŞEKKÜRLER SİTEDEN DE TAKİP EDİYORUM ZAMAN ZAMAN
-
AKP Hükümeti bir taraftan öğretmen açığını ‘sözleşmeli öğretmenlik’ ile kapatmaya çalışırken bir taraftan da tüm öğretmenleri sözleşmeli statüye geçirme hazırlığında. Ancak eğitim fakültesi öğrencileri geleceklerini belirsizleştiren uygulamaya tepkili. Eğitim Sen aracılığıyla ellerine geçen bir sözleşme örneğini inceleyen öğrenciler “kabus gibi” diyerek endişelerini ifade ediyorlar. Öğretmen değil “öğretici” Öğrencilerin incelediği Konak İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü ile yapılmış olan sözleşmede, daha ilk cümle eğitimi nasıl bir belirsizliğin beklediğini gösteriyor. Sözleşmede, sözleşmeyi imzalayan kişi “kısmi zamanlı istihdam edilen öğretici” diye adlandırılıyor. Sözleşmeye göre bir öğreticinin çalışma süresi, günde en fazla 6 saat, haftada ise 4 gün. Sözleşmenin en çarpıcı maddeleri ise sebep göstermeksizin feshedilebileceği ve fesh halinde tazminat ödenmeyeceğini düzenleyen maddeler. 9 aylık düzenlenen sözleşmede saat karşılığı ücretlendirme yapıldığından hafta sonu ve yaz tatili hakları da öğreticilerin elinden alınıyor. Yani 9 ay çalışan öğretici 3 ay işsiz gezecek. Sosyal güvencesi olmayan öğreticinin, bir sözleşme döneminde 5 gün hastalanma hakkı var. Sözleşmelerinin bir sonraki eğitim döneminde yenilenip yenilenmeyeceği de belirsiz olan öğreticiler, sürekli işsizlik kaygısı taşıyacaklar. Eğitime zarar verir Bu sözleşmeyi inceleyen Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi öğrencileri “Sözleşmeyi gören öğrenciler bir şeyler yapalım diyor, o halde neyi bekliyoruz” diyerek fakültelerindeki 10 öğrenci topluluğunu ve öğrenci temsilcilerini bir araya getirdiler ve tüm eğitim fakülteleri ile ortak hareket etme kararı aldılar.
-
OPSSS NASIL YANİ DEVŞİRME MECLİS NASIL OLUYOR ARKADAŞIM DEVŞİRMENİN NE OLDUĞUNU YUKARIDA AÇIKLAMAYA ÇALIŞTIM AMAÇLARIYLA BİRLİKTE 1877-78 OSMANLI RUS SAVAŞI(93 HARBİ).... 1876 DA HAZIRLANAN KANUN-İ ESASİ UYGULAMAYA KONUR VE MECLİSİ MEBUSAN İLE MECLİS-İ AYAN ÇALIŞMALARINA BAŞLARLAR... II.ABDULHAMİD MEŞRUTİYETİ İLAN SÖZÜ VERDİĞİ İÇİN GENÇ OSMANLILAR TARAFINDAN TAHTA ÇIKARILMIŞTIR VE İSTEMESE DE I.MEŞRUTİYETİ BU ŞEKİLDE İLAN EDER. BİR YIL SONRA OSMANLI RUS SAVAŞI PATLAK VERİNCE, MECLİSTEKİ GAYR-I MÜSLİM VEKİLLERİN OSMANLI ALYEHİNE ÇALIŞMALARINI ÖNLEMEK İÇİN( Kİ BU BAHANESİDİR,ZATEN MEŞRUTİYETİ GÖNÜLLÜ İLAN ETMEMİŞTİR,İLK FIRSATTA DA ORTADAN KALDIRMIŞTIR) MECLİS-İ MEBUSAN I KAPATIR KANUN-I ESASİYİ ASKIYA ALIR.VE İSTİBDAT YILLARI BAŞLAR BÖYLECE,TAKİ 1908 E KADAR.. ŞİMDİ BAŞTAN BAKALIM "DEVŞİRME MECLİS" OLMAZ,OSMANLI ÇOK ULUSLU BİR YAPI İSE MECLİSTEKİ TEMSİLCİLER DE FARKLI ULUS VE DİNLERE MENSUP OLABİLİRLER...BU DEVŞİRME DEMEK DEĞİLDİR. ABDULHAMİDE KIZIL SULTAN DENMESİ DE BU OLAYLA DEĞİL,ABDULHAMİDİN DOĞU SİYASETİ İLE İLGİLİDİR... LÜTFEN TARİHÇİLERİN ESERLERİNİ OKUYUN.. Tarih Yazmak Tarih Yapmak Kadar Mühimdir,Yazan Yapana Sadık Kalmazsa, Değişmeyen Hakikat İnsanlığı Şaşırtacak Bir Mahiyet Alır.
-
HAYDAA BİZ NE KONUŞUYODUK BURDA NOLMUŞŞŞ
-
SANIRIM KAVRAMLARLA İLGİLİ BİR SORUN YAŞAMIŞIZ BURDA.... SANTO NUN SÖYLEDİĞİNE KATILIYORUM,YAHUDİLİK BİR KAVİM DİNİDİR,IRK TEMELİNE DAYANIR.ZATEN BUNU SÖYLERKEN YAHUDİLİĞİN AYNI ZAMANDA BİR IRKI DA İFADE ETTİĞİNİ KABUL ETMİŞ OLUYORUZ...
-
cyrano söylediğini anlayamadım,açıklarmısın
-
İran’da gerçekleşen cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrasında Ahmedinejat’ın başa geçmesi bölgede muhtemelen en çok Suriye’ye yaramıştır. Birleşmiş Milletler Hariri Suikastını Araştırma Komisyonu’nun hazırladığı “Mehlis Raporu” 15 Aralık tarihinde Güvenlik Konseyi’ne sunulmuştu. Raporla beraber Suriye konusunda gerginliğin tırmanması ve yaptırımların gündeme gelmesi tartışılıyordu. Tüm dünyanın dikkatinin bu ülkeye odaklandığı bir dönemde yeni İran cumhurbaşkanının yapmış olduğu açıklamalar okların bu ülkeye yönelmesine neden olmuştur. İran’ın belli bir stratejinin ürünü olduğu belli olan bu yeni açılımları Ahmedinejat’ın İsrail ve Yahudilerle ilgili yaptığı radikal açıklamalar ile gündeme gelmiştir. Bu açıklamalar, öncelikle tüm dikkatlerin bu ülkeye yönelmesine neden olarak Suriye üzerindeki baskının azalmasına neden olmuştur. Yeni durum aynı zamanda Suriye’nin öneminin artmasına da neden olmaktadır. Suriye konusunda baskı ve askerî müdahale seçeneklerinin gündemde olmasının bu ülkenin radikalleşmesine neden olması mümkündür. İran’ın radikalleştiği bu dönemde, Suriye’nin de bu çizgiye kaymasını engellemek ve bir istikrarsızlık unsuru olmasını önlemek için bu dönemde baskı politikaları gündeme gelmeyebilir. İran’ın yeni dış politik açılımları, bu ülkeye karşı izlenecek politika konusundaki farklılıkları azaltarak Avrupa Birliği’ni (AB) ABD eksenine itebilir. Tıpkı Hariri suikastının Suriye konusunda bir uzlaşı sağlaması ve tüm dikkatlerin bu ülke üzerinde yoğunlaşması gibi aynı süreç İran için de yaşanabilir. Bu da Suriye’ye zaman kazandıracaktır. BM Güvenlik Konseyi’nin Hariri soruşturmasıyla ilgili olarak altı aylık uzatma kararı alması da Suriye’yi rahatlamıştır. Suriye ABD’de başkanlık seçimlerini ve Bush yönetiminin değişmesini beklemektedir. Bu nedenle ABD ile “zamana karşı bir mücadele” yürütmektedir. Mevcut durumu bu tarihe kadar taşıyabilirse yeni yönetimle beraber ABD’nin Irak’taki durumunun belli olacağını ve dolayısıyla kendi konumunun rahatlayacağını düşünmektedir. Bu düşünce içinde son gelişmeler Suriye açısından olumlu olmuştur. Suriye’nin rahatlamak için yapması gerekenlerden biri de, kendi konusunda oluşan fikir birliğini kırmaktır. ABD’nin baskısı karşısında AB’nin müzakereye dayalı yumuşak yaklaşımları Suriye’ye bir çıkış sağlıyordu. Hariri suikastı nedeniyle ortadan kalkan bu durumun yeniden inşası için Suriye’nin AB’yi tatmin edecek bazı adımlar atması gerekmektedir. Böyle bir strateji, ABD ve AB arasında oluşan baskı ve izolasyona dayalı ortaklığı kıracaktır.