tülvent tarafından postalanan herşey
-
dostum Ve Ben
-
Bay romantik
-
tatlış
-
çiçekler
-
Simurg Olmak...
Çok anlamlı ve uyarıcıydı! Teşekkürler
-
Organ Bağışı?
Hem de seve seve bağışlarım... Ki; yapacağım!
-
AŞK' ın Mezarı... Evlilik! :((
Eşinin kalıbına girmek “Biz olmak” , çok karıştırılan bir kavram. İlişkileri ve evlilikleri sürdürebilmek için “ben” bencilliğinden vazgeçmek ve “biz “olmayı öğrenmek gerek. Ancak “biz” olmaya çalışırken “ben”ler bir kenarda bırakıldığında, ortaya sağlıksız beraberlikler çıkıyor maalesef. Etrafınızda izlemişsinizdir sanki tek yumurta ikiziymiş gibi her şeyi beraber yapmayı özellikle evliliğin mecburiyeti olarak gören çiftler vardır. Aynı saatte uyumak ve uyanmak, aynı zamanda aynı mekanda olmak, sanki mecburiyettir onlar için. Tek başlarına aile ziyaretleri, çocukluk arkadaşı bile olsa dostlarla ayrı görüşmeleri “yasaktır”. Kuralların ve yasakların arasında bir dünya kurmaya çalışırlar. Mutlu ilişkinin ilk kuralının bu olduğunu varsayarlar. Sanki evlilikten önce hiç hayatları olmamış gibi, kendi zevkleri, sevdikleri ve sevmedikleri yokmuş gibi… Elbette ilişkiler uyum gerektirir. Bazen sırf eşimizi mutlu etmek için fedakarlıklar yapmak, canımız hiç çekmese de aile meclislerinde eşimizin yanında bulunmak, çok sıkıcı olacağından emin olsak bile iş yemeklerinde birlikte yer almak, “biz” olmanın gereklilikleridir. Ancak tüm hayatı evlilik üzerine kurmak, başka hayat yokmuş gibi davranmak, yani ömür boyu rol yapmak ve kısıtlamalarla yaşamak ne kadar sağlıklı olabilir? Üniversite yıllarında çok sevdiğim bir arkadaşım vardı. Sevgilisi ile birlikte rock müzik dinleyip bira içmeye bayılırlardı. Daha sonra flört etmeye başladığı genç adam ise tam bir türkü aşığıydı. Dans etmek ağır ağabeyliğe yakışmayacağından , çilingir sofrasına türkü eşlik etsin isterdi. Bu kızcağız da birden rakı ve türkü sever oldu. Çok enteresan, bir sonraki flörtü ağzına içki sürmez, gitar çalmayı severdi. Birlikte içki içmez, gitar eşliğinde şarkı söyler oldular. Tam bir “Kaçak Gelin” hikâyesi. Eşlerin birbirlerinin zevklerine ilgi göstermesi ve bu ilgi alanlarına dahil olması çok doğal. Hatta ilişkilere zenginlik getiren bir paylaşım. Hiç türkü dinlemezken eşiniz sayesinde güzel nağmelerle tanışmak ve hayatınıza türküyü de katmak ne güzel bir zenginliktir. Ancak bu yenilik, bireysel zevki olan müzik türlerinden vazgeçmeyi beraberinde getirdiğinde kopyalamak, kendinden vazgeçmek ve eşinin kalıbına girmekten başka bir durum değil bu. Oysa ilişkiler yasaklarla çevrelenmeyecek kadar naiftir. En sevdiği yerde bile yasaklarla çevrili mutlu olamaz insan. “Biz” olmak zenginleşmek, paylaşmak olduğunda sevgi de mutluluk da çoğalır. “Bir elmanın iki yarısı olmak” yanlış bir tanımlama. Neden yarımızı bırakıp gelelim ki ilişkiye? İki ayrı elma olalım, tek sepete sığalım. Daha güzel olmaz mı? Y. V. Şen
-
Satır Araları
Çocuk anne babalar tarafından çirkin şekillerde koşullandırılıyor. Anne baba koşullandırması dünyadaki en büyük köleliktir. Bu tamamıyla ortadan kaldırılmalıdır. Sadece o zaman insan; ilk defa gerçekten özgür, sonuna kadar özgür olacaktır, çünkü çocuk insanın babasıdır. Şayet çocuk yanlış bir şekilde büyütülürse o zaman tüm insanlık yanlış yöne gider. Çocuk tohumdur. Şayet tohumun kendisi zehirlenmişse, bozulmuşsa, o zaman özgür bir insan bireyi için hiçbir umut yoktur, o zaman bu rüya asla gerçek olamaz. Kişilik senin içinde, senin doğanın içinde anne baba, toplum, din adamı, politikacı ve eğiticiler tarafından üretilmiştir. Onların tüm amacı her çocuğu, kurumsallaşmış olan topluma uyum sağlayacak şekilde sakatlamaktadır, her çocuğu mahvetmektedir. Bir korku vardır: Şayet çocuk en başından itibaren koşullanmadan bırakılırsa o öylesine zeki, öylesine tetikte ve farkında olacaktır ki onun tüm yaşam tarzı bir başkaldırı olacaktır. Ve hiç kimse asileri istemez; herkes boyun eğen insanlar ister. Anne babalar boyun eğen çocukları sever ve unutma ki boyun eğen çocuk en aptal olandır. Başkaldıran çocuk ise zeki olandır, ama ona saygı duyulmaz ya da o sevilmez. Öğretmenler onu sevmez, toplum ona saygı göstermez; o kötülenir. Ben ise, senin çocuklara saygı duymanı isterim. Kendin Olma Özgürlüğü - Osho * Ben sana bir ahlak dersi vermiyorum. "Bu doğru, bu yanlış, bu ahlaklı, bu ahlaklı değil" demiyorum. Bunların hepsi çocukçadır. Ben sana çok basit bir kriter veriyorum: "Farkındalık" Eğer farkındalıkla bir şey yaparsan doğru olmak zorundadır çünkü farkındalıkla hiçbir şeyi yanlış yapamazsın. Ve farkındalık olmadan da herkes tarafından tardir edilen kimi şeyleri çok iyi yapabilirsin. Ama ben hala ona yanlış diyorum çünkü farkında değilsin. Ve yanlış sebeplerden dolayı yapmış olmalısın. Farkındalık olmadan onların sadece gösteriş, ikiyüzlülük olduğunu biliyorum. Onlar seni yapmacıl hale getirir. Seni özgürleştirmezler, seni özgürleştiremezler. Tam tersine seni hapsederler. Dengeli Yaşamanın Anahtarı - Osho * * * Kalbin yolu güzeldir ama tehlikelidir. Zihnin yolu sıradandır, ama güvenlidir. Erkek en güvenli ve en kestirme yaşam tarzını seçmiştir. Kadın duyguların, hislerin, ruh hallerinin en güzel ama en sarp, en tehlikeli yolunu seçmiştir. Ve bugüne kadar dünya erkekler tarafından yönetildiği için kadınlar muazzam şekilde azap çekmiştir. O, erkeğin yaratmış olduğu topluma uyamamıştır çünkü toplum mantığa ve nedenlere uygun olarak yaratılmıştır. Kadın kalpten bir dünya ister. Erkek tarafından yaratılan toplumda ise kalbe yer yoktur. Ben kadınların gerçekten bir kadın olmasını isterdim çünkü bu büyük oranda kendilerine bağlıdır. Kadın erkekten çok daha önemlidir. Çünkü o rahminde hem erkeği hem kadını taşır. O kıza ve oğlana, her ikisine de annelik eder; her ikisinide besler. Eğer o zehirliyse, o zaman sütü zehirlidir, o zaman çocukları yetiştirme tarzı zehirlidir. Erkekle yarışıyorsun ve yarışmana gerek yok; sen zaten üstünsün. Şiir yazmana gerek yok, şiir sensin. Sevgin senin müziğindir. Sevgilinle birlikte çarpan kalbin senin dansındır! Kadın - Osho * **** * En üzgün insan dahi gülümser; ve sürekli gülen insan bile Arada bir ağlar ve gözünden yaşlar akar. Duygular sürekli olamaz. Onlar hareket eder, bu yüzden de onlar duygulardır. Birinden diğerine sen sürekli olarak değişirsin. Şu an üzgünsün, sonraki an mutlusun. Şimdi öfkelisin, sonraki an şefkatlisin. Şu an sevgi dolusun, sonraki an nefretle dolusun. Sabah güzeldi; akşam çirkindir. Bu böyle sürer. Duygular - Osho * * * Aşk bağlılığa dönüştüğü anda ilişki haline gelir. Aşk taleplerde bulunduğu anda hapishaneye benzer. Özgürlüğünü elinden alır; göklerde uçamazsın, kafeslenmişsindir. Aşkın özgürlük verici bir kalitede olması lazım, sana zincir vurması değil; sana kanat takıp mümkün olduğunca yükseklere uçmanı sağlaması lazım. Unutma, aşk sınır tanımaz. Aşk kıskanç olamaz, çünkü aşk sahiplenmez. Sevdiğin için bir insanı sahiplendiğin fikri çok çirkin. Birisine sahipsin bu demektir ki onu öldürdün ve ticari bir mala dönüştürdün. Sadece eşyalara sahip olunur. Aşk özgürlük verir. Gerçek aşkta bölünme olmaz. Sevenler birbirinin içine erir. Sadece egoistçe aşkta büyük bir bölünme vardır, seven ve sevilen ayrılır. Gerçek aşkta ilişki yoktur. Çünkü ilişki kurulacak iki insan yoktur. Gerçek aşkta sadece sevgi olur, bir çiçek açma, güzel bir koku, bir erime, bir birleşme yaşanır. Egoistçe aşkta ise iki kişi vardır, seven ve sevilen. Ve ne zaman seven ile sevilen olsa aşk yok olur. Aşk olduğu zaman seven ve sevilen birlikte aşkın içinde kaybolur. Eğer özgürlük ve aşka sahip olursan başka şeye ihtiyacın kalmaz. Elde etmişsindir sana yaşam işte bunun için verildi. Aşk Özgürlük Tekbaşınalık - Osho
-
'Kredi Kartı Aidatları' na İADE Kararı
Yargıtay, vatandaşın 10 yıl geriye dönük olarak kredi kartı aidatını almasının yolunu açtı. Buna göre, tek kartı olan bir kişinin bankadan alacağı tutar 500 lirayı bulacak. Kredi kartları konusunda Yargıtay'ın aldığı son karar, tüketiciler için en az 500 liralık bir alacağı da beraberinde getirebilir. Yargıtay'ın son kararı ile artık tüketiciler kart aidatlarını 10 yıl geriye dönük olarak geri alabilecek. Üstelik burada faiz işletilmesi de söz konusu olabilecek. Kabaca bir hesaplama ile tek kredi kartı olan bir kişinin ortalama 50 lira yıllık kart aidatı ödediği düşünülürse, bankadan alacağı tutar 500 lirayı bulabilecek. Vatandaşların birden çok kredi kartı olabileceği ve bir hanedeki kart sayısının 3-4 adedi bulabileceği dikkate alınırsa da, bir ailenin bankada biriken aidat parasının ortalama 2 bin TL'yi bulabilmesi söz konusu oluyor. FAİZİYLE GERİ ALIN Tüketici Hakları Derneği Genel Başkanı Turhan Çakar, yaptığı açıklamada, Yargıtay'ın kararının emsal niteliğinde olduğunu belirterek, haklarını aramak isteyen tüm vatandaşlara yardım edileceğini ifade etti. Bankalardan kart aidatlarını geri alabilmek için öncelikle bankaya yazılı olarak müracaat etmek gerekiyor. Bankanın ödemeye yanaşmadığı durumlarda ise Yargıtay'ın kararı emsal gösterilerek il ve ilçelerdeki hakem heyetlerine dava açmak mümkün oluyor. * Bankaların istediği kart aidatları da farklılık gösteriyor. Kimi bankalar düşük ücret isterken, bazılarında rakam 150 lirayı buluyor. Bankalar kartın niteliğine göre ücretini de yükseltiyor. DOSYA MASRAFINA İADE KARARI Konut kredisi kullananlara da yargıdan müjdeli haber geldi. Kayseri'de Tüketici Mahkemesi, bir bankanın konut kredisi kullanan tüketiciden aldığı dosya masrafının tamamı ile ekspertiz ücretinin tüketiciye geri ödenmesine hükmetti. Mahkeme, müşteriye verilen sözleşmede yer almayan bin liralık dosya masrafı ile 330 liralık ekspertiz ücretinin tüketiciye iade edilmesi gerektiğini bildirdi. S.Poligon
-
İlker Başbuğ tutuklandı
6 Ocak’tan beri Silivri Cezaevi’nde tutuklu bulunan Başbuğ, “Bizler asker olarak en zor şartlar dikkate alınarak eğitildik, dolayısıyla herhangi bir problem söz konusu değil” dedi. İnternet Andıcı davası kapsamında tutuklanan eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, uluslararası haber ajansı Reuters’a konuştu. Silivri Cezaevi’nde tutuklu bulunan Bağbuğ, Avukatı İlkay Sezer aracılığıyla kendisine hapishanede iletilen soruları yanıtladı. 68 yaşındaki emekli orgeneral, sağlık durumunun gayet iyi, moralinin ise yüksek olduğunu söyledi. Başbuğ, Silivri Cezaevi’nde yaptığı düzenli egzersiz sayesinde formda kaldığını anlattı. ‘KİTAP OKUYORUM’ Kitap okuyarak, cezevindeki diğer generallerle sohbet ederek vakit geçirdiğini belirten Başbuğ “Burada bir televizyon var, bizler asker olarak en zor şartlar dikkate alınarak eğitildik, dolayısıyla herhangi bir problem söz konusu değil. Ancak terör örgütü lideri olarak TSK’nın içine sızmış olmakla suçlanmayı hâlâ kabullenemiyorum” dedi. DURUŞMA 22 MART’TA 6 Ocak 2012’den beri Silivri Cezaevi’nde tutuklu bulunan İlker Başbuğ hakkında, “darbeye teşebbüs suçu”ndan ağırlaştırılmış müebbet, “terör örgütü yöneticiliği”nden de 22.5 yıl hapis isteniyor. Başbuğ, 22 Mart’ta yapılacak duruşmada hâkim karşısına çıkacak. S. Poligon
-
AŞK' ın Mezarı... Evlilik! :((
“Onunla, beni mutlu etsin diye evlendim; beni mutlu etmedi!” ya da, “Onu mutlu etmek için her şeyi yaptım, ama mutlu olmadı,” türünden yaklaşımlar azımsanmayacak sayılarda; sık sık duyarız. Mutluluk kimin sorumluluğu? Doğal olarak yetişkin insanlardan söz ediyorum. Normal yaşam koşulları içinde düşünüldüğünde, yetişkin insanın kendi mutluluğundan sorumlu olmasını beklersiniz. Aslında iyice incelenip irdelendiğinde mutluluğun kişinin kendine, ilişkilerine, topluma, evrene, yaşamına anlam verişinin bir yansıması olduğunu görürüz. Anlam verişin yansıması ne demek?… Kendi varoluşunu anlamlı görme veya görmeme ne demek?. Bana göre Shakespeare özetlemiş; “var olmak veya olmamak.” Dış koşullar ne olursa olsun, kendi varoluşunu anlamlı bir bütün olarak gören insan mutludur. Bu bizi kişisel bütünlük olgusuna getiriyor; doğal olarak. Yani, kişisel bütünlükten yoksun olan kişinin mutlu olması olanaksızdır. Daha büyük ev, daha lüks araba, daha konforlu bir yaşam gibi dış koşulları iyileştirerek daha mutlu olacağını sanan kişi, bunları elde etmek için kişisel bütünlüğünden taviz verdiğinde, kendi varoluşunu anlamlı görme konusunda fakirleşmektedir. Ve dış koşullar iyileşirken kendine olan saygısını ve mutluluğunu kaybetmektedir. Evet, mutluluk kişinin anlam verişinin içinde gizlidir; anlam verme sürecinin temelinde de kişinin bütünlüğü yatar. İnsan kendi kişisel bütünlüğünden sorumludur. Her insan kişisel bütünlükten ne zaman ve ne kadar yoksun davrandığını sezgisel olarak bilir. Kimi insan için bu sezgi çok önemlidir; kimi insan ise kaale alınmaya değmez. *Kişisel Bütünlüğüm Denetimim Altında Denetimimiz altında olan ve denetimimiz altında olmayan şeylerin farkına varmak kişinin olgunlaşmasında önemli bir adımdır. Mutluluk için en önemli kaynak olan kişisel bütünlük kesinlikle kişinin denetimi altındadır. Yaşamımda denetimim altında olanlardan sorumluluk alırım ve onlarla ilgili olarak elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışırım. En iyisini yapmaya çabalamak, bu çabanın sonucunda alınan sonuç ne olursa olsun, olgun insan için mutluluk kaynağıdır. En iyisini yapmaya çabalamak kişisel bütünlüğün ve bu nedenle de başarının ve mutluluğun kaynağıdır. En iyisini yapmaya çalışırken öğrenmeye açık olurum, öğrendikçe olgunlaşırım, olgunlaştıkça daha gerçekçi olarak yaşamın anlamının benim kişisel bütünlük içinde en iyisini yapma niyetimde gizli olduğunu görürüm. *Mutluluğun Kaynağını Dışımda Bekleyince “Evliliğimde her şey istediğim gibi giderse ben mutlu olurum,” diyen kişinin evliliğinde mutlu olması olanaksızdır; çünkü mutluluğunu kendi dışında yer alacak olaylara ve süreçlere bağlıyor. Bu, “Güneşli havada, 24 derece ısıda, nem düşük ve 300 metre yükseklikte mutlu olurum,” demeye benziyor. Bu kişi ancak çok kısıtlı zamanlarda kısa süre mutlu olacaktır. Yerin yüksekliğini seçebilirsin ama havanın güneşli olmasını, ısısını, nemini denetlemen olanaksızdır. Böyle bir beklenti içinde olan kişi kendini doğadan kopararak sahte bir dünya yaratmaya doğu gider; o dünyada, alış veriş merkezlerinde olduğu gibi ışık, ısı, nem sürekli denetlenir ve kişi bu yapma dünyada mutlu olmaya çalışır. Birçok evlilikler, eşlerin birbirlerini sürekli denetleme istemi nedeniyle, alış veriş merkezlerindeki gibi yapaysallaşmıştır. Eşlerin kendi özgün kişiliklerini kaybettikleri bu yapay dünyada, yapay kişilikler yapay mutluluklar arayışı içindedir. “Hayatımda her şey istediğim gibi giderse mutlu olurum,” yaklaşımı mutluluğun kaynağını dışarıda arama tutumunu yansıtır. Olgun ve gerçekçi bir kişinin tutumu değildir. Çünkü yaşamımızda da denetleyebildiğimiz şeylerin sayısı gerçekten çok azdır. “İş yaşamımda her şey yolunda giderse mutlu olurum,” diyen kişi de aynı yolun yolcusudur. *Mutluluğun Kaynağını İçimde Bulmak “Evliliğimde her şeyin istediğim gibi gitmesi için elimden gelenin en iyisini yapacağım,” diyen kişinin evliliğinde mutlu olması için bir tek koşul vardır; o da, elinden gelenin en iyisini yapma niyeti içinde olması ve çabalamasıdır. İçinde bulunulan koşullar içinde elden gelenin en iyisini yapmaya niyetlenmek ve gayret etmek kişinin kişisel bütünlüğünden, yani iç dünyasından, kaynaklanır. Bu kişi mutluluğunu kendi dışında yer alacak olaylara ve süreçlere bağlamamış olur; niyetinin saflığı onun mutluluk kaynağıdır. “İş yaşamımda her şeyin yolunda gitmesi içinde elimden gelenin en iyisini yapacağım,” diyen kişi de, işler nasıl giderse gitsin, niyetinin saflığı içinde, elinden gelenin en iyisini yaptığı sürece, mutludur. Bazı okurlarım, “İş zarar ettiği halde mi?” diye akıllarından bir soru geçiriyor olabilirler. Evet, iş zarar ettiği halde bu kişi mutludur. Bir tek koşul var: bu kişinin kişisel bütünlük içinde olması. İşi iyi gidince mutlu olan ve işi kötü gidince mutsuz olan, “niyetinin saflığı içinde elinden gelenin en iyisini yapmaya çabalayarak kişisel bütünlük içinde yaşamanın” gerçek mutluluk olduğunu bilmeyen henüz olgunlaşmamış kişidir. “Hayatımda her şey istediğim gibi giderse mutlu olurum,” yaklaşımı gerçekçi ve olgun bir yaklaşım değildir. Gerçekçi olmayan her tutum gibi, bu tutum da, kişinin yaşamında önemli sorunlar yaratacaktır. Yaşamdaki her şeyi denetim altında tutmaya çalışmak olanaksızı olanaklı kılmak çabasıdır; böyle bir çaba kişiyi nevrotik yapar. Nevrotik kişi kaygılar denizinde yüzerken mutlu olması olanaksızdır. *Bana Göre Mutluluk Mutluluk konusunu irdelemeye son vermeden önce kendimce birkaç büyük laf etmek istiyorum. Mutlu olmayı başarmak demek, kişisel bütünlük içinde yaşamayı başarmak demektir. Kişisel bütünlük içinde yaşamayı başarmak demek, insan olmayı başarmak demektir. Mutlu olmak konusunu tartışmak, insan olmak konusunu tartışmak anlamına gelir. İnsanın doğası kendini gerçekleştirme yönünde programlanmıştır ve kendini gerçekleştiren insan ise mutlu olmaya mahkumdur. Doğan Cüceloğlu
-
Son Düğüm
Yürek verdiniz adil berk ceylan, gerçekten! Tüm içten yorumlarınız için teşekkürler
-
Satır Araları
'' Eğer, hayatınızın herhangi bir anına gidip orada sonsuza dek kalacaksınız deseler yalnızca iki şeyden birini seçmek isterdim. Biri, o çocukluğun bahçesindeki ağacın dalına asılı salıncakta sallanırken... Öteki, bütün hayatım boyunca en çok sevdiğim adamla öpüştüğüm ilk gün... Herkes aşık olmanın ortak dilini bulup yazmaya çalışıyordu. Ama aslında bu kadar basitti işte: Birini öptüğünde salıncakta sallanır gibi hissediyorsan aşıksın.'' * ''Güzel kalan yaralar vardır... Sen de benim bazen zamansız bir dokunuş, bazense mevsimsiz bir yağmurla sızlayan ama hep güzel kalan yaramsın... '' Kürşat Başar - Başucumda Müzik * ''Seni yollarca, şehirlerce uzağından sevdim. Seni kelimelerce, şiirlerce yakınından sevdim. Seni dünya üzerinde sanki ilk kez benim için kalemi eline alıp da yazdığın mektuplarca sevdim. Seni umutsuzca, beklentisizce, hayallerce sevdim uzağından. Seni sevmek, ait olduğun gökyüzünde seni özgür bırakmaktı. Sevmek, ruhumun tek sahibi olan seni sahiplenmemeye kanaya kanaya razı olmaktı. Arzuladığım ne varsa herşey karşılıksız kaldı bu hayatta. Nasıl da telaşlı, nasıl da soluk soluğa yaşardık o kaçamak anları... Aşkımızın en karanlık, en gerçek, ama en yoğun anlarıymış onlar... Sensiz geçen gecelerde yüreğimde biriken kıskançlığın, öfkenin, kırgınlığın ve hasretin hummalı karanlığı, sana kavuştuğum anlarda sevinçten çıldırmanın eşiğinde tarifsiz bir hazza dönüşürdü... Tıpkı İstanbul gibiydin; Sana dokunmak, sana kapılmak, sana tapmak yenilgiyi daha baştan kabul etmekti. Unutmanın en ağırı unutamadan unutmaktır. Seni sonsuza kadar kaybetmek kimlik değiştirdi ve unutmak oldu benim için. Seni unuttuğum yalanıyla hayatı kandırmaya çalışınca hayat hiç olmadığı kadar acımasız tokatlar indirdi yüzüme... Sevgiliyle geçirilen en sıradan an bile bir mucize gibidir. Asla tüketemez; asla sıkılamazsın. Sana yeniden dokunmak, sanki bulutlara öpücükler kondurmak gibiydi... Huzurla huzursuzluk, hasret ve kavuşma, aşk ve öfke, merhamet ve acımasızlık, kırgınlık ve bağışlama her şey, ama her şey sevgimizin taşkın sularında birbirine karışırdı. İki kalbin bir ömre sığdırabileceği tüm duyguları biz o kısacık anlarda soluk soluğa yaşardık... Aşkını bilinçaltımda da yaşadığımı fark etmiyorsun. Seninle geçen zaman bir daha tekrarı olmayan, doğaçlama bir melodi gibi benim için... Sanki birlikte yazılmış kaderimizin sayılı dakikalarından an çalıyordum. Öylece karşında oturup seni seyretmeyi, sana yemek hazırlamayı, seninle sohbet etmeyi, dostlarını ağırlamayı, seninle birlikte uyumayı, yani paylaştığımız ne varsa hepsini bir daha asla okuyamayacağım bir şiiri kelime kelime içime sindirir gibi, soluk soluğa hissederek yaşıyorum... Öyle birikmişsin ki içimde... Seni yaşamakla tüketmem, seni sıradanlaştırmam mümkün değil. İçime çektikçe çoğalıyorsun... Şimdi varlığım her geçen dakika daha da daralan gizli bir çember örüyor etrafına. Her geçen gün biraz daha uzaklaşıyor, biraz daha kanıksıyorsun beni... O peşini bırakmayan yaralı geçmişin aramıza korku duvarları örüyor. Hayatını tüm kalbimle kucakladığımı hissettiğim anda ansızın yüzünde beliren o eski kaygıların alıp seni benden çok uzaklara, derinlere, yalnızlık kuyularına sürüklüyor. Yeni isimler, yeni aşk öyküleri, başka yüzler, başka bedenlerle kaçış planları yapıyorsun kendine... Gece ansızın seni uyandıran, kolunu başımın altından çeken, seni yatağın ucuna kadar götüren, uykunu bölüp ayağa kaldıran ve bana hep o aynı soruyu sorduran bu korkular değil mi?: 'Sevgilim nereye gidiyorsun? ' Sevgilim nereye gidiyorsun? Orada ne var? Benliğini kıstırdığın duvarların arkasında soğuk, uçsuz bucaksız bir yalnızlıktan başka ne var? Neden kaçıyorsun? Neden bu aşkı sonsuzluğa, özgürlüğe, daha önce hiç yaşamadığın sınırsızlığa bir kapı olarak görmüyorsun? Ben senden gitme ihtimalini hiçbir zaman çalmaya yeltenmedim ki... Sevgim seni tüketmek değil, çoğaltmak içindi... Sevgim dünyanın yaşanılası bir yer olduğuna inanman, inanmamız içindi... Yüreğimizin çok derinlerinde yaşayan o iki masum çocuğun soluk alabilmesi için bir gökyüzüydü sevgim... Ben senin kanatlarını hiçbir zaman çalmadım ki... Öyle çok reddedildim ki, öyle çok unutuldum ki senin tarafından, sensiz kalmak yüreğimi ezen tek korku artık. Öyle ki hayatım yalnız bir korku halinde ayakta duruyor şimdi... Korkumu gerçeğe büründürdüğün anda yıkılıp gideceğim. Her şeyi tükettim. Hayata tutunmak adına ne varsa her şeyi yaktım seni sevebilmek için... Tüm sabrımı, kendime ve insanlara güvenimi, sevginin hayatın tek harcı olduğuna olan inancımı... Artık senden başkasına verecek enerjim, sevgim ve hayatla hesaplaşacak bir benliğim kalmadı. Geriye dönüp sığınacak bir kendim kalmadı... Şimdi bana varlığımın sana acı vermediğini söylüyorsun. Gitmemi istiyorsun, sonra yeniden gelmemi... Ve sonra yeniden gitmemi... Beni sensizliğin o dipsiz çukuruna önce sarkıtıp, sonra yeniden gün ışığına çıkarıyorsun. Sevgimi, yokluğumu hissettiğin yerde bulmak istiyorsun. Aşkımın benliğini ve hayatını ele geçirmesinden duyduğun o sebepsiz korkuyu yenmek için, bana seninleyken tekrarı olmayan bir şiiri hatırlatan zamanın, sana benimleyken gösterdiği monoton ve tüketici yüzünü yok etmek için oynadığın bir oyun bu belki de... Beni deliliğin sürgünlerine yollayıp, sonra yeniden kalbine çağırıyorsun. Korkuyu beklemenin telaşı korkunun kendisinden çok daha ürkütücü biliyor musun? İşte bu yüzden sensizliğin karanlık kuyusuna kendi ellerimle bırakıyorum kaderimi. Korkuyu beklemekten vazgeçiyorum, ama asla seni sevmekten değil, sevgili... Sana veda etmeden kayboluşa karışmam da aslında sadece bunun için... Madem varlığım acı veriyor sana, madem ki ancak yokluğumda sevgimi hissedebiliyorsun, öyleyse yokluğumla kal sevgili... Madem ki yokluğumla daha mutlusun, o halde yokluk benim bu aşk için büründüğüm son kimlik olsun...'' Şizofren Aşka Mektup - Cezmi Ersöz
-
ZORAKİ VEDA
Dizelerime gösterdiğin ilgi ve güzel yorumların için teşekkür ediyorum, sevgili adil berk ceylan.
-
70' li Yıllarda Küçük Gezintiler...
Teneke sobalar... SOBALARIMIZ tenekedendi. Ağırlıktan yanlara doğru hafif açılmış dört ayağı, odunları koymak için büyük, hava ayarı için küçük sürgülü kapakları vardı. Borular önce tavana doğru yükselir, sonra dirsekle döner, duvardaki deliğe girerdi. Bir-iki yerinden telle tavana ya da duvarlara bağlanırdı borular, ki başımıza düşmesin. Soba altlıkları, üzeri teneke ile kaplı tahtadan yapılırdı. Kenarları dört parmak yüksekliğinde ve yapan ustanın zevkine göre çivinin ucuyla süslenirdi... Yakıldığında genelde evi duman basardı. Kapıyı-pencereyi açardık ve paltolarımızı giyerdik, baca ısınıp da sıcak hava doğal yolunu bulana ve ev ısınana dek. Ve ısındıkça çıtır çıtır sesler gelirdi borulardan, toplanırdık teneke sobanın başına. Sobalar evin fırınıydı, ocağı, çocukların çalışma salonu, kestaneci, mısırcı, çayhanesi, büyüklerin kütüphanesi, kedinin uyku yeri, ailenin toplantı mekánı... Yuva olmanın, sevginin, özlemlerin, umutların, hayallerin çatırdadığı yer... Sıcaklıktı sobalarımız... * Ben kalorifer peteklerini hiç sevmedim. Borularla ayrı ayrı odalara bölündü sıcaklıklar. Duvarlara takılan kalorifer petekleri aslında bizi bölüyordu, farkında değildik. Kız ile oğlan odalarına çekildiler. Anne yemeği mutfakta yapıyor artık. Baba kitabını nerede okusa olur. Evi artık duman basmıyor, hep birlikte yaşanan minik duman savaşının o unutulmaz işbirliği son buldu. Yuvalar odalara dağıldı, kestaneci gitti, mısırcı orda değil, çay ocağı kapandı, kedi kayboldu ortadan... Hikáyeler, anılar, sohbetler, bir arada olmanın o damak tadı, o yuva olmanın ısısı bitti... Bir teneke soba giderken neler götürdü bizden farkına varmadık bile. (.........) "Doğalgaza çok zam geldi" diyorlar: "Zam geldi, ısınmak artık daha pahalı..." Modern hayat böyle istiyor, ne yapacaksınız? Bu size medeniyetin getirdiği ağır fatura gibi gelebilir, ama bir teneke sobanın götürdükleri yanında lafı mı olur a dostlar. Bizim bir teneke sobamız vardı... Bekir COŞKUN
-
Kendi Ayakları Üstünde
Bir vakitler kitaplarını alıp okuyan minik kızlar büyüyüp kocaman birer genç kadın oldular şimdi. Kızım gibi... ''Bir Pırıltıdır Yaşamak'' kitabını kızımdan sonra da ben okumuştum.
-
70' li Yıllarda Küçük Gezintiler...
''... Televizyondan önce hayat radyoyla yaşanır, saatler radyoya göre ayarlanır, ülkede ve dünyada olup bitenler radyodan öğrenilirdi. Her ailenin kendi çapına göre bir radyosu vardı. İçine bir yığın büyük boy pil koymak gereken portatif radyolar en çok piknikte maçları dinlemeye yarardı. Masa radyolarının çoğu da birbirine benzerdi. Ön panelde sağda ve solda, çevrilen iki yuvarlak düğme; ortasında da yan yana tuşlar bulunurdu. Düğmenin biri çevrilerek ses ayarlanır, diğeri çevrilerek istasyon aranırdı. Arama düğmesi çevrildikçe ön panelde bulunan incecik bir çubuk hareket eder, uğultu ve parazitler arasında gezinirken, aranan istasyon bulunurdu. O yılların tüm eşyaları gibi radyolar da sabırlı olmayı gerektirirdi. Pilli radyolar çabuk ses verir, ama lambalı radyoların ille de ısınması gerekirdi. Radyoyu açmak mutluluk verici bir eylemdi. Lambanın olduğu yerde keskin, lambadan uzaklaştıkça gölgelenen bir ışık radyonun ön panelini doldurur; büyüleyen kutu yavaş yavaş ısınır, derken ses gelirdi. ‘’ Yurttan sesler korosu’ nu dinleyeceksiniz…’’ Radyo, içinden taşan tüm seslerle hayatımızı zenginleştiriyor, bize dünya denen kocaman bir yuvarlağın üzerinde yaşadığımızı hatırlatıyordu. Şehirlerarası yolculukların az, şehir içindeki en uzak mesafelerin bile yürüyerek gidilecek kadar kısa olduğu dünyamızda radyo, yalnız sesiyle değil, üzerindeki şehir adlarıyla da büyülerdi. Ankara, İstanbul, Varşova, sofya, Viyana, Tel Aviv, Moskova, Kahire, Paris… Her biri taze bir hayalin kapısını aralayan bu şehir isimleri sadece radyonun üzerinde yazılı kalır, ne kadar uğraşsak da parazitli bir yayının ardında bulabildiğimiz yegane yabancı ses, Kahire radyosundan taşan Arapça şarkılar olurdu. …. Bugün Türkiye’ de yayın yapan ikibinden fazla radyo istasyonu varken, o yıllarda özel radyoyu hayal etmenin bile imkanı yoktu. Radyo yayınları devlet tekelindeydi. Ankaa ve İstanbul radyolarından başka bugün de yayınlarını sürdüren ‘’ Terete efem ‘’ yayın yapardı. Halkın büyük çoğunluğu daha çok şarkı, türkü çalan Ankara ve İstanbul radyolarını yeğlerdi. TRT FM o zamanlarda da klasik müzik yayınlar, caza yer verir; Türkçe, Almanca , İngilizce ve Fransızca haber verirdi. Polis radyosu ise TRT FM’ in tam tersi, seçkin yayıncılık bir yana TRT’ ye göre çok daha serbest yayın yapıyordu. Popüler şarkıların yanısıra, Orhan Gencebay’ ın son şarkılarından, Şükran Ay’ ın yanık sesine kadar arabeske tümüyle yer verdiği için, özellikle şoförlerin en sevdiği radyoydu. Bu radyoyu ilginç kılan, günde birkaç kez yayınlanan kayıp şahış ve çalıntı oto ilanları bölümüydü. Genellikle diksiyonu pek fazla olmayan bir spiker şöyle derdi: ‘’ Ahmet Yıldız. 12 yaşında, üzerinde…… bulunan Ahmet Yıldız, ….. tarihinde evinden ayrılmış olup, kendisinden bir daha haber alınamamıştır. Görenlerin veya bulunduğu yeri bilenlerin en yakın polis karakoluna …………… ‘’ Kayıp ilanları bittikten sonra sıra çalınan oto ilanlarına gelirdi; 34 AB 777 plakalı, mavi renkte, Murat 124 marka araç park edildiği yerde bulunamamıştır. Yerini bilenlerin…….. ‘’ Bir süre sonra Polis Radyısu yayınlarına son verildi; Şöförler yine ‘’ Bir teselli ver ‘’ I kırbeşlik plaklardan dinlemek zorunda kaldılar. Bize dünyanın dört bir tarafını taşıyan radyo kibirli değildi, seviyesiz de değildi. Ancak fazla denetimli ve kurallıydı. Hayatımız da öyleydi… Yayın 00.06’ da başlar, saat =00.07 olunca da spiker. ‘’ Bugün 17 Eylül Çarşamba… Demirbank iyi günler diler. Demirbank… Demirbank.’’ 70’ li yıllarda bu coğrafyada yaşayan ve radyo dinleyen hemen Herkesin hafızasına bu cümle kazındı. Ve ardından ‘’ Burası Türkiye radyoları. Haberleri veriyoruz. Önce özetler… ‘’ … Uzun yıllar sabahları ‘’ Arkası Yarın ‘’ ardından da ‘’ Okul Radyosu ‘’ yayınlandı. Öğlen haberlerinden sonra başlayan reklamlar başlı başına bir programdı. Reklamlar neşeli ve eğlenceli olur; özellikle çocuklar reklamları dinlemeyi çok severlerdi. EFEKTÖR: Korkmaz Çakar… Bu cümleyi duymak için ‘’ Arkası Yarın’’ ya da ‘’ Radyo Tiyatrosu’’ dinlemek gerekiyordu. Bu iki yapım 70’ li yılların en çok ilgi gören radyo programıydı. Arkası Yarın, hafta içi her sabah, Tiyatro ise haftada iki gece ve cumartesi sabahları yayınlanırdı. Önce bir ses ‘’ Radyo Tiyatrosu’’ derdi, ardından müzik eşliğinde aynı tatlı ses, temiz bir Türkçeyle başlardı: '' Yıldızlara Bakmak… Yazarı: Behçet Necatigil… Yöneten: Filanca… Oynayan sanatçılar…. Sonra da efektör gelirdi: Korkmaz Çakar…'' ‘’Çocuk Bahçesi’’ okul saatinden sonra yayına girer, Hafta içi her gün; sabahçılar için öğleden sonra, öğlenciler için de sabahtan yayınlanır, on beş dakika sürerdi. Bir ya da iki hafta süren meraklı, eğlenceli, hafif polisiye-macera çocuk hikayelerinden oluşurdu. Radyo, hayatı düzenliyordu. Yokluk ve yoksunluktan gelen toplumu değiştirmeye çalışıyordu. Eğlendirmekten çok eğitmeyi, öğretmeyi amaçlıyordu. Haberler de bazen çok sıkıcı olur; hele ‘’ Meclis Saati, Olayların İçinden, Silahlı Kuvvetler Saati ‘’ gibi programlar çocukların hiç ilgisini çekmezdi. Edebiyattan hoşlananlar içinse haftada bir gün, gece on civarında yayınlanan ‘’ Bir Roman Bir Hikaye ‘’ doyulmaz bir programdı. Genelde Türk yazarları eserleri tercih edilir, spiker çok düzgün okur, teklemez, kekelemezdi. Radyo o yıllarda edebiyattan çok yararlanır, dinleyiciler de edebiyat lezzeti yaşarlardı. Ama radyo önce ‘’ müzik ‘’ demekti. Günün büyük bölümünde müzik programı yapardı. İki müziksiz programın arasında mutlaka bir müzik programı olurdu. ‘’ Yurttan Sesler ‘’ korusundan akıllarımızda kalan, binlerce kez söylenmiş olan hep bir isim oldu: ‘’ Ve Atilla Mayda ‘’... Radyo eğitim kadar ‘’ denetim ‘’ di. Denetimden geçmeyen bir şarkı çalınamazdı. O. Gencebay, F. Tayfur gibi sanatçıların eserleri 70’ li yıllarda hiç yayınlanmadı. O yıllarda Türk Hafif Müziği denilen pop şarkılarına; ’ Türkçe Sözlü Hafif Müzik ‘’ denirdi. Genellikle hafif bulunurdu, ama gençler ve çocuklar çok severlerdi. Radyoda zaman doldurmak için ve haberlere beş dakika kalmışsa ‘’ Türkçe sözlü hafif müzik ‘’ anonsu duyulurdu. Sözleri Türkçe olmayan müziğin adı ise; ‘’ hafif müzik ya da dış kaynaklı müzik ‘’ idi. Yine zaman doldurmak için ’’ sözsüz müzik ‘’ çalınır, zaman gelince de başına sonuna bakılmadan, müzik kesiliverirdi. Radyo 70’ lerin ikinci yarısına damgasını vuramadı. Yerini alan televizyon, hayatı derinden değiştirmişti. Ama radyo 90’ ların ikinci yarısında yeniden doğdu. Üstelik bu kez binlerceydi ve kimliği bambaşkaydı....'' A. TUNÇ – Bir Maniniz Yoksa…
-
Satır Araları
" Yaz, fazla şımartılmıştır, fazla havalı... Beden kusurlarını göstermeye zorlayıp yorar insanı. Bedenlerin mevsimidir yaz; yani sükseli bir kimse değilsen bitiktir işin. Bahar tehlikelidir. İnsana olmayacak işler yaptırdığı gibi çabucak kaçtığı için suçu hiçbir zaman ispatlanamamıştır. Tekin değildir yani. Sonbahar başlangıç ve sondur. Niyeyse hep bir şeye karar vermelisindir sonbaharda... Mevsimlerin en merhametlisidir kış. Evin mevsimi, sarılmanın, sarınmanın, sarmalanmanın. Uzun çayların, derinlemesine yemeklerin, etraflıca içmelerin mevsimi...Karşılaşmaların değil buluşmaların... Sıcak olan her şeye doğru neşeyle yönelmenin, böylece beraber ılımanın..." "Düşen yapraklar acıtsa da ağacın canını, onlar yerlerine yapışmaz ki! Yaralar alınmamış gibi yapılmaz ki!." Olsa olsa en sıkıcısı gülün hayatıdır. Öyle dur, sessiz ve dik, bir klişe olarak elden ele azal, hiç istifii bozmadan ifade et, durmadan poz vererek ifade et. Hiç konuşmadan, hiç konuşmadığı için aşık olunan kadınlar gibi yalan. Cümlesi bittiğinde unutulan zavallı bir aktristtir gül, kısa gösterisi bittiğinde sahneden apar topar çıkıveren. Ölüsü bir hatıra olarak lüzumundan fazla saklanan ekseriyetle. Hep sıkıldım sevelim-sevilelim teranesinden. Sanki o kadar kolaymış gibi, o kadar pürüzsüz, o kadar şipşak oluveren bir şeymiş gibi sevmek. Öyle değil işte. Birini içine almak, ona orada yer açmak, gövdeyi, hayatı düpedüz yeniden düzenleyen, kesip biçen bir şey. Hadi bunu becerdin diyelim. Ya o gidince? Onun için onca zahmetle açtığın yerdeki boşluğa kim ne yapacak? Sevelim-sevilelim deyiverenler sanki bunları yaşamayan kişiler gibi... "Biriktirdiklerini sürüklerken insan; hareket edemeyecek kadar ağırlaşıyor. " Ece Temelkuran - İçeriden Kıyıdan Konuşmalar
-
Ah, Bir de Konuşabilselerdi...
Çook tatlılar
-
''Bir Cümle'' Uzağındaydım Oysa...
Teşekkürler ediyorum Aslı...
-
"Kediler ve Kadınlar"
Her ikisi de kuyruğuna basılınca tırnaklarını çıkarır. Haa bu arada;bir kediyi, o istemediği sürece kucağınıza alıp sevemezsiniz... E, bilmem artık!
-
Twitter Muhabbetleri
Herkes bu soruyu sordu 'Nuray Mert'in yazısı nerede?' Nuray Mert'in izin dönüşü yazımı yollayacağım demesine rağmen Milliyet'in yazısında yer vermemesi twitterda en çok konuşulan konu oldu. Milliyet yazarı Nuray Mert'i önce izine çıkartan, sonra da yazısını yolladığı halde basmayan Milliyet, twitterı karıştırdı. Sosyal medya #nuraymertinyazisinerede sorusuyla çalkalanıyor. İşte Trend Topic olarak günün en çok konuşulan konusu haline gelen Mert vakasını gündeme taşıyan o mesajlar... Ece Temelkuran Canınız sıkıldıkça sorun: #nuraymertinyazisinerede ?! esin sezgin Pazar günü için yazı gönderdim demişti Nuray Mert. Bekledik, göremedik, bulamadık, okuyamadik. #nuraymertinyazisinerede Cem Dinlenmiş Güneşli bir gün, kahvaltıda gazete keyfi, her şey tamam #nuraymertinyazisinerede ? Neden TT oldu? Milliyet gazetesi yazar Nuray Mert izne çıkmıştı.1 haftanın sonunda yazısı çıkmayınca Twittercılar sormaya başladı: #nuraymertinyazisinerede Ümit Alan Aköz, Alçı, Ardıç, Ilıcak, Kütahyalı;sadece bunlardan ibaret kalacak bir medya, ana akım da olsa kimi ikna eder ki #nuraymertinyazisinerede Lermontov #nuraymertinyazisinerede yeni düzenin başbuğu erdoğan işaret fişeği çaktı, medyadaki eski mazlum yeni tetikçi hilal kaplan pası aldı gol Barış Dağlı 'Hayata Donus Katliami' sonrasi atilan insanlik disi mansetin sahibi Milliyet'e soruyoruz: #nuraymertinyazisinerede ? Ümit Alan Pazar pazar, sabah sabah, günaydın yerine sorulması gereken soru: #nuraymertinyazisinerede Çok geç olduğunda günaydın denmemesi için bizlere m.a kancı Yanardağ tanrılarına kurban veren kabileler gibiyiz..Bu ay da tanrılar Nuray Mert'i aldı.. #nuraymertinyazisinerede m.a kancı #nuraymertinyazisinerede inek içti, inek nerede? yalıya kaçtı, yalı nerede? Kanlıca'da... Dilek Kılıç #sendebiliyorsun #nuraymertinyazisinerede? Siz de sorun! eksihabermas #nuraymertinyazisinerede sorusu sadece N. Mert ile ilgili degildir, Takrir-i Sukun anlayisiyla hizaya gelmek makbul yazarlik midir demektir. Gulsah Karadag #nuraymertinyazisinerede 'şeytan' aldı götürdü! Berxwedan YARUK Önce köşenden atarlar,"köşene" çekilmezsen zindana atarlar,olmadı iftiraya boğarlar,an gelir güvercinide vururlar #nuraymertinyazisinerede Ece Temelkuran Soruyorum: #nuraymertinyazisinerede ?! EFKAN BOLAÇ Gazetecilik ;görmeyenin gözü, duymayanın kulağı, konuşmayanın sesi olmaktır.(A.Şık savunmasından) #nuraymertinyazisinerede EFKAN BOLAÇ gazeteci kimdir: güç odaklarının duymak istediğini değil,gördüğünü,bildiğini,gerçekleri anlatandır, yazandır #nuraymertinyazisinerede elif ılgaz sustuk, sustuk başka bir ihtmal varmış gibi... Bir kere de şaşırtın be! #nuraymertinyazisinerede Berxwedan YARUK #nuraymertinyazisinerede Nuray Mert an itibariyle HDK nin Taksim Hill otelde düzenldiği Ortadoğu Forumunda.18 e kadar devam edecek Berxwedan YARUK #nuraymertinyazisinerede big boss'ların korkak masalarında.nüshası halkta #nuraymerttir tnaNig htBird #nuraymerte neolacak ?.. Her zaman dik ve onurlu duruşuyla hatırlanacak! Onun olmadığı yerde kraldan çok kralcılar adamız diye geçinecekler. Ece Temelkuran #nuraymertinyazisinerede? Siz de sorun!
-
Satır Araları
Aşk, Ella'nın ömrünün o durgun gölüne gaipten düşüveren bir taş misali indi. Ve onu sarstı, silkeledi, darmadağın etti. Bir taş nehre düşmeye görsün, pek anlaşılmaz etkisi. Hafiften aralanır, dalgalanır suyun yüzeyi. Belli belirsiz bir tıp sesi çıkar; duyulmaz bile akıntının ortasında, kaybolur uğultuda. Hepi topu budur olduğu olacağı. Ama bir de göle düşsün aynı taş... Etkisi çok daha kalıcı ve sarsıcı olur. O taş var ya o taş, durgun suları savurur. Taşın suya değdiği yerde evvela bir halka peyda olur; halka tomurcuklanır, o tomurcuk çiçeklenir, açar da açar, katmerlenir. Göz açıp kapayıncaya kadar, ufacık bir taş ne işler açar başa. Tüm yüzeye yayılır aksi, bir bakmışsın ki her yeri kaplamış. Çemberler çemberleri doğurur, ta ki en son çember de kıyıya vurup yok oluncaya dek. Nehir alışkındır karmaşaya, deli dolu akışa. Zaten çağlamak için bahane arar ya, hızlı yaşar, çabuk taşar. Atılan taşı içine alır; benimser, sindirir ve sonra da unutur kolaylıkla. Karışıklık onun doğasında var, ne de olsa. Ha bir eksik ha bir fazla. Gel gelelim göl hazır değildir böyle aniden dalgalanmaya. Tek bir taş bile yeter onu altüst etmeye, ta dibinden sarsmaya. Göl taşla buluştuktan sonra bir daha asla eskisi gibi olmaz, olamaz." Ve bir dua dökülür gölüne taş düşmüş Ella'nın dudaklarından, daha çok ellerinden: "Ya aşkı öğret bana, ya da aşkın yokluğuna üzülmemeyi." * * Aşkın olduğu yerde karanlık mı kalır? Bütün her aydınlıktır ve dünya aşk kokar... Kör ya da sağır olmak, onu görmeye hissetmeye engel değildir... Acaba insan bunun farkına varmadan yaşayabilir miydi? Ne var ki, bu bir itirafsa dile getirilmesinden rahatsız değildi. Daha ziyade donuktu içi. Zaten nicedir iyi ya da kötü şiddetli bir şey hissettiği yoktu... Elif Şafak - Aşk * Gitmek başı sonu olmayan, menzili meçhul bir seyrüsefer; varmaksa güzergahı önceden çizilmiş, hedefi malum bir tırmanıştı. Gitmekte aslolan dere tepe taban tepip durmaksızın hareket ederek rüzgarı hissetmek; varmakta aslolansa, o tepeye ulaştıktan sonra durup rüzgarı elde etmekti. Birinin kökleri geçmişte, haritası çok merkezli; ötekininse kolları gelecekte, haritası tek merkezliydi. Kaçmaya gelince o bambaşkaydı. Kaçmak sürekli hareket halinde olmasıyla gitmeyi ve gizliden gizliye barındırdığı bir başka, bir öte mekan arzusuyla da varmayı çağrıştırıyordu. Velhasıl kaçmak; hem gitmeye hem de varmaya, ne gitmeye ne de varmaya benziyordu." Şehrin Aynaları - Elif Şafak * "Çocukluklarının ne kadar olağanüstü bir güzellikte geçtiğinin daha çocukken bile farkında olanların onulmaz hastalığına yakalanmıştı; hayata çıtası yüksekte başlayanların hastalığına... Şimdi yaşadığı tüm güzellikler hep o çıtanın altında, tanıştığı tüm insanlarsa gölgesinde kalıyordu." "Yaptıkları hazırlığın farkına bile varmayacak bir erkek için hazırlık yaptıklarının farkına bile varmamak, kadınlara has bir muammadır." "En kötü yaratığı arıyorsan gözlere dikkat etmelisin. Gözlerine bakabildiklerin, gözlerinin içini göremediklerin kadar kötü değildir." Bit Palas - Elif Şafak
-
70' li Yıllarda Küçük Gezintiler...
''... Gençlik her dönemde değişiyor, hatta zamanı onlar değiştiriyordu. 70' lerin küçük şehir gençliği romantikti. Klişeyi, özellikle klişe şiiri çok severdi. Kızlar hatıra defterleri arasında gül yaprakları kurutur, bebek resimleri biriktirirlerdi. Aşka düşkündüler. Toplumsal yargıların gölgesi altında gelişen aşk fikri, ''yuva kurmayı'' gerektiriyordu. Temiz aşklar, saf kalpler, en temiz duygular, dönemin klişe unsurlarıydı. Hatıra defterleri 60' lı 50' li, hatta daha eski yıllardan beri sürdürülen bir gelenekti. Hemen her genç kızın, hatta ilkokul çağındaki çocukların birer hatıra defteri vardı. Az sayıda da olsa romantik ve duygusal erkek çocuklar da hatıra defteri tutarlardı. Ama genellikle bu defterlere kızlar itibar ederlerdi. Hatıra defterleri mümkğn olduğunca süslü hazırlanır, kapağında ''Hatıra Defteri ibaresi bulunur, onlarca çeşiti satılırdı. Yaprakları uçuk pembe, mavi yavruağzı olur; büyük çoğunluğu kalplerle, çiçeklerle süslenirdi. Yuva kurma konusunda kararlı olan kızlar, sayfalarına bebek resimleri de çizilmiş olanları tercih ederlerdi. Bu tür defterleri olan kızlar, genellikle liseyi bitirmeden evlendiler, çocuk sahibi oldular ve haytın, defterlerinin yaprakları kadar pembe ve romatik olmadığını gördüler. Hatıra defterleri özeldi, standart olamazdı. Kızlar dükkan dükkan dolaşıp, en sıra dışı , en romentik. en iyi süslenmiş olanını ararlardı. En ilginç olanı da kilitli olanlardı., ancak kızların kendilerine ait özel hayatları olamayacağına inanan anneler bunları pek hoş karşılamazlardı. 70' lerde birçok genç kız, kilitli hatıra defterlerini ve günlüklerini annelerinden kaçırmak, anneler de bir yolunu bulup bunları okumak, kızlarının kime aşk oduğunu, ne kadar ileri gittiğini anlamak için uğraştılar. Bazı yaratıcı kızlar da sayfaları çizgisiz beyaz kağıttan olan defterler alırlar, her sayfaya resim yapar veya dergilerden kestikleri resimleri yapıştırırlar, kendile- rine hatıra defterleri üretirlerdi. Hatıra defterlerlerinin yazılmasının da bir adabı, klasikleşmiş bir iç düzeni vardı. ''İyi aile kızları'' genellikle ilk sayfaları anne, baba, sırasıyla kardeşlerine; pek sevdikleri hala, teyze, amca ve eniştelerine ayırırlardı. Sevilen öğretmenlere birer sayfa ayrılması adettendi. ''Kötü kızlar'' bu kurala uymazlar, aileyi reddederler defterlerini sadece arkadaşlarına yazdırırlardı. Öğretmenlere ayrılan sayfalarda bir hiyerarşi ve gönül bağı sezilirdi. Gizli bir aşk beslenen yakışıklı tarihçiye öncelik tanınır, sayfasına özel muamele gösterilir; defterin kendi süsü yeterli bulunmaz ve defter sahibinin gizli aşkının ipuçlarını gösteren birtakım simgeler, işaretler konurdu. İyi arkadaşlara önden sayfa ayrılır, kendini defter sahibinin iyi arkadaşı sanan biri, defterin sonuna doğru bir sayfa ayrılmış olduğunu görünce bozulup, yazmayı reddedebilirdi. Kimine hiç sayfa ayrılmadığı olur, kendilerini itilmiş unutulmuş bulan bu tür arkadaşlar kahırlanırlardı. Hatıra defterlerinin bir işlevi de gizli aşkları ifşa etmekti. Defterin sahibi kıza ilg, duyan oğlan çok ince kelimelerle duygularını ifade edebilir, kalemi kuvvetliyse kıza aşık olduğunu ustaca belli edebilirdi. Bir defter yazılsın diye birine verildi -ğinde, daha önce yazmış olanların yazılarınızı okuyacağı kesindi. Bu nedenle defter yazılrken dikkatli olunması gerekiyordu. 70' lerin sonlarına doğru hatıra defterlerine yazılanlar kilşe olmaktan bir nebze çıktı, hatta bazen döneme göre esprili bir üslup kazandırsalar da, genellikle klişe metinler her zaman bu defterlere egemen oldu. Örneğin yüzlerce hatıra defteri -nin yüzlerce sayfasında yazılar '' Sevgili arkadaşım... Kalbin kadar temiz defterinde bana da bir sayfa ayırdığın için... '' cümlesiyle başlardı. Şöyle tanış- tık, böyle tanıştık, sen şöyle iyisin, böyle iyisin gibi cümlelerle bu zorlu iş tamamlandıktan sonra, bir şiir yazılması da adetti. 70' lerin ilk yarısında ve öncesinde gençlikte ''toplumcu-gerçekçi'' eğilimler yaygın olmadığı ve gençliğin temel meselesi aşk ve romantizm olduğu için şiirler genellikle basmakalıp aşk şiirleri olur, aynı şiire bir yığın defterde rastlanırdı. Aşk üzerine veciz sözler yazmak da dönemin adetiydi. '' Aşk bir sudur / İç iç kudur'' , '' Aşık olup düşnmektensei uyuz olup kaşınmak daha iyidir '' türünden ''veciz'' sözler liselilerin defterlerinde yer alırken... '' Sepet sepet yumurta.. '' lar da daha küçüklerin defterlerini süslerdi. ''Hayat bir gemi yoktur dümeni...'' gibi manimsi cümleler de... Yine bu defterlerin temel amacı arkadaşa mutluluk dilemekti ve bu dilekler çoğunlukla '' Hayatın sarp ve dikenli yollarında...'' diye başlardı. 70' lerin sonlarına yaklaşırken hatıra defterlerinde toplumcu-gerçekçi bir yaklaşım görülmeye başlandı. Anne, baba ve öğretmenler de kilşe cümle konusunda birinciliği kimseye kaptırmadılar. Hemen her deftere ''Biricik yavrum'' ''Sevgili kızım'' cümleleriyle başladılar ve yazılarını şaşmaz bir şekilde '' çalışkan, vatanına faydalı, hayırlı evlat olmanı dilerim'' ve benzeri cümlelerle bitirdiler. Hatıra defterleri uzun süre gençliğin en özel ve en mahrem defterleri oldu...'' A. TUNÇ - Bir Maniniz Yoksa...
-
Ah, Bir de Konuşabilselerdi...
Reziiiiilll... MİA' da kestane ve cennet elmasına deliriyor