Zıplanacak içerik

Featured Replies

Gönderi tarihi:

Varoluşçuluğun kurucusu olan çağdaş Fransız filozofu. 1905-1980 yılları arasında yaşamış olan Sartre'ın temel eserleri: L'Etre et le Neant (Varlık ve Hiçlik), La Transcendence de l'Ego (Benin Aşkınlığı), La Nausee (Bulantı), Les Chemins de la Liberte (Özgürlüğün Yolları), L'Existentialisme est un humanisme (Varoluşçuluk), Critique de la Raison Dialectique (Diyalektik Aklın Eleştirisi)'dir. O, akademik bir kurumda profesyonel bir filozof olarak çalışmak yerine, zaman zaman popüler birtakım eserlerle geniş halk kitlelerine ulaşmayı denemiş olan ünlü bir düşünürdür.

 

Temeller: İnsanın kendi yazgısını belirlemedeki aktif rolünü vurgulayan ve Marks, Husserl ve Heidegger gibi düşünürlerden etkilenmiş olan Sartre'ın temel çıkış noktası, insan varlığı ile öteki nesnelerin varlığı arasındaki farklılığın incelenmesinden oluşur. Başka bir deyişle, Descartes'ın yaptığı gibi, özneden yola çıkan Sartre, Kant'ın problemini, yani şeylerin ya da nesnelerin nedensel olarak belirlenmiş dünyasında, insanın özgürlük ve sorumluluğunun nasıl açıklanabileceği problemini ortaya koyup, bu probleme bir çözüm getirmeye çalışmıştır.

 

Metafiziği: Ona göre, insanın doğası, insan tarafından üretilmiş olan bir ürünü tanımladığımız tarzda açıklanamaz. Sartre'ın bu tezine göre, herhangi bir alet, nesne yapacak olsak, önce bu nesnenin nasıl olacağını tasarlarız. Örneğin, bir masayı ele alalım. Masa, kafasında bir masa fikrine sahip olan, masanın ne için kullanılacağını ve nasıl üretileceğini bilen bir insan tarafından imal edilmiştir. Buna göre, masa, meydana getirilmezden önce, belirli bir amacı olup, bir sürecin ürünü olan bir şey olarak tasarlanmıştır. Masanın özüyle, masanın meydana getiriliş sürecini ve onun yapılma amacını anlarsak eğer, masanın özü, onun varoluşundan önce gelir. Sartre'a göre, insanda durum böyle değildir.

 

İlk bakışta insanın da bir yaratıcının, Tanrı'nın eseri olduğunu düşünürüz. Tanrı'yı, masayı imal eden marangoz benzeri doğaüstü bir sanatkar olarak görür ve böylelikle, Tanrı'nın insanı yarattığı zaman, neyi yaratmış olduğunu bildiğine işaret ederiz. Oysa, Sartre Tanrı'nın varoluşunu inkar etmiş olan tanrıtanımaz bir düşünürdür. Tanrı var değilse, Sartre'a göre, insanın Tanrı tarafından önceden belirlenmiş bir özü de olamaz. İnsan, yalnızca vardır, kendinden önceki bir modele, bir taslağa, bir öze göre ve belli bir amaç gözetilerek yaratılmamıştır. İnsan öncelikle varolur ve kendisini daha sonra tanımlar. İnsan yalnızca vardır ve Sartre'a göre, kendisini nasıl yaparsa, öyle olur.

 

İnsanın önceden belirlenmiş bir özü olmasa da, o, Sartre'a göre, bir taş ya da sopa gibi, basit ve bilinçsiz bir varlık değildir. O, bir taş parçasının her ne ise o olduğunu söyler; taşın varlığı, kendi içine kapanık, kendisinden başka bir şey olamayan varlıktır. Söz konusu taş parçasının şöyle ya da böyle olmak imkanı yoktur; o, ne ise daima odur. Bu, Sartre'a göre, kendinde varlıktır. Buna karşın, insan, kendinde varlık (yani, taş parçasının var olduğu tarzda var) olmak dışında, kendisi için varlığa (yani, onu taş parçasından farklılaştıran varlık tarzına) sahiptir. Yani, insan bilinçli öznedir; insan, varolduğunun bilincindedir. İnsanın varlığı bilincinde, kendine dönmekte, kendini bilmektedir. Bundan dolayı, insana önceden verilmiş ve değişmeyen bir öz yüklemek söz konusu olamaz. Bilinçli bir varlık olan insan, 'ne değilse odur, ne ise o değildir.' Yani, bilinçli bir varlık olan insanda, sonsuzca değişme kapasitesi vardır. Onu şimdi olduğu şeyle tanımlayamazsınız, çünkü tanımladığınız anda, o başka bir şey, başka bir birey olma yoluna girmiştir. Bilinci insanı her zaman başka bir şeye , bir öteye götürür. Bilinçli bir özne, sürekli olarak bir gelecek önünde duran varlıktır. Ve bilinç, özgürlük ve bir geleceğe doğru yöneliştir.

 

Başka bir deyişle, insan doğası, başka herhangi bir gerçeklik türünden, bir bakıma hiç farklı değildir. İnsan başka herhangi bir şey gibi vardır, yalın bir biçimde oradadır. Bununla birlikte, insan diğer şeylerden ya da gerçekliklerden farklı olarak, bir bilince sahiptir. Bu nedenle, insan şeylerin dünyası ve başka insanlarla farklı ilişkiler içinde olur. Buna göre, bilinç her zaman bir şeyin bilincidir ki, bu, bilincin kendisini aşan bir nesnenin varoluşunu tasdik etmek suretiyle varolduğu anlamına gelir. Bilincin nesnesi, yalnızca 'orada olan' bir şey olarak dünya olabilir.

 

Tek bir katı kütle olarak dünya dışında, Sartre'a göre, sandalye, dağ benzeri belirli nesnelerden söz ederiz. Masa dediğimiz nesne, bilincin faaliyetiyle, dünyanın bütününden koparılarak şekillendirilir. Dış dünya yalnızca bilince, ayrı fakat karşılıklı ilişkiler içinde bulunan şeylerden meydana gelen anlaşılır bir sistem olarak görünür. Bilinç olmadan, dünya yalnızca vardır; o, kendinde varlıktır ve bu haliyle anlamdan yoksundur. Bilinçtir ki, dünyadaki şeylere, varlık vermese bile, anlam verir. Buna göre, bilinç herşeyden önce, dünyadaki şeyleri tanımlar ve onlara anlam yükler. İkinci olarak, bilinç kendisini aşar, yani kendisiyle nesneler arasına bir mesafe koyar ve bu şekilde nesneler karşısında bir bağımsızlık elde eder. Bilinçli ben, dünyadaki şeyler karşısında bu tür bir bağımsızlığa sahip olduğu için, şeylere farklı ya da alternatif anlamlar yüklemek, bilincin gücü içindedir. İnsan, Sartre'a göre, mühendis ya da işçi olmayı seçebilir, şu ya da bu proje veya tasarıya bağlanır; dünyadaki varlıklar da, insanın bu tercihlerine bağlı olarak anlam kazanırlar.

 

Ahlak Görüşü: Buna göre, insan öncelikle vardır, insanın varoluşu, onun ne olacağından önce gelir. İnsanın ne olacağı, bilincin belli bir mesafeden gördüğü dünya karşısında nasıl bir tavır alacağına bağlı olacaktır. İnsan, bu uzaklıktan, şeyler ve kişiler karşısındaki bu bağımsızlık hali içinde, bu şeylere ve kişilere nasıl bağlanacağıyla ilgili olarak bir tercihte bulunur. İnsan dünya karşısında bu tür bir özgürlüğe sahip bulunduğu için, dünya insanın bilincini ve tercihlerini etkileyemez. Dünyayı aştığı, dünyaya yukardan ve uzaktan bakabildiği ve sürekli olarak tercihlerde bulunmak durumunda olduğu olgusunu değiştirmek, insan için asla söz konusu olamaz. Kısacası, Sartre'a göre, insan özgürlüğe mahkumdur. İnsan özgür seçimleriyle kendisini tanımlar ve yaratır. Buna göre, insan, kendisini yoktan varetmez, fakat bir dizi seçim ve karar aracılığıyla, varoluşunu belli bir öze dönüştürür, yani kendi özünü oluşturur.

 

Başka bir deyişle, kendi kendisini sürekli olarak yeniden yaratmak durumunda olan insan, bir varoluş olarak, kendisini ilk anda terkedilmiş biri olarak bulur ve umutsuzluğa düşer. İnsan bu durumda geçmişine dönemez, şimdinin kendisi için boş bir imkan olduğu insan, geleceğe de güvenemez. İşte insan bundan dolayı, kendisini saçma bir dünya içinde hisseder. Doğmak, yaşamak, ölmek ve eylenmek ona hep saçma gelir. İşte insan böyle bir anda başkalarını hisseder, ve kendisini bir merkez olmaktan çıkarır. Bu ise onun varoluşunu özsel olarak yaşamasını önleyip, onu başkalarıyla birlikte olmaya, toplum içinde yaşadığı gerçeğine götürür. Böyle olunca da insan başkalarının sorumluluğunu duymaya başlar. Bu nedenle, Sartre'ın gözünde özgürlük ancak sorumluluk yüklenmekle mümkün hale gelir. Tüm eylemlerinin sorumluluğunu üzerine alabilmiş olan insan özgür olup, sadece böyle biri gerçek varoluşa sahip olabilir. Bu nedenle tek mutlak değer özgürlük olsa bile, sorumluluğa bağlanan bu özgürlük, katı bir ahlakı gerektirir. Onun gözünde doğru eylem, sorumluluğu özgürce yüklenilmiş olan eylemdir. Bununla birlikte, genel geçer ve mutlak bir doğruluğun da olmadığı unutulmamalıdır. Her çağ kendi doğrusunu yaratırken, ahlaklılık da her çağda kendi doğrusunu kuran insanın özgür eyleminde ortaya çıkar.

Gönderi tarihi:

Birkac soz;

 

Insanin anlam arayisi surekli filozof ve psikologlarin uzerinde durdugu bir konu olmustur. Ozellikle son yuzyilda insanoglunun icine dustugu hiclik ve anlamsizlik boslugu nedeniyle kayda deger sayida kisinin hayatina son verdigi de arastirmalara dayanan bir gercek. Anlamsizlik sorunu herhangi bir inanc veya inancsizligin bir sonucu degil, tamamen tek tek bireylerin hayati nasil algiladiklari ve sorumluluk bilinci ile ilintilidir. Ama surasi da bir gercek ki, bu hastalik daha cok kapitalizmin butun acimasziligiyla coreklendigi toplumlar arasinda daha yaygindir. Cunku bu tur sistemler insanlar arasi iliskileri baltalayip en aza indirmektedir. Bu, kisiyi yalnizlastiran onemli bir neden olmakla birlikte, yine de tek basina bir sebep olamaz.

 

Iste bu noktada Sartre'in ahlak gorusu hayli onem kazanmaktadir. Sartre cok yerinde bir tesbit yaparak, insanin ancak cevresine, insana ve dogaya karsi yuklenecegi sorumlulukla hayatina bir anlam katabilecegini soyler. Yasamin merkezine kendini koydugu muddetce yalnizlasmaya ve mutsuzluga mahkumdur. Yine ayni baglamda mutlulugun tarifini yapan bir dusunur de soyle diyor: "Baskalarini mutlu edebildigin olcude mutlusundur!.." Insanin alabildigine bireysellestigi ve bunun sonucu olarak yalnizlastigi bir cagda Sartre'in gorusleri uzerinde durmaya deger bir nitelik tasiyor. (Yuzyilimizin en atesli hastaligi olan 'yalnizlik' sorununa baska bir yazida genisce deginmeyi dusunuyorum.)

 

Uzerinde durmak istedigim diger konu da, Sartre'in genel gecer mutlak dogrularin olmadigi ve insanlarin her cagda farkli degerler yarattigi gorusudur. Dogrusu, sadece her cagda degil ama ayni cagda yasayan toplumlarin da bu konuda oldukca farkli ahlaki deger yargilarinin oldugu gorulur. Bunda din ve devlet olgularinin payi kucumsenmeyecek orandadir. Sebepler uzerinde durmak bu yazinin amacini asacagindan sozkonusu ahlak gorusuyle Sokrates ve Platon'un ahlak gorusunu kisaca karsilastiralim.

 

Sokrates'i zamanin diger filozoflari olan Sofistler'den ayiran en onemli faktorlerden biri de Sokrates'in evrensel dogrular ve evrensel ahlak anlayisi ile ilgili dusunceleridir. O her toplumun kendi degerlerini yarattigini yadsimamakla birlikte bu sekillenen ahlaki deger yargilarinin dogru olamayabilecegini soylemistir. Cunku kriter o toplumun bakis acisi degil ama belirlenmesi gereken temel degerlerdir. Belirlenecek kriterler sadece birtakim temel davranislari degil, ayni zamanda yasam tarzlarini da kapsayan genis cerceveli bir evrensel dogrular manzumesidir. Sofistler ise bir eylemin bir yerde dogru ama diger toplumda yanlis olabilecegini, mutlak dogru olmadigi icin de hangi toplumun hakli olacaginin bilinemeyecegini, dolayisiyla bir seye farkli bakis acisi yukleyen her iki kesimin de dogru oldugunu savunmuslardir. Cunku asil kriter o toplumun kendisidir. Bu baglamda Sartre'da da tam olmasa da benzer bir yaklasim sozkonusu. (Yaklasim itibariyle benzerlikler tasisa da burada kesinlikle bir karsilastirma sozkonusu degildir. Amac Sartre'in son derece dogru olan tesbitlerindeki boslugu Sokrates'in gorusleriyle doldurmaktir.) Her cag kendi dogrusunu yaratir ve ahlaklilik da her cagda kendi dogrusunu kuran insanin ozgur eyleminde ortaya cikar diyor. Platon da bu gercegi red etmemis ama o da hocasi Sokrates gibi her cag ve toplumda ortaya cikan eylemlerin evrensel kriterler isiginda dogru olup olamayacaginin bilinecegi gorusunu savunmustur. Buna dair cok carpici bir ornek vererek, Sokrates'in oldurulme sebebinin kendi toplumu tarafindan yanlis yani genel gecer dogrulara ve ahlaki kriterlere uymadigi gercegidir. Platon'a gore sayet bu dogru ise, o zaman Sokrates'i yanlis, onu oldurenleri de dogru bulmak gerekecektir...

 

Selam ile..

  • 2 ay sonra...
Gönderi tarihi:

Yazar ve Ün

 

Yedi sekiz yaşımda, dul anamla, Katolik bir nine ve Protestan bir dede arasında yaşıyordum. Sofrada her biri ötekinin dini ile alay ederdi. Kötülük olsun diye değil, bir aile geleneğiydi bu. Ama, bir çocuk her şeyi ciddiye alır. Her iki dinin de değersiz olduğu sonucunu çıkardım bu alaylardan. Bir Katolik olarak yetişmem için ne yaptılarda olmadı. İşte, o çağımda ölümden çok korkardım. Niçin? Çocukları avutan öbür dünya efsanesinden yoksundum da onun için belki. Her çocuk gibi ben de bir şeyler yazıyordum o zaman. Öldükten sonra yaşama isteğim yazı merakımla birleşti. Ölüm ötesinde, yazılarımda yaniden yaşamayı kuruyordum. Sonradan bıraktığım bu edebi ölümötesi, başlangıçta çalışmalarımın temeli oldu bu, kuşkusuz.

Hristiyan, genel olarak, ölümden korkmaz, çünkü, gerçek yaşama başlamak için ölmesi gerekir.

 

Dünyadaki yaşam, öbürgüzel dünyayı hak etmek için bir sınav yeridir. Bu da birtakım belli ödevleri, tapınmaları, duaları, dilekleri getirir. Uysal olma, şehvetten, mladan mülkten kaçınma ister. Ben, bütün bunları alıp, edebiryat alanına çeviriyordum: yaşadıkça değerim bilinmeyecekti ama, yazıda titizlik ve mesleğimde temizlik ile sonsuz yaşamı hak edecektim. Yazarlık ünüm öldüğüm gün başlayacaktı. Kendi kendimle önemli kavgalarım vardı. Her şey üstüne yazmak için her şeyi bilmek mi gerekiyordu? Bir papaz gibi yaşayıp bütün zamanımı törpülemekle mi geçirmeliydim? Her halde, sorun ölüm kalım sorunuydu, her şeyi birden içine alıyordu. Kafamda yazı yaşamı, din yaşamı kalıbına dökülüyordu. Bütün düşüncem, ruhumu kurtarmaktı...Sonradan bütün bunları bıraktım, kırk yaşına kadar da düşünmedim. Artık niçin yazıyorum diye sormaz oldum kendime.

 

Yazarlık ünü beni ilgilendirmiyor demiyorum, ama, bir andan sonra hiçbir anlamı kalmıyor bunun. Ölüm, gerçekten ölüm olunca, ün bir kandırmaca oluyor. Geçenlerde biri söylüyordu, öldükten sonra yazgısı bilmekten daha ********* bir şey bilmiyorum diye. Aranızdan birini alıyorlar, öfkesinden ya da kederinden öldürüyorlar, yirmi beş yıl sonra da biri anıt dikiyorlar adına. Aynı adamlar, aynı çakallar hem öldürüyorlar hem de anıt başında nutuk çekiyorlar, bir ölüyü şana şerefe boğuyorlar ki, bir başkasının yaşamını zehir edebilsinler.

 

Jean Paul Sartre- Denemeler

  • 1 yıl sonra...
Gönderi tarihi:

"CELLATLARINA HAYRAN OLAN İNSANLARDAN TİKSİNİYORUM" SARTE "

SARTRE bir filozofun ötesinde eylem adamı ve gerçek bir aydındır. cezayirin fransa tarafından ırzına geçilmesine en sert çıkış yapan filozofların başında gelir. paris sokaklarında bir militan gibi dergi satanda odur. felsefesi romanlarında gizlidir. büyük birde edebiyatçıdır .aynı zamanda

Marksizmle Varoluşçuluğu sentezlemeye çalışmış marksizmi aşılması imkansız bir felsefe olarak tanımlayarak bun dan vazgeçmiştir.

  • 1 yıl sonra...
Gönderi tarihi:

Düşüncelerini romanlarında da dile getirmiştir.Bulantı ile Uyanış-Bekleyiş-Tükeniş üçlemesi böyledir.

  • 1 yıl sonra...
Gönderi tarihi:

Sartre'in " l'existentialisme est un humanisme " kitabini okudugumda gercekten etkilendigimi hatirliyorum. Daha sonra "Huis Clos", insanlarin aslinda bir birlerinin gozlerine nasil hapsolduklarini cok iyi dile getirmisti. Benim Sartre'dan anladigim varolus ozden once gelir. Dinde ise bunun tersidir. Oz varolustan once gelir. Sanirim Sartre'in cikis noktasida bu oldu. Insan once vardir. Sonra ozunu bulur. Ama bu ozu bulurken, cevre kosullari onu cok etkiler.

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Hesabınız varsa, hesabınızla gönderi paylaşmak için şimdi oturum açın.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.