Gönderi tarihi: 29 Mart , 2007 18 yıl Cevabı aranan soru: Kim korkar Batı'dan ve modernleşmeden? Bugün modernleşemeyen, modern sektörlere nüfuz edemeyen, ayak uyduramayan, modern yapılardan dışlanan 'İslami-muhafazakar çevre' değil, otoriter devletçiler ve Kemalist seçkinlerdir. İşte tam da bu yüzden 'kökten ci' bir modernite, Batı, küreselleşme ve AB eleştirisi neo-Kemalist devletçi seçkinlerden geliyor. Modern dönemde İslami siyasi kimliğin şekillenmesinde şüphesiz 'Batı meselesi'nin önemli bir etkisi oldu. 'Batı medeniyeti' karşısında kendilerini bir 'meşru müdafaa' içinde bulan Müslümanlar "varlık nedenleri"ni varlıklarını "tehdit" eden Batı karşısında durmakta aradılar. Ancak hem Batı'nın kendi içinde dönüşümü hem de Müslüman toplumların Batı karşısında gelişen özgüvenleri İslami kimliği 'Batı sorunsalı'nı aşan bir tanımlamaya izin verir bir noktaya taşıdı, özellikle Türkiye'de. İlk modern dönemlerde Batı ve İslam toplumlarının karşılaşma biçiminin yarattığı düşünsel ve siyasal travmalar şüphesiz hâlâ varlığını hissettiriyor. Bu durumda da Türkiye özelinde İslami siyasi kimliği tarihsel 'Batı meselesi'nin ipoteğinden kurtarmak gerektiği önerisinin pek anlaşılamaması şaşırtıcı değil. 6 Mart 2007 tarihli Zaman gazetesinde 'İslami Kimlik Batı'sız Olamaz mı?' başlıklı yazımda öne sürdüğüm temel tez, Batı sorunsalını aşmış, demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti gibi değer ve kurumlar üzerinden siyasal modernitenin dilini konuşmaya başlayan 'İslami-muhafazakar' çevrenin hem Türkiye'nin demokrasi meselesini çözmede son derece hayati bir rol oynadığı/oynayacağı hem de kendini 'otoriter merkez'e karşı güçlendirmiş olduğu/olacağı yönündeydi. Ne İslam'ın 'öz'üne ilişkin teolojik bir yaklaşım, ne moderniteye ve modernleşmeye ilişkin teorik bir açılım yapmak değildi amacım; Türk modernleşmesinin geldiği noktada toplumsal ve kurumsal aktörlerin güçleri, pozisyonları ve tercihlerinin aldığı yeni şekiller etrafında 'İslami-muhafazakar' çevrenin 'demokrasi blok'u içinde kalmasının şartlarına işaret eden bir 'siyasal strateji' önerisiydi söz konusu olan. Bunun anlaşılmaması, hatta aksine 'hangi safta' olduğumun sorgulanması ne tuhaf! Modernleşemeyen kim? Rustow, Lerner, Pye, Apter ve Huntington'ın otoriteryen modernleşme teorilerini onaylayan mı var? Aksine, modernleşme teorilerinin 'otoriteryenizm'i meşrulaştırmaya kalkışan yaklaşımlarının ve tepeden inmeci modernleştirme siyasetinin pratikte artık imkânsızlığını anlattım ilk yazımda. Modernleşme süreci devletin de teorinin de denetiminden çıkmıştır. Bu niteliğiyle de modernleşme süreci olgusal düzeyde 'merkezî' otoriteleri pekiştirmek yerine zayıflatan, ulus-devleti yeniden üretmek yerine küresel ve yerel aktörlerin etkisine daha açık hale getiren ve toplumsal mobilizasyonu artıran karmaşık bir nitelik kazanmıştır. Dolayısıyla bugün Türkiye özelinde 'kökten' bir modernleşme eleştirisi bu sürecin dışına düşenlerin başvurdukları bir tepkidir. İlk yazımda altını çizdiğim bir nokta şuydu: Modernleşme 'artık' toplumsal ve ekonomik 'çevre'nin siyasal tahakküm merkezlerine başkaldırısının adıdır, aracıdır ve imkânıdır. Ne Türkiye'de tek parti rejiminin kurulduğu 1930'lardayız ne de askerî rejimleri meşrulaştıran modernleşme teorilerinin yazıldığı 1960'larda... Bugün modernleşemeyen, modern sektörlere nüfuz edemeyen, ayak uyduramayan, modern yapılardan dışlanan 'İslami-muhafazakar çevre' değil, otoriter devletçiler ve Kemalist seçkinlerdir. İşte tam da bu yüzden 'köktenci' bir modernite, Batı, küreselleşme ve AB eleştirisi neo-Kemalist devletçi seçkinlerden geliyor. 'İslami-muhafazakar çevre' de AK Parti üzerinden bu sürece etkin bir şekilde müdahil oluyor. İslamcı entelektüellerin anlamadığı veya anlamak istemediği bu 'yeni rol paylaşımı'dır. Bu rol paylaşımıdır ki İslami-muhafazakar çevreyi ve onların siyasal, toplumsal ve ekonomik temsilcilerini hem ulusal hem de küresel ölçekte etkin, meşru ve güçlü aktörler haline getirmiştir. Ama İslamcı entelektüeller, 'pratikte böyle bir gelişme vardır ve sevindiricidir, ancak İslami-muhafazakar çevrenin dünya ile bütünleşmesine (modern sektörlerle ilişki içine girmesine) teorik olarak cevaz verilemez' diyorlarsa ne âlâ. 'Pratik teoriyi daima aşacaktır'; ancak bu, İslamcı entelektüelleri işlevsizleştirecektir de... Genellemenin mümkün olduğu ölçüde Batı'nın günahsız, temiz ve hatasız olduğunu kimse söylemiyor. Ancak Batı'yı 'düşünürken' yapılacak en kolay şey günahlarını saymaktır, ki saymakla bitmez. Soru; spesifik tarihsel tecrübelerin veya güncel sorunların etrafında bir 'İslami siyasi kimlik' örmenin ne denli doğru olduğudur. Varoluşsal teyakkuz hali Sayın Ali Bulaç, '300 senedir nefs-i müdafaa' halindeyiz diyor... Böylesi bir varoluşsal teyakkuz ve kuşku içinde sağlıklı düşünmek, etrafta olup bitenleri doğru algılamak ve doğru karşılıklar üretmek mümkün olmaz. Varlığınıza yönelik 'sürekli bir tehdit algısı' duygusal ve irrasyonel kararlara zorlar sizi. Sanırım Sayın Bulaç da, devlet seçkinlerinin 'aklını bozan' güvenlik paranoyasından rahatsızdır. Devlet seçkinlerinin ve güvenlik elitlerinin 'sürekli tehdit' algısının ve söyleminin nasıl sağlıksız bir ruh hali yarattığı ve bu ruh halinin ürettiği ve meşrulaştırdığı militarizmden şikâyetçidir benim gibi. Korku sancılarıyla 'iç düşmanlar' icat edenler, silah üzerine yemin içip kendilerince hainler listesi yapanlar, her türden etnik ve dinsel olguyu 'tehdit' olarak niteleyenler de sürekli bir 'nefs-i müdafaa' psikolojisi içindeler. Bu psikolojiden sıyrılmanın zamanıdır. Ne İslam varoluşsal bir saldırı altındadır, ne de bu ülke... Devletçi reflekslerle, sürekli bir tehdit durumunda ve sürekli bir varoluşsal teyakkuz halinde olmanın 'gerçek dışılığı', irrasyonalitesi ve sonuçları hakkında yaptığımız eleştiriler aynen İslami bir 'varoluşsal teyakkuz' hali için de geçerlidir. 'Batı'nın saldırılarına karşı topraklarımızı, ülkelerimizi, bağımsızlığımızı, can, mal ve namus güvenliğimizi ve elbette bizi tarihte var kılan bütün değerlerimizi savunuyoruz' diyor Sayın Bulaç. Böyle bir halet-i ruhiye içinde rasyonel bir Batı analizi çıkar mı? İşte tam da bu yüzden, 'Batı meselesi'ni sağlıklı tartışamayacağımız ve de zaten tartışamadığımız için bu meseleyi artık geride bırakmakta fayda var diyorum. Bir Türkiye aşağılamasıdır gidiyor (ki aynı şey 'Müslümanlar' kategorisi için de yapılıyor); Türkiye Batı hegemonyasının altındadır, bağımsız değildir, kendi başına kararlar veremez, ABD ve AB'ye bağımlıdır, vs... Neredeyse 'Türkiye, tarihinin en ağır krizini yaşıyor, yeni bir ulusal mücadele içindeyiz' diyeceğiz, tıpkı bazı emekli paşalarımız ile Tuncay Özkan ve avenesi gibi... Değil! Türkiye'nin başarısını ve diğer Müslüman toplumların başarısını, gücünü, 'aktörlüğünü' görmeden ve anlamadan tabii ki savunma psikolojisinden çıkılamaz... Batı dışı modernleşme: Yüz yıldır bir 'Batı dışı modernleşme'dir konuşuyoruz. İlk dönem İslamcılarımız 'Japon modeli' tutkunuydular. Şimdilerde Sayın Bulaç, 'Rus, Hint ve Çin modernleşme modellerine bakmamız lazım' diyor. İyi de, bu öneri 28 Şubatçı MGK Genel Sekreteri General Tuncer Kılınç'ın meşhur 'Avrupa Birliği yerine İran ve Rusya ile birlik kuralım' önerisine fazlaca benzemiyor mu? Türkiye'de rahat bırakılmayan aydınların, siyasetçilerin ve din büyüklerinin neden Rus, Hint ve Çin modernleşmelerinin sunduğu 'imkânları' değerlendirmediklerini de merak ediyorum doğrusu. Bugün 'Batı dışı modernleşme' fikri, Batı'dan kopan ve korkan neo-Kemalist çevrelere yeni alternatif otoriteryen modeller sunmaktan ileri gitmez. Buyrun, Batı dışında ve karşısında kalarak 'modernleşin'; buyrun Batı dışında ve karşısında kalarak bu ülkede demokrasiyi kurun, insan haklarını yerleştirin, resmî ideolojiyi ortadan kaldırın, böylece İslami kimliğiniz Kemalist devlet seçkinleri tarafından sürekli bir tehdit kaynağı olarak baskı altına alınmasın. Otoriter devlet aygıtı ve ideolojisi son demlerini yaşarken siz buyrun, 'kökten' bir Batı ve modernite eleştirisiyle İslami-muhafazakar çevreyi tarihlerinde hiç bulunmadıkları avantajlı yeni konumlarından ve rollerinden söküp atın, neo-Kemalizm'i yeşertin!.. Geniş İslami-muhafazakar kesimler Türk demokrasi hareketinde yapıcı ve oyun kurucu bir rol oynayabilirler ve aslında oynamaktalar. Ama, kökten bir modernite eleştirisiyle fişeklenen ve meşrulaştırılan bir Batı karşıtlığına tıkanıp kalan İslami-muhafazakar çevreler 'demokrasi cephesi'nden 'devletçi Kızılelma koalisyonu'na kayabilir ve kaymaktadırlar. Bu, real ve pratik bir siyasal durumdur. Dolayısıyla meselenin özü, İslami-muhafazakar çevrelerin otoriter siyaset anlayışına karşı demokrasiyi destekleyici çizgisinin, kökten bir modernite ve Batı eleştirisi içinde ne denli muhafaza edilebileceğidir. İçe kapanmacı ve otoriter siyaseti destekleyici siyasetin 'İslamcı entelektüel' zeminini hazırlamak sadece ABD'de neo-conları, Türkiye'de de neo-Kemalistleri memnun eder. İslami-muhafazakar bir perspektiften kökten bir Batı ve modernite eleştirisi yaparken son yıllarda (neo) Kemalistlerin Batı'dan, Batılılaşmadan ve hatta modern siyasal kurumlardan ve değerlerden neden korkuyla uzaklaştıklarını da bir düşününüz. ORTADOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ PROF. DR. İHSAN DAĞI
Gönderi tarihi: 31 Mart , 2007 18 yıl NUHUN GEMISI MISALI,.,!!! Dünyamizda bir cok ülke ,,Nuhun gemisini andiran ,.,sekilde yolcularinla güzel yolculuga cikmis ya bizler var olan ,,gemimizde neyle mesgulüz.,.,!!! zannediyorum yolcularin seklinle semasinle ugrasiyoruz,., sen yoluna devam edebilirsin sen devam edemezsin diye.,.,hani ya yeni türeyen bir alt kimlik üst kimlik var ya onu arastirmak la mesgulüz,.bakalim ,,Dümeni tutrabilecekmiyiz bu kaptanlarla,, rüzgara karsi.,., Bizler neleri halletmedikki,., Halletmedigimiz ,,bir Nuhun gemisi kalmisti.,.,bu gidisle onun kaderini,de Rüzgar belirleyecek Kaptanlara kalsa isimiz Duman haydar,.,.,. Ah güzel vatanim Ah yamyam frankfurt
Gönderi tarihi: 31 Mart , 2007 18 yıl İslamî kimlik Batı'sız olamaz mı? Geçen hafta Kahire'de yapılan 12. Abant toplantısı ilginç tartışmalara sahne oldu. Batı ve modernleşme konularına yaklaşımda oldukça çekingen bir tavır yaygındı katılımcılar arasında. Modernleşmenin Batı tarafından dayatılan bir düşünme kalıbı ve yaşam biçimi olduğu tekrarlandı sık sık. İslam toplumlarında modernleşme sürecinin geldiği noktayı, geçirdiği içeriksel değişimi ve taşıyıcı aktörleri göz ardı eden analizlerdi bunlar. Önce tespit: Modernleşme artık devlet eliyle yürütülen bir süreç değil. Alttan gelen bir değişim ve modernleşme dalgası olduğunu görmeden 'Batı kompleksi' ile modernleşme eleştirisi yapmak, bu yeni dalga modernleşmeyle toplumun denetimden çıktığından şikayet eden 'devletçi seçkinler'le aynı pozisyona düşmek olur. Modernleşme artık toplumsal ve ekonomik 'çevre'nin siyasal tahakküm merkezlerine başkaldırısının adıdır, aracıdır ve imkanıdır. Türk modernleşmesi, uzun süredir, devlet seçkinlerinin istedikleri, tanımladıkları ve yürüttükleri bir süreç olmaktan çıkmıştır. Devlet seçkinleri odaklı modernleşme projesi toplumsal dinamikleri yok sayan veya onları yeniden tanımlamaya kalkışan, toplumsal katılımın önünü açmak yerine otoriteryen yönetim aygıtıyla toplumsal güçler üzerinde baskı ve denetim mekanizması kuran bir modeldi. Devlet eliyle uygulanan modernleşme modelinin amacı zaten toplumun etken bir aktör olarak güçlendirilmesi değildi. Ortadoğu genelinde ve Türkiye'de modernleşme projesi, 'genç devletlerin' halkı yeni 'meşruiyet sembolleri'ni kabule zorladıkları kültürel/siyasal bir 'endoktrinasyon' işlevi taşıyordu. Bu model hem İslam ülkelerinde hem de Türkiye'de çöktü. Devlet eliyle tepeden inme modernleşme projesi toplumsal kabul ve destek görmedi; çünkü bu devletçi model demokrasi de refah da üretemedi, üretemezdi de zaten. Modernleşmenin niteliksel ve işlevsel dönüşümü ile taşıyıcı aktörleri dikkate alındığında İslami bir pozisyondan modernleşmeye karşı 'ikircikli' durmanın bir anlamı yok artık. Günümüzde sivil toplumuyla, sermayesiyle, medyasıyla ve siyasi organizasyonuyla Türk modernleşmesinin itici güçlerinden birisi de İslami kesimler çünkü... Arkaik bir tarihsellik veya ideolojik bir miyoplukla İslami/muhafazakâr 'çevre'nin modern 'merkezi' alanlara katılımını engelleyici bir 'modernleşme eleştirisi', aşılması gereken 'entelektüel bir fantezi'dir. Bu türden bir modernleşme eleştirisi ile başörtülü kızların üniversite okuyarak modern sektörlere katılımının engellenmesi, yani İslami kimlikli aktörlerin toplumsal-kamusal alanlardan dışlanmak istenmeleri birbirlerinden pek de farklı şeyler değildir. Her iki yaklaşım da İslami kimlikli aktörlerin 'modern' olanın dışında kalmasını öngörüyor. 'İkircikli' tutumun gerisinde Müslümanların Batı'yı ve modernleşmeyi yeterli düzeyde bir özgüvenle tartışamıyor olmaları yatıyor. İslam dünyası hâlâ tümüyle Batı tarafından tanımlanan ve belirlenen bir 'nesne' olarak algılanıyor. İslam-Batı ilişkileri bağlamında İslam'a 'verilen bir rol' var ve Batı'nın biçtiği bu rol değişmez bir veri. Hatta İslam'ın 'ne' olduğunu da Müslümanların 'kim' olduğunu da 'onlar' belirliyor. Böyle bir analizden sadece basit bir siyasal protesto çıkar: Batı'ya başkaldırı. Bu yaklaşımda ne özgün bir fikir ne de bugüne ait bir analiz vardır. Afgani'den bu yana değişen bir şey yok mudur? Demografik gücü, ekonomik kaynakları ve hatta entelektüel birikimiyle İslam dünyasına bir 'aktör' muamelesi yapmamak, onu edilgen bir konu mankeni sanmak büyük bir haksızlıktır. İslam dünyasını hâlâ 19. yüzyıl koşullarında yaşıyor sanmak büyük bir yanılgıdır. Soru ve sorun şudur: İslam'ın Batı, modernite ve modernleşme ile ilişkilerini 19. yüzyılda şekillenen bir zihin haritasıyla bugün anlamak ve tartışmak mümkün müdür? İslamî kimliğin Batı ilişkisi Modern dönemde İslami kimlik "Batı sorunsalı" üzerine inşa edildi ve Batı'nın 19. yüzyıldan itibaren yaşamın tüm alanlarını kuşatan tazyiklerine karşı "yerli" bir "tepki" olarak biçimlendi; varlığını hep Batı'ya referanslarla gerekçelendirdi. Batı'nın gücü, teknolojisi ve müdahaleleri "karşı"sında hep "savunma"da kalan İslami kimlik, kendini Batı medeniyetine karşı bir "direniş" hareketi olarak niteledi. İslam ile Batı arasındaki bu "gerginlik"in tarihsel derinliği elbette vardı. Ama modern İslami kimlik üzerinde "kurucu" bir rol oynayan, Batı'nın 19. yüzyıldan itibaren İslam toprakları üzerinde askeri, siyasal, iktisadi ve kültürel baskılarının belirginleşmesiydi. Batı, bütün sorunların ve kötülüklerin kaynağı olarak algılandı; İslam dünyasının içsel dinamikleriyle üretilemeyen dönüşüm göz ardı edilerek çöküş 'dışsal'laştırıldı. Batı, sömürgeci, materyalist, ahlaksız ve hatta Allah'sız bir medeniyetti. Sonuç olarak İslam dünyasının Batı algısı ve düşüncesi 19. yüzyılda şekillendi. İslam coğrafyasının Batı emperyalizminin kucağına düştüğü, İslam medeniyetinin yükselen Batı karşısında siyaseten ve maddeten çaresiz kaldığı bir dönem. Böylesi bir tarihsel tahayyülde 'Batı'nın üstünlüğü' ve 'İslam dünyasının çaresizliği' fikrinin üstesinden gelmek çok zor. Ancak Batı'yı hâlâ 19. yüzyıldan kalma algılar ve düşüncelerle tanımlamak da büyük hata. Müslümanların kafalarının arkasında bir türlü baş edemedikleri bir 'Batı sorunsalı' taşıdıkları müddetçe tarihsel karşıtlıkların dışına çıkıp yeni durumlar karşısında yeni pozisyonlar üretmeleri mümkün görülmüyor. İslami kimliği 'Batı sorunsalı'nın ipoteğinden kurtarmak ve böylece özgürleştirmek şart. AK Parti İslamcı entelektüellerin önünde İslami kimliğin şekillenmesinde Batı sorunsalını (belki de saplantısını demeliyiz) bir kenara bırakmayı denemeli İslamcı entelektüeller. Batı karşıtlığı üzerine bina edilmeyen bir İslami kimlik demokrasi, modernleşme ve piyasa ekonomisi alanlarına aktif katılımıyla 'çevre'den 'merkez'e yönelişini tamamlayabilir. Aslında Türkiye son yıllarda böyle bir örnek geliştirmiştir, ki o da AK Parti'dir. AK Parti'yi iktidara taşıyan ve bugün Tayyip Erdoğan'ı cumhurbaşkanlığının eşiğine getiren 'yeniden düşünme' sürecinin özü, İslami kimlik ile Batı ve modernleşme arasında geleneksel 'karşıtlık' siyasetinin bir yana bırakılmış olmasıdır. Bu 'yeniden düşünme' siyasetiyle yeni kuşak 'İslami-muhafazakâr çevre' hareketinin, bir yandan Kemalist-laikçi merkez üzerinde söylemsel ve siyasal bir üstünlük kurduğu, öte yandan da Kemalist-laikçi merkezin uluslararası desteğini ciddi düzeyde kırdığı görüldü. Yine bu 'yeniden düşünme' siyasetiyle Türkiye'de demokratikleşmenin önündeki engelin İslam değil Kemalist-laikçi otoriteryenizm olduğu, İslami kimlik ile demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti arayışlarının uyumsuzluk içermediği gösterilmiş oldu. Bunlar azımsanacak kazanımlar değildir. Batı'yı 'karşıtlık' ekseninde düşünmemek son yıllarda Türk siyasetinde yeni ufuklar açmış, yeni imkanlar yaratmıştır. Bu tarihsel gelişmeyi 'entelektüel' fantezilere ve öfkeye kurban etmemekte fayda vardır, tabii bu ülkede demokrasiyi, insan haklarını ve hukuk devletini önemsiyorsak. İslami kesimlerin Türkiye'nin demokratikleşme davasına desteği hayatidir. Desteğin devamı, bir yandan otoriter devletçi odaklara karşı demokrasi platformunu güçlendirecek, öte yandan da İslami kesimlerin demokratik çoğulluk içinde varlığını pekiştirecektir. Entelektüel bir modernlik eleştirisi uğruna geniş Müslüman kesimleri BATI KARŞITLIĞI ÜZERİNDEN "kızılelma koalisyonu"na itmek akıl kârı değildir. ORTADOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ PROF. DR. İHSAN DA
Gönderi tarihi: 31 Mart , 2007 18 yıl İslamî kimlik neden Batı'sız olmaz? 6 Mart 2007 tarihli Zaman gazetesinde Prof. Dr. İhsan Dağı'nın 'İslami kimlik Batı'sız olamaz mı?' makalesi ile, bu makaledeki bazı savlara cevap niteliğinde olan Ali Bulaç'ın Zaman'ın üç gün sonraki sayısında çıkan 'Batılı kimlik İslam'sız olamaz mı?' makalesini okuduktan sonra bu konuda benim de birkaç söz söylemem gerekir kanaatine vardım. Her şeyden önce, iki yazarın da çok önemli tespitlerde bulunduğunu ve bu yazılarıyla, günümüz aydın çevreleri için hayati bir konuyu tartışmaya açtıklarını belirtmek isterim. 'İslami kimlik' ile 'Batı kimliği' veya 'modernite' gibi kavramları karşılaştırırken bunların ne olduğunu, neler içerdiğini, biraz da tarihsel arka plan göz önünde bulundurularak belirlemek gerekir. Bu sözlerimle yukarıda adı geçen yazarların eksiklerini bulma gibi bir niyetim yoktur. İki yazar da konuya güncel bir konu olarak bakmışlar, bir araştırma bahsi olarak ele almamışlardır. Ben de konuyu bilimsel bir metotla ele almayacağım. Ancak, konuya biraz felsefi unsur katarak kavramların analizini yapmaya çalışacağım. 'İslami kimlik', tanımını, bir taraftan, Kur'an ve Hadis'ten alırken, diğer taraftan karşı olduğu pagan kültürün değerlerinden alır. 'Müslüman' insan tipi, Miladi yedinci asırda daha önce mevcut olan pagan, Yahudi ve Hıristiyan insan modellerinden farklı olarak ortaya çıkmıştır. Yahudi ve Hıristiyan olanın kendisinden önceki Sami-semavi dinlerden gelmesi, bazı ortak değerlerin tesciline sebep olmuştur. Tek Tanrı tarafından misyon yüklenmiş olan bu yeni insan, hidayete ermiş ve diğer insanları doğru yola yöneltmekle görevlendirilmiştir. Her işe Tanrı'nın ismiyle başlar, her işin sonunda ondan ödül bekler. İlahi emir ve onu yerine getirmek onun bilincinin tümünü sarmıştır. Bu yeni insana göre, aslında Yahudi ve Hıristiyan'ın da temel misyonu buydu. Ancak sonraları onların bilincine Tanrı'nın yanında başka dünyevi unsurlar girerek bu misyonun orijinalliğini bozmuştur. Buna göre Müslüman'ın bilinci, tamamen Tanrı'ya emanet edilmiştir. Kendi başına görev belirleyemez, kendiliğinden hareket edemez. Herhangi bir durumda Tanrısal kılavuzluğun ne olduğunu bilmiyor veya bunda kararsız ise kılavuzluğu belli olan benzer bir hadiseyi örnek alarak yolunu belirlemesi gerekir. Kendi arzusu ve haz ve eğilimlerinden hareket ederek seçimini yapamaz. Müslüman'ın tüm zihinsel yetileri, ona, birey olarak görev belirlemek yerine, Tanrı tarafından verilmiş görevleri anlayıp kavramaya ve en iyi şekilde onları icra etmek için vardır. Batı ile hesaplaşmadan olmaz Dünya bakışını az çok tarif etmeye çalıştığımız orijinal Müslüman'ın, tarihi seyrinde, kendisine tamamıyla ters düşen ilk karşılaşma, 8-12. asırlarda yüz yüze geldiği Yunan kültürüyle olmuştur. Tanrı kaynaklı olmamakla birlikte fevkalade gelişmiş ve birçok insani değeri barındıran bu kültür, o zamanın Müslüman entelektüellerini şaşırtmıştır. Bir kısmı, bu farklı; ama pagan kültürün cazibesine kapılıp İslami kimliğinden taviz verirken (Farabi ve İbn Sina gibi), çoğunluk bu kültürden hoşnut kalmamıştır. Zamanın, al-Bakıllani, al-Cuvayni, al-Gazali ve al-Razi gibi kelamcıları, bu kültürün İslam'ın ruhuna aykırı olduğunu tespit ederek Müslüman halkı bu afetten korumuşlardır. İslam'ın ve Müslüman'ın bu mücadeleden galip çıkmasının en önemli sebebi, güç olarak egemen sınıf olmalarıydı. Müslüman'ın on dört asırlık tarihinde karşılaştığı ikinci büyük tehlike 17. asırdan beri Batı'da gelişmekte olan 'modernite'dir. Modernite, Batı insanının iç ve dış otoritelere karşı isyanıdır. Modern Batı insanı, kendi bilincine kendisi hükmeden, Tanrı'dan buyruk almayan, kabullendiği tüm değerleri insan kaynaklarıyla sınırlayan ve aşkın alem ile bağlarını koparan kimsedir. Reddettiği iç ve dış otoriteler Hıristiyanlık ve mutlak yönetim tarzlarıdır. Bu iki insan modelini karşılaştırdığımız zaman, karşımızda birbirinden tamamen farklı dünya görüşlerine sahip iki insanı görürüz. Tek bir dünya görüşünün değerlerini paylaşan iki ayrı kültürün insanları arasında uzlaşma mümkün olmasına karşın, iki ayrı dünya görüşüne mensup insanların bazı pratik konular dışında, temel konularda, eşyaya ve hadiselere bakışta anlaşmaları imkansızdır. Çünkü, bakışlara yön veren değerler tamamen farklıdır. Bu farklılık öze ilişkin bir ayrılık olduğundan 19. asırdan beri bu iki dünya görüşünü uzlaştırma ve bu iki tip insanı anlaştırma çabaları hep sonuçsuz kalmıştır. Cemalettin Afgani ve Muhammed Abduh'la başlayan, İslam dininin nass'larını yeniden yorumlama akımı, günümüzde de devam etmektedir. Buna örnek olarak Yaşar Nuri Öztürk ile bazı ilahiyat profesörlerini gösterebiliriz. Yeniden yorumlama eyleminde egemen olan yöntem, Batı'da halen mevcut olan ve ortaya çıkacak olan kavram ve pratikleri esas alıp bunlara, İslam'ın nass'larında meşruiyet bulmaktır. Böyle bir işlevde İslam dininin temel prensipleri, on dört asırlık geleneksel tevil ve tefsirinden koparılarak yeniden ve radikal bir tarzda yorumlanır. Amaç, eldeki yabancı unsura yer bulmaktır. Bu yeri bir şekilde bulan kişi, kendisinin, fevkalade bir misyon yerine getirdiğini, on dört asırdan beri kimseye nasip olmayan bir görevin İlahi takdirle kendisine verildiğini iddia edebilir. Halbuki, çoğu zaman, sonuç olarak yaptığı iş, İslam dininin esaslarından taviz vererek kotardığı bir çözümdür. Bu yöntemin sakatlığının farkında olan bazı İslam bilginleri, modernite ile İslami bakışın özdeki ayrılığının uzlaşmaz olduğuna hükmederek, modernitenin tüm değerlerini ve ortaya koyduğu yaşam biçimini, İslam'ın ruhuna ve temel mesajına aykırı bulmuşlardır. Tıpkı al-Gazali'nin 12. asırda Yunan felsefesini İslam dininin esaslarına aykırı bulup reddettiği gibi. Reddiyeci olarak adlandırabileceğimiz bu yaklaşımın şampiyonu Seyyid Kutup'tur. Malezyalı Muhammed Nakib al-Attas ise bu yaklaşımı paylaşmakla beraber pratikte daha hoşgörülüdür. Kutup, Batı medeniyetinin değerlerini ve somutlaştırdığı yaşama biçimini, Cahiliye dönemi Arap yaşam tarzıyla özdeşleştirmiştir. Modernitenin sunduğu değer ve işlevleri için "küfür" ve "şirk" tabirlerini kullanmıştır. Batı'ya böyle bakan bir Müslüman için yapılacak şey, Batı'yla mücadele etmek ve değerlerinden etkilenmemektir. Günümüzde birçok köktendinci akımlar, S. Kutup'un eserlerinden ilham almaktadırlar. Kim haklı: Bulaç mı, Dağı mı? Bu iki yaklaşım dışında üçüncü bir yaklaşım da modernleşmeyi Batılılaşmaktan ayrı tutan görüştür. Bu yaklaşım, Batı'nın bazı kurum, bilim ve teknolojisini alıp sosyal değerlerini reddetmek şeklinde de özetlenebilir. Prof. Ahmet Davutoğlu, böyle bir görüşü savunmaktadır. Bu yaklaşımın kökleri yirminci yüzyılın başlarındaki reformcu cereyanlara kadar götürülebilir. Bu yaklaşımda göz ardı edilen husus, Batı bilim teknoloji ve özgürlüklerinin moderniteyi oluşturan temel yargılardan kaynaklandığı gerçeğidir. Bu yargılara katılmadan modernleşmenin nasıl gerçekleşeceği, cevabı zor olan bir sorudur. Çoğu zaman bu tür bir modernleşmeye verilen Japonya örneği pek de geçerli değildir. Çünkü, son çeyrek asır içerisinde Japon kültürü oldukça Batılılaşmıştır. Bu üçüncü yaklaşım, Prof. Dağı'nın, 'Batı karşıtsız İslami bir kimlik modeliyle', modernleşmede, eski hükümetlere kıyasla daha başarılı bulduğu AKP hükümetinin de benimsediği bir tutumdur. Ancak, görünürde böyle olmasına rağmen aynı hükümet, adaylık sürecinde, AB'nin teorik doğrularını (kriterler) resmen tescil ederken, çoğu İslami kimliğe aykırı düşen bu sosyal değerleri gerçekten gönülden benimsemiş midir? Benimsemiş ise bu yabancı unsurları İslami kimliğe nasıl adapte etmiştir? Hükümetin entelektüel kadrosu henüz böyle bir söylem geliştirmiş değildir. Çoğu gözlemcinin ortak kanaati, AKP yöneticilerinin reform eylemlerinde ikircikli olduklarıdır. Nitekim Fransa Cumhurbaşkanı, Türkiye'nin AB'ye alınmasını bir 'asimilasyon' olarak nitelerken, Türkiye Başbakanı bunu 'entegrasyon' olarak ifade etmiştir. Öyle gözüküyor ki, çağdaş İslami kimlik arayışında, Batı faktörünü herhangi bir şekilde görmezden gelmek, sorunun bizzat kendisinden kaçmak demektir. Çünkü, kimlikle ilgili krize sebep, İslam'ın kendisi değil, yegane dünya görüşü çabasında olmaya çalışan Batı medeniyetidir. Ayrıca, İslam'ın temel iddialarına ve insana verdiği misyona tamamen aykırı olan bu zihniyet, ortaçağdaki şartların aksine, zayıf ve mağlup düşen İslam alemini her yönden sarmıştır. Ulusal stratejilerin bunun önünü kesmesi mümkün değildir. Prof. Dağı'nın da işaret ettiği gibi, daha önceleri devlet tarafından uygulanan modernleşme projelerinin yerini iç dinamikler almış, hatta bu konuda devlet, halkın gerisine düşmüştür. Batı faktörü, yeni İslami kimlik formülasyonunda, ya bir karşıtlık veya hesaplaşılacak bir rakip olarak yerini alacaktır. Bu sebeple Sayın Ali Bulaç'ın Batı karşıtlığını İslami kimlik öğelerini arayışta gereksiz görmesi; ancak aşırı hümanist bir duygusallıkla açıklanabilir. Yazılarında Batı karşıtlığını işlemediğini söylemekte haklıdır. Ancak kendisi gibi Doğu Batı ikilemini tartışan birçok Müslüman düşünür, bu konuyla cebelleşmiş ve Batı gerçeğini hep gündemde tutmuşlardır. Bir Müslüman'ın iman ve amelinde taviz ve değişime gitmeden Avrupai anlamda modern olması imkansıza yakın bir durumdur. Ortaçağdaki Hıristiyan Batı, dünyaya bakış açısından bize yakın, coğrafi olarak bizden uzaktı. Bugünkü modern Batı ise dünya görüşü olarak İslam'a uzak, coğrafi olarak çok yakındır. Bu yakınlık, düşüncede, birbirimizden ne kadar uzak olduğumuzu anlamamızı sağlamıştır. Bu karşılıklı yakından tanışma, bilhassa Batı'nın İslam dünyasını 'öteki'leştirmesine neden olmuş, komünist blokun yıkılışından sonra yeni saldırı hedefi haline getirmiştir. Bu konuda çoğu düşünürün şiddetle eleştirdiği Samuel Huntington'un spekülasyonları doğrulanmış gibi görünmektedir. Çağımızda, Kur'an'da tarif edilen Müslüman tipinin, onu çepeçevre saran materyalist, tanrısız Batılı yaşam koşulları altında Müslümanca yaşaması gayet zordur. İnancı gereği ortaya koyduğu her türlü fikir ve eylem, egemen olan zihniyet tarafından ya sorgulanacak ya da küçümsenecektir. Orijinal kimliğiyle bu aşılmaz zorlukla karşılaşan inançlı Müslüman, kendisinin iki seçenekten birini seçmeye zorlandığını hissedecektir. Ya İslami kimliğinin özünden vazgeçip egemen olan Batı dünya görüşünü benimseyecek ya da mucizevi bir hamleyle, yine merkezinde Tanrı olan; ama bilim ve özgürlükleri dinamik kılan yeni bir kimlik geliştirecektir. Bu yeni kimlikle, belki de Batı'yı da sapkınlıklarından kurtaracaktır. Bu muhayyel kimliğe hâlâ İslami mi denir veya başka tanrısal bir nitelikle mi anılır, bunu şimdiden belirlemek pek de anlamlı değildir ORTADOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ PROF. DR. YASİN CEYLAN
Gönderi tarihi: 31 Mart , 2007 18 yıl Batılı kimlik İslam'sız olamaz mı? ALİ BULAÇ, PROF. DR. İHSAN DAĞI'NIN 'İSLAMÎ KİMLİK BATI'SIZ OLAMAZ MI?' İSİMLİ MAKALESİNE CEVAP VERDİ. . 'Batı-dışı modernleşme mümkün mü?" genel başlığı altında sorduğum beş sual, bizim modernleşmenin neresinde olduğumuza ilişkin fikir vermesi bakımından önemlidir. Gerek Kahire-Abant toplantısında sunduğum "İslam ve modernlik" adlı tebliğim, gerekse dönüşte yazdığım yazılar çeşitli eleştiriler aldı. Bu doğaldır, öyle olması da gerekir. Hepsine cevap vermek çok zor, ayrıca gerekli de değildir. Gerek görmediklerimin büyük bir bölümü konunun kendisiyle, özüyle ilgili olmayanlardır. 25 senedir bu konu üzerinde çalışan biri olarak, "modernite ve modernlik" konusunun kendisiyle doğrudan ilgili görünen 1 erkek entelektüel (Abdurrahman Arslan), 2 kadın akademisyen (Nilüfer Göle, Tülin Bumin) gösterebilirim. Hiç kuşkusuz diğerlerini küçümsemiyorum; ama bu alanda fikir yürütenler salt "modernizm veya modernizasyon" kavramlarıyla ilgilidirler. Zaten başından bu yana da Batı, bize (aydınlara, üniversitelere, eğitim sistemine, hükümete ve devletin tüm kamu kuruluş ve kurumlarına) modernliğin süreçleri ve politikalarıyla ilgilenmemiz gerektiğini telkin etmektedir. Şimdi bu ilginin odağında saydıklarım yanında STK'lar, kadın hareketleri ve araştırma merkezleri de yer almış bulunuyor. "Modernizasyon" konusunun, dördüncü baskısı yakında çıkan "Din ve Modernizm" (Yeni Akademi, 2006, İstanbul) adlı kitabımda geniş bir kritiğini yaptım. İhsan Dağı'ya katılmadığım noktalar... Ancak asıl sorun "modernizm veya modernizasyon" değildir. Sorun, temel felsefi varsayımları ile "modernite" ve hepimizin içinde bulunduğu "beşeri bir durum" olarak "modernlik"tir. Nedense aydınlarımız konunun asıl bu yönüyle hiçbir şekilde ilgili görünmüyorlar. Bu yüzden çoğu zaman eleştiri veya tartışmada sağlıklı iletişim kuramıyor, Babil kulesi insanları gibi farklı diller kullanıyoruz. Bunun son örneği Sayın İhsan Dağı'nın Zaman'da kaleme aldığı bir yazısı oldu. (6 Mart 2007) Aslında tebliğimden sonra Dağı, Kahire'de bana anlamlı sorular sormuştu. Mesela neden benim Mısırlı entelektüel Hasan Hanefi'nin görüşlerine atıfta bulunarak "insan merkezli bir dünya görüşünün Allah merkezli bir alem tasavvuru"yla uyuşmadığı; neden "birey" olmanın "Tanrı inancı veya dinle bağdaşmadığı" gibi önemli sorular. Müzakerecilerin sorularına 2 dakika içinde cevap vermem mümkün değildi. Ben İhsan Dağı'dan bu yönde eleştiri veya soru beklerken, Dağı, "İslami kimlik Batı'sız olmaz mı?" diye soruyor, sonra bizim "Batı-karşıtlığı" üzerinden bir kimlik veya çatışma teorisi geliştirmek istediğimizi ima ediyor. Hemen belirteyim, hayatım boyunca "ne Batı ne de Doğu karşıtlığı" üzerinde bir dil geliştirmeyi meşru buldum. Çünkü benim referans çerçevemde "Doğu da, Batı da Allah'ındır." "Batı'ya Batı olması hasebiyle karşıtlık içinde olmak" en hafif tabiriyle ırkçılıktır ve bu yüzden bizi kültürel ırkçılıktan hareket ederek resmeden ve resmettiği tabloya göre kendimizi algılamamızı amaçlayan oryantalizme karşı oksidentalizmi dahi anlamlı, hatta meşru saymış değilim. Kahire'deki tebliğinde Yasin Aktay'ın da gayet yerinde belirttiği gibi esasında metodik açıdan "İslam-Batı karşıtlığı" doğru değildir. Çünkü biri bir dinin, diğeri bir coğrafyanın adıdır. Batı, coğrafyadan çıkıp kendini evrensel/küresel değerler bütünü olarak tanımladığında bu karşıtlık işler hale gelir. Bu yüzden daha 1970'lerde "Doğu-Batı karşıtlığı" üzerinden bir dil kuran İstanbul Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü'nün temel varsayımını eleştirdim -ki ben de oradan mezunum- ve zaten sosyoloji de bu ikilemi aşamadığı için önemli bir mesafe kat edemedi. İkinci nokta Dağı'ya "el insaf" demek istiyorum. Kim bugün "İslam-Batı karşıtlığı" üzerinde bir dil ve politik stratejiler kuruyor? Batı, kendini salt bir coğrafya olarak görmüyor, aksine evrensel değerler bütünü, üstün bir kültür, biricik uygarlık olarak görüp kendi karşıtlarını oluşturuyor. Kabul edelim ki, İslam dünyası ve hatta Batı-dışı bütün toplumlar Batı'nın fiili saldırılarıyla karşı karşıya bulunuyorlar. Biz 300 senedir nefs-i müdafaa halindeyiz. Batı'nın saldırılarına karşı topraklarımızı, ülkelerimizi, bağımsızlığımızı, can, mal ve namus güvenliğimizi ve elbette bizi tarihte var kılan bütün değerlerimizi savunuyoruz. Yoksa hayal mi bütün bunlar? Yoksa koca Osmanlı İmparatorluğu güneybatıdan gelen Afrikalılar tarafından mı parçalandı? Yoksa uzaylılar mı bugün Afganistan'ı ve Irak'ı işgal etmiş bulunuyorlar? Cin taifesi mi İran'a askerî bir müdahale yapmanın hazırlığı içinde, yine yüz binlerce insanı katletmeye hazırlanıyor? Kendini ötekinin karşıtlığı üzerinden tanımlamak ve konumlandırmak hastalıklı bir kimliğe yol açar. Ma'rifetünnefs, Ma'rifetülhalk ve Marifetullah'a sahip Müslümanlar ne dün ne bugün "öteki karşıtlığı" üzerinden bir kimlik tanımlaması yapmadılar. Bu, bizim referans çerçevemizde ve düşünce geleneklerimizde olmayan bir kavramsallaştırma. Bize göre "öteki" bütün insanların düşmanı olan Şeytan'dır ve biz onun içimizde yuvalanmış olan ajanı rolündeki nefsimizin (nefs-i emmare) gayri meşru istek ve tutkularıyla mücadele ederiz. "Öteki" vardır, onunla muahede yapar, bir arada yaşarız. Pekiyi, 1991 ve 1993'te biz mi Roma ve Londra'ya koşup NATO toplantılarında "Batı'nın tehdit tanımı değişmiştir, bundan sonra Batı'nın ötekisi İslam'dır" deyip kendimizi Batı'nın karşıtı yaptık? 1993'te "medeniyetler çatışması" doktrinini Müslümanlar mı geliştirdi? Bernard Lewis, Kum medreselerinde mi molla, Huntington Ezher'de mi öğretim üyesi? İslamafobia'yı kim formüle etti? Dinler arası diyaloğa Fethullah Gülen Hocaefendi, Yusuf Kardavi, Fadlallah, Muhammed Hatemi tam destek verirken, yeni Papa neden göreve başlar başlamaz buna son verdi, arkasından "Müslümanlarla diyalog olmaz" dedi? Son birkaç sene içinde 40 bin vicdan sahibi Hollandalı ülkelerini terk etmiş bulunuyorlar. Gerekçeleri şu: "Çokkültürlülüğü hazmedemeyen, yabancılara tahammül edemeyen ve haksız yere Müslümanları aşağılamayı ve bunların üzerinden politika yürütmeyi seçen böyle bir ülkede yaşanamaz." Almanya'dan Fransa'ya, Belçika'dan İspanya'ya neden Müslümanlar güvensiz ve Avrupa'yı terk etmeye zorlanıyorlar? Müslümanlar mı "yabancı ve göçmen düşmanlığı"nı körükleyip saldırıları üzerine çekiyorlar? Ya Türkiye'nin AB üyelik sürecine ne oldu? Bu satırların yazarı dahil olmak üzere Müslüman entelektüellerin neredeyse tamamı 21. yüzyıla 3 kala üyelik sürecine tam destek verdiler. Türkiye, AB üyesi olursa ülke demokratikleşir; medeniyetler çatışması olmaz, İslam dünyası ile Batı arasında verimli bir diyalog ve işbirliği doğar diye düşündüler. Fakat Avrupa kısa zamanda hüsn-ü kuruntu içinde olduğumuzu bize hatırlattı, bir başörtüsünü bile tolere edemedi, parti kapatmalarına "kara kitaptan fetvalar" üretti. AİHM'yi, AİHS'yi karakuşi kitaba çevirmeye sevk eden amiller nedir acaba? İslam karşıtlığı olmasın. Kimliklerini "Batı karşıtlığı" üzerinden kursalardı RP'liler ve başörtülüler davalarını Avrupa mahkemesine götürürler miydi? Verili dünyayı nasıl bu kadar yanlış okuyabilmek mümkün oluyor? Müslüman entelektüeller mi Batı-karşıtlığı üzerinden bir kimlik inşa ediyor yoksa, Batı mı "İslam-karşıtlığı" üzerinden hem kimlik inşa ediyor, hem İslam ülkelerini tahakküm altında tutuyor? Eğer İhsan Dağı, bir bilgi yanlışlığı yapmıyorsa büyük bir değerlendirme hatası yapıyor. Hem Sayın Dağı bizim müdahil olmadığımız ve asla istemediğimiz bu karşıtlıkta kimin tarafında? Bütün bunlar hakikatin anlaşılması ve ayan beyan ortaya çıkması için sorunun "İslami kimlik Batı'sız olamaz mı?" şeklinde değil, "Batılı kimlik İslam'sız olamaz mı?" şeklinde sorulmasını gerektirir. Adalet, vicdan, hakkaniyet ve gerçekliğe sadakat bize bunu telkin ediyor. 09 Mart 2007, Cuma
Katılın Görüşlerinizi Paylaşın
Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Hesabınız varsa, hesabınızla gönderi paylaşmak için ŞİMDİ OTURUM AÇIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.