Zıplanacak içerik

Featured Replies

Gönderi tarihi:

Sayın Keskinkalem "cenneti ve cehennemi düşünerek yaşamıyoruz" demiş ama, teistlerin tam olarak yaptıkları şey de budur. Zira yaptıkları, ya da yapmadıkları şeyler , günah/sevap hanelerinden cennet/cehennem e endekslidir. İnsanlar (her ne kadar inkar etseler de) Tanrıyı sevdikleri için bunu yapmıyorlar; tanrıdan korktukları için bunu yapıyorlar. Zira insan tanımadığı bir şeyi sevemez(Bir başka başlıkta tanrının ne olduğunu sormuştum, cevap gelmedi). Teistlerin yaptığı tehdit ve vaatlere inanmaktır. Dinin özü de budur; "şunu yaparsan bu olur, yapmazsan şu..." Yani tehdit ve vaatten ibarettir.

sevgili yamyam

şu tesbitte haklısınız insan tanımadığı bir şeyi sevmez.Ama insan tanrıyı neden tanımıyor olsun ki.ewet tanımadığı ölçüde korkar,ama insanlarımız en basitinden benim gibi bir avam dahi Allah'ı ef'aliyle,esmasıyla ,sıfatıyla,şe'niyle tanırız.güzel bir çiçekle koklar, şefkat dolu bir çift elle tutarız ellerini,sıcacık bir çift bakışla bakarız ona derin derin.ya biz avam aslında epey seviyoruz Allah'ı.birde bunun havassı varki kimbilir onlar nasıl seviyordur.zaten bilmekten ziyade varlığı mutlak olana biz varlıkta kalmak isteğimizle kafir-mümin aşığız.öyle seviyoruz ki farkında değiliz.işte bizim aşık dediklerimiz bu aşkın farkına varanlardır.sadece farkı fark edenler sevgili yamyam.bakın cüz'i bir aşktan külliye geçmiş,sonludan geçmiş sonsuzu yakalamış bir çobanın hikayesini alıntıladım dilerseniz okuyun..

ÇOBANIN AŞKI.....

 

Aşıktı delikanlı. Sevgilisinin isminden başka bir şey

bilmediğinden mi,

konuşmaya mecali olmadığından mı bilinmez, arkadaşı anlatıyordu

onun halini:

 

- Gözleri günlerdir uyku görmedi efendim, diyordu, yemiyor,

içmiyor, işi

gücü, gecesi gündüzü havası suyu o kız oldu sanki. Ne desem kâr

etmiyor, son

bir çare diye geldik size. Halbuki "sen bir garip çobansın, o

padişahın

kızı, davul bile dengi dengine" dedim ya, dinlemiyor efendim, ama

herhalde

aşkın gözü kördür diye de

buna diyorlar, değil mi efendim...

 

İhtiyar adam bu esnada gözlerini dikmiş, iskeletinin üstüne

deriden bir zırh

giydirilmişcesine

zayıf, çelimsiz, saçı sakalına karışmış, uzaklara dalıp

dalıp giden, gözlerinde aşktan gayrısı kalmayan diğer çobanı

süzüyordu.

Sonra bir ah çekti, yüzünü nefes almadan konuşmasını sürdüren

delikanlıya

çevirip tebessüm etti.

 

- Kolay evlat kolay, dedi, çaresizseniz çare sizsiniz. Ve tane

tane

anlatmaya başladı.

 

İki genç çobanın, çökmek üzere olan bu dağ kulübesinde dertlerine

derman

aradıkları ihtiyar adam, aslında padişahın bütün dertlerini

paylaştığı, her

meselesini

danıştığı bir bilge idi. Yıllar önce padişah kendisini

tanıyıp

sevdiğinde bir tek şey istemişti ondan; burada yaşamaya devam

edecekti ve

kimsecikler bilmeyecekti kim olduğunu. O günden beri de bu

kulübede yaşıyor,

gelen geçene ikram edip, gül alıp gül satıyordu. Padişahın

kızının aşkıyla

eriyip muma dönen genç çoban ve

yanındaki kadim dostu nereden bilsindi bu

garip ihtiyarın padişahın gönlüne sultan olduğunu.

 

Aşık genç, ihtiyar adamın anlattıklarını dinledikten sonra, her

şeyin

bittiği anda başlayan son ümide sımsıkı sarılanların o saf ve

tertemiz

teslimiyetiyle:

 

- Sahiden bu kadar kolay mı efendim, dedi, yani o mağarada elimde

 

tesbih ,

kırk gün Allah dersem sevdiğime kavuşabilir miyim, onunla

evlenebilir miyim?

 

- Evet , dedi bilge, kırk gün o mağarada gece gündüz Allah

diyeceksin, kırk

gün sonra padişahın kızı senindir.

 

İki dost hemen yola çıktılar, aşık çobanın yüzüne kan, dizlerine

derman,

yüreğine yeniden can gelmişti. Arkadaşına sarılıp, elinde tespih,

gönlünde

aşk, yüzünde ümit çiçeklerinden örülme bir tebessüm, mağaranın

yolunu tuttu.

Gelir gelmez hiç vakit kaybetmeden diz çöktü,

dualar etti, gözlerini

kapattı, kalbini padişahın kızına bağladı, eline tesbihini aldı

ve dudakları

kıpırdamaya başladı: Allah, Allah, Allah...

 

 

Günler günleri padişahın kızının hayaliyle tespih taneleri gibi

kovalayadursun, mağaranın yakınındaki köyleri bir söylenti çoktan

sarmıştı.

Herkes birbirine karşı dağdaki mağarada gece gündüz Allah diyen

gençten

bahsediyordu. Cami çıkışında ihtiyarlar, çe ş me başında

kadınlar, tarlada

işçiler, top oynarken çocuklar, herkes onu konuşuyordu:

 

- Şu karşı mağarada bir genç varmış, kendini Allah'a adamış, gece

gündüz

durmadan Allah diyormuş, Allah Allah ..."

 

Aşık dostunun ne halde olduğunu merak eden genç çoban, mağaraya

geldiğinde

üç hafta geride kalmıştı bile. Bizimkinin gözleri kapalıydı,

dudaklarının da

kıpırdamadığını

görünce, uyuyakaldı

herhalde diye düşündü. Tespih

tanelerinin parmaklarının arasında dolaşmaya devam ettiğini

görünce de, bu

nasıl uyku diye sordu kendine. Bu sırada gözlerini açan genç adam

,

karşısında arkadaşını görünce, günlerdir yalnızlığıyla

paylaştıklarını

birbiri ardınca anlatmaya başladı: Kırk günün yarıdan fazlası

geçmişti, o

durmadan Allah diyordu, ama ne padişahın kızı vardı, ne bir

haber, ne bir

ümit kırıntısı... Acaba, diyecek oluyor, yutkunuyor, hayır diyor,

tespihine

bakıyor, bir kalp gibi atan sağ el işaret parmağını sabitlemeye

çalışıyor,

avuçlarını sıkıyor, gözleri doluyordu. Vedalaştılar. Ay ışığında

dostunun

gözlerine

yayılan başkalık dikkatini çekmişti genç çobanın.

 

Aşık çoban yeniden eline tesbihini aldı, gözlerini kapattı,

boynunu neye

bağlayacağını bilemediği kalbine doğru büktü, dudakları

kıpırdamıyordu

artık, sustu gece, mağaranın duvarları sustu, tükendi her şey,

hiç tükendi,

an bitti, sadece bir söz kaldı: Allah...

 

Kırk günün dolmasına üç-beş gün kala, mağaradaki dervişin namı

bütün ülkeyi

sarmış, nihayet sarayın koridorlarında konuşulur olmu ştu.

Meselenin aslını

merak eden padişaha, bu insanların bir yerde sürekli

kalmadıklarından,

bulundukları mekâna bereket getirdiklerinden, ne yapıp-edip bu

dervişi

ülkelerinde yaşamaya ikna etmeleri

gerektiğinden uzun uzun

bahsetti

başveziri . Ne yapması gerektiğini artık bilen padişah, nasıl

yapması

gerektiğini bilemediği bütün zamanlarda yaptığı gibi, dağ

kulübesinin yolunu

tuttu. Hürmetle diz çöktü bilge ihtiyarın önünde. Derdini

anlattı, derman

diledi. Sarayının yanına bir saray yaptırmaktan, o dervişi veziri

yapmaya,

sancak-tuğ vermeye

kadar saydığı her şey, bilgenin:

 

- Hünkârım , gönül erleri mala-mülke, makama-mansıba itibar

etmezler,

demesiyle son buldu.

 

Kaderdi bu, padişahlarla köleleri aynı eteğin önünde diz

çöktürür, birinin

derdini diğerine derman eyler, ikisini de aynı tebessümle

bahtiyar

ederdi.

Güldü ihtiyar:

 

- Neden kerimenizin nikâhını teklif etmiyorsunuz sultanım, dedi.

Şaşırma

sırası padişaha gelmişti.

 

- Nasıl yani, diyebildi, bu şerefi bize lütfederler mi, kabul

ederler mi?

 

Kırkıncı günün güneşi batmak üzereydi genç aşığın mağarasının

üstünden...

Padişah ve ihtiyar bilge en önde, arkalarında vezirler, onların

arkasında

halktan meraklı bir kalabalık ve en arkada da olup bitenlere bir

mana

vermeye çalışan aşık çobanın arkadaşı, mağaraya doğru yürümeye

başladılar.

Bu arada bizim

aşık kendinden öylesine geçmiş, tespihiyle öylesine bir

olmuştu ki, gelenler içeri girseler ve bir

tesbihten başka bir

şey

bulamasalar şaşırmazlardı.

 

Padişah edepte kusur etmemeye çalışarak içeri girdi, ellerini

birbirine

bağladı, duyulması güç bir sesle;

 

- Efendim , dedi, sizi ziyarete geldik.

 

Yavaşça başını çevirdi aşık , sonra bütün vücuduyla döndü,

gözlerinde en

ufak bir şaşkınlık emaresi yoktu, sapsarı bir heykel gibiydi.

Herkes heyecan

içinde. Vezirler, halk, genç çoban, mağara, tespih, sessizlik,

duvar...

Hatta güneş bile batmaktan vazgeçmiş, kafasını mağaranın içine

doğru

uzatarak olan biteni görme telaşındaydı.

 

Padişah meramını anlattı, türlü tekliflerde bulundu. Ne saray, ne

 

vezirlik,

ne tuğ ne de sancak, hiç birinde gözü yoktu dervişin.

 

- Efendim ,

diyebildi en son, sessizce, benim bir kızım var efendim, zat-ı

âlinize layık değil belki, ama lütfeder nikâhınıza alırsanız bizi

bahtiyar

edersiniz...

 

Kırk günlük çile nihayet bitmiş, olmaz denilen olmuştu. İşte aşık

maşukuna

kavu ş acak , murad hasıl olacaktı. Bizimkinin arkadaşı sevinçten

ağlıyordu.

Soru ve cevap sanki bu soru sorulsun, cevabı verilsin diye

yaratılmıştı.

Sessizlik ilk defa bağırmak, haykırmak istiyordu ve bütün gözler

genç

adamdaydı.

 

Usulca doğruldu oturduğu yerden, etrafını şöyle bir süzdükten

 

sonra,

gözlerini padişahın gözlerine dikti, sarhoş gibiydi. Kendinden

emin bir

ifadeyle:

 

- Hayır , dedi, kızınızı istemiyorum.

 

Birden ortalığı bir sessizlik kaplayıverdi. Padişah mahzundu,

halk hayret

içindeydi, vezirler şaşkınlıkla birbirine bakıyor, bilge

tebessüm ediyordu.

Aşık çobanın genç arkadaşı yaşlı gözlerini silip, birden ileri

atılarak

bozdu sessizliği. Dostunun yanına geldi, kulağına eğilip:

 

- Sen ne yapıyorsun, dedi, kırk gündür bu çileyi ne diye çektin

sen, neyi

reddettiğinin farkında mısın?

 

Güldü aşık çoban gözleriyle ihtiyar bilgeyi arayarak:

 

- A dostum, dedi, ben kırk gün padişahın kızı için Allah dedim,

Allah

padişahla vezirlerini ayağıma getirdi. Ya bir de Allah için Allah

deseydim...

 

selam ile...

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Hesabınız varsa, hesabınızla gönderi paylaşmak için ŞİMDİ OTURUM AÇIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.