Gönderi tarihi: 26 Eylül , 2006 18 yıl Theodore Kaczynski yaşamının çok erken dönemlerinde tekno-endüstriyel sisteme karşı bir tavır geliştirdi. 1962 yılında Harvard'daki son yılında sistemin hayal perdesinin gözlerinden kalktığını ifade edip bu dönemde kendini oldukça yalnız hissettiğini ekliyor. "60'larda teknolojiye karşı bir takım eleştiriler vardı, ama bildiğim kadarıyla teknolojik sisteme karşı olan pek insan yoktu. 1971 veya 72'de, Montana'ya taşındıktan kısa bir süre sonra Jacques Ellul'un kitabı, Teknolojik Toplum'u okudum. Bu kitap bir köşetaşıydı. Büyük bir coşkuyla okudum ve 'bu adam benim bunca zamandır söylemeye çalıştığım şeyleri anlatıyor' diye düşündüm." Neden kişisel olarak teknolojiye karşı durmayı seçtiğini sorduğumda hiç vakit geçirmeden cevapladı: "Neden olduğunu sanıyorsun? Teknoloji insanları makinenin içindeki dişlilere dönüştürüyor, özgürlüğümüzü ve irademizi alıp götürüyor" Fakat bundan daha fazlasının olduğu belliydi. Söyledikleri makineye karşı duyduğu öfkeyle birlikte, Montana kırsalındaki çok özel bir yere duyduğu derin sevgiyi de hissettiriyordu. En çok canlandığı ve coşkuyla anlattığı konu, orada kurduğu ve daha sonra sistemin saldırılarına karşı korumanın yollarını aradığı dağ yaşamıydı. "Doğrusunu söylemek gerekirse benim politik bir doğrultum yok. Eğer birileri bulunduğum yere doğru yol açarak ve tabii bunun için ağaçları keserek, uğuldayan helikopterleri ve kar motosikletleriyle gelmeseydi hala orada kendi halimde yaşıyor olurdum ve dünyanın geri kalanı da başının çaresine bakabilirdi. Politik akımlara katılmamın ilk saldırı eylemim değildi, ama o andan itibaren bulunduğum noktada eylemlilik kaçınılmaz olmuştu benim için. Sosyal akımları, özellikle de teknolojik sorunla ilgili olanları okumaya dair bilinçli bir çabaya giriştim. Bir tek şey için; amacım toplumların nasıl değiştiğini kavramaktı, bu nedenle antropoloji, tarih ve biraz da sosyoloji ve psikoloji okudum, ama çoğunlukla antropoloji ve tarih." Kısa süre içinde Kaczynski, sistemi "onarmaya" çağrı yapan yüzeysel reformist stratejilerin yetersiz olduğu sonucuna varır, ve bilinçlerdeki kitlesel bir değişimin de teknolojik sistemin kuyusunu kazmaya yeteceğine pek az ihtimal verir. "Bunun yapılabileceğini zannetmiyorum. Bunun bir nedeni insanların çoğunluğunun (bazı istisnalar vardır), en az direniş gerektiren yolları seçmeye meyilli olmaları. Her zaman kolay yolu seçerler, ve arabadan, televizyon setinden, elektrikten vazgeçmek çoğu insan için seçilecek kolay bir yol değildir. Endüstriyel sistemi çökertmek için izlenebilecek kontrollü veya planlı bir yol olabileceğini düşünmüyorum. Sanırım ondan kurtulmamızın tek yolu sistemin çökmesi ve dağılması. Bu yüzden sonunda durumun Rus devrimindeki gibi veya Afganistan, Ruanda ve Balkanlarda gördüğümüz şartlarda olabileceğini düşünüyorum. Bu sanırım şiddetsizliği savunan radikaller için bir çelişki doğuruyor, çünkü her şey yıkıldığında kaçınılmaz olarak şiddet de olacak, ve bu bir soruyu akla getiriyor - bunun ahlaki bir soru olup olmadığını bilemiyorum - ama asıl konu eğer tekno-endüstriyel sistemin lağvedilmesi gerektiğini düşünüyorsanız, ve onun yıkılması için çaba harcıyorsanız, sonuçta bir çok insanın ölümüne sebebiyet vereceksiniz demektir. Sistem yıkıldığında sosyal karmaşa olacak, kitlesel açlıklar olacak, ziraat makinaları için ne yakıt ne de yedek parça bulunabilecek ve modern tarımın bağımlı olduğu suni gübreler ve ziraat ilaçları da olmayacak. Yani yeterli yiyecek bulunmayacak ve açlık baş gösterecek, peki sonra?.. Ve bu öyle bir konu ki, bugüne kadar okuduklarım kadarıyla hiçbir radikalin bu soruyla yüzleştiğini göremedim." "Asıl büyük sorun şu ki insanlar bir devrimin olanaklı olduğuna inanmıyorlar, ve tam da bu nedenle, yani insanlar olabileceğine inanmadığı için, gerçekten de bir devrimin olması kesinlikle imkansız. Geniş ölçekte eko-anarşist hareketin iyi bir iş ortaya çıkardığını söyleyebilirim, ama yine de daha iyisini yapabileceklerini düşünüyorum. Gerçek devrimciler kendilerini reformculardan ayırmalıdırlar. Olabildiğince çok insanın vahşi doğayla tanıştırılması için yapılacak bilinçli bir çaba bence iyi bir yol olurdu. Sonuç olarak bence yapılması gereken insanların çoğunluğunu haklı olduğumuza inandırmaya çalışmak değil, toplumdaki gerginlikleri her şeyin yıkılacağı noktaya dek tırmandırmaktır. İnsanların isyan etmesine yetecek kadar rahatlarının kaçtığı bir durum yaratılmalı. Asıl soru bu gerginlikleri nasıl tırmandırabiliriz? Bilemiyorum..." Kaczynski tekno-endüstriyel sitemin her yönüyle ilgili ve dahası onu yoketmek için nasıl çalışmamız gerektiği konusunda detaylı olarak konuşmak istiyordu. Doğrudan eylem ve politik ideolojilerin sınırları gibi konular uzun süre boyunca konuşmanın merkezindeydi. Ama sohbetin en ilginç kısımları şüphesiz vahşi doğanın ve vahşi yaşamın eşsizliği üzerine konuştuklarımızdı. Röportajın sonlarına doğru Kaczynski dağ tavşanlarıyla kurduğu yakın ilişki üzerine çarpıcı bir hikaye aktardı. "Bu biraz özel bir konu" dediğinde teybi kapatmam gerekir mi diye sordum, açık kalmasının sorun olmadığını söyledi. "Ormanda yaşarken, kendim için bir takım 'tanrılar' icadettim. Bu tip şeylere aklımla inandığımdan değil, ama bazı duygularıma karşılık gelen düşüncelerdi bunlar. Sanırım ilk uydurduğum Tavşan Dede'ydi. Bildiğiniz gibi dağ tavşanları bütün kış boyunca benim asıl et kaynaklarımdı. Uzunca bir süre hareketlerini gözledim ve yollarının geçtiği yerlerde iz sürdüm onlara ateş edebilecek kadar yaklaşmak için. Ama bazı zamanlar ne kadar iz sürersen sür izler kaybolur ve tavşanın hangi yöne kaçtığını bir türlü bulamaz, izini kaybedersin. Kendim için bir efsane yarattım: bu tüm diğer tavşanların varlığını devam ettirmesinden sorumlu olan Tavşan Dede'ydi. Bir anda ortadan yokolup görünmez olma yeteneğine sahipti bu tavşan, bu yüzden yakalanması ya da görülmesi olanaksızdı. Her seferinde bir dağ tavşanı yakaladığım zaman, "teşekkürler Tavşan Dede" demeye başlamıştım. Bir süre sonra içimde dağ tavşanları çizmeye dair bir dürtü uyandı.Bir bakıma onlarla içiçe geçtim, öylesine ki düşüncelerimin büyük bölümünü dağ tavşanları oluşturuyordu. Dağ tavşanlarını içine doğradığım tahta bir kabım vardı. Ve sadece tavşanlar için, daha güzel bir kap yapmayı planlıyordum, ama bunu hayata geçiremedim hiçbir zaman. Bir başkasına ise sabahın kanatları adını vermiştim. Dağda sabahleyin uyanıp dışarı çıktığında dur durak bilmeden yürümeye başlarsın sanki seni ileriye doğru iten bir şey varmış gibi. Bu kendim için icadettiğim bir başka tanrıydı." Acaba burada oturmuş özgürlüksüz ve vahşi doğayla ilişkisiz hapis hayatıyla yüz yüzeyken ve onun için çok önemli olan bu hayattan geriye, doğaya ve bilgiye olan samimi sevgisi ve tekno-endüstriyel sistemin yıkımını çabuklaştırmaya yönelik devrimci harekete bağlılığı dışında hiçbir şey kalmamışken tanrılarının onu terkettiğini mi düşünüyordu? İçinde bulunduğun koşullardan cesaretinin ve şevkinin kırılması durumunda, aklını kaybetmekten korkuyor musun dediğimde "Hayır" diye cevapladı. "benim asıl kaygılandığım şey, bir gün bulunduğum şartlara uyum sağlama, burada kendimi rahat hissetme ve olanları artık yadırgamaz hale gelme olasılığım. Ve bir gün dağlardaki ve ormandaki hatıralarımı unutmam. Beni asıl korkutan bir gün bu hatıraları unutmak ve doğayla kurduğum o iletişim tarzını kaybetmek. Ama cesaretimi kırabileceklerini sanmıyorum ve bu yüzden bundan korkmuyorum" Ve son olarak teknolojik sisteme olan eleştirilerini paylaşan ve Dünya'yı yoketme yolundaki endüstriyel sistemin sonunu yakınlaştırmak isteyen yeşil anarşistlere şu tavsiyeyi veriyor Kaczynski. "Hiçbir zaman umudunuzu yitirmeyin, ısrarlı ve inatçı olun, ve asla vazgeçmeyin. Tarih görünüşte mağlup olanların beklenmedik bir biçimde biranda galip duruma gelmesinin örnekleriyle doludur, bu nedenle hiçbir zaman umudun bütünüyle kaybolduğu sonucuna varmayın." (ÇALINTIDIR......ÇIRPINTIDIR)
Katılın Görüşlerinizi Paylaşın
Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Hesabınız varsa, hesabınızla gönderi paylaşmak için ŞİMDİ OTURUM AÇIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.