Φ siverekliyim Gönderi tarihi: 2 Haziran , 2006 Gönderi tarihi: 2 Haziran , 2006 "TASAVVUF İSLÂMI"NA DİKKAT EDELİM!.. Konuya girmeden önce, belki, -üzerinde çokça tartışılır olduğu için- ortaya atmış bulunduğum şu “Tasavvuf İslâm”ı kavramı çevre ve çerçevesinde bir iki açıklayıcı ifadeye başvurmam gerekecek. Özlü olması için de bunu maddeler halinde sıralayarak yapacağım: 1. Tasavvuf kelimesinin “sof” veya “suffa”dan türetilmiş olduğu kanısında değilim. Bu, düpedüz Yunanca “sofi” kelimesinin bir türevidir ve bunun böyle olduğu da -görünürdeki kökleri Eski Mısır ve Hindu inançlarına dayanan Eflatun kaynaklı- Yunanî Düşünce ile Tasavvufî İnançlar’ın örtüşmesinde açıkça görülür… Burada Babil ve daha öncesine gitmeyi gerekli görmüyorum… 2. Tasavvuf, bir gelenek olarak çünkü, kendi kavramlarına sahip çıkma konusunda çok hassastır. Nitekim, öğretiyi adlandırmak için seçilmiş bulunan “tarik/tarikat” kelimesi de bunun bir başka göstergesidir. Her zaman ve her yerde o kendini “yol” anlamına gelen kelimelerle tanımlamış, tanıtmış ve öylece yürüyüp gitmiştir.. “Tao” sözcüğünde olduğu gibi.. 3. Bu adlandırma, bir yerde kendi “bağımsız” kimliğinin de ilânıdır. Biliyorsunuz, “din” kelimesi de “yol” anlamındadır ve onlar “yol”larını adlandırmak için, işte, “din”le anlamdaş olan fakat “din”den ayrı bir kelimeyi kullanarak bu farklılık ve bağımsızlıklarını dile getirmiş olmaktadırlar. 4. Tasavvuf bugün için yaygın biçimde anlaşıldığı üzere “zühd” ve “takva” ehli olmağı ifade eden ya da kapsayan bir kavram da değildir. Bunlar ayrı şeylerdir. Münhasıran “dünyaya karşı müstağni olma” anlamıyla alınmak şartıyla “zühd” ve elbette ki bütün kuşatıcı manaları ile birlikte “takva” İslâmî kavramlardır ve bunları benimsemek ve özümsemek için, hiç de, Tasavvuf eğitimine/eğilimine ihtiyaç yoktur; Tasavvuf yok iken de Müslümanlar için bunlar vardı, bugün de var olduğu gibi.. Hem de Kitap ve Sünnet buyrukları olarak… 5. Tasavvuf, çok geniş bir kapsam belirten Hıristiyanî bir “zühd” anlayışı zeminine oturtmuş olarak, bu kavramı bir anahtar gibi kullanıp İslâm’ın mahremiyetine sızmış; böylece İslâmî “zühd” kavramını kendisi için elverişli bir biçimde çarpıttıktan başka, “takva” kavramını da -kavramı kendi yapısal riyazetine uygun bir değişikliğe uğrattıktan sonra- benimsenebilirlik ve yaygınlaşabilme politikasının gereği olarak yedeğine almıştır. 6. Ve yine, her zaman ve her yerde Tasavvuf, içinde bulunduğu zaman ve yerdeki yerleşik “din”in kavramlarını kendince dönüşüme uğratıp kullanırken, öte yandan da, hep, “dinin hakikati bizdedir” savını öne sürmüştür. “Erkişi-herkişi”, “zahir-batın”, “tarikat-şeriat” ayırımı yapmaları bu savlarına zemin hazırlamak içindir. Dahası, “zahirde oyalanan her kişilerin tabi oldukları şeriat”ı açıkça küçümseyici bir tavır içinde “hakikat”in de kendi tekellerinde olduğu yolundaki savları ise, resulleri ve kitapları mutlak hakikat sahipliğinden dışlayıcı bir anlayışın ürünüdür. Velilerin nebilerden üstün olduğu inançları da, işte, “hakikat”in bilgisini “veliler”e münhasır kılıcı bu inançlarının bir ifadesidir. 7. Tasavvufun gerçek mahiyetinin bu olmasına karşın, daha hakça, daha gerçekçi ve aynı zamanda da -ola ki- uyarıda bulunucu bir değerlendirmede bulunmak için “mutasavvıf” olarak bilinen kimseleri aynı kategori içinde görmemek gerekmektedir. Nitekim, “Tasavvuf İslâmı” kavramını ortaya attığım “İnsanın Yüceliği ve Guènoniyen Batınîlik” başlıklı kitabımda, İslâm Aleminde Milâdın dokuzuncu yüzyılları dolaylarında gözlemlenen tasavvufu benimseme/sistemleştirme olaylarını iki kol halinde bir gelişme olarak değerlendirmiştim. Zünnun Mısrî, Beyazid Bestamî gibi isimlerle başlayıp Hakim Tirmizî ve Hallaç gibi kişilerle süren ve Şeyh-ül-İşrak(AYDINLANMA ÖNDERİ) Şehabeddin Suhreverdî ve Şeyh-ül-Ekber Muhyiddin Arabî gibi kimlikler eliyle “öğreti”ye dönüşen, Celâleddin Rumî ve Molla Camî gibi adlarla yaygınlaşıp yerleşen birinci kol.. Bu kolun, “İslâmı Başkalaştırma”ya yol açtığını belirterek, işin ucunun “Tasavvuf İslâmı”na çıktığını belirtmiştim… Muhasibî ve Cüneyd Bağdadî gibi isimlerle başlayıp, Serrac ve Kelabazî gibi kişilerle süren, Kuşeyrî ve Gazalî gibi kimselerce geliştirilen, Şeyh-ül-Irak Şehabeddin Suhreverdî ve İmam Rabbanî gibi adlar eliyle de “öğreti”ye dönüştürülen ikinci kol için ise, “İslâmda Başkalaşma” belirlemesi yapmış ve üstelik bu kolu bir “onarım” etkinliği içinde değerlendirmiştim.. “Sufi”lere kapılmış olanlara, İslâmın hakikatini “sufice” anlatma diyelim, biz buna.. İlk koldakiler, nasıl ki, İslâmî kavramları dönüştürüp öğretilerine uyarlamışsa, bu koldakiler de -tam tersine- sufî kavramlarını dönüştürüp İslâmlaştırmağa çalışmışlar; ne yazık ki, sonuçta “sufizm” İslâmlaşacağına, bu ikinci koldakilerin söylemleri mutasavvıfların, yani birinci koldakilerin öğretilerini yaymak için yeni tutamaklar edinmelerine imkân vermiş ve böylece de iş çığırından çıkmıştır. Muhyiddin Arabînin “vahdet-i vücud” öğretisine karşı –ve onu çürütmek/ihtida ettirmek için- “vahdet-i şühud” öğretisini, hem de güçlü delillerle, ortaya atan İmam Rabbanî’nin izleyicisi olan Nakşilerin bile Muhyiddin Arabî söz konusu olduğunda onu eleştireceklerine tutup da “o sır ona aittir, bir şey diyemeyiz” yollu bir ifadeyle aklama gayreti içine girdiklerini hatırlarsak, ne demek istediğimiz daha kolay anlaşılır.. 8. İslâmı niçin “sufice” anlattığına/öğrettiğine dair Ahmed Yesevîye isnad edilen “Hiçbir manevî kavramdan haberdar olmayan bu bozkır insanına İslâmı ancak böyle kavratabilirdim” mealinde bir ifade vardır. Bu yabana atılır bir gerekçe değildir. Yalnız bozkır insanı değil, belki de bütün zaman ve mekânlardaki insanlar için bu/benzeri zorluk vardır. Düşününüz ve hatırlayınız, beşikteyken duyduğumuz ninnilerden eşikteyken dinlediğimiz masallara varıncaya dek nasıl bir “mistik/batınî/sırrî” telkininin sağnağı altında olduğumuzu.. Eşikten dışarıya attığımız daha ilk adımlarda, daha mükellefiyete muhatap olur olmaz, “şeriat-tarikat-hakikat” basamaklandırması ile olaya nasıl da hazırlandığımızı.. Bu şartlarda, gerçekten de, “tasavvuf”u yok sayıcı bir yol, yordam ve yöntemin etki şansının ne kadar düşük olduğunu.. Ve, bu arada, başta İmam Şamil, Sünusi, Ömer Muhtar, Rifli Abdülkerim, Zübeyir ve benzerlerinin “cihad bayrağı” açtıklarında bunu fark etmiş olarak, bu fark edişe göre davranmak zorunda kalışlarını hatırlayın.. İşte, böylesine bir kuşatma.. Bugün de süren bir kuşatma.. Ve yalnız bizde de değil; her zaman için her yerde.. Yuhidisi, Hıristiyanı, Hindusu, Dinsizi (dikkat: ateisti değil, teisti), geçmiş kalıntısı bir nice inanış sahipleri ve “Müslüman”ı ile Mutasavvıfların tamamı, işte, binlerce yıllık “toplum ve özellikle insan mühendisliği” birikimleriyle bu kuşatmayı her yerde ve her zaman gerçekleştirmekte.. Kimbilir hangi peygamber eliyle gönderilen bir dini Hinduizme, İdris Aleyhisselâm’ın dinini Sabiîliğe, İbrahim Aleyhisselâm’ın dinini Mecusîliğe, Musevîliği Yahudiliğe, İsevîliği Kilise Hıristiyanlığına, Buda’nın tebliğatını Budizme, Muhammed Arabî Aleyhissalât-vesselâm’ın dinini de (sınırlı da olsa) Muhyiddin Arabînin dinine dönüştüren; bu dönüştürmeler sürecinde de hep aynı yolu/yordamı/yöntemi izleyen bu “gizli/batınî” topluluk, yeryüzünde her dönemde her yöredeki “inanmışlar”ı ile tam bir iletişim ve işbirliği içinde, “kutb-ul-aktab”larına tam bir bağlılıkla kutubları, üçleri, yedileri, kırkları ve daha kim bilir nice bir organizasyonları ile plânlı ve programlı bir şekilde dünyanın idaresini ellerinde tutmağa çalışmakta/tutmaktadırlar. Bu süreç içerisinde, “mana aleminin sultanları” olarak “madde aleminin sultanları” ile de -zaman zaman hegemonya ve çıkar kavgasına girmiş de olmalarına karşın- tam bir işbirliği içinde olmuşlardır. Bu işbirliği içinde oluşları, kendileri için birer kırılma noktası olan Nebevî çıkışlar karşısında “madde âleminin sultanları”nın da korku duymaları sebebiyle çok kolayca gerçekleşebilmiştir. İşte, yeryüzü şimdilerde yine bir yeni döneme adım atmakta, Kur’an-ı Kerim’in güçlü bir biçimde yeniden gündeme girmekte oluşunun belirtileri dolayısıyla andığımız “kırılma noktası” bir kez daha yaşanmaktadır. Bu durum, bu iki alemin sultanlarının aralarındaki işbirliğini yeniden güçlendirip, onları yeni strateji arayışlarına ve ayakta kalabilmek, egemenliklerini sürdürebilmek için daha büyük ve çok yönlü bir savaşım içine girmeğe zorlamaktadır. Coğrafyamızda yaşanmakta olan olaylar, işte, bunun sonuçlarıdır. İmdi, bileceğiz ki, ipler “onlar”ın elindedir. İnisiyatif ne yazık ki, onlardadır. Ve, bu stratejinin son dönemlerdeki uygulamaları olarak gündemlenen BOP, AB, Ilımlı İslâm, şu ve bu adlar altındaki gelişmelerin tümü, işte, aralarında ABD Başkanı Buş’un da bulunduğu Mutasavvifin takımının, bu “gizli/batınî/sırrî” inanç sahiplerinin Kur’an-ı Kerim’e karşı açtıkları savaşın görüntüleri/görüngüleri/göstegeleridir. İşte, burada agah olmalıyız ki, ülkemizde de ipler, yine (aralarında masonların da bulunduğu) bu gizli örgütlerin elindedir. Bunlar, dinlerin hakikatini dönüştürmek için kullandıkları “suret-i haktan” görünme taktikleri ile, ola ki, bazı ihlâslı Müslümanları da -her zaman olduğu gibi herkesten daha çok Müslüman görünerek ve İslâmın/Müslümanların ağabeyi rolünü oynayarak- yönlendirmektedir; İslâma hizmet yemi atarak onları da kendi emellerine alet etmektedirler.. “Ola ki” dedik ama, “muhakkak ki” bu böyledir… Bunu böylece oynayanlar ise, çok dikkatli bakınız göreceksiniz, mutlaka ve mutlaka Tasavvuf İslâmı diye adlandırdığımız inancın bağlılarıdır.. Ve, işte bu noktada, Şeytan’ın insanı Yüce Allah ile bile aldattığı gerçeği hatırlanarak, “her sakallıyı dede sanmak” örneği, her öyle görüneni Müslüman sanmak gafletine düşmeksizin, sahadaki oyuncuların, sahnedeki aktörlerin Tasavvuf İslâm’ı ile ilişkilerine dikkat etmek gerekiyor.. Evet, hemen belirtelim, bunlarla savaşım yoluyla baş etmenin, ifşa yoluyla etkinliklerini gidermenin yolu da yoktur. Çünkü, “virüs”ler gibi -biçimsel de değil- yapısal değişim ve dönüşümlerle hemen yeniden toplum içine sızmanın, etkinliklerini sürdürmenin yollarını bulmaktadırlar.. Demiştik ya, onbinlerce yıllık bir deneyim ve birikimleri var.. Tek yol, mutlak surette onların içlerine korku salan Kur’an-ı Kerim’i onların hesaplayabileceklerinden de hızlı ve daha etkili ve de daha yaygın bir biçimde yaşama geçirmektir. Başkaca “efendi”leri ve başkaca “efendi”ler edinmiş olan baklarını bir yana iterek, bizi etkilemekte oldukları alanın dışına çıkararak, Efendimiz Aleyhissâlatvesselâm gibi Kur’an-ı Kerim’i ahlâk edinmek, öylece yaşamak.. Yüce Allah cümlemize feraset versin, hepimizi basiret sahibi kılsın, tümümüzü Kur’an-ı Kerim’de “fakih” eylesin.. Yüce Kitab’ın âlimi olmak elbette zordur ama, “fakih”i olmak bizim ihlâslarımızla doğru orantılı olarak çok kolaydır. Alimi olmağa çabalamakla birlikte, asıl talebimizi “fakih”i olma hedefine yöneltelim.. Çünkü, zor olmasına karşın “alim”i olmak yetmezken, Yüce Allah’ın bir lûtfu olarak “fakih”liği yakalamak hem kolaydır, hem de yeterli.. Yeter ki, ihlâs üzere olalım.. Vesselâm.. Zübeyir YETİK Alıntı
Φ siverekliyim Gönderi tarihi: 3 Haziran , 2006 Yazar Gönderi tarihi: 3 Haziran , 2006 Bu yaz oldukça önemli... Kaynağı nedir? Yazarı tarafından (www.zubeyir-yetik.com) sitesinde yayınlanmak üzere kaleme alınmış, henüz siteye yerleştirilmemiş bir yazı.. Aynı konuyla ilgili olarak yazarın "İnsanın Yücelişi ve Guénoniyen Batınîlik" başlaklı kitabına bakılabilir. Selamlar.. Alıntı
Φ Scaramouche Gönderi tarihi: 3 Haziran , 2006 Gönderi tarihi: 3 Haziran , 2006 Bazıları yobaz kişilerin bencil davranışına bakarak dine saldırıyor. Bazıları ise tarikatları karalıyor. Kaç yıldan beri bazı kimselerin yanlış davranışları, İslâm'ın manevi yönüne ağırlık veren tasavvuf kurumunu hedef tahtası haline getirdi. Bazı basın haberci ve yazarları da şekilci, riyakâr, gizlide kurnaz, yobaz bazı kişilerin bencil davranışlarına bakarak, o görüntüde dine saldırdı, tüm din adamlarının bu karakterde olduklarını anlatmak istedi. Kimi yazarlar da bütün tasavvuf ve tarikatları karaladı, tasavvufun İslâm dışı olduğunu iddia etti. Böylece, Fârâbileri, İbn Sînâları, Gazâlîleri, Hacı Bektâş-ı Velîleri, Râzîleri, Mevlânâları, Yunusları, Niyâzî-i Mısrîleri yetiştirmiş olan bir kurum, İslâm dışına atılmak istendi. İlk başta tasavvuf kelimesinin kökeni üzerinde bir çok görüşün ileri sürülmüş olması bir gerçek ise de bu kelimenin, yün anlamındaki sûf kelimesinden çıktığı tezi, en çok kabul gören tez olmuştur.Sizin aksinize bu görüş kelimenin kökeni itibariyle daha uygundur... Gömlek giyene takammasa dendiği gibi sûf giyene de tasavvufa denir. Bunun maştan tasavvuf, ismi faili mutasavvıftır. Dil bakımından muvafık olan bu görüş, anlam itibariyle de doğrudur. Çünkü ilk sûfîler, nefsin bazılarına muhalefet ederek yumuşak ve güzel görünümlü şeyler giymekten kaçınmış, sadece vücutlarını örtecek kıldan ve kaba yünden dokunmuş elbiseler giymekle yetinmişlerdir. Hz. Peygamber de zaman zaman sûf giyinirdi. Hele As-hab-ı Suffe'nin elbiseleri suftan idi. Hasan-ı Basrî, yetmiş sahabiye yetiştiğini, hepsinin elbisesinin sûf olduğunu söylemiştir.Bu görüşün kaynakları Risale, Kelâbâzî,Kuşeyrî de bulunabilir. Bir görüşe göre de tasavvuf, Hz. Peygamber'in Mescidi bitişindeki sofada oturan ve sayıları 40-400 arasında değişen Ashâb-ı Sufa (Sofa Halkı)'na nispetten doğmuştur. Çünkü sûfîlerin halleri, gönül birliğiyle ve sırf Allah rızası için Hz. Peygamber'e sâhiblik eden (bağlanan) Ashâb-ı Suffe'nin hallerine benzer. Medine'de bir yuvalan, yakınları olmayan, Hz. Peygamber'in ve ashabının yardımlarıyla geçinen bu insanlar ekimle, havyanalıkla, ticaretle meşgul değillerdi. Gündüzün odun toplar, çekirdek kırarlar, geceleri de ibadetle, Kur'ân okumakla meşgul olurlardı. Allah'ın Elçisi (s.a.v.) onlara yardım eder, insanları onlara yardıma teşvik eder, onlarla beraber oturur, yemek yerdi: "Sabah, aşkam Rablerinin rızasını isteyerek O 'na yalvaranları (zenginlerin keyfîne uyarak) kovma!" (En'ânı Sûresi: 52), "Nefsini; sabah akşam, rızasını isteyerek Rablerine yalvaranlarla beraber tut (onlarla beraber bulunmaya sabret)" (Kehf Sûresi: 28) ayetleri onlar hakkında indi. Tasavvuf kelimesinin, Kur'ân'da ve Peygamber'in sözlerinde geçmemesinden hareketle bu akımın, yabancı kökenli olduğunu sanmanızsa hatadır. Kelimenin, Hz. Peygamber döneminde kullanılmaması da,akımın yabancılığını kanıtlamaz. Tefsir, hadis ve fıkıh gibi İslâm bilimleri terimleri de Peygamber döneminde yoktu. Bunlar, Peygamber'den sonra geliştirilen disiplinlerin adı olarak ortaya çıktı. Nasıl Peygamber'den sonra Kur'ân ayetlerini açıklama disiplinine tefsir, bu dalda uzmanlaşanlara müfessir; Peygamber'den aktarılan sözlere hadis, bu dalda uzmanlaşanlara muhaddis; Kur'ân ve hadisin taşıdığı hukuksal yargılan saptama disiplinine fikıh, bu dalda uzmanlaşanlara da fakih dendi ise Peygamber'in ta Peygamberliğine tekaddüm eden zamanlardan başlayarak hayatının sonuna dek sürdürdüğü gece ibadeti, Allah'a karşı içsel bağlılık, sevgi ve ahiret korkusuyla dünyaya gönül vermeme şeklinde özetlenecek ruhsal yaşamda uzmanlaşan, nefsin kusurlarını düzeltip ruhu temizleyerek yüceltmenin yol ve yönteminde uzmanlaşma disiplinine de tasavvuf ve bu disiplinin uzmanlarına da mutasavvıf denmiş, ilk sûfî adını alan kişi de Hicrî 149'da ölen Küf eli Ebû Hâşim olmuştur. Gerçekte tasavvuf, bir yaşam tarzı ve yöntemi olarak Hz. Peygamber'in ve öteki peygamberlerin ruhsal yaşayışından ibarettir. Hz. Peygamber, henüz risaletle görevlendirilmeden önce yalnız başına tefekküre dalmak, Rabbini anmak isterdi. Bu amaçla Hira Mağarası'na çekilir, Hira Dağı'nın sessizliği, Allah'ın varlığını bütün ihtişamiyle ifade eden berrak yıldızların ve engin çöl gecelerinin harika letafeti içerisinde derin düşünceye dalardı. Yanına biraz azık, biraz su alarak mağaraya gider, azığı tükenince dönüp yine biraz azık aldıktan sonra mağaraya çekilirdi (Buhâ-rî, Bed'ul-Vahy). O'nun bu halini gören Araplar, "Muhammed Rabbına âşık oldu" diyorlardı.Bu tefekkürler ve riyazetler O'nu, Peygamberlik görevine hazırlıyordu. Peygamber olduktan sonra da bu ibadet ve riyazet hayan sürmüş, kendisine inananların bir çoğu da böyle yapmıştır. İslam'ın,Ahmet Yesevi'den bu yana da bize intikal eden Türk Halk Müslümanlığı adı altında İran sufiliğinden geçerek,Orta Asya'daki budist,şamanist,manihist mistik kültürün içinden gelen,göçebe ve yarı göçebe Türk boylarının anlayabileği ve hazmedebileçeği,popüler ve basitleştirilmiş bir hale getirilmiş olması tartışılamayacak bir gerçektir...Ancak ALLAH'ın azabından ve gazabından korkmaya dayalı bir inanç öngürüsünün aksine ilahi aşkı ve cezbeyi şart koşan,sadece bu sebeple de geniş hoşgörü ve insanlık sevgisine dayalı,her türlü benlik duygusunu kınayan Türk halkı özelinde Horasan melamiyetlerine dayanan İslam bağlamında ise Hz Muhammed'e kadar ulaşan tasavvuf geleneğini bu kadar önemsiz göstermeniz ve Türk tasavvuf geleneğeni de içine alan bu anlayışı İslam'a karşı dış güçlerin elinde kullanabileceği bir silah olarak görmeniz en azından bir Türk Dili ve Edebiyatı bölümü öğrencisi olarak beni epeyce üzdü hocam... Yaşınıza ve engin bilgi birikiminize hürmeten saygılar... Alıntı
Φ siverekliyim Gönderi tarihi: 4 Haziran , 2006 Yazar Gönderi tarihi: 4 Haziran , 2006 Değerli Kardeşim, Yazınızı büyük bir dikkatle ve zevkle okudum. Olaya dıştan bakılığında aynen sizin de gördüğünüz gibi güllük gülistanlık bir manzara görülüyor ve doğrusu insanın gönlü böyle bir görüntüden vazgeçmeğe de pek razı olamıyor. Ama, biz konuya daha farklı bir açıdan, Nebevî Öğreti ile Sufi Gelenek arasındaki bağdaşmazlık ve özellikle de bu “gelenek” inancı sahiplerinin gizli örgütlenmelerle Yüce Allah’ın kullarını kul edinmeleri açısından bakıyoruz. Bu açıdan bakıldığında “İslâm, Tasavvuf, İslâm Tasavvufu, Tasavvuf İslâmı” olgularının birbirlerine göre durumları gündeme geliyor ve orada da farklı bir manzarayla, daha doğrusu bir gerçekle karşılaşıyoruz. Bu gerçeği kısaca vurgulamış olmak için de, yazısını bu forma taşımış bulunduğum Zübeyir Yetik ile yapılmış bir röportajdan kısa bir bölümü aktarıyorum: “Biz Guènon ve benzerleri üzerinde niçin şöyle veya böyle inanıyorlar veya inanmıyorlar diye durup, bu sebeple belirleme yapmıyoruz. Bunu durup dururken yapmıyoruz, en azıdan.. Ama herhangi bir kimse gelip, herhangi bir Müslümana “senin dininin hakikati bendedir, gel ben sana dininin hakikatini öğreteceğim ve senin imanını kurtaracağım, sen zahirde kalmışsın, işin gerçeğini gel de öğreteyim” diyorsa, o zaman Müslüman’ın kendisine bu teklifi getiren insanla ilgili değerlendirme hakkı vardır. Bizim Guènon’a yönelik eleştirilerimiz buradan kaynaklanıyor. Ve değerlendirmemiz de çok basittir. Hani imanın altı unsuru vardır. Bu altı unsuru üçe de indirmek mümkündür. Nedir bunlar; Allah’a, peygamberlere, ahirete inanmak.. Kader, Yüce Allah’ın meşiyet, ilim ve halketmesi; melekler ve kitaplar peygamberlik konumuyla alakalıdır. Bir insanın Kur’anî, Nebevî bağlamda bu üç inancı irdelendiğinde onu belirli bir yere oturtabiliriz. Kur’an-ı Kerime göre Yüce Allah’ın zatı vardır. Sıfatları vardır. Yüce Allah’ın kendisi nefissahibidir ve hiçbir şeye benzetilemeyecek olan bu nefsiyle vardır. Ve, Yüce Allah, yarattıklarından aşkındır, münezzehtir. Yarattıklarını içermesi veya onlar tarafından içerilmesi söz konusu edilemez. Oysa, bütün tasavvuf mensupları gibi Guénon da Cenab-ı Hakk’ın içrek olduğu inancındadır. Varlıkların Yüce Allah’ı mündemiç bulunduğu savındaki “vahdet-i vücut” inancına sahiptir. Buradaçatışıyorlar mı? Çatışıyorlar. Kur’an-ı Kerime göre, Kur’an-ı Kerim’in kendisi bir haberdir. Yüce Allah, bir haber olan vahiy ile gerçekleri tümünü de selâmla andığımız resulerine ulaştırır. Bütün mutasavvuflar gibi Guènon’a göre ise, insanoğlu riyazetle, seyrü sülûkla, şununla-bununla marifetullaha erer vehakikati bulur. Nitekim ibni Arabi’nin “velayet, nübüvvetten üstündür” demesi de bundandır. Çünkü, onlara göre, nebi pasiftir, haberin gelmesini bekler; veli ise, kendi çabasıyla gider hakikati kaynağından alır. Ahiret meselesine gelince: Guènon’un bütün yazdıklarında Hinduların çevrimsel zaman telakisi vardır. Diğer mutasavvuflarda da bu böyledir. Üstat Necip Fazıl’ın zamanı bir daire olarak anlatan şiirini hatırlayalım. Kur’anî bağlamda böyle bir inanış mümkün değildir. Kur’anı Kerim’de zaman doğrusaldır. Üstelik her yaratığın kendi zamanı vardır. Buna ecel denir. Ve bu zaman doğrusaldır. Biz bu doğrusal süreci kader, kaza, ukba diye adlandırıyoruz. Ukba nereye kadar gidiyor? Yüce Allah bilir. Çünkü, orada zaman bitiyor. Evet, görüldüğü gibi bu üç noktada, Allah, peygamber, ahiret inancı noktasında değerlendirme yaptığımızda, bir insanı nereye oturtacağımızı biliriz. Ama tekrar ediyorum, biz hiç kimseyi herhangi bir yere oturtma çabasında değiliz. Ama birileri gelir, dinimizin hakikatinin kendisinde olduğunu söyler ve “sen bu işin yozusun, hamısın, dışında kalmışsın, zahirle uğraşıyorsun, gel ben sana bilmem neyi öğreteyim” der ve dinin hakikati adı altında Batınî inançları telkin ederse ve bunu yaparken de Kur’an-ı Kerimin bir iki ayetini alet edinmeğe kalkışır ve bu arada içini boşaltarak kendince yükleme yaptığı İslâmî kavramlarla Batınî inançları yaymağa kalkışırsa, o zaman biz de gerekli değerlendirmeyi ve yargılamayı yapmak, o kimseyi kesin ve keskin çizgilerle belirlemek hakkına sahip oluruz. Yaptığımız, budur…” Alıntı
Φ ihgg Gönderi tarihi: 6 Ekim , 2006 Gönderi tarihi: 6 Ekim , 2006 ((: Sufisizm Sihattan gelir butun alimlerde bunu savunur. kalbini dunyadan ve ahireten kurtarmak yanlzı yaraticiya vermek. Alıntı
Φ greenflag Gönderi tarihi: 30 Mart , 2007 Gönderi tarihi: 30 Mart , 2007 TARİKATLARDAKİ ŞEYHLERİNİ İLAHLAŞTIRANLARA CEVAP RAHMAN VE RAHİM OLAN ALLAH IN ADI İLE….. Övgüyü, verdiği nimetlere karşılık bedel , beladan sığınma , Cennetlerine ulaşma yolu ve ihsanını artırması için sebep kılan Allah a hamd olsun. Rahmet peygamberi , imamların imamı, ümmetin kandili , keremin aslından ve kökü asaletin soyundan seçilen , köklü övgünün dikildiği yer ve verimli yüceliğin dalı olan Resulüne ; karanlıkların lambaları, ümmetlerin tutundukları, dinin açık alametleri ve üstün faziletin ağırlıkları olan ehl-i beytine, salat ü selam olsun. Selamünaleyküm ve rahmetullahı ve berakatuhu her şeyden önce bizi yaratan yüce rabbimize hamdü senalar olsun övmek ve övülmek yalnızca allaha mahsustur. Söz söyleyenlerin Allah ı övgüde aciz kaldığı , sayanların nimetlerini hesap edemedikleri, çabalayanların hakkını ödeyemediği, büyük gayretlerin idrak edemediği , keskin zekaların erişemediği, sıfatının sınırı, mevcut bir niteliği , sayılı bir vakti ve uzayan bir süresi olmayan Allah a hamd olsun. Mahlukatı yarattı; Rüzgarları rahmeti ile yaydı, Arzının hareketlerini kayalarla sabitledi. Dinin esası ,Allahı Bilmektir, Allahı bilmenin kemali Allahı tasdik etmektir. Allahı tasdik etmenin kemali Allahı birlemektir, Allahı birlemenin kemali Allah a ihlas ile bağlanmaktır. Allaha ihlas ile bağlanmanın kemali her sıfatın mevsufun gayrı olduğuna ve her mevsüfun sıfatın gayrı olduğuna şehadet ederek Allah için sıfatları reddetmektir. Yüce Allahı vasıflayan Allahı nitelediği şey ile ilişkilendirmiş olur; Allahı ilişkilendiren Allahı ikilemiş olur; Allah ı ikileyen cüzlere ayırmış olur, cüzlere ayıran Allah ı bilemez, Allah ı bilemeyen Allah a[ sanki belli bir yönde imiş gibi] işaret eder.; işaret eden, Allah a sınır çizmiş olur; sınır çizen,Allah ı [sayılabilen şeyler gibi] saymış olur,Nerede diyen Allah ı bir şeyin içine almış olur, neyin üzerinde diyen bir yeri Allah tan arındırmış olur. Allah bir yaratılış olmaksızın mevcuttur;bir yokluk olmaksızın mevcuttur. Allah birleşme olmaksızın her şey ile beraberdir["üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka Allah(c.c) tır." Mücadele 58/7] Ayrılık olmaksızın her şeyin gayrıdır. Faildir ancak hareketler ve alet anlamında değil. Mahlukatından görülen yokken görür.Allah tektir. alıştığı biri yoktur ki onu kaybettiğine üzülsün. Düşünüp taşındığı bir fikir ve yararlandığı bir deneyim, ihdas ettiği bir hareket ve telaşlandığı bir nefsin tereddüdü olmaksızın mahlukatı yarattı. Onları ilk defa var etti. Onları var etmeden bunu biliyordu. Sınırlarını ve sonlarını kuşatandır.Açığa çıkardıklarını ve gizlediklerini bilendir. Sonra Münezzeh olan Allah , göklerin yırtıklarını , kenarların yarıklarını ve havanın cereyanını yarattı ; onda akıntısı çarpışan , yüksekliği ve kalınlığı kat kat olan bir su akıttı ; onu şiddetle esen , sarsıcı ve parçalayıcı rüzgarın sırtında taşıdı. Ona suyu geri getirmesini emretti ve onu dizginlemeye hakim kıldı. Hava , onun altında yarıktır. Su ise onun üstünde döküktür. Sonra Münezzeh olan Allah ,esintisini kısırlaştırdığı, varlığın daim kıldığı, akıntısını şiddetli yaptığı ve menşeini uzaklaştırdığı bir rüzgar meydana getirip ona coşkun suyu dalgalandırmayı ve denizlerin dalgalarını harekete geçirmesini emretti. Onu yayığın çalkalanması gibi çalkaladı ve fezayı şiddetle sarstığı gibi sarstı. Yüksekliğini yükseltinceye kadar başını sonuna, dinginliğini harekete döndürdü. Köpüğü ile yığınlarını attı. Onu yarık olan havada , açık ve geniş gökte yükseltti. Ondan yedi gök meydana getirdi ve onların aşağılarını hareketsiz bir dalga yaptı. Üstlerini ise düşmesini engelleyen bir sütun, onu birbirine bağlayan çivi yada bağlantılar olmaksızın korunan bir tavan ve yükseltilmiş bir çatı yaptı. Daha sonra onu yıldızların süsü ile ve aydınlatıcıların ışığı ile süsledi. Dönen bir yörünge de , hareket eden bir tavanda ve hareketli bir felekte , ışığı yayan bir güneş ve nur saçan bir ay meydana getirdi. Sonra yüksek göklerin arasındakini yardı. Orasını , türlü türlü vaziyette olan Meleklerle doldurdu. Onlardan bazıları secde halinde olup rüku etmezler; Bazıları rüku halinde olup ayakta durmaz; diğer bir grup ise birbirinden ayrılmayan saflar halinde dururlar. Hepside usanmadan Allah ı tespih ederler (herhangi bir şahsı veya yaratılanı vesile etmeden ). Gözün uyuması, akılların dalgınlığı , bedenlerin yorgunluğu ve unutkanlık gafleti onlara musallat olmaz. Onlardan Allah ın vahyi için emin, resulleri için dil , yargısına ve emrine amade olanlar; kullarını koruyanlar (Tarikatlar da olanlar ise koruyanın Allah ın tayin ettiği koruyucu melekler değil de onların tarikat şeyheleri olduklarını savunurlar. Allah ıslah etsin ve bizleri bunlardan korusun Amin.) ve cennetlerinin kapılarının hizmetçisi olanlar; ayakları yeryüzünün aşağısında sabit , boyunları yüksek gökleri delip geçenler vardır. Uzuvları bölgelerden çıkanlar vardır. Omuzları arşın arşın sütunlarına denktir. Bakışları arşın aşağısına eğilmiştir. Onun altını kanatları ile kaplamışlardır. Onlarla , onların dışında kalanlar arasında izzet hicapları ve kudret örtüleri konmuştur. RABLERİ HAKKINDA TASVİR VEHMİNE KAPILMAZLAR. ONA YARATILANLARIN SIFATLARINI YAKIŞTIRMAZLAR ; ONU MEKANLARLA SINIRLAMAZLAR; ONA BENZERLE İŞARET ETMEZLER. (ONA BENZER VARLIKLARIN SIFATLARINI ALLAHA İSNAT ETMEZLER) Dipnot : Yani kardeşim Nakşibendi veya herhangi bilinen ve kendini İslam ın örtüsüne saklayan tarikatlardan uzak dur. Eyer tarikat istiyorsan Allah kitabı ve Allah resulünün (s.a.v) sünneti yeter. Ve lütfen Allah ın (c.c) isimleri ve manalarını okuyun onu iyice öğrenin ve Allah (c.c.) şu ayetini unutmayın ayetel kürsi de şöyle der “Onun izni olmadan kim şefaat edebilir” evet sevgili mümin kardeşlerim tarikatın içyüzünü iyi öğrenin çünkü ben size tassavuf tan veya sofi den bahsetmiyecem veya nereden geldiklerini , size bir kardeş tavsiyesi Allah yolu olan Kuran (Türkçe meali veya anlamını bilerek okuyabiliyorsanız Arapça sı) ve Allah resulünün sünneti yoksa vallahi helak olur gidersin. Allah hepinizden razı hakkınızı helal edin. Selamünaleyküm… Not : Bu yazı dipnot hariç Nehcül Belağa dan Hz Ali’nin (r.a. ve K.a.v) özlü ve güzel sözlerinden alınmıştır. Alıntı
Φ gocdüvani Gönderi tarihi: 30 Mart , 2007 Gönderi tarihi: 30 Mart , 2007 Hz. Mevlana (k.s.) yı bilipte tasavvufu kötülemek ilimsizliktir bence Alıntı
Φ greenflag Gönderi tarihi: 3 Nisan , 2007 Gönderi tarihi: 3 Nisan , 2007 RAHMAN VE RAHİM OLAN ALLAH IN ADI İLE….. Övgüyü, verdiği nimetlere karşılık bedel , beladan sığınma , Cennetlerine ulaşma yolu ve ihsanını artırması için sebep kılan Allah a hamd olsun. Rahmet peygamberi , imamların imamı, ümmetin kandili , keremin aslından ve kökü asaletin soyundan seçilen , köklü övgünün dikildiği yer ve verimli yüceliğin dalı olan Resulüne ; karanlıkların lambaları, ümmetlerin tutundukları, dinin açık alametleri ve üstün faziletin ağırlıkları olan ehl-i beytine, salat ü selam olsun. SELAMÜN ALEYKÜM VE RAHMET ULLAHI VE BERAKATUHU BENCE SEVGİLİ KARDEŞİM ALLAH C.C TANIMAMAK ,KURANA VE ALLAH RESULÜNÜN SÜNNETİNE TABİ OLMAMAK EN BÜYÜK CEHALLETİR İLİMSİZLİKTİR. BAK KARDEŞİM SANA AŞAGIDA KURAN DAN BAZI AYETLER ,LÜTFEN DİKKATLİ OKU, BURDA AMAÇ YARDIMCI YALNIZ ALLAH C.C. ÇÜNKÜ TARİKAT BENİ CEHENNEMİN O ATEŞİNDEN ŞEYHİM KURTARACAK VE BENİ SIRATTAN O KURTARACAK SEVGİLİ KARDEŞİM LÜTFEN BU AYETLERİ İYİ OKU ŞUNU UNUTMA " ALLAHA C.C. İTAAT ETMEYENE İTAAT YOKYUR." CİN SURESİ Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla 1- De ki: "Bana gerçekten şu vahyolundu: Cinlerden bir grup dinleyip de şöyle demişler: -Doğrusu biz, (büyük) hayranlık uyandıran bir Kur'an dinledik" 2- "O (Kur'an), 'gerçeğe ve doğruya' yöneltip-iletiyor. Bu yüzden ona iman ettik. Bundan böyle Rabbimiz'e hiç kimseyi ortak koşmayacağız." 3- Elbette, Rabbimiz'in şanı Yücedir. O, ne bir eş edinmiştir, ne de bir çocuk." 4- "Doğrusu şu: Bizim beyinsizlerimiz, Allah'a karşı 'bir sürü saçma şeyler' söylemişler." 5- "Oysa biz, insanların ve cinlerin Allah'a karşı asla yalan söylemeyeceklerini sanmıştık." 6- "Bir de şu gerçek var: İnsanlardan bazı adamlar, cinlerden bazı adamlara sığınırlardı. Öyle ki, onların azgınlıklarını arttırırlardı." 7- "Ve onlar, sizin de sandığınız gibi Allah'ın hiç kimseyi kesin olarak diriltmeyeceğini sanmışlardı." 8- "Doğrusu biz göğü yokladık; fakat onu güçlü koruyucular ve şihablarla kaplı (doldurulmuş) bulduk." 9- "Oysa gerçekte biz, dinlemek için onun oturma yerlerinde otururduk. Ama şimdi kim dinleyecek olsa, (hemen) kendisini izleyen bir şihab bulur." 10- "Doğrusu bilmiyoruz; yeryüzünde olanlara bir kötülük mü istendi, yoksa Rableri kendileri için (doğruya iletici) bir hayır mı diledi?" 11- "Gerçek şu ki, bizden salih olanlar vardır ve bunun dışında (ya da aşağısında) olanlar da. Biz türlü türlü yolların fırkaları olmuşuz." 12- "Biz şüphesiz, Allah'ı yeryüzünde asla aciz bırakamıyacağımızı, kaçmak suretiyle de O’nu hiçbir şekilde aciz bırakamıyacağımızı anladık." 13- "Elbette biz, o yol gösterici (Kur'an'ı) işitince, ona iman ettik. Artık kim Rabbine iman ederse, o ne (ecrinin) eksileceğinden korkar ve ne de haksızlığa uğrayacağından." 14- "Ve elbette bizden Müslüman olanlar da var, zulmedenler de. İşte (Allah'a) teslim olanlar, artık onlar 'gerçeği ve doğruyu' araştırıp-bulanlardır." 15- Zulmedenler ise, onlar da cehennem için odun olmuşlardır. 16- Eğer onlar (insanlar ve cinler), yol üzerinde 'dosdoğru bir istikamet tuttursalardı', mutlaka Biz onlara bol miktarda su içirir (tükenmez bir rızık ve nimet verir)dik. 17- Ki, kendilerini bununla denemek için. Kim Rabbinin zikrinden yüz çevirirse, (Allah), onu 'gittikçe şiddeti artan' bir azaba sürükler. 18- Şüphesiz mescidler, (yalnızca) Allah'a aittir. Öyleyse, Allah ile beraber başka hiçbir şeye (ve kimseye) kulluk etmeyin (dua etmeyin, tapmayın). 19- Şu bir gerçek ki, Allah'ın kulu (olan Muhammed,) O'na dua (ibadet ve kulluk) için kalktığında, onlar (müşrikler,) neredeyse çevresinde keçeleşeceklerdi. 20- De ki: "Ben gerçekten, yalnızca Rabbime dua ediyorum ve O'na hiç kimseyi (ve hiçbir şeyi) ortak koşmuyorum." 21- De ki: "Doğrusu ben, sizin için ne bir zarar, ne de bir yarar (irşad) sağlayabilirim." 22- De ki: "Muhakkak beni Allah'tan (gelebilecek bir azaba karşı) hiç kimse asla kurtaramaz ve O'nun dışında asla bir sığınak da bulamam." 23- "(Benim görevim,) Yalnızca Allah'tan olanı ve O'nun gönderdiklerini tebliğ etmektir. Kim Allah'a ve O'nun elçisine isyan ederse, içinde ebedi kalıcılar olmak üzere onun için cehennem ateşi vardır." 24- Sonunda onlar, kendilerine vadedileni gördükleri zaman, yardımcı olmak bakımından kim daha zayıfmış ve sayı bakımından kim daha azmış artık öğrenmiş olacaklardır." 25- De ki: "Bilmiyorum, size vadedilen (kıyamet ve azap) yakın mı, yoksa Rabbim onun için uzun bir süre mi koymuştur?" 26- O, gaybı bilendir. Kendi gaybını (görülmez bilgi hazinesini) kimseye açık tutmaz (ona muttali kılmaz.) 27- Ancak elçileri (peygamberleri) içinde razı olduğu (seçtikleri kimseler) başka. Çünkü O, bunun önüne ve arkasına izleyici (gözetleyici)ler dizer. 28- Öyle ki onların, Rablerinden gelen risaleti (insanlara gönderilenleri) tebliğ ettiklerini bilsin. (Allah,) onların nezdinde olanları sarıp-kuşatmış ve herşeyi sayı olarak da sayıp-tespit etmiştir. ARAF SURESİ 188- De ki: "Allah'ın dilemesi dışında kendim için yarardan ve zarardan (hiçbir şeye) malik değilim. Eğer gaybı bilebilseydim muhakkak hayırdan yaptıklarımı arttırırdım ve bana bir kötülük dokunmazdı. Ben, iman eden bir topluluk için, bir uyarıcı ve bir müjde vericiden başkası değilim." YANİ BU AYETTE SÖYLENEN HZ MUHAMMET (S.A.V.) EFENDİMİZİN EFDATÜ-L KAİNAT BİLE ALLAH DİLEMDİKTEN SONRA NE ONA KİMSE ZARAR VEREBİLİR NEDE FAYDA SAĞLAYABİLİR, YANİ HİÇ BİR KUL ALLAH C.C. TAKDİR ETTİĞİ BİRŞEYİ ONDAN SAVAMAZ VELEVKİ BÜTÜN KAİNATİN İNS,CİNLER TOPLANSA BİLE, BUNA GÖRE DAHA PEK ÇOK AYET VAR VE BEN SANA KURAN DİYOM BAŞKA BİRŞEY DEMİYOM SANA SON SÖZ OLARAK BİR HADİS ; HZ MUHAMMET (S.A.V.) KIZI FATIMAYA (R.ANHA)ŞÖYLE DİYOR; EY KIZM FATMA ,EY GÖZÜM NURU KALK SALİH AMEL YAP VE SAKIN BEN MUHAMMETİN KIZIYIM DEME, ÇÜNKÜ BEN BİLE SENİ ALLAH C.C. AZABINDAN KORUYAMAM" SEVGİLİ MÜSLÜMAN KARDEŞİM TEVHİD BİLİNMEDEN TASAVVUF OLMAZ BU YÜZDEN İNŞALLAH EN KISA SÜREDE YOLUN ALLAH C.C. GÖNDERDİĞİ HAK KURAN VE ALLAH C.C. RESULÜNÜN SÜNNETİ. SABREDİP OKUDUYSANIZ HAKKINIZI HELAL EDİN ALLAH C.C. SİZİN İLE OLSUN VE DAİMA YARDIMCINIZ OLSUN ALLAH C.C. AYAKLARIMIZI SEÇMİŞ OLDUĞU VE BİZLERE MUHASSAR KILDIĞI İSLAM DİNİ ÜZERE SABİT KILSIN, NE MUTLU MUHAMMET ÜMMETİYİM DİYENE..... Alıntı
Φ Info Gönderi tarihi: 6 Mayıs , 2007 Gönderi tarihi: 6 Mayıs , 2007 Tasavvufa karşı olan arkadaşlarımız tasavvufun nesine karşı olduklarını belirtirlerse belki daha rahat bilgi paylaşımında bulunabiliriz.. Köküyse sorun olan, bir arkadaşın da söylediği gibi o konuda birçok yorum yapılmıştır ve ''yün'' anlamındaki kökten geldiğine dair görüşler yoğunluk kazanmıştır. Kuran ve Sünnet'te olmayan şey tasavvuf, mürid, mürşid kelimesi midir? Eğer Kuran ve Sünnet'i indeks gibi kabul ederseniz mana olarak onların içinde yer alan şeylerin birçoğuna ismen anılmadığı için ''burda yoktur'' demek zorunda kalırsınız.. Bilindiği gibi Fıkıh ilmi ibadetlere dair konuları , Akaid ilmi itikadi konuları, Tasavvuf ilmi de ahlak konularını kapsar. Asrı saadet döneminde de sistemleşmiş bir fıkıh ilmi, akaid ilmi, kelam ilmi yoktur ve bunlar o dönemde isimlendirilmediler diye din dışı sayılmazlar. Tasavvuf da aynı o şekilde dinin içinde olan bir sistemdir, bu yolun büyükleri de tarikatı şeriatten ayrı sayanı zındıklıkla itham etmişlerdir. ''Ben mutasavvıfım ama Sünnet benim için delil değildir denilemez, Kuran beni bağlamaz denilemez. Diyenlerin tasavvuftan nasipleri yoktur..'' Tabi birileri de ''senin yaptığın Kurana aykırıdır'' diyemez eğer islami ilimlerde bilgi sahibi değilse... Ayetlerin zahiri anlamının dışında farklı anlamlara gelebileceğini, Sünnetle beraber yorumlanması gerektiğini bilmiyorsa.. Kendinden daha büyüklerin, Ehli Sünnet ulemasının( Dört büyük mezhep imamı da dahil olmak üzere birçok alim tasavvufa dair müspet yorumlarda bulunmuşlardır. ) görüşlerini kendi görüşlerinden üstün tutan kişi bu konuda da onların görüşlerine başvurur, muhtedilerin tasavvuf anlayışlarına bakarak, o görüşleri meselenin aslıymış gibi değerlendirmez.. Alıntı
Önerilen İletiler
Katılın Görüşlerinizi Paylaşın
Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.