Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Önerilen İletiler

Gönderi tarihi:

sen kitapta ne yazdigini biliyor musun da alternatifi secme sansim var mi diyorsun?

levh-i mahfuzda yazilan senin o isi istegin ve iradenle yaptiginin önceden bilinisidir..Onu Allah sen bu adami öldür diye senden bagimsiz yazmiyor senin secimini biliyor..levh- i mahfuzda yazilanlar degismez..ama senden bagimsiz degil yazilanlar...

  • Cevaplar 50
  • Tarih
  • Son Cevap

Bu Başlıkta En Çok Gönderenler

Bu Başlıkta En Çok Gönderenler

Gönderi tarihi:
insanlar öyle yapacaklarindan dolayi bilmektedir; yoksa O öyle bildiginden dolayi insanlarin davranislari Allah tarafindan belirlenmis degildir

 

diye yazdim

hala anlamiyor musun sen bunlari yasamazsan sorguya yasamadigin bir seyden nasil cekileceksin

17263[/snapback]

 

Arkadasim sana açik açik sordum... Bunu anlayamaman imkansiz. Eger su an elinin altindaki makineyi kullanabiliyorsan yazdiklarimi anlayabilecek kapasitedesin demektir. Sen dogmadan önce senin ne yapacagin bir yerlerde yaziyorsa eger, ve o sey degismez bir gerçekse sen aksini yapamazsin. Eger aksini yaparsan o yazili sey yanlistir demektir. Dogru mu degil mi? Degilse neden degil? Bunlara cevap ver lütfen.. Verecek cevabin yoksa da sus lütfen. Ya da laflari evirip cevirme..

Gönderi tarihi:
sen kitapta ne yazdigini biliyor musun da alternatifi secme sansim var mi diyorsun?

levh-i mahfuzda yazilan senin o isi istegin ve iradenle yaptiginin önceden bilinisidir..Onu Allah sen bu adami öldür diye senden bagimsiz yazmiyor senin secimini biliyor..levh- i mahfuzda yazilanlar degismez..ama senden bagimsiz degil yazilanlar...

17291[/snapback]

 

 

Çok güzeeeelll. Simdi bu baglamda söyle bana "imtihan" olayinin ne oldugunu.

Hani bu dünyada imtihandasin ya...

Gönderi tarihi:
bir kural vardir soru yanlissa cevap da yanlistir..

sen bana dogru bir soru sor ben sana dogru bir cevap..

17296[/snapback]

 

Soru kesinlikle yanlis degil... Sadece cevabi senin inandigin seylerle ayni degil o kadar.

Gönderi tarihi:
bir kural vardir soru yanlissa cevap da yanlistir..

sen bana dogru bir soru sor ben sana dogru bir cevap..

17296[/snapback]

 

Soru kesinlikle yanlis degil... Sadece cevabi senin inandigin seylerle ayni degil o kadar.

17298[/snapback]

 

Şu soruyu bir de ben alıyım yam yam ne sordun ? ( bana üstteki yazıları oku deme sakın )

Gönderi tarihi:
bir kural vardir soru yanlissa cevap da yanlistir..

sen bana dogru bir soru sor ben sana dogru bir cevap..

17296[/snapback]

 

Soru kesinlikle yanlis degil... Sadece cevabi senin inandigin seylerle ayni degil o kadar.

17298[/snapback]

 

Şu soruyu bir de ben alıyım yam yam ne sordun ? ( bana üstteki yazıları oku deme sakın )

17301[/snapback]

 

Sayin arman, her seyi açik açik ifade ettim. Hala anlamadiysan senin için yapabilecegim bir sey yok.

Gönderi tarihi:

eger iyi okursan sorun kalacagini zannetmiyorum

 

"Allahin ilminin insanin hür irade ile tercihine tabi oldugunu söyledigimizde Allahin mutlak iradesi ve izni dahilinde fakat Ondan bagimsiz insanin iradesini kabul etmis oluruz. Allah icin zaman söz konusu olmadigi icin zaman ölcüsü olarak önceden bilir veya ezelde bilir demenin bir anlami yoktur...

Ayrica Allahin alim sifati hem kendini hem de kendi disindakini bilmeye takabül ediyorsa kendi disinda bir seyi bilmesi demek olan veya var olan bir seyi bilmesidir. Insanin hür bir davranisi da bunun haricinde degildir. tersi irade ettigi bir insan davranisini bilmesi demektir. bu durumda da insan özgürlügünün olmadigi gayet aciktir.

..

Insan iradesinden cikacak (yani hareket veya zaman olarak sonra, gelecekte) ahlaki muhtevali bir olayi detaylariyla Allahin bilmis olmasi, zorunlu olarak Onun nedeni belirleyicisi, zorlayicisi olmasini gerektirmez. Cünkü ilim bir syi oldugu gibi (nesneen, seyden kaynaklanan sebep üzerine) bilmektir. Yoksa o sey ilim sayesinde "öyle" (nasilsa öyle, oldugu gibi) olmaz. O zaman ilimle irade arasinda fark ortadan kalkar

..

Diyelim ki bir ögretmen ögrencilerini cok iyi tanidigi icin yil sonu sinavinda hangi ögrencinin kac puan alacagini %80-90 oraninda önceden bilmektedir. - Allahta bu oran % 100 dür- simdi ögretmenin bu sonucu önceden bilmesi nasil ki ögrencinin o notu almasini etkilemiyorsa Allahin ilmi de aynen böyledir"

ve nasil ki ögretmenin sonucu bilmesi imtihan yapmasini engellemiyorsa Allahin ilmi de insanlari imtihan yapmasini engellemiyor..

Gönderi tarihi:
açık açık mı kurduğun cümleleri bir daha gözden geçir bakalım  :D

17307[/snapback]

 

Nereyi anlamadiysan onu söyle bana... (Daha dogrusu anlamak istemedigin yeri)

Gönderi tarihi:
eger iyi okursan sorun kalacagini zannetmiyorum

 

"Allahin ilminin insanin hür irade ile tercihine tabi oldugunu söyledigimizde Allahin mutlak iradesi ve izni dahilinde fakat Ondan bagimsiz insanin iradesini kabul etmis oluruz. Allah icin zaman söz konusu olmadigi icin zaman ölcüsü olarak önceden bilir veya ezelde bilir demenin bir anlami yoktur...

Ayrica Allahin alim sifati hem kendini hem de kendi disindakini bilmeye takabül ediyorsa kendi disinda bir seyi bilmesi demek olan veya var olan bir seyi bilmesidir. Insanin hür bir davranisi da bunun haricinde degildir. tersi irade ettigi bir insan davranisini bilmesi demektir. bu durumda da insan özgürlügünün olmadigi gayet aciktir.

..

Insan iradesinden cikacak (yani hareket veya zaman olarak sonra, gelecekte) ahlaki muhtevali bir olayi detaylariyla Allahin bilmis olmasi, zorunlu olarak Onun nedeni belirleyicisi, zorlayicisi olmasini gerektirmez. Cünkü ilim bir syi oldugu gibi (nesneen, seyden kaynaklanan sebep üzerine) bilmektir. Yoksa o sey ilim sayesinde "öyle" (nasilsa öyle, oldugu gibi) olmaz. O zaman ilimle irade arasinda fark ortadan kalkar

..

Diyelim ki bir ögretmen ögrencilerini cok iyi tanidigi icin yil sonu sinavinda hangi ögrencinin kac puan alacagini %80-90 oraninda önceden bilmektedir. - Allahta bu oran % 100 dür- simdi ögretmenin bu sonucu önceden bilmesi nasil ki ögrencinin o notu almasini etkilemiyorsa Allahin ilmi de aynen böyledir"

ve nasil ki ögretmenin sonucu bilmesi imtihan yapmasini engellemiyorsa Allahin ilmi de insanlari imtihan yapmasini engellemiyor..

17315[/snapback]

 

Imtihanin amaci da odur zaten arkadasim. Yani bilinmeyen kismin belirlenmesi. %80 - %90 bilmesi demek %20-%10 oraninda belirsizlik demek. Bir imtihan yapiyorsan amac, bilinmeyenin kesinlesmesidir. Halbuki sizin bahsettiginiz durumda belirsizlik yoktur. Sonuç kesindir. "Biz bu dünyada imtihandayiz" diyorsunuz. Kur'an da öyle söylüyor. Neyin imtihani ? Senin bu dünyada Allah'in emirlerine uyup uymadigin, sonucunda da ödülü ya da cezayi hak edip etmedigin. Kime karsi sorumlusun? Allah a karsi. Imtihan eden kim ? Allah... Cezayi ya da ödülü verecek olan kim ? Allah

 

Peki arkadas imtihan eden sonucu %100 biliyor ise imtihan da neyin nesi oluyor diyorum... Ögretmen örnegini getirmeyin bana. Geçersizdir. Simdi bu duruma göre cevap verin diyorum. Islamda ki "imtihan" nedir?

Gönderi tarihi:

ARTIK BUNALDIGIM ICIN KES-YAPISTIR YAPIYORUM

SONUCTA BURDA DA SENIN SORUNUN CEVABI VAR

AMA SAMIMIYETINE GÜVENMIYORUM NE KADAR DA ISBAT ETSEK SAMIMIYETSIZ OLDUGUN ICIN INANMAYACAKSIN..

 

Soru : “Madem Cenâb-ı Hak ezelî ilmiyle benim ne yapacağımı biliyor, öyleyse benim ne kabahatim var?” sorusuna nasıl cevap vermeliyiz?

 

 

Bu soruyu soranlardan bazıları, hem samimi değil, hem de Türkçe bilmiyor... Bu iki hususu açıkladıktan sonra sorunun cevabına geçmek istiyorum.

 

Soru sahibi niçin samimi değil? Önce onu açıklayayım: her insan vicdanen bilir ki, kendisinde iki ayrı hareket, iki ayrı fiil söz konusu. Bir kısmı ihtiyarî, yani kendi isteğiyle, iradesiyle ortaya çıkıyor. Diğer kısmı ise ızdırarî; yani tamamen onun arzusu, iradesi dışında cereyan ediyor.

 

Meselâ; konuşması, susması, oturması, kalkması birinci gruba; kalbinin çarpması, boyunun uzaması, saçının ağarması da ikinci gruba giren fiillerden. O birinci grup işlerde, istemek bizden, yaratmak ise Allahtan. Yâni, biz cüzi irademizle neyi tercih ediyor, neye karar veriyorsak Cenâb-ı hak mutlak iradesiyle onu yaratıyor. İkinci tip fiillerde ise bizim irademizin söz hakkı yok. Dileyen de yaratan da Cenâb-ı Hak. Biz bu ikinci gruba giren işlerden sorumlu değiliz. Yâni, âhirette boyumuzdan, rengimizden, ırkımızdan, cinsiyetimizden yahut dünyaya geldiğimiz asırdan sorguya çekilmeyeceğiz.

 

İşte soru sahibi bu iki fiili bir sayma gafleti içinde. Gelelim asıl büyük hataya: Adam, yaptığı bütün müspet işlere sahip çıkıyor, “ben yaptım, ben kazandım” diye göğsünü gere gere anlatıyor bunları... Ama, sıra işlediği günahlara, yaptığı hatalara, ettiği zulümlere gelince kadere yapışıyor: Kaderimde bu varmış, diye işin içinden çıkmaya çalışıyor. Evine giren hırsızı mahkemeye verirken kaderi unutuyor.

 

“Bu adam” diyor, “Benim evime girdi, şuyumu çaldı, buyumu gasp etti.” Hırsızın: “Ben masumum. Benim kaderimde soymak, bu zatın kaderinde de soyulmak varmış.” şeklindeki müdafaasına kızıyor, köpürüyor, çıldıracak hâle geliyor!.. Ama, sıra kendi işlediği günahlara gelince, utanmadan ve sıkılmadan o hırsızın müdafaasına sarılabiliyor!..

 

Böyle birisiyle, kader konusunu ciddî mânâda konuşmak mümkün mü? Gerçek şu: Biz her türlü işimizde, fiilimizde kaderin mahkûmu değiliz. İhtiyarî fiillerde, yani kendi irademizle yaptığımız işlerde serbest bırakılmışız. Bunu vicdanen biliyoruz. Bu fiillerde isteyen biziz, yaratan ise Cenâb-ı hak...

 

Zaten dünyaya imtihan için gönderilmiş olmamız da bunu gerektirmiyor mu? İmtihana giren bir aday dilediği salonda imtihan olamaz. İmtihanı istediği saatte başlatamaz ve sona erdiremez. Soruların puanlamasını kendi tayin edemez. Bütün bunlar, onu imtihan eden kimsenin tayini ve tespiti iledir. Fakat, imtihan başladıktan sonra, cevapları dilediği gibi verir. İmtihan süresince kendisine müdahale edilmez. Aksi hâlde buna imtihan denmez.

 

Şimdi, şu sorunun cevabını arayalım: İnsanlar bu dünyada kendi amel defterlerini diledikleri gibi doldurmuyorlar mı? İlâhî emir ve yasaklara uyup uymama konusunda serbest değiller mi? O hâlde, bu adamlar neyin davasını görüyorlar?!.. Bir yandan, işledikleri günahların sorumluluğundan kurtulmak için iradelerini inkâra kalkışıyor; diğer yandan, meselâ, pencerelerini taşlayan ve Allahın sorumlu bile tutmadığı, küçük bir çocuğu dövmekten de geri durmuyorlar. Bu sahne onları sorumlu kılmaya ve utandırmaya yetmiyor mu?

 

Bu soruyu soranlardan bazılarının Türkçe bilmediğinden söz etmiştik. Geliniz bu soruyu dilbilgisi yönünden inceleyelim: “Mâdem Cenâb-ı Hak, ezelî ilmiyle benim ne yapacağımı biliyor, öyleyse benim kabahatim ne?”

 

Bu cümlede iki tane fiil geçiyor: biri, “yapmak”, diğeri “bilmek”. Yapmak fiilinin öznesi: ben. Bilmek fiilinin öznesi: Cenâb-ı Hak. Yâni soru sahibi, “Ben yapıyorum, Allah da biliyor.” diyor. Ve sonra bize soruyor: Benim kabahatim ne? Ona nazikane şu cevabı veriyoruz: “Senin kabahatin o işi yapmak.”

 

••• Bu konuda Nur Risalelerinden Sözler adlı eserde şu tespit yapılır: “Kader, ilim nevindendir. İlim, malûma tâbidir. Yani nasıl olacak, öyle taallûk ediyor. Yoksa malûm, ilme tâbi değil.” İlim, “bilmek” ya da “bilgi” mânâsına geliyor. Malûm, “bilinen”, âlim ise “bilen”, yahut “bilgin”. Bu kaideyi bir misâl ile açıklamaya çalışalım. Meselâ, ben bir gencin fen fakültesinde okuduğunu bilmiş olayım. Bu bilgim ilimdir. Malûm ise, o gencin o fakültede öğrenci olduğu. İşte, benim ilmim bu malûma tâbidir. Yani o genç fen fakültesinde okuduğu için, ben de onu öylece bilirim.

 

Misâller çoğaltılabilir.

 

“Madem Cenâb-ı Hak benim ne yapacağımı biliyor,” denilmekle, Allahın âlim olduğu, soru sahibinin ise, o fiili yapacağı peşinen kabul edilmiştir. İşte o adamın, söz konusu fiili işlemesi malûm, Allahın, bunu ezelî ilmiyle bilmesi ise ilimdir. Ve bu ilim, malûma tâbidir.

 

Yukarıda, Sözlerden naklettiğimiz cümlelerin devamında da şöyle buyurulur: “Yani ilim desâtiri; malûmu, haricî vücut noktasında idare etmek için esas değil. Çünkü malûmun zâtı ve vücud-u haricîsi, iradeye bakar ve kudrete istinat eder.”

 

Bilindiği gibi, bir şeyi, bir hâdiseyi yahut bir fiili bilmek, onun fâili olmak için yeterli değildir. Bir misâl: Konuşmayı herkes bilir. Ama, bir insan bu işe teşebbüs etmedikçe ve konuşma fiilini işlemedikçe onun konuştuğundan söz edebilir miyiz?

 

Bir başka misâl: Allah Resulü (a.s.m.) İstanbulun fethini müjdelemiştir. Ama, “fetih” fiilini sultan Mehmet işlediği için “fatih” unvanını o padişaha veririz. İstanbulu, peygamber Efendimizin(a.s.m.) fethettiği gibi bir iddiada bulunmayız.

 

Demek ki, fâil olmak için fiili bilmek yetmiyor. Onu irade etmek, bizzat teşebbüs etmek ve işlemek gerekiyor. İşte Allah, insanın bütün amellerini, bütün fiillerini bilir. Ama, iradesini ve kuvvetini sarf ederek o işi yapan insandır ve her türlü sorumluluk da ona aittir.

 

Daha önce de belirttiğimiz gibi; kul, kendi cüzi iradesini, -hayır olsun, şer olsun- hangi işe sarf ederse, Cenâb-ı Hak onu yaratır. İstemek kuldan, yaratmak Allahtandır. Fakat, bütün fiilleri Allahın yaratması, insanı sorumluluktan kurtarmaz... İnsana kuvvet ihsan eden, her türlü imkânı bağışlayan Allahtır. Kul bu imkânı, bu kuvveti onun rızasına aykırı olarak kullanırsa elbette sorumlu olur, suçlu olur.

 

Şöyle bir düşünelim: Bir emniyet mensubu, yetkisini ve silâhını kötüye kullanarak birisini haksız yere vursa, devlete mi katil denilecektir, yoksa o görevliye mi? Şüphesiz, katil o görevlidir!.. Şimdi bu görevli, “Ben o suçu devletin imkânlarıyla işledim. Ne kendi silâhımı kullandım, ne de kendi mermimi.” şeklinde bir özür beyan edebilir mi?

Gönderi tarihi:
Yam yam hala anlayamamışsın neyle karşı karşıya olduğunu dikkat ettiysen senin verdiğin her yanıt iki kişi arasında sana hiç bir şey yapmamışsın gibi geri çevriliyor.

 

Bunlara artık alış... Onları gibi onların ne söylediğini bir gün artık sende önemsemeyeceksin...

 

Ne kadar Kurandan örnek verirsen ver bir gün sana şu yanıt gelecek ve daha ileri gidemeyecekleri için orada nokta koyman gerekecek...

 

Din kayıtsız şartsız bağlılıktır. Sizin yapamadığınız budur. Ben Allahın varlığına onu görmeden inanıyorum.

 

UNUTMA BUNU ona göre tartış...

17380[/snapback]

 

ne diyosun biz yamyama cevap vermiyor da sorulrini es mi geciyoruz okumuyor musun sen cevaplari?? cevaptan mi saymiyorsun?? ortaliga laf atmakla is bitmez birileri tartisiyor birileri de araya laf sokusturuyor bos laf sen de sor yam yam gibi biten bitiren yok..

Gönderi tarihi:

Arkadasim arastir bakalim nur risalelerinde benim soruma uygun bir cevap var mi? Kur'an a bak Allah in insanlari imtihan ettigini bildiren bir yigin ayet var. Bir kaç örnek

 

Zümer Sûresinin 49 . Ayetinde

İnsana bir zarar dokunduğunda bize yalvarır. Sonra ona tarafımızdan bir nimet verdiğimizde, “Bu, bana ancak bilgim sayesinde verilmiştir” der. Hayır, o bir imtihandır. Fakat onların çoğu bilmezler.

 

Sâd Sûresinin 34 . Ayetinde

And olsun, biz Süleyman’ı imtihan ettik. Tahtının üstüne bir ceset bıraktık.4 Sonra tövbe edip bize yöneldi

 

Cin Sûresinin 16,17 . Ayetinde

Yine de ki: “Bana şöyle de vahyedildi: ‘Eğer yolda dosdoğru olurlarsa mutlaka onlara bol yağmur yağdırırız ki bununla onları imtihan edelim. Kim Rabbinin zikrinden (Kur’an’dan) yüz çevirirse, Rabbi onu gittikçe yükselen bir azaba sokar.”

 

Allah herseyi, yani senin hangi durumda hangi karari verecegini, iradeni ne yönde kullanacagini seni daha yaratmadan önce biliyor. Kaldi ki o iradeyi de sana o verdi. Karakterini kendi yaratti. Sonra da ben sizi imtihan ediyorum diyor. Ben de diyorum ki, bir seyin imtihan edilebilmesi için kesin olarak bilinmemesi gerekir. Nur risalelerinden bu durumu açiklayan bir cevap bulabilirsen

bekliyorum. Ya da senin bu konuda sahsi bir fikrin var mi?

Gönderi tarihi:
Arkadasim arastir bakalim nur risalelerinde benim soruma uygun bir cevap var mi? Kur'an a bak Allah in insanlari imtihan ettigini bildiren bir yigin ayet var. Bir kaç örnek

 

Zümer Sûresinin 49 . Ayetinde 

İnsana bir zarar dokunduğunda bize yalvarır. Sonra ona tarafımızdan bir nimet verdiğimizde, “Bu, bana ancak bilgim sayesinde verilmiştir” der. Hayır, o bir imtihandır. Fakat onların çoğu bilmezler. 

 

Sâd Sûresinin 34 . Ayetinde

And olsun, biz Süleyman’ı imtihan ettik. Tahtının üstüne bir ceset bıraktık.4 Sonra tövbe edip bize yöneldi

 

Cin Sûresinin 16,17 . Ayetinde 

Yine de ki: “Bana şöyle de vahyedildi: ‘Eğer yolda dosdoğru olurlarsa mutlaka onlara bol yağmur yağdırırız ki bununla onları imtihan edelim. Kim Rabbinin zikrinden (Kur’an’dan) yüz çevirirse, Rabbi onu gittikçe yükselen bir azaba sokar.” 

 

Allah herseyi, yani senin hangi durumda hangi karari verecegini, iradeni ne yönde kullanacagini seni daha yaratmadan önce biliyor. Kaldi ki o iradeyi de sana o verdi. Karakterini kendi yaratti. Sonra da ben sizi imtihan ediyorum diyor. Ben de diyorum ki, bir seyin imtihan edilebilmesi için kesin olarak bilinmemesi gerekir. Nur risalelerinden bu durumu açiklayan bir cevap bulabilirsen

bekliyorum. Ya da senin bu konuda sahsi bir fikrin var mi?

17393[/snapback]

 

okuduysan yazdiklarimi orda bu bilmek konusu seni tatmin edecek sekilde yazildi, kelamdan anlamiyorsan bilemem de.. neden Nur risalelerinden istiyorsun ben nurcu degilim ama nurcu arkadaslarima danisiyim...

yukarida da yazdim bilmek özgürlügü etkilemez..

 

karakterini kendi yaratti cümlesini nerden cikardin

verdigin ayetlerde imtihan meselesi geciyor da kader konusu gecmiyor..

 

kader konusu mu seni ateist yapti ateist oldugun icin mi kader konusuna takildin??

Gönderi tarihi:

Kader konusunu bir çok yerde yazdık arkadaşlar, neden hep aynı yerde adımlıyoruz.. Yazdıklarımıza itiraz gelmedi.. Bu sorularınızı daha önce yanıtladık, siz o yanıtları yanıtlayın.. Tekrar tekrar aynı şeyleri soruyorsunuz.. Başka yerlerde konular hep yarım kalmış. Bir göz gezdirirseniz göreceksiniz.. Bu durmda verim alamayız...

 

Saygılar...

Gönderi tarihi:
sevgili yam yam risale-i nur külliyati sözler kitabi 2. cilt 26. söz kader konusuyla ilgili belki okumak istersin benim buraya yazmam mümkün degil..cok uzun

17628[/snapback]

 

Yok bide yazsaydın dilku.. ))

Gönderi tarihi:

Yirmialtıncı Söz sözler 26. söz

 

 

Kader Risalesi

 

 

[Kader ile cüz'-i ihtiyârî, iki mes'ele-i mühimmedir. Ona dair dört mebhas içinde birkaç sırlarını açmağa çalışacağız.]

 

BİRİNCİ MEBHAS: Kader ve cüz'-i ihtiyârî, İslâmiyetin ve îmânın nihayet hududunu gösteren, hâlî ve vicdanî bir îmânın cüz'lerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir. Yâni mü'min herşeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenâb-ı Hakk'a vere vere, tâ nihayette teklif ve mes'uliyetten kurtulmamak için "Cüz'-i ihtiyârî" önüne çıkıyor. Ona "Mes'ul ve mükellefsin" der. Sonra, ondan sudûr eden iyilikler ve Kemâlât ile mağrur olmamak için, "Kader" karşısına geliyor. Der: "Haddini bil, yapan sen değilsin." Evet kader, cüz'-i ihtiyârî; îmân ve İslâmiyetin nihayet merâtibinde... Kader, nefsi gururdan ve cüz'-i ihtiyârî, adem-i mes'uliyetten kurtarmak içindir ki, mesâil-i îmâniyeye girmişler. Yoksa mütemerrid nüfus-u emmârenin işledikleri seyyiatının mes'uliyetinden kendilerini kurtarmak için kadere yapışmak ve onlara in'am olunan mehâsinle iftihar etmek, gururlanmak, cüz'-i ihtiyariye istinad etmek; bütün bütün sırr-ı kadere

 

(Orjinal Sayfa:489)

 

ve hikmet-i cüz'-i ihtiyariyeye zıd bir harekete sebebiyet veren ilmî mes'eleler değildir. Evet, mânen terakki etmeyen avâm içinde kaderin cây-ı istimâli var. Fakat o da mâziyat ve mesâibdedir ki, ye'sin ve hüznün ilâcıdır. Yoksa maâsi ve istikbaliyatta değildir ki, sefahete ve atâlete sebeb olsun. Demek kader mes'elesi, teklif ve mes'uliyetten kurtarmak için değil, belki fahr ve gururdan kurtarmak içindir ki, imânâ girmiş. Cüz'-i ihtiyârî, seyyiata merci' olmak içindir ki, akideye dâhil olmuş. Yoksa mehâsine masdar olarak tefer'un etmek için değildir.

 

Evet Kur'anın dediği gibi, insan seyyiatından tamamen mes'uldür. Çünki seyyiatı isteyen odur. Seyyiat tahribat nev'inden olduğu için, insan bir seyyie ile çok tahribat yapabilir. Müdhiş bir cezaya kesb-i istihkak eder. Bir kibrit ile bir evi yakmak gibi. Fakat hasenatta iftihara hakkı yoktur. Onda onun hakkı pek azdır. Çünki hasenatı isteyen, iktiza eden rahmet-i İlahiye ve icad eden kudret-i Rabbâniyedir. Sual ve cevab, dâî ve sebeb, ikisi de Hak'tandır. İnsan yalnız dua ile, îmân ile, şuur ile, rıza ile onlara sahib olur. Fakat seyyiatı isteyen, nefs-i insâniyedir (ya istidad ile, ya ihtiyar ile). Nasılki beyaz, güzel güneşin ziyasından Bâzı maddeler siyahlık ve taaffün alır. O siyahlık, onun istidadına aittir. Fakat o seyyiatı, çok mesâlihi tâzammun eden bir kanun-u İlahî ile icad eden yine Hak'tır. Demek sebebiyet ve sual nefistendir ki, mes'uliyeti o çeker. Hakk'a ait olan halk ve icad ise, daha başka güzel netice ve meyveleri olduğu için güzeldir, hayırdır. İşte şu sırdandır ki: Kesb-i şer, şerdir; halk-ı şer, şer değildir. Nasılki pekçok mesâlihi tâzammun eden bir yağmurdan zarar gören tenbel bir adam diyemez: "Yağmur rahmet değil." Evet halk ve icadda bir şerr-i cüz'î ile beraber hayr-ı kesîr vardır. Bir şerr-i cüz'î için hayr-ı kesîri terketmek şerr-i kesîr olur. Onun için o şerr-i cüz'î, hayır hükmüne geçer. İcad-ı İlahîde şer ve çirkinlik yoktur. Belki, abdin kesbine ve istidadına aittir. Hem nasıl kader-i İlahî, netice ve meyveler itibariyle şerden ve çirkinlikten münezzehtir. Öyle de: İllet ve sebeb itibariyle dahi, zulümden ve kubuhtan mukaddestir. Çünki kader, hakikî illetlere bakar, adâlet eder. İnsanlar zâhirî gördükleri illetlere, hükümlerini bina eder; kaderin aynı adâlet inde zulme düşerler. Meselâ: Hâkim seni sirkatle mahkûm edip hapsetti. Halbuki sen sârık değilsin. Fakat kimse bilmez gizli bir katlin var. İşte kader-i İlahî dahi seni o hapisle mahkûm etmiş. Fakat kader, o gizli katlin için mahkûm edip adâlet etmiş. Hâkim ise, sen ondan mâsum olduğun sirkate binaen mah-

 

(Orjinal Sayfa:490)

 

kûm ettiği için zulmetmiştir. İşte şey-i vâhidde iki cihetle kader ve icad-ı İlahînin adâleti ve insan kesbinin zulmü göründüğü gibi, başka şeyleri buna kıyas et. Demek kader ve icad-ı İlahî; mebde' ve münteha, asıl ve fer', illet ve neticeler itibariyle şerden ve kubuhtan ve zulümden münezzehtir.

 

Eğer denilse: "Mâdem cüz'-i ihtiyârînin icada kabiliyeti yok. Bir emr-i itibarî hükmünde olan kesbden başka insanın elinde birşey bulunmuyor. Nasıl oluyor ki, Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân'da, Hâlık-ı Semâvat ve Arz'a karşı, insana âsi ve düşman vaziyeti verilmiş. Hâlık-ı Arz ve Semâvat, ondan azîm şikâyetler ediyor. O âsi insana karşı abd-i mü'mine yardım için kendini ve Melâikesini tahşid ediyor. Ona azîm bir ehemmiyet veriyor."

 

Elcevab: Çünki küfür ve isyan ve seyyie, tahribdir, ademdir. Halbuki azîm tahribat ve hadsiz ademler, birtek emr-i itibarîye ve ademîye terettüb edebilir. Nasılki bir azîm sefinenin dümencisi, vazifesinin adem-i îfsıyla, sefine gark olup bütün hademelerin netice-i sa'yleri ibtal olur. Bütün o tahribat, bir ademe terettüb ediyor. Öyle de: Küfür ve mâsiyet, adem ve tahrib nev'inden olduğu için, cüz'-i ihtiyârî bir emr-i itibarî ile onları tahrik edip müdhiş netâice sebebiyet verebilir. Zira küfür, çendan bir seyyiedir. Fakat, bütün kâinatı kıymetsizlikle ve abesiyetle tahkir ve delâil-i vahdâniyeti gösteren bütün mevcûdâtı tekzib ve bütün tecelliyat-ı Esmâyı tezyif olduğundan, bütün kâinat ve mevcûdât ve Esmâ-i İlahiye namına Cenâb-ı Hak kâfirden şedid şikâyet ve dehşetli tehdidat etmek; ayn-ı hikmettir ve ebedî azab vermek, ayn-ı adâlet tir. Mâdem insan, küfür ve isyanla tahribat tarafına gidiyor. Az bir hizmetle pek çok işleri yapar. Onun için ehl-i îmân, onlara karşı Cenâb-ı Hakk'ın inâyet-i azîmine muhtaçtır. Çünki on kuvvetli adam, bir evin muhafazasını ve tamiratını deruhde etse, haylaz bir çocuğun o hâneye ateş vermeğe çalışmasına karşı, o çocuğun velisine, belki padişahına müracaata, yalvarmağa mecbur olması gibi; mü'minlerin de, böyle edebsiz ehl-i isyana karşı dayanmak için Cenâb-ı Hakk'ın çok inâyâtına muhtaçtırlar.

 

Elhasıl: Eğer kader ve cüz'-i ihtiyârîden bahseden adam, ehl-i huzur ve Kemâl-i îmân sahibi ise, kâinatı ve nefsini Cenâb-ı Hakk'a verir, onun tasarrufunda bilir. O vakit hakkı var, kaderden ve cüz'-i ihtiyârîden bahsetsin. Çünki mâdem nefsini ve herşeyi Ce-

 

(Orjinal Sayfa:491)

 

nab-ı Hak'tan bilir, o vakit cüz'-i ihtiyârîye istinad ederek mes'uliyeti deruhde eder. Seyyiata merciiyeti kabûl edip, Rabbini takdis eder. Daire-i ubûdiyette kalıp, teklif-i İlahiyeyi zimmetine alır. Hem kendinden sudûr eden Kemâlât ve hasenat ile gururlanmamak için kadere bakar, fahr yerine şükreder. Başına gelen musibetlerde kaderi görür, sabreder. Eğer kader ve cüz'-i ihtiyârîden bahseden adam, ehl-i gaflet ise; o vakit kaderden ve cüz'-i ihtiyârîden bahse hakkı yoktur. Çünki nefs-i emmâresi, gaflet veya dalâlet saikasıyla kâinatı esbaba verip, Allah'ın malını onlara taksim eder, kendini de kendine temlik eder. Fiilini kendine ve esbaba verir. Mes'uliyeti ve kusuru kadere havale eder. O vakit, nihayette Cenâb-ı Hakk'a verilecek olan cüz'-i ihtiyârî ve en nihayette medâr-ı nazar olacak olan kader bahsi mânâsızdır. Yalnız, bütün bütün onların hikmetine zıd ve mes'uliyetten kurtulmak için bir desise-i nefsiyedir.

 

İKİNCİ MEBHAS: Ehl-i ilme mahsus (Haşiye), ince bir tedkik-i ilmîdir.

 

 

Eğer desen: "Kader ile cüz'-i ihtiyârî, nasıl tevfik edilebilir?"

 

Elcevab: Yedi vecihle...

 

Birincisi: Elbette kâinatın intizâm ve mizan lisanıyla hikmet ve adâlet ine şehadet ettiği bir Âdil-i Hakîm, insan için medâr-ı sevab ve ikab olacak, mahiyeti meçhul bir cüz'-i ihtiyârî vermiştir. O Âdil-i Hakîm'in pek çok hikmetini bilmediğimiz gibi, şu cüz'-i ihtiyârînin kaderle nasıl tevfik edildiğini bilmediğimiz, olmamasına delâlet etmez.

 

İkincisi: Bizzarure herkes kendisinde bir ihtiyar hisseder. O ihtiyarın vücudunu vicdanen bilir. Mevcûdâtın mahiyetini bilmek ayrıdır, vücudunu bilmek ayrıdır. Çok şeyler var: Vücudu bizce bedihî olduğu halde, mahiyeti bizce meçhul... İşte şu cüz'-i ihtiyârî, öyleler sırasına girebilir. Herşey, mâlûmatımıza münhasır değildir. Adem-i ilmimiz, onun ademine delâlet etmez.

 

Üçüncüsü: Cüz'-i ihtiyârî, kadere münafî değil. Belki kader, ihtiyarı teyid eder. Çünki kader, ilm-i İlahînin bir nev'idir.

 

.....

 

Dördüncüsü: Kader, ilim nev'indendir. İlim, mâlûma tâbidir. Yâni nasıl olacak, öyle taallûk ediyor. Yoksa mâlûm, ilme tâbi değil. Yâni ilim desâtiri; mâlûmu, haricî vücud noktasında idare etmek için esâs değil. Çünki mâlûmun zâtı ve vücud-u haricîsi, iradeye bakar ve kudrete istinad eder. Hem ezel; mâzi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esâs tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel; mâzi ve hal ve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misâldir. Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mâzi tarafında bir uç tahayyül edip, ona ezel deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertib ile girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir. Şu sırrın keşfi için şu misâle bak: Senin elinde bir âyine bulunsa, sağ tarafındaki mesâfe mâzi, sol tarafındaki mesâfe müstakbel farzedilse; o âyine yalnız mukabilini tutar. Sonra o iki tarafı bir tertib ile tutar, çoğunu tutamaz. O âyine ne kadar aşağı ise, o kadar az görür. Fakat o âyine ile yükseğe çıktıkça, o âyinenin

 

 

mukabil dairesi genişlenir. Gitgide, bütün iki taraf mesâfeyi birden bir anda tutar. İşte şu âyine şu vaziyette onun irtisamında, o mesâfelerde cereyan eden hâlât birbirine mukaddem, muahhar, muvafık, muhalif denilmez. İşte kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadîsin tâbiriyle "Manzar-ı â'lâdan, ezelden ebede kadar herşey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihâta eder bir makam-ı â'lâdadır." Biz ve muhakematımız, onun haricinde olamaz ki, mâzi mesâfesinde bir âyine tarzında olsun.

 

Beşincisi: Kader, sebeble müsebbebe bir taallûku var. Yâni, şu müsebbeb, şu sebeble vukua gelecek. Öyle ise denilmesin ki: "Mâdem filân adamın ölmesi, filân vakitte mukadderdir. Cüz'-i ihtiyarıyla tüfek atan adamın ne kabahati var, atmasaydı yine ölecekti?"

 

Sual: Niçin denilmesin?

 

Elcevab: Çünki: Kader, onun ölmesini onun tüfeğiyle tâyin etmiştir. Eğer onun tüfek atmamasını farzetsen, o vakit kaderin adem-i taallûkunu farzediyorsun. O vakit ölmesini ne ile hükmedeceksin? Ya Cebrî gibi sebebe ayrı, müsebbebe ayrı birer kader tasavvur etsen veyahut Mu'tezile gibi kaderi inkâr etsen, Ehl-i Sün-

 

 

(Orjinal Sayfa:493)

 

net ve Cemâati bırakıp fırka-i dâlleye girersin. Öyle ise, biz ehl-i hak deriz ki: "Tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhul." Cebrî der: "Atmasaydı yine ölecekti." Mu'tezile der: "Atmasaydı ölmeyecekti."

 

Altıncısı: (Haşiye) Cüz'-i ihtiyârînin üss-ül esâsı olan meyelân, Matüridîce bir emr-i itibarîdir, abde verilebilir. Fakat Eş'arî, ona mevcûd nazarıyla baktığı için abde vermemiş. Fakat o meyelândaki tasarruf, Eş'ariyece bir emr-i itibarîdir. Öyle ise o meyelân, o tasarruf, bir emr-i nisbîdir. Muhakkak bir vücud-u haricîsi yoktur. Emr-i itibarî ise, illet-i tâmme istemez ki; illet-i tâmme vücudu için lüzum ve zaruret ve vücub ortaya girip ihtiyarı ref'etsin. Belki o emr-i itibarînin illeti, bir rüchaniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i itibarî sübut bulabilir. Öyle ise o anda onu terkedebilir. Kur'an ona o anda diyebilir ki: "Şu şerdir, yapma." Evet eğer abd hâlık-ı ef'âli bulunsaydı ve icada iktidarı olsaydı, o vakit ihtiyarı ref' olurdu. Çünki ilm-i usûl ve hikmette مَالَمْيَجِبْلَمْيُوجَدْ kaidesince mukarrerdir ki: "Bir şey vâcib olmazsa, vücuda gelmez." Yâni, illet-i tâmme bulunacak; sonra vücuda gelebilir. İllet-i tâmme ise; ma'lulü, bizzarure ve bilvücub iktiza ediyor. O vakit ihtiyar kalmaz.

 

Eğer desen: Tercih bilâ müreccih muhaldir. (Haşiye) Halbuki, o emr-i itibarî dediğimiz kesb-i insanî; bâzan yapmak ve bâzan yapmamak; eğer mûcib bir müreccih bulunmazsa tercih bilâ müreccih lâzım gelir. Şu ise, usûl-ü kelâmiyenin en mühim bir esâsını hedmeder?

 

Elcevab: Tereccuh bilâ müreccih muhaldir. Yâni: Müreccihsiz, sebebsiz rüchaniyet muhaldir. Yoksa, tercih bilâ müreccih caizdir ve vâkidir. İrade bir sıfattır. Onun şe'ni, böyle bir işi görmektir.

 

Eğer desen: "Mâdem katli halkeden Hak'tır. Niçin bana katil denilir?

 

Elcevab: Çünki İlm-i Sarf kaidesince ism-i fâil, bir emr-i nisbî olan masdardan müştaktır. Yoksa bir emr-i sâbit olan hasıl-ı bilmasdardan inşikak etmez. Masdar kesbimizdir, katil ünvanını da biz alırız. Hasıl-ı bilmasdar, Hakk'ın mahlukudur. Mes'uliyeti işmam eden birşey, hasıl-ı bilmasdardan müştak kılınmaz.

 

_____________________

 

((Orjinal Sayfa:494)

 

Yedincisi: İrade-i cüz'iye-i insâniye ve cüz'-i ihtiyariyesi çendan zaîftir, bir emr-i itibarîdir, fakat Cenâb-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, o zaîf cüz'î iradeyi, irade-i külliyesinin taallûkuna bir şart-ı âdi yapmıştır. Yâni mânen der: "Ey abdim! İhtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mes'uliyet sana aittir!" Teşbihte hatâ olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omuzuna alsan, onu muhayyer bırakıp "Nereyi istersen seni oraya götüreceğim" desen, o çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette "Sen istedin" diyerek itab edip üstünde bir tokat vuracaksın. İşte Cenâb-ı Hak, Ahkem-ül Hâkimîn, nihayet za'fta olan abdin iradesini bir şart-ı âdi yapıp, irade-i külliyesi ona nazar eder.

 

Elhasıl: Ey insan! Senin elinde gâyet zaîf, fakat seyyiatta ve tahribatta eli gâyet uzun ve hasenatta eli gâyet kısa, cüz'-i ihtiyârî namında bir iraden var. O iradenin bir eline duayı ver ki, silsile-i hasenatın bir meyvesi olan Cennet'e eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiattan kısalsın ve o şecere-i mel'unenin bir meyvesi olan Zakkum-u Cehennem'e yetişmesin. Demek dua ve tevekkül, meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tevbe dahi, meyelân-ı şerri keser, tecavüzatını kırar.

 

........

Gönderi tarihi:

ÜÇÜNCÜ MEBHAS: Kadere îmân, îmânın erkânındandır. Yâni: "Herşey, Cenâb-ı Hakk'ın takdiriyledir." Kadere delâil-i kat'iye o kadar çoktur ki, hadd ü hesaba gelmez. Biz, basit ve zâhir bir tarz ile şu rükn-ü îmânîyi, ne derece kuvvetli ve geniş olduğunu, bir mukaddeme ile göstereceğiz.

 

Mukaddeme: Herşey vücudundan evvel ve vücudundan sonra yazıldığını وَلاَرَطْبٍوَلاَيَابِسٍٍاِلاَّفِىكِتَابٍمُبِينٍٍ gibi, pekçok âyât-ı Kur'aniye tasrih ediyor ve şu kâinat denilen, kudretin Kur'an-ı kebirinin âyâtı dahi şu hükm-ü Kur'anîyi, nizâm ve mizan ve intizâm ve tasvir ve tezyin ve imtiyaz gibi âyât-ı tekviniyesiyle tasdik ediyor. Evet şu kâinat kitabının manzum mektûbâtı ve mevzun âyâtı şehadet eder ki, herşey yazılıdır. Amma vücudundan evvel herşey mukadder ve yazılı olduğuna delil, bütün mebâdi ve çekirdekler ve mekadîr ve Sûretler, birer şahiddir. Zira herbir tohum ve çekirdekler, "Kâf-Nun" tezgâhından çıkan birer lâtif sandukça

 

(Orjinal Sayfa:495)

 

dır ki, kaderle tersim edilen bir fihristecik, ona tevdi edilmiştir ki; kudret, o kaderin hendesesine göre zerratı istihdam edip, o tohumcuklar üstünde koca mu'cizât-ı kudreti bina ediyor. Demek bütün ağacın başına gelecek bütün vâkıatı ile çekirdeğinde yazılı hükmündedir. Zira tohumlar maddeten basittir, birbirinin aynıdır, maddeten birşey yoktur.

 

Hem herşeyin miktar-ı muntâzaması, kaderi vâzıhan gösterir. Evet hangi zîhayata bakılsa görünüyor ki, gâyet hikmetli ve san'atlı bir kalıbdan çıkmış gibi, bir mikdar, bir şekil var ki; o mikdarı, o sûreti, o şekli almak ya hârika ve nihayet derecede eğri büğrü maddî bir kalıp bulunmalı veyahut kaderden gelen mevzun, ilmî bir kalıb-ı mânevî ile kudret-i ezeliye o Sûreti, o şekli biçip giydiriyor. Meselâ: Sen şu ağaca, şu hayvana dikkat ile bak ki; câmid, sağır, kör, şuursuz, birbirinin misli olan zerreler, onun neşv ü nemasında hareket eder. Bâzı eğri büğrü hududlarda meyve ve faidelerin yerini tanır görür, bilir gibi durur, tevakkuf eder. Sonra başka bir yerde, büyük bir gayeyi tâkib eder gibi yolunu değiştirir. Demek kaderden gelen mikdar-ı mânevînin ve o mikdarın emr-i mânevîsiyle zerreler hareket ederler. Mâdem maddî ve görünecek eşyada bu derece kaderin tecelliyatı var. Elbette eşyanın mürur-u zamanla giydikleri Sûretler ve ettikleri harekât ile hasıl olan vaziyetler dahi, bir intizâm-ı kadere tâbidir.

 

Evet bir çekirdekte, hem bedihî olarak, irade ve evâmir-i tekviniyenin ünvanı olan "Kitab-ı Mübîn"den haber veren ve işaret eden, hem nazarî olarak emir ve ilm-i İlâhînin bir ünvanı olan "İmam-ı Mübîn"den haber veren ve remzeden iki kader tecellisi var: Bedihî kader ise, o çekirdeğin tâzammun ettiği ağacın, maddî keyfiyat ve vaziyetleri ve heyetleridir ki, sonra göz ile görünecek. Nazarî ise, o çekirdekte, ondan halkolunacak ağacın müddet-i hayatındaki geçireceği tavırlar, vaziyetler, şekiller, hareketler, tesbihatlardır ki, tarihçe-i hayat namıyla tâbir edilen vakit-bevakit değişen tavırlar, vaziyetler, şekiller, fiiller; o ağacın dalları, yaprakları gibi intizâmlı birer kaderî mikdarı vardır. Mâdem en âdi ve basit eşyada böyle kaderin tecellisi var. Elbette umum eşyanın vücudundan evvel yazılı olduğunu ifade eder ve az bir dikkatle anlaşılır.

 

Şimdi, vücudundan sonra herşeyin sergüzeşt-i hayatı yazıldığına delil ise; âlemde "Kitab-ı Mübin" ve "İmam-ı Mübin"den haber veren bütün meyveler ve "Levh-i Mahfuz"dan haber veren ve işaret eden insandaki bütün kuvve-i hâfızalar birer şahiddir, birer emâredir. Evet herbir meyve, bütün ağacın mukadderat-ı hayatı onun kalbi hük-

 

 

(Orjinal Sayfa:496)

 

münde olan çekirdeğinde yazılıyor. İnsanın sergüzeşt-i hayatıyla beraber kısmen âlemin hâdisat-ı mâziyesi, kuvve-i hâfızasında öyle bir Sûrette yazılıyor ki; güya hardal küçüklüğünde bu kuvvecikte dest-i kudret, kalem-i kaderiyle insanın sahife-i a'mâlinden küçük bir sened istinsah ederek, insanın eline verip, dimağının cebine koymuş. Tâ, muhasebe vaktinde onunla hatırlatsın. Hem tâ mutmain olsun ki; bu fena ve zeval herc ü mercinde beka için pek çok âyineler var ki, Kadîr-i Hakîm zâillerin hüviyetlerini onlarda tersim edip ibka ediyor. Hem beka için pek çok levhalar var ki, Hafîz-i Alîm fânilerin mânâlarını onlarda yazıyor.

 

Elhasıl: Mâdem en basit ve en aşağı derece-i hayat olan nebâtat hayatı, bu derece kaderin nizâmına tabidir. Elbette en yüksek derece-i hayat olan hayat-ı insâniye, bütün teferruatıyla kaderin mikyasıyla çizilmiştir ve kalemiyle yazılıyor. Evet nasıl katreler, buluttan haber verir; reşhalar, su menbaını gösterir; senedler, cüzdanlar, bir defter-i kebirin vücuduna işaret ederler. Öyle de: Şu meşhudumuz olan, zîhayatlardaki intizâm-ı maddî olan bedihî kader ve intizâm-ı mânevî ve hayatı olan nazarî kaderin reşhaları, katreleri, senedleri, cüzdanları hükmünde olan meyveler, nutfeler, tohumlar, çekirdekler, Sûretler, şekiller; bilbedâhe "Kitab-ı Mübin" denilen irade ve evâmir-i tekviniyenin defterini ve "İmam-ı Mübin" denilen ilm-i İlahînin bir divanı olan Levh-i Mahfuz'u gösterir.

 

Netice-i meram: Mâdem bilmüşahede görüyoruz ki, herbir zîhayatın neşv ü nema zamanında, zerreleri eğribüğrü hududlara gider, durur. Zerreler yolunu değiştirir. O hududların nihayetlerinde birer hikmet, birer faide, birer maslahatı semere verirler. Bilbedâhe o şeyin mikdar-ı sûrîsi, bir kader kalemiyle tersim edilmiştir. İşte meşhud, bedihî kader, o zîhayatın mânevî hâlâtında dahi bir kader kalemiyle çizilmiş muntâzam meyvedâr hududları, nihayetleri var olduğunu gösterir. Kudret masdardır, kader mistardır. Kudret o maânî kitabını, o mistar üstünde yazar. Mâdem maddî ve mânevî kader kalemiyle tersim edilmiş müsmir hududlar, hikmetli nihayetler olduğunu kat'iyen anlıyoruz. Elbette herbir zîhayatın müddet-i hayatında geçireceği ahvâl ve etvârı, o kaderin kalemiyle tersim edilmiş. Çünki: Sergüzeşt-i hayatı, bir intizâm ve mizan ile cereyan ediyor. Sûretler değiştiriyor, şekiller alıyor. Mâdem böyle umum zîhayatta kalem-i kader hükümrandır. Elbette âlemin en mükemmel meyvesi ve arzın halifesi ve emanet-i kübrânın hâ

 

 

(Orjinal Sayfa:497)

 

mili olan insanın sergüzeşt-i hayatiyesi, herşeyden ziyade kaderin kanununa tâbidir.

 

Eğer dese: "Kader bizi böyle bağlamış. Hürriyetimizi selbetmiştir. İnbisat ve cevelâna müştak olan kalb ve ruh için kadere îmân bir ağırlık, bir sıkıntı vermiyor mu?"

 

Elcevab: Kat'â ve aslâ!.. Sıkıntı vermediği gibi, nihayetsiz bir hiffet, bir rahatlık ve revh u reyhanı veren ve emn ü emanı temin eden bir sürur, bir nur veriyor. Çünki insan kadere îmân etmezse, küçük bir dairede cüz'î bir serbestiyet, muvakkat bir hürriyet içinde, dünya kadar ağır bir yükü, bîçare ruhun omuzunda taşımaya mecburdur. Çünki insan bütün kâinatla alâkadardır. Nihayetsiz makasıd ve metâlibi var. Kudreti, iradesi, hürriyeti milyondan birisine kâfi gelmediği için, çektiği mânevî sıkıntı ağırlığı, ne kadar müdhiş ve muvahhiş olduğu anlaşılır. İşte kadere îmân, bütün o ağırlığı kaderin sefinesine atar, Kemâl-i rahat ile, ruh ve kalbin Kemâl-i hürriyetiyle Kemâlâtında serbest cevelanına meydan veriyor. Yalnız nefs-i emmârenin cüz'î hürriyetini selbeder ve firavuniyetini ve rubûbiyetini ve keyfemâyeşâ hareketini kırar. Kadere îmân o kadar lezzetli, saadetlidir ki, târif edilmez. Yalnız şu temsil ile o lezzete ve o saadete bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:

 

İki adam, bir padişahın payitahtına giderler. O padişahın mahall-i garâib olan has sarayına girerler. Biri, padişahı bilmez; o yerde gasıbâne, sârıkane tavattun etmek ister. Fakat o bahçe, o sarayın iktiza ettikleri idare ve tedbir ve varidat ve makinelerini işlettirmek ve garib hayvanatın erzakını vermek gibi zahmetli külfetleri görür, mütemadiyen ızdırab çeker. O cennet gibi bahçe, başına bir cehennem gibi oluyor. Herşeye acıyor. İdare edemiyor. Teessüfle vaktini geçirir. Sonra da, o hırsız edebsiz adam, te'dib Sûretiyle hapse atılır. İkinci adam, padişahı tanır, padişaha kendini misafir bilir. Bütün o bahçede, o sarayda olan işler, bir nizâm-ı kanunla cereyan ettiğini, herşey bir proğramla, Kemâl-i sühuletle işlediğini itikad eder. Zahmet ve külfetleri, padişahın kanununa bırakıp Kemâl-i safa ile o cennet-misâl bahçenin bütün lezzetlerinden istifade edip padişahın merhametine ve idare kanunlarının güzelliğine istinaden herşeyi hoş görür, Kemâl-i lezzet ve saadetle hayatını geçirir. İşte مَنْ آمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ sırrını anla.

 

(Orjinal Sayfa:498)

 

...............

 

.................

Gönderi tarihi:

Yani arkadasim zahmet edip bir seyler getirmissin ama içinde o kadar çok arapça kelime var ki pek bir sey anlayamadim. Bana bir zahmet türkce olarak özetlersen sevinirim

Gönderi tarihi:
Yani arkadasim zahmet edip bir seyler getirmissin ama içinde o kadar çok arapça kelime var ki pek bir sey anlayamadim. Bana bir zahmet türkce olarak özetlersen sevinirim

17741[/snapback]

 

insallah oturup bir özet cikarmaya calisirim uygun zamanimda

gecikebilir ama simdiden özür dilerim gecikme icin..

  • 2 hafta sonra...
Gönderi tarihi:

sayin dilku;

 

4- Nuh peygamber nasil oluyor da o kadar hayvani ve o hayvanlara yetecek kadar erzagi sigdirabilecek büyüklükte bir gemi yapabiliyor ? Bunun inandirici olmadigi için mi yasinin 900 küsür oldugu iddia ediliyor?

 

Prof. Dr. Mümin Köksoy'un Yerbilimlerin Katkısıyla Nuh Tufanı ve Sümerler'in Kökeni adlı kitabı.

yerbilimci

 

'Adamların atası olan Adem ile Peygamber Adem ayrı kişilerdir' diyor...

 

'Peygamberlerin yaşlarını yıl olarak değil, ay olarak anlamak gerek' diyor...

 

Nuh Tufanı denilen olayın bütün dünyada değil, Fırat ve Dicle ırmakları arasında olduğunu söylüyor.

 

Hazreti İbrahim'in Sümerli olduğunu söylüyor.

 

kitabi okumanizi öneririm...

Gönderi tarihi:

sümer tas yazitlari cevrilince, nihayet nuh tufani kuranin tekelinden cikti...

simdi yeni gerekceler, hikayeler, uydurulmak zorunda kalinacak, bekliyoruz :D

yanılıyorsunuz sümerlerede peygamber gönderildi sümer taş yapıtları kuranı kerimden çalınma ve değiştirilmiştir

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.