Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 2 Nisan , 2012 Gönderi tarihi: 2 Nisan , 2012 *** Başlarken... Aydınlanma çağı, büyük umutların yeşerdiği bir çağdı. Bilim, insanoğlunda, kendi içindeki mikro kozmos ve kendi dışındaki makro kozmos ile arasında duran o karanlık bilgisizlik uçurumunu bir adımda aşıvereceği umudunu yeşertmişti. İlk bilimsel buluşlar, basit birkaç yasaya uyan basit evren modelleri geliştirilmesine olanak sağlamıştı. Evrende yalnızca düzen olduğunu ve bu düzenin belirlenebilir olduğunu düşünen deterministler, bu noktadan hareketle toplum mühendisliğine de girişmişler; yine basit birkaç kuraldan yola çıkarak o basit evrenlere uygun, basit ama ideal toplumlar da tasarlayıvermişlerdi. Ama insanoğlunun beyninde biriken birim bilgi miktarı arttıkça ve bu artış, bilimsel bilgide parçalanmaya ve yabancılaşmaya yol açtıkça, yeşeren umutlar yavaşça soldular. Bilimsel bilginin birikme hızına yetişemeyen ve bu kadar çok bilgiyi yorumlamaktan ürken filozoflar yüzünden insanoğlu, yine dogmalara sığınır oldu. Ya da evrende düzenin değil, düzensizliğin egemen olduğunu savunan karamsarlar çoğaldı. Halbuki, bir bütün olarak değerlendirildiğinde son birkaç yüzyılın bilgi birikimi, evrende hem düzensizliğin, hem de, bilim insanlarıyla filozofların başlangıçta zannettiği kadar basit ve deterministlerin zannettiği gibi bütünüyle hükmedilir olmasa da bir düzenin var olduğunu bir kere daha kanıtlıyor gibi... Ama bunu tartışabilmek için, önce, özet halinde bile olsa, bilimsel bilgi birikiminin bugün, evrene ve insana dair neler söylediğini bilmek gerekiyor. "EVREN, EVRİM VE İNSAN" başlığı, günümüzde böyle bir özet bilgiye sıradan insanların bile ulaşabileceğini ve bilimin bugün geldiği noktanın Aydınlanma çağındakinden çok farklı olduğunu kanıtlamak amacıyla hazırlanmıştır. *** Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 2 Nisan , 2012 Yazar Gönderi tarihi: 2 Nisan , 2012 *** 1. Bölüm... Evren *** Evren Evren de tıpkı tek bir insan gibi: Doğmuş, büyüyor, ama yeterince güçlüyse, vaktinden önce bir kazaya kurban gitmezse, o da günü geldiğinde yaşlanacak ve ölecek! Eğer evren, hiçliğin içindeki tek bir noktanın içine sığışmış olan muazzam enerji birikiminin patlamasıyla ortaya çıkmış ve 20 milyar dünya yılı kadar bir sürenin sonunda insana ulaşmış bir gerçeklikse, o taktirde hepimiz, o enerji birikiminin torunları olmalıyız! Evrende yalnızca düzen yani kozmos yok, bir yanda da düzensizlik, yani kaos var!.. Hiç de zor değil!.. Bugünlerde yalnızca astrofizikçilerin, hem de ister istemez bir takım karmaşık formüller çerçevesinde sürdürdükleri tartışmanın özünü kavramak, aslında hiç de zor değil!.. Çünkü astrofizikçiler de bu dünyanın insanları... Ve onlar yalnızca, Antik Yunan’da, 2 bin 5 yüz yıl kadar önce doğa filozoflarının başlattığı işin; evrene ilişkin bilgileri insan aklıyla toplama ve yorumlama işinin izini sürmekteler. O günden bu güne kıdım kıdım toplanan bilgilerin ve yapılan yorumların ışığında, evrenin, hala tam da anlaşılamamış yapısına ilişkin gizleri çözmeye çalışmaktalar. Astrofizikçiler, ya da en azından bir kısım astrofizikçiler şunu söylüyorlar: 20 milyar dünya yılı kadar önce, zamansız boşluğun, yani tek bir noktadan ibaret hiçliğin içinde büyük bir patlama olmuş. Bu patlama, bugün bütün evreni dolduran çok, ama insan aklının kavramakta zorlanacağı kadar çok miktarda enerjinin, tek bir noktadan, aşağıya yukarı eşit bir dağılımla çevreye doğru yayılmasına neden olmuş. Yani enerji, sanki bir kürenin merkezinden sınırlarına doğru dağılmaya başlamış. Ve patlamanın şiddetinden ötürü de muazzam bir hızla yol almaktaymış. Ama işte, enerjinin, ışık hızının karesiyle maddenin kütlesinin çarpımına eşit olması (E=mc2) gibi bir yasa var ya, besbelli ki bu yasayla saptanan ilişki çerçevesinde, tek noktadan çıkıp bütün evrene dağılan, daha doğrusu zaman ve mekan boyutlarıya evreni oluşturan bu enerji, zaman geçip de hızını kaybettikçe, yer yer maddeye dönüşmüş. Ve muhtemelen patlamanın dağılımı tam anlamıyla muntazam olmadığı için, enerjinin maddeye dönüşmesi rasgele bir takım noktalarda olmuş. Ve bu dönüşüm de öyle birdenbire ve aynı anda ve aynı biçimde gerçekleşmemiş. *** Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 2 Nisan , 2012 Yazar Gönderi tarihi: 2 Nisan , 2012 *** 1. Bölüm... Evren *** Bir kısım astrofizikçilerin söylediklerinden şu anlaşılıyor; Süreç devam ediyor. Evren hala genişliyor. Ama, bütün patlamalardan sonra olduğu gibi bu genişleme de günün birinde duracak. Enerji ile madde, günün birinde gidebildiği son noktalara kadar gidecek; o sanal kürenin, yani evrenin henüz bilinmeyen sınırlarına kadar ulaşacak. O andan sonra, ilkin belki bir kısa duraklama dönemi yaşanacak ama ardından, kesin olarak geri çekilme başlayacak. Bu yüzden de o ana kadar hep genişleyen evren, o andan sonra büzülmeye koyulacak. Ve büzülme muhtemelen, evreni dolduran bütün maddenin ve bütün enerjinin zamansız boşlukta, yani hiçlikte tek bir nokta içine tıkıştığı kritik ana kadar sürecek. Daha açık bir deyişle, 'Büyük Patlama’ ile doğan evren, şimdi nasıl büyüyorsa, sonra da yaşlanacak ve Büyük Çatırtı’yla ölüp gidecek. Bir kısım astrofizikçilerin söylediklerinden (örneğin Stephen Hawking), şöyle bir sonuç da çıkartılabiliyor; Eğer bu varsayım doğruysa, o taktirde belki de bizim evrenimiz, bizim bildiğimizden farklı bir zamanda ve mekanda, bir anlamda, doğan, büyüyen, yaşlanacak ve ölecek olan, ama yaşarken kendi bünyesinde bir takım bebek evrenler geliştirmesi de olası olan bir gerçeklik... Yani bizim evrenimiz de tıpkı bize benziyor: Doğmuş, büyüyor; gün gelecek yaşlanmaya başlayacak ve sonunda ölecek. Doğmuş, büyüyor; ama belki bu sürece dayanacak ölçüde güçlü olmadığı için herhangi bir iç etkiyle ya da herhangi bir dış etkiyle vaktinden önce ölüp gidecek. Doğmuş, büyüyor; yeterince güçlüyse ve yeterince olgunlaşabilirse; yani vaktinden önce ölmez de yaşayabilirse, belki yeni bir evrene, hatta yeni yeni birçok evrene bir anlamda döl vermeyi de becerecek. Ama belki de beceremeyecek. Ve astrofizikçiler, en azından bir kısım astrofizikçiler, hayretler içinde şunu da ima ya da itiraf ediyorlar; Biz insanoğulları, hemen bugün olmasa da yarın ya da öbürgün, evrenin uyduğu kuralların, yasaların tamamını sayıp dökecek ve daha önemlisi birbirleriyle ilişkilendirebilecek hale gelebiliriz. Ve Büyük Patlama’nın hemen sonrasından başlayarak evrenin geçmişini bütün ayrıntılarıyla belirleyebiliriz. Kendisini oluşturan birimlerin değilse de evrenin bütünlüğünün geleceğine ilişkin olasılıkların tamamı hakkında da günün birinde, genel bir çerçeve içinde belki fikir edinebiliriz. Ama bu olasılıklardan hangisinin gerçekleşeceğini hiçbir zaman bilemeyeceğimiz gibi, Büyük Patlama anı ile öncesini ve Büyük Çatırtı anı ile sonrasını da kesin olarak hiçbir zaman bilemeyiz. Hiçbir zaman da bilemeyeceğiz. İşte hepsi bu!.. Astrofizikçiler, bir takım formüllerden yararlanarak, söylediklerinin hiç değilse bir bölümünü kanıtlayabiliyor; ama bir bölümünü de, hiç değilse şimdilik, kanıtlayamıyorlar. Yine de uğraşıp duruyorlar. Bir takım kuramlar oluşturuyorlar. Sonra o kuramları adım adım geliştiriyorlar. Adım adım... Hep adım adım... Bilgi birikimi arttıkça kuramların bir kısmı çöküyor; ama bir kısmı da gelişmeyi sürdürüyor. *** Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 2 Nisan , 2012 Yazar Gönderi tarihi: 2 Nisan , 2012 *** 1. Bölüm... Evren *** Ve bugün en gelişkin kuram diyor ki, hiçliğin içinde tek bir nokta varmış. O noktada büyük bir patlama olmuş ve aradan 20 milyar dünya yılı geçmiş. Demek ki, 20 milyar dünya yılı önce hiçbir yerde hiçbir şey yokmuş... Sonra şeyler oluşmaya başlamış. İşte, güneş: Yaklaşık 5 milyar dünya yılı önce oluşmuş... Dünya ise daha da genç; yaklaşık 4,5 milyar dünya yılı önce ortaya çıkmış... Ama bugün biz, yaklaşık 7 milyar insan, güneşin altında, dünyanın üstünde dikilmiş, o 20 milyar yıllık ortak geçmişimize bakıyor ve neler olduğunu anlamaya çalışıyoruz. O halde bizim en uzak atamız enerji olsa gerek!.. O halde biz hepimiz, hiçliğin içinde patlayarak zaman ve uzam boyutlarıyla birlikte evreni oluşturan o muazzam enerji birikiminin torunlarıyız. Ve bir şey daha: Eğer hepimiz bir noktadan çıkıp bir kürenin sınırlarına doğru hızla yol alan enerjiden üremişsek, o halde evrende inanılmaz bir değişim yaşanıp duruyor demektir. Elbette yaşanıyor. Yaşanan, 'Büyük Patlama’nın hemen ardından başlamış olan fizik bağlamında bir evrim, ardından kimya bağlamında bir evrim ve nihayet yeryüzünde de biyoloji bağlamında bir evrim... Bunu söyleyebilmek için astrofizikçi olmaya gerek yok: Eğer 'Büyük Patlama’nın hemen ertesinde çok miktarda enerji ve belki 'atom altı' parçacıklar dışında hiçbir şey yok idiyse ve eğer bugün, mümkün olan her biçime bürünmüş ve mümkün olan her biçimde hareket eden birçok şey var ise, fizik bağlamında bir evrimin varlığı hakkında kuşkuya düşmek herhalde söz konusu olamaz. Ve yine, eğer başlangıçta elementler yok idiyse, hatta elementlerin içinde gelişeceği bir ortam bile yok idiyse, ama bugün belli sayıda element, bu elementlerin çeşitli biçimlerde bir araya gelmesinden türemiş farklı farklı, inorganik-organik, cansız-canlı birçok madde var ise, fiziksel evrimin bir noktasında niteliksel bir sıçramayla kimyasal evrim aşamasına geçilmiş olduğunu düşünmek de herhalde yanlış değildir. Ve bir kez daha, eğer başlangıçta diğer şeylerle birlikte gezegenler de yok idiyse, ancak gezegenler ortaya çıktıktan sonradır ki, kimyasal evrimin bir noktasında niteliksel bir sıçramayla, hiç değilse bazı gezegenlerde, evreni dolduran trilyonlarca gezegenden hiç değilse birkaç yüz tanesinde biyolojik evrim aşamasına geçilmiş olduğunu, hatta bu gezegenlerden birbirine çok benzemesi olası olan birkaç tanesinde biyolojik evrimin benzer bir süreç izlemiş olabileceğini söylemek de herhalde mantıklı olur. *** Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 2 Nisan , 2012 Yazar Gönderi tarihi: 2 Nisan , 2012 *** 1. Bölüm... Evren *** Anlaşıldığı kadarıyla, 'Büyük Patlama’nın şiddetiyle, enerjiyle birlikte, yine enerjiden üreyen ve maddenin en küçük birimleri olarak nitelendirilebilecek olan ve elektrondan da belki yirmibin kez, belki de daha küçük bir takım tanecikler, çok büyük, ışık hızı kadar ya da ışık hızı dolaylarında hızlarla patlama noktasından uzaklaşmaya başlıyorlar. Hız çok büyük, kütle ise çok küçük olduğu için bu yolculuk çok uzun sürüyor. Bu sürecin bir yerlerinde, enerji yüklü artı madde ile yine enerji yüklü eksi madde arasındaki açıklanabilir etkileşimler sonucu, söz konusu tanecikler şu ya da bu biçimde birleşerek, yavaş yavaş ve birbirinin ardı sıra, elektronları ve protonları; elektronlar, ile protonlar birleşerek, sırasıyla, yörüngesinde tek bir elektron bulunan en yalınından, yörüngesinde yüz küsur elektron bulunan en karmaşığına kadar atomları ve dolayısıyla saf madde olarak kabul edilebilecek elementleri; atomlar birleşerek molekülleri ve dolayısıyla inorganik ya da organik, cansız ya da canlı her tür maddeyi oluşturuyorlar. Böylelikle, önce daha ziyade hidrojenden oluşan bir takım gaz bulutları, sonra farklı farklı yıldızlar, ardından bu yıldızların çevresinde dönüp duran farklı farklı gezegenler ve son olarak da hiç değilse bazı gezegenlerin çevresinde dönüp duran farklı farklı uydular ve farklı farklı diğer birçok yapı; "meteoritler/göktaşları", kuyruklu yıldızlar ve kuyruklarındaki meteorlar, astreoyitler ve "platenoyitler/gezegensiler" le birlikte güneş sistemlerini ve dolayısıyla "nebulalar/bulutsular" ile "galaksileri/gökadaları" ve diğerler bazı oluşumları yaratacak biçimde, ağır ağır ve birer ikişer ortaya çıkıyorlar. Evrende 20 milyar yıl boyunca oluşan bu trilyonlarca gezegenden ve aydan hiç değilse birinde, yani üstünde yaşadığımız Yerküre’de, evrimin, düşünme yeteneğine sahip insan türüne kadar ulaştığını, başka hiç kimse bilmese bile, en azından biz biliyoruz. Bu arada, yine aynı süreçte, bir başka gelişme daha yaşanıyor: Evrende, bir yanda madde, derinlemesine ve düzenli bir biçimde; çoğu bilinen, bir kısmı da henüz bilinmeyen bazı yasalara uyarak değişime uğrar ve evrimleşirken; öte yanda aynı yasalar; ışık dahil çevresindeki her şeyi yutan ve asla sır vermeyen, irili ufaklı bir takım 'karadelik'lerin de ortaya çıkmasına neden oluyorlar. O halde, bir yanda bir takım yasaların egemen olduğu gözle görülür bir düzen söz konusuyken, diğer yanda ne olduğu kavranamayan, açıklanamayan bir düzensizlik, sanki evreni dengeliyor. Bir yanda kozmos varken, diğer yana kaos egemen oluyor. Daha doğrusu evrende kozmos ile kaos içiçe geçmiş bulunuyor. Evrim, evrende, düzen içinde düzensizliği de yaratıyor ve büyütüyor. *** Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 2 Nisan , 2012 Yazar Gönderi tarihi: 2 Nisan , 2012 *** 1. Bölüm... Evren *** Kozmos ile Kaos Aydınlanma Çağı’nı izleyen yıllarda bilimsel alanda çeşitli buluşlar birbiri ardınca sökün edince, genel olarak insanlar, evrenin basit bir düzeni olduğunu ve bu düzenin kısa sürede çözümlenebileceğini sanmışlar. Ama derilen bilgi, daha derilmesi gereken bilgi miktarının çok fazla olduğunu gösterdikçe, bir düzen varsa bile bunun pek de kolay anlaşılır bir düzen olamayacağı yavaş yavaş ortaya çıkmış. Aydınlanma Çağı’nın ürünü olan modernistler ki Kozmos adlı ünlü kitabın yazarı, bilim adamı Carl Sagan da onlardan biri, yine de, evrende yalnızca düzenin egemen olduğunu düşünmeyi sürdürüyorlar. Buna karşılık postmodernistler de evrenin bütün bütüne düzensiz, kaoscul bir oluşum olduğuna inanıyorlar. Halbuki, kozmosun yanısıra kaos kavramının ve bu kavramı karşılayan sözcüklerin de türemiş olması bile, evrenin ne yalnız kozmosdan ne de yalnız kaostan ibaret bir bütünlük olduğunu gösteriyor. Dahası, kozmosun sırları adım adım çözülürken, evrenin iki kutuplu bir olasılıklar evreni olduğu da anlaşılıyor ve insanoğlu, karadelikler gibi sırrı asla çözülemeyecek olan kaoscul oluşumlarla da karşı karşıya kalıveriyor. Üstelik evrim basitten karmaşığa doğru ilerlerken, düzen olasılıkları da birer birer tükeniyor; dolayısıyla günün birinde evren açısından tek seçeneğin düzensizlik olması kaçınılmaz hale geliyor. Bu, tıpkı bir kuleye tırmanmaya benzeyen bir durum: Kulenin merdivenlerini çıkıp bitirdiğinizde ki sonlu bir evrende bütün kule merdivenleri günün birinde bir zirve noktasına ulaşıyorlar, geriye yalnızca aşağıya inmek gibi bir seçenek kalıyor. Stephen W. Hawking. Yürüyemiyor, yazamıyor, hatta konuşamıyor: Multipıl Skleroz hastalığından muzdarip... Ama aşık oluyor ve evrenin, özellikle de karadeliklerin sırlarını kavrayan beynini sonuna kadar zorluyor. Üstelik kavradıklarını herkese anlatmaya çalışıyor. Albert Einstein. Yaşamı politikayla denklemler arasında bölünmüştü. Görecelilik kuramıyla zamanın mutlak bir değer olmadığını kanıtlamayı başardı ama insanları barışın savaştan daha iyi olduğuna ikna etmeyi başaramadı. *** Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 2 Nisan , 2012 Yazar Gönderi tarihi: 2 Nisan , 2012 *** 2. Bölüm... Güneş *** Güneş Evren, yaklaşık yüz milyar galaksiyi oluşturan yaklaşık yüz milyar yıldız sisteminden oluşuyor: Yani trilyonlarca gezegen, uydu, vb.... Önce bir gaz bulutu, sonra yıldız, sonra kızıldev, ardından süpernova, beyazcüce ve karadelik... Güneş’in bir benzeri olan yıldızların da bir ömrü ve bu süreçte geçtikleri birbirine benzer çeşitli aşamalar var. Az bilinen gerçek: Güneş sistemi yalnızca gezegenlerden ibaret değil... CNN televizyonu, 1995 yılında bir gün, Edwin Hubble’ın adı verilerek dünya çevresinde bir yörüngeye yerleştirilmiş olan ilk uzay teleskobunun çok önemli bir gelişmeyi izlemeye başladığını haber verdi: Bir galaksinin oluşumu. Bu olay, evrenin çok uzak bir köşesinde ve on milyar dünya yılı kadar önce meydana gelmişti. Aramızdaki mesafe o kadar büyüktü ki, ışığın, saniyede yaklaşık 3 yüz bin kilometre olan hızıyla bile görüntüsünün bize ulaşması yaklaşık on milyar dünya yılı sürmüştü. CNN muhabiri, genç bir astrofizikçiye bu olayın, dünyada sürdürülen çalışmalara nasıl bir katkı yapacağını sordu. Genç kadın sevinç içinde, elementlerin, güneş benzeri yıldızların oluşumu sırasında meydana geldiği ve daha sonra yine aynı yıldızların patlaması sonucu evrene dağıldığı yolundaki kuramın böylelikle doğrulanmakta olduğunu söyledi. CNN muhabiri bu kez şu soruyu sordu: “Bu olayın sokaktaki insanı ilgilendiren bir yanı var mıdır?” Astrofizikçi ise şöyle dedi: “Bu olayın herkesi ilgilendiren bir yanı vardır. Çünkü bu olay, hepimizin yıldız tozlarından oluştuğunu kanıtlıyor.” Modern bilimin bulgularına göre, bugünkü haliyle evren, yaklaşık yüz milyar tane galaksiden; bu galaksilerin her biri de, gerek bileşim, gerek hacim, gerekse yaş itibariyle birbirinden epeyce farklı yüzer milyar tane yıldız sisteminden oluşuyor. *** Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 2 Nisan , 2012 Yazar Gönderi tarihi: 2 Nisan , 2012 *** 2. Bölüm... Güneş *** Modern bilim, gökyüzünü, yani evrenin görülebilir olan kısmını, evren için çok kısa, insan içinse uzun sanılmakla birlikte yine de kısa sayılabilecek bir süredir; yani ancak 2 bin 5 yüz yıldır izliyor. Gözlemlerinden elde ettiği bilgiyi yorumlamaya çalışıyor. Evren çok büyük, gözlemlerse hala çok yetersiz olduğu için yorumlar pek de kesin değil. Ve durmadan değişmekte... Ama bugün, güneşin benzeri olan yıldızların çeşitli evreleri hakkında kesin sayılabilecek bir takım bilgiler var. Örneğin, başlangıçta yıldızların bileşiminde, kimyasal evrimin ilk basamağını oluşturan ve tek bir proton ile tek bir elektrondan ibaret olan hidrojen atomlarının ağır bastığı biliniyor. Örneğin, yıldızların çekirdeğinde, yüksek ısı nedeniyle sürekli nükleer tepkimeler olduğu biliniyor. Bu yüzdendir ki, çekirdekte, hidrojen sürekli (kimyasal evrimin ikinci basamağı olan: Tek bir proton ve iki elektrona sahip bir yapılanmaya) helyuma dönüşüyor. Bu füzyon sayesinde yıldız yoğunlaşmaya başlıyor. Yoğunluk artışı yer çekimini güçlendiriyor ve yıldız daha da ısınıyor. Sonuçta çekirdeği büzülürken yıldız genleşmeye başlıyor. Genleşme arttıkça yıldızın yayınladığı toplam enerji de artıyor; ama genleşme çok hızlandığından enerji çok geniş bir yüzeye yayılıyor. Böylece hızla büyüyen yüzeyin sıcaklığı düşüyor. Yüzey soğuyor ve yıldız başlangıçta akkor halindeyken bu andan sonra kırmızı kırmızı parlamaya başlıyor. Bu aşamadaki yıldızlara 'kızıldev' adı veriliyor. Bütün yıldızlar er geç kızıl bir dev haline geliyorlar. Önce büyük olanlar, sonra daha küçük olanlar. Ama yıldızın ana enerji kaynağı hidrojen füzyonu olmaktan çıkıp da helyum füzyonu başlayınca başka bir aşamaya giriliyor. Helyum füzyonundan açığa çıkan enerji çok daha az. Bu nedenle 'kızıldev', kendi yer çekimi gücüne karşı koyamıyor ve kendi içine doğru çökmeye başlıyor. Yıldız ne kadar hacimliyse, dış tabakalarındaki ısınma o kadar şiddetli oluyor. Yani küçük bir yıldız kendi içine doğru sakin sakin çökerken, büyük bir yıldız dış kütlesinin bir bölümünü uzaya fırlattıktan sonra büzülüyor. Ve yıldızın hacmi ne kadar büyükse patlamanın şiddeti de o ölçüde büyük oluyor. Bu patlama sırasında yıldız, kısa bir süre için, herhangi bir yıldızın milyarlarca katı bir parlaklık kazanıyor. İşte herhangi bir yıldızın bu aşamasına da 'süpernova' adı veriliyor. Patlamadan büzülen yıldızlara ya da patlayan yıldızın geride kalan kısımlarına gelince; bunlar gitgide daha da büzülüyorlar; yüzeyleri parlak beyaz bir renk alıyor ve normalden çok daha sıcak bir hale geliyorlar. Yine de yüzeyleri daraldığından, belli bir uzaklıktan göze çok ufak görünüyorlar. Bu aşamadaki yıldızlara da 'beyazcüce' adı deniyor. Ve sonunda yıldız iyice çöküyor; kütlesi akıl almayacak kadar küçülürken, bütün içeriği o kütleye tıkıştığından yoğunluğu da akıl almayacak kadar artıyor. Ve bu tuhaf durumu yüzünden çevresinde ışık dahil ne varsa kendi içine doğru çekmeye, adeta emmeye başlıyor. Üstelik ışığı da yuttuğundan artık parlamıyor, tam tersi kararıyor. Küçük, kara bir delik haline geliyor. Yıldızın bu aşamasına da 'karadelik' deniyor. *** Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 2 Nisan , 2012 Yazar Gönderi tarihi: 2 Nisan , 2012 *** 2. Bölüm... Güneş *** Güneş, disk biçimindeki; ortasında bir çekirdek bölgesi olan ve kendi merkezinin çevresinde dönen bir galaksinin, Samanyolu’nun bir kıyısına yerleşmiş, sıradan bir yıldız... Samanyolu galaksisinin, aşağıdan ya da yukarıdan bakılabilse dev bir çarkıfelek gibi görünmesine yol açacak spiral kolları var. Bu kolların ortaya çıkmasına, galaksinin etrafını yalayan basınç dalgalarının yol açtığı sanılıyor. Nitekim biz de bir basınç dalgasının etkisi altında olan bir bölgede yaşıyoruz. Dünya’yı oluşturan malzemenin kaynağı, besbelli güneşten çok önce oluşmuş ve sonra da patlamış olan bir başka yıldız ya da yıldızlar; bir süpernova ya da süpernovalar... Patlarken dış kısımları un ufak olan bir ya da birkaç süpernovadan püsküren gazlar, yıldızlar arası boşluğa yayılmış ve esas itibariyle hidrojen atomlarından, ama kısmen de başka atomlardan oluşan bir bulut yaratmış olmalı... Bu türden gaz bulutlarının, yukarıda sözünü ettiğimiz basınç dalgalarıyla oluşan çekim şokları sayesinde parçalandıkları ve bu parçaların kendi çevrelerinde dönmeye başladıkları tahmin ediliyor. Dev boyutlardaki bir gaz kabarcığı, kendi etrafında dönmeye başlayınca, bu hareketin etkisiyle giderek büzülüyor. Üstelik büzüldükçe, kendi çevresinde dönme hızı da giderek artıyor. Ama Güneş’in kendi çevresindeki dönme hızı umulandan çok düşük: Saniyede yalnızca 2 kilometre. Bilim insanları bu noktadan yola çıkarak birkaç varsayım geliştiriyorlar. Bunlardan en gelişkin olanına göre, gaz bulutu kendi çevresinde mercek biçiminde bir bulut ya da bir bulutsu oluşturarak dönüyor. Bu dönüşün bir aşamasında, dinamik yasaları uyarınca, dönmenin momentumunun içteki kısımdan dıştaki kısma aktarılmış olması gerektiği düşünülüyor. Ve sonuç: Hem güneş bugünkü ağırdan dönme hızına kavuşacak biçimde yavaşlıyor hem de sonradan gezegensileri, gezegenleri, astreoyitleri, vb. oluşturacak olan malzemeyi içeren kütleleşmiş disk ya da merceğin dış halkası, giderek merkezden uzağa itiliyor. En sonunda da bu parça, güneşten tamamen kopuyor. İşte bu kadar: Güneş, 5 milyar yıl kadar önce ve yaklaşık 100 milyon yıl içinde, kabaca böyle oluşmuş. Zaman içinde iç sıcaklığı 10 milyon derecenin üstüne çıkınca nükleer tepkimeler başlamış. Böylece gerekli parlaklığı da edinerek gerçek bir yıldız haline gelmiş. *** Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 2 Nisan , 2012 Yazar Gönderi tarihi: 2 Nisan , 2012 *** 2. Bölüm... Güneş *** Güneş’ten kopan kütlenin başına gelenler ise tahminen şöyle: Öncelikle küçük ve biçimsiz parçalar birleşe birleşe gezegenimsileri oluşturmuşlar. Bu gezegenimsilerin zaman içinde çevredeki daha küçük kütleleri de kendilerine doğru çekmeye başlayarak büyüdükleri sanılıyor. Ve gezegenler ortaya çıkmış. 9 tane (değişik görüşlere göre, belki de 8 ya da 10) gezegen var; bunları biliyoruz. Bu konuda az bilinen ise şu: Güneş sistemi yalnızca bu 9 gezegenden ibaret değil... Sistemimizde ayrıca bir yığın da gezegenimsi/platenoyit ve astreoyit, kuyruklu yıldız ve kuyruklu yıldızların kuyruğunu oluşturan meteorlar ile astreoyit kuşağından bizim üstümüze de akıp duran göktaşları var. Astreoyitler çoğunlukla Mars ile Jüpiter arasındaki boşlukta dönenip duruyorlar. Bilinen 9 gezegenin tek tek yörüngeleri, disk ya da mercek kuramını doğrular biçimde, hep aynı düzlemde. Dahası, güneşe yakın olan gezegenler küçük, uzak olanlarsa bir istisnayla (Plüton) büyük. İçteki gezegenler (Merkür, Venüs, Dünya ve Mars) güneşe yakın olduklarından, bünyelerinde bulunan gazlar buharlaşmış ve bu dört gezegen nispeten küçük, kayaç yapılara sahip olmuşlar. Dıştakiler ise (Jüpiter, Satürn, Uranüs, Neptün) güneşten uzak olduklarından sıcaklıktan etkilenmemiş ve kayaç üstünde gaz temelli devasa gezegenler olmuşlar. Bu düzene uymayan bir tek en dıştaki küçümen Plüton gezegeni var. Plüton’un yörüngesi de bir tuhaf. Ama astronomlar ona da çeşitli açıklamalar getirebiliyorlar. Bunlardan en çok benimseneni, Plüton’un bir gezegen değil bir gezegenimsi olması ihtimali. Bir de sözü hep edilen bir onuncu gezegen var ki, zaman zaman yeri saptanır gibi olsa da gerçekten bir gezegen midir, yoksa bir gezegenimsi midir, bir astreoyit midir, yoksa bir başka gezegenin uydusu mudur, henüz bilinemiyor. Aslına bakılırsa 100 milyar yıldız sisteminden oluşan bu koskocaman Samanyolu galaksisinin, hele hele onun gibi 100 milyar galaksiden oluştuğu varsayılan bu koskocaman evrenin yanında pek ufacık kalan Güneş sistemine dair bilgiler bile henüz tam bir kesinlik taşımıyor. Ama kesin olan birşey var: Eğer bu sistem 5 milyar dünya yılı gibi sınırlı bir süre önce oluşmuşsa ve eğer bu oluşum aşamalı bir oluşumsa; kısacası bir başlangıcı ve başlangıcından itibaren değişe değişe bugüne doğru gelen bir gelişmesi varsa, bir de sonu olacak demektir. Zaten evrenin bilinen bütün yasaları da bu gerçeği gösteriyorlar: Güneş de tıpkı diğer yıldızlar gibi önce bir gaz bulutundan ibaretmiş, sonra bir yıldız olmuş, bir süre sonra bir 'kırmızıdeve' dönüşecek, belki bir 'süpernova' aşamasından da geçip 'beyaz cüce' olacak ve en sonunda da bir 'karadelik' haline gelecek. Dolayısıyla Güneş sistemi de, tıpkı Güneş ve tıpkı bu sistemde yaşayan canlı-cansız bütün yapılar, hatta tıpkı evrenin bizzat kendisi gibi, doğmuş, büyümüş, herhalde bir süredir yaşlanmakta ve bir gün de ölecek! Yani, yalnız Güneş değil, Dünya bile fani. Demek ki kimi insanlar fena halde yanılmaktalar. Bu evrende ezeli ve ebedi olan hiçbir şey yok!.. Her şey değişken...Ve her şey ölümlü... *** Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 2 Nisan , 2012 Yazar Gönderi tarihi: 2 Nisan , 2012 *** 2. Bölüm... Güneş *** Niels Bohr’un Geliştirilmiş Atom Modeli ve Kuvantum Mekaniği Her atom protonlarla elektronlardan oluşuyor. Atomun bütün kütlesi, pozitif yüklü çekirdeğinde toplanmış durumda oluyor; geri kalan geniş ama çoğunlukla boş alanda ise elektronlar hareket ediyorlar. Danimarkalı bir fizikçi olan Niels Bohr tarafından önerilen ve daha sonra geliştirilen atom modeli, bir çekirdeğin etrafında, içinde elektronların hareket ettiği belirli enerji düzeyleri bulunmasından yola çıkıyor. Atomlar, bilinmeyen bir nedenle, yalnızca bu belirli enerji düzeylerinde kararlı yapılar olarak ortaya çıkabiliyorlar. Elektronun bu düzeylere denk düşen alanların hangi noktasında bulunabileceği konusundaki olasılıklar, kuvantum mekaniği sayesinde hesaplanabiliyor. Böylece, elektronun belli bir zaman dilimi içindeki hareketleri hakkında genel bir fikir sahibi olunuyor. Elektronun çekirdek çevresinde hareket ettiği bu enerji alanlarına 'orbital/yörüngemsi' adı veriliyor. Çekirdek etrafında ne kadar enerji düzeyi varsa, o kadar da yörünge bulunuyor. Ve yine bilinmeyen bir nedenle her yörüngede yalnızca 2 elektron barınabiliyor. Hidrojen atomunun tek elektronu, çekirdekten sonraki birinci enerji düzeyinin sınırları içinde kalan ve 1 s olarak adlandırılan yörüngede hareket ediyor. Bir proton ile 2 elektrondan oluşan helyum atomunda ise aynı yörüngede 2 elektron oluyor. Bundan yukarıdaki ilk enerji düzeyinin yine tek yörüngesi oluyor ve buna 2 s adı veriliyor. Ardından 3 yörüngesi bulunan p düzeyi ile 5 yörüngesi bulunan d ve 7 yörüngesi bulunan f düzeyleri geliyor. Dolayısıyla daha karmaşık bir atomun, mesela 11 protonu ve 11 elektronu bulunan sodyumun elektron düzeni 1s2 2s2 2p6 3s1 olarak yazılıyor. Bu düzene 'elektron yapılanması' deniyor. Edwin Hubble. Evrende Samanyolu’ndan başka galaksiler de bulunduğunu, üstelik bunların birbirlerinden hızla ayrılmakta olduklarını o keşfetti. Bu keşif, evrenin genişlemekte olduğunun ve daha da önemlisi, evrendeki her şeyin geçmişte tek bir noktanın patlamasıyla oluşmuş olduğunun en önemli kanıtı sayıldı. *** Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 2 Nisan , 2012 Yazar Gönderi tarihi: 2 Nisan , 2012 *** 3. Bölüm... Dünya *** Dünya Toprağın anası olan sıcak, kıvamlı çorba: 'Kimyasal evrimin' son aşamaya ulaşması ve 'biyolojik evrimin' başlaması için uygun ortam. Viroyitler ile virüsler: Organik maddeyle canlı yaşam arasındaki geçiş ürünleri mi? Canlılar, milyarlarca yıl süren bir gelişmenin ardından 600 bin yıl önce 'Kambriyen Patlaması’ ile çeşitlenmişler. İnsanla maymunun 'ortak atası' olan 'primatlar' ise bundan 70 milyon yıl önce ortaya çıkmışlar. Ve 5 milyon yıl önce başdöndürü bir gelişme: Önce 'İnsansılar', sonra 'Homo Habilis', 'Homo Erectus', 'Homo Neanderthalis'. Ve yalnızca 50 bin yıl önce de 'Homo Sapiens' Sapiens: İşte insan!.. İnsanın çamurdan yaratıldığını anlatan dinsel öğretilerle, dünyanın başlangıcındaki kıvamlı, sıcak bulamaçtan yaratıldığını söyleyen evrime ilişkin bilimsel bulgular arasındaki tek ayrım, evrenin boyutları temelinde fazlaca öne mi olmayan bir zaman farkı... Bugün üstünde yaşadığımız gezegen, hiçliğin içindeki bir noktada meydana gelerek evreni oluşturmaya başlayan 'Büyük Patlama’dan 15 milyar dünya yılını aşkın bir süre sonra, bağrından koptuğu yıldızın etrafında yörüngeye ilk girdiğinde, herhalde, alev alev yanan bir top gibiydi. Bu alev topunun son kalıntıları, Dünya’nın çekirdeğinde, dışarı akacak mecra bulmak için hala ayaklarımızın altındaki zemini yoklayıp duruyor. Varoluşundan tam 4 milyar 570 milyon yıl sonra bile Dünya’da yanardağlar, ara sıra da olsa hala lav püskürtüyorlar. *** Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 2 Nisan , 2012 Yazar Gönderi tarihi: 2 Nisan , 2012 *** 3. Bölüm... Dünya *** İlk başlarda dünyanın 'hidrojen, su buharı, amonyak, metan ve hidrojen sülfitten' oluştuğu düşünülüyor. Laboratuvarda böyle bir gaz karışımına dışarıdan enerji verildiğinde bir süre sonra kahverengi bir bulamaç elde ediliyor. Dünya’nın da böyle bir süreçten geçerek en dış kabuğundan itibaren önce sıcak, kıvamlı bir çorba halini aldığı, sonra ağır ağır katılaştığı varsayılıyor. Toprağın anası olan bu sıcak, kıvamlı çorba, Güneş’in aşırı sıcağında gelişen 'Kimyasal evrimin' son aşamaya ulaşması için uygun bir ortam oluşturmuşa benziyor. Ve kimyasal evrim tamamlandığında; yani evrenin veri olan koşullarında varolabilecek bütün gelişme basamaklarında, giderek artan farklı sayılarda elektron ve protondan oluşan atomlar ile izotopları kararlılık kazandıklarında, niteliksel bir sıçramayla 'Biyolojik evrim' aşamasına geçilmiş olması gerekiyor. 'İnorganik' maddeden ' Organik madde'ye... 'Aminoasit'ler ile 'Nükleik asit'lere... Ve 'Cansız madde'den 'Canlı madde'ye... Bilinen en basit canlılara 'Viroyit' adı veriliyor. Bunlar yaklaşık 10 bin atomdan oluşuyorlar. Viroyit, 250 m. uzunlukta bir 'RNA dizisi'nden başka birşey değil... Ve kendi kendisini üretebiliyor. Bazı 'Virüs'ler de yine bir RNA dizisiyle bunu çevreleyen bir 'protein tabakası'ndan oluşuyorlar; ama bazılarında da hem RNA hem DNA bulunuyor. Elbette virüsler de kendi kendilerini üretebiliyorlar. Ama viroyitlerle virüslerin canlı sayılıp sayılamayacağı hala tartışmalı. Çünkü; en ilkelinden en gelişmişi olan insana kadar bütün canlı türlerinin hücrelerinde RNA’nın yanı sıra bir de, viroyitlerle bazı virüslerde bulunmayan ve çok önemli olan DNA molekülü mutlaka var... Ve her canlı türünün DNA molekülü farklı... DNA moleküllerindeki farklılık, basitten karmaşığa doğru tırmanan bir farklılık... En basiti virüsler, sonra tek hücrelilerde, en karmaşığı İnsanda... *** Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 2 Nisan , 2012 Yazar Gönderi tarihi: 2 Nisan , 2012 *** 3. Bölüm... Dünya *** DNA molekülü bir şifre... Söz konusu canlının bütün özelliklerini belirleyen şifre... Hücreler, bu şifrenin RNA vasıtasıyla taşınan talimatları doğrultusunda örgütleniyorlar ve birbirlerinden farklılaşıyorlar. 'DNA molekülü' kendi etrafında dolanan uzun bir ip merdivene benziyor ve hücre bölünmesiyle gerçekleşen üreme sürecinde düşey olarak ikiye ayrılarak ilk hücreden üreyen iki yeni hücrede kendi yarımından kendisini yeniden üretebiliyor. Döllenmeyle gerçekleşen üreme sürecinde de, eşlerden her birinin DNA molekülleri yine düşey olarak ikiye ayrılıyor ya da çözülüyorlar. Döllenme gerçekleştiğinde, erkeğin yarım DNA’sıyla dişinin yarım DNA’sı birleşerek yeni bir DNA molekülü oluşturuyorlar. Ve 'Biyolojik Evrim' hep 'DNA' bazında gerçekleşiyor. Gerek kendi yarısından kendini üretmesi esnasında, gerekse iki yarımın birleşmesi esnasında çoğu zaman hiçbir mesele çıkmıyor ama, arasıra da DNA’yı oluşturan bazı moleküller tam yerine oturmuyorlar. Ya da ortamda bulunan başka bazı moleküller tam birleşme sırasında gelip DNA’ya katılıyorlar. Böylece şifre, bir ayrıntıda değişmiş oluyor. Ve ayrıntıda değişen bu şifre, doğan yeni canlının, ana babasından bir ya da birkaç ayrıntıda farklı olmasına yol açıyor. Bu olaya mutasyon/değşinim, bu değişik canlıya da mutant/değşinik deniyor. *** Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 2 Nisan , 2012 Yazar Gönderi tarihi: 2 Nisan , 2012 *** 3. Bölüm... Dünya *** Her döllenmede bir değşinim olması olasılığı yok değil... Ama işin içine olasılıklar girince, yani döllenme sayısı olasılık kurallarının işleyeceği kadar büyük olunca, muhtemelen çan eğrisi biçiminde bir dağılım söz konusu oluyor. Yani, döllenmeler sırasında çoğu DNA kendisini tıpatıp ya da tıpatıpa çok yakın bir durumda üretmeyi başarıyor. Böylece çoğu döllenme, ana babasından farksız yavrular üremesiyle son buluyor. Ama yine her döllenme kuşağında, bir kısmı olumlu, bir kısmı da olumsuz değşinikler de mutlaka ortaya çıkıyor. Bunlar, çan eğrisinin iki ucuna doğru yayılıyorlar. Eğrinin iki en uç kısmında aşırı olumlu değşinikler ile aşırı olumsuz değşinikler bulunuyorlar. Kalıcı olması için bir değşinimin resesif/çekinik değil, dominant/başat özellikte olması; yani değşinik bir başkasıyla ilişkiye girip döl verdiğinde yavrusuna aktarılacak ölçüde güçlü olması gerekiyor. Tabii döl verecek hale gelmesi için söz konusu değşiniğin öncelikle çevre koşullarına uyum sağlaması, açıkçası hayatta kalmayı başarmış olması koşulu da var... Taşıdıkları farklı özellikler ister olumlu ister olumsuz olsun değşiniklerden çoğu yaşama ayak uyduramayıp ölüyorlar. Buna 'Doğal ayıklama' süreci deniyor. *** Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 2 Nisan , 2012 Yazar Gönderi tarihi: 2 Nisan , 2012 *** 3. Bölüm... Dünya *** Dolayısıyla her değşinim, 'Evrim süreci'nde önemli bir yer tutuyor değil... Ancak çevre koşullarıyla uyum sağlayıp doğal ayıklamaya karşı koyan ve kalıcı olabilen ve olumlu değşinimler Evrim sürecinde bir gelişmeye neden olabiliyorlar. Ve böyle bir değşinik, ancak uzun, çok uzun bir zaman geçince yeni bir türün ortaya çıkmasına neden olabiliyor. Ayrıntısal değişiklikler üstüste gelip de ilk değşiniğe döl vermiş olan türden çok farklı bir türün çoğalıp kendine Dünya’da yer edinebileceği kadar uzun bir zaman... Bazen milyarlarca, milyonlarca, hiç değilse yüzbinlerce yıl uzunluğunda bir zaman... Carl Sagan ya da Isaac Asimov gibi bazı bilim yazarları, Dünya üstündeki biyolojik evrimi şöyle özetliyorlar: 4 milyar yıl önce dünyada yalnızca moleküller varmış. Zamanla özel işlevli bir takım moleküller bir araya gelerek bir molekül ortaklığı kurmuşlar. Bu, ilk hücreymiş. 3 milyar yıl kadar önce bir değşinim, tek başına varlığını sürdürmekte olan bir hücrenin, bölündükten sonra ikiye ayrılmasını engellemiş. Bunun sonucunda tek hücreli bitkilerden bazıları bir araya gelmişler. Bunlar ilk çok hücreli organizmaları oluşturmuşlar. 2 milyar yıl kadar önce cinsler ortaya çıkmış. Böylelikle aynı cinsten iki organizma DNA’ların ikiye ayrılmasıyla döl vermeye başlamışlar. 1 milyar yıldır bitkiler öyle çeşitlenmişler ve öyle yayılmışlar ki dünyanın çevre koşullarını inanılmayacak kadar değiştirmişler. Çünkü yeşil bitkiler oksijen üretiyorlar. Ve oksijen üreten bitkiler dünyanın okyanuslarını kapladıkça hidrojen ağırlıklı ilk yapı ortadan kalkmış. Hidrojen yerini oksijene bırakmış. *** Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 2 Nisan , 2012 Yazar Gönderi tarihi: 2 Nisan , 2012 *** 3. Bölüm... Dünya *** 600 milyon yıl önce 'Kambriyan Patlaması' adı verilen bir olgu gerçekleşmiş... Ve yeşil bitkilerin yanı sıra birdenbire bir dizi yeni canlı türü ortaya çıkmış. Önce ilk balıklar ve omurgalılar... Bu arada önceleri yalnızca okyanuslarda yaşayan bitkiler kara parçalarını işgal etmeye başlamışlar. İlk böcekler gelişmiş. Bunlardan üreyen yavrular karalara çıkmışlar. Kanatlı böceklerle hem karada hem suda yaşayabilen böcekler üremiş. Yine hem karada hem suda yaşayabilen balıklar görülmeye başlamış. Bunun ardından, 300 milyon yıl önce, ilk ağaçlar ve ilk sürüngenler ortaya çıkmış. Bunları dinozorlar izlemiş. Sonra sıra memelilere gelmiş. Tam o sırada ilk kuşlar da uçmaya, ilk çiçekler de açmaya başlamışlar. 70 milyon yıl kadar önce, yunus balıklarıyla balinaların ataları olan ilk balıklar... Ve aynı dönemde, maymunun, orangutanın ve insanın atası olan 'primatlar'... İlk maymunlar 40 milyon yıl önce görünmüş. Ve 5 milyon yıldan beri de baş döndürücü bir gelişme yaşanmaya başlanmış... Önce hominidler/insansılar çıkmış ortaya: 'Australopithecus Afarensis'; Sonra, 3 milyon yıl kadar önce 'Australopithecus Africanus' ve türevleri; 2 milyon yıl önce çeşitli hünerleri olan, ellerini tam anlamıyla kullanan ve artık maymundan çok insana benzemeye başlayan 'Homo Habilis', 1 milyon 6 yüz bin yıl önce ayakta duran ve beyni de büyümüş olan 'Homo Erectus'; 3 yüz bin yıl önce bize iyice benzemeye başlayan ve geride bıraktıklarıyla akıllı olduğunu belli eden 'Homo Nearderthalensis' ya da 'Homo Sapiens'. Ve yalnızca elli bin yıl kadar önce de akıllının akıllısı ilk gerçek atalarımız: 'Homo Sapiens Sapiens'... İşte insan!.. *** Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 3 Nisan , 2012 Yazar Gönderi tarihi: 3 Nisan , 2012 *** 3. Bölüm... Dünya *** İki Önemli Nükleik Asit: RNA / DNA Bilim adamları 19. yüzyıl sona ermeden, canlı hücrelerde çok önemli roller üstlenen nükleik asit molekülllerinin varlığını fark etmişler. Yapılan kimyasal analizler sonucu, nükleik asitlerde bir temel birimin olduğu anlaşılmış ve bu birime nükleotit adı verilmiş. Nükleik asitlerde 4 çeşit nükleotit bulunuyor. Bunlar uzun bir zincir oluşturacak şekilde artarda diziliyorlar. Her bir nükleotit, farklı farklı 3 molekülden oluşuyor. Bunlardan biri şeker, ikincisi fosforik asit, üçüncüsü ise karbon, hidrojen ve azottan oluşan ve halka şeklinde bir yapısı olan azotlu baz... Nükleik asitler, yapılarına katılan şeker yüzünden iki ayrı tipte oluyorlar. Birinci tip nükleik asitte 5 karbonlu riboz şekeri bulunuyor. Bunlara ribonükleik asit (RNA) deniyor. İkinci tip nükleik asitte de riboza çok benzemekle birlikte bir ayrıntıda farklılaşan 5 karbonlu bir şeker bulunuyor. Bunlara da dezoksiribonükleik asit (DNA) deniyor. Bugüne kadar yapılan deneyler, hücre çekirdeğinde yeralan kromozom adı verilen yapılarda konuşlanmış olan DNA’nın hem metabolizmayı kontrol ettiğini hem de kalıtımı denetlediğini, RNA’nın ise DNA’dan aldığı talimatları enzimler vasıtasıyla hücreye aktardığını gösteriyor. Kalıtsal bilgi, yalnızca viroyitler ile DNA’sı bulunmayan bazı virüslerde RNA’da yer alıyor. Carl Sagan, insan DNA’sında yazılı olan bilgi birikiminin, normal konuşma dili ile yazıldığı taktirde kalın kalın 100 cilt kitabı doldurabileceğini söylüyor. Carl Sagan. Evrenin baştan aşağıya düzen olduğuna inananıyordu. Ama inancını dayatmak yerine bilgisini paylaşanlardandı. TV dizisi haline de gelen Kozmos adlı kitabı, bilimsel bilginin yaygınlaşmasında önemli rol oynadı. Isaac Asimov. Bilimkurgu ve bilim yazarı olmayı, Boston Üniversitesi’ndeki öğretim üyeliğine tercih etmişti. 1958 yılından itibaren okula ne gitmiş ne de maaş almıştı. Ardında 200’ü aşkın eser bıraktı. *** Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 3 Nisan , 2012 Yazar Gönderi tarihi: 3 Nisan , 2012 *** 3. Bölüm... Dünya *** Bilim henüz, biyolojik evrimin dünya üstündeki gelişmesini de, bilime yakıştırılan türden bir kesinlikle ispatlayabilmiş değil... Bunun birkaç gerekçesi var... Bunlardan bir tanesi, bilimsel kesinliğe ulaşmak için toplanması gereken veri ya da birim bilgi miktarının, Aydınlanma Çağı’da umulandan çok fazla olması... Toplanması gereken birim bilgi miktarının yoğunluğu anlaşıldığı için biz, günümüzde, bilimin giderek daha küçük alanları kapsayacak biçimde bölünmesine, parçalanmasına ve yabancılaşmasına tanık oluyoruz. Bugün 2 bin 5 yüz farklı bilimsel disiplinin varlığından söz ediliyor. Bu disiplinler yanyana açılan bir takım kuyular gibi kendi içlerinde giderek derinleşiyorlar, ama hiç değilse şimdilik birbirleriyle pek ilişki kurmuyorlar. Dolayısıyla bir disiplin tarafından elde edilen bilgilerin ve geliştirilen yorumların diğer disiplinler tarafından kullanılması şimdilik pek mümkün olamıyor. İkinci gerekçe, bazı bilgilere ulaşılamaması ve hiç ulaşılamayacak olması... Mesela Kambriyen Patlaması’ndan önceki dönemde yaşamış olduğu varsayılan canlı türlerinin bir kısmının hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolacak bir yapıya sahip olmaları... Bir başka önemli gerekçe ise, bilimle uğraşanların da sonuç itibariyle birer insan olması... Özellikle evrim konusunda, dinsel ve siyasal inançların etkisinden sıyrılamayan bilim insanları, kısıtlı da olsa ellerindeki bilgiyi yorumlarken bazen, eldeki verileri dinsel öğretilere uydurmak için fazlasıyla zorlanmış yorumlar yapabiliyorlar. Halbuki insanın çamurdan yaratıldığını anlatan dinsel öğretilerle bilimin evrime ilişkin bulguları arasında çok da büyük ayırımlar yok. Sonuç olarak bilimsel veriler de, insanın, dünyanın başlangıcındaki kıvamlı, sıcak bulamaçtan yaratıldığına işaret ediyorlar. Yani bilim, çamurdan yoğrulmuş iki bedene can üflendiğini anlatan efsaneleri bir anlamda doğruluyor. Arada yalnızca, insana önemli görünse de, evrenin boyutları temelinde fazlaca önemi olmayan bir zaman farkı var... Hepsi o!.. Bilimsel açıklamalar kesinlik taşımıyor olsalar da, mantık, eldeki verilerin, evrim sürecinin gerçekliğine inanmaya yeterli olduğunu söylüyor. Ve tam bu noktada insan, kendi soyunun biyolojik evrim sürecinin, hatta fiziksel ve kimyasal aşamalarıyla birlikte bütün evrim sürecinin en son aşaması olup olmadığını merak ediyor. *** Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 4 Nisan , 2012 Yazar Gönderi tarihi: 4 Nisan , 2012 *** 4. Bölüm... İnsan *** İnsan... Daniken’i şaşırtan 10 bin yıl önceki uygarlık patlaması, 600 bin yıl önceki Kambriyen Patlaması gibi, evrim sürecinin doğal bir sonucu olabilir mi? Bugün düşünce ürünleri de evrimleşip durduğuna göre, fiziksel evrimi nasıl kimyasal, kimyasal evrimi nasıl biyolojik evrim izlemişse, bunu da düşünsel evrim diye tamınlanabilecek bir süreç izliyor demek değil midir? Evrimin, evrensel yasalarla izah edilebilir bir şablonu var... Bütün evrim süreçleri bu şablona uyuyorlar. Ve bu şablon, bu evrenin bir çeşitlilikler, dolasıyla bir olasılıklar evreni olduğunu gösteriyor. Evrende hem çoğalmanın hem de çeşitlenmenin yasalarla çizilmiş sınırları olduğu gibi, çoğalma ve çeşitlenme de evreni iki kutuplu hale getiriyor. Tepemizde sallanıp duran Demokles kılıcı: Evrim kozmos yönünde olduğu kadar kaos yönünde de ilerleyebilir. Evren yaşlanmaya başladığında, süreç kendiliğinden bu yöne doğru akabilir. Hiçliğin içindeki tek nokta 20 milyar yıl önce patlamış ve bu durumda en uzak atamız olan enerji, evreni o zaman bu zaman oluşturmaya başlamış ama, dünya üstündeki kalıntılar gösteriyor ki akıllının akıllısı son atalarımız bundan çok değil, yalnızca 50 bin yıl önce ortaya çıkmışlar. Ve bu 50 bin yılın ilk 40 bin yılında daha ziyade üreyip çoğalmakla ve dünyanın dört bir bucağına yerleşmekle meşgul olmuşlar. Ama bundan 10 bin yıl kadar önce, 600 bin yıl önceki 'Kambriyen Patlaması’nı akla getiren bir durum yaşanmış: Canlı türleri, Kambriyen Patlaması adı verilen o olgu çerçevesinde nasıl birdenbire çeşitlenmeye başladılarsa, uygarlık da 10 bin yıl önce birdenbire gelişmeye başlamış. Bu dönemde atalarımız, pekçok şeyin yanısıra mesela kara ulaşımında da devrim sayılacak buluşlar gerçekleştirmişler: Önce binek hayvanlarını ehlileştirmiş, sonra da tekerleği keşfetmişler. Böylece kara ulaşımında bugün, birçok yerde ve kısmen farklı gerekçelerle de olsa hala kullanılmakta olan kağnının ve at arabalarının yanı sıra 20. yüzyılın başlarında bisiklet, motosiklet, motorlu araba, otobüs, kamyon ve dahi tramvay ile tren sayesinde çeşitlenen bir evrim süreci başlatmışlar. Ama ulaşımdaki evrim bir kere başlayınca, karalar insanlara yetmez olmuş. Binek hayvanları ve tekerlek sayesinde karalarda iyi kötü bir ulaşım egemenliği kurmayı başaran atalarımız, gide gide suyla; ırmaklarla, göllerle ve denizlerle karşılaştıklarından, bir evrim sürecini de deniz ulaşımında başlatmışlar. Sallar, kikler, kayıklar, kürekli gemiler, yelkenliler, buharlılar derken, yine 20. yüzyılda deniz ulaşımındaki evrimin nihai sonuçlarını biz yaşamaktayız: Denizin hem üstünde hem altında giden, irili ufaklı bir yığın araç... Ve biz bugün, ulaşımdaki evrimin bununla kalmadığını da biliyoruz. İnsanoğlunun, karalarla denizlerde ulaşımı belli bir düzeye getirdiğinde bu defa hava ulaşımına el attığını. Kanatlarla yapılan ilk uçuş denemeleri, balonlar, zeplinler, planörler derken, ilk motorlu uçakların, ardından jetlerin 20. yüzyılda gökyüzünü dolduruverdiğini... Ve son olarak insanoğlu, bir süredir de uzay araçlarını geliştiriyor. Uydular, insansız ay roketleri derken, 20. yüzyıl bir de uydular, insanlı ay uçuşları, uzay istasyonları, çok uzaklara yollanan insansız araştırma araçları ve Mars’ın yüzeyine iniş gibi etkinliklere tanık oluyor. Şimdilik insansız; ama belli ki çok yakın zamanda Mars’a insanlı uçuşlar da yapılacağı da anlaşılıyor. Bu yetmezmiş gibi zaman içinde yolculuğun olup olamayacağı da tartışılıyor. Bütün bunlar da, 20. yüzyılın da evrimsel bir patlama, bir çeşitlenme dönemi olduğunu gösteriyor. İşin ilginç yanı şu: Bu ve benzeri gelişmeler, büyük evrim sürecinin gelişme düzenine tıpa tıp uymakta... Fiziksel evrimi, onun hemen ardından devreye giren kimyasal evrimi ve kimyasal evrim ortamı doyuracak hale geldiğinde bir sıçramayla geçilen biyolojik evrimi içeren büyük evrim sürecinin gelişme düzenine... Ve bu uyum, şöyle bir sonucun çıkartılmasını mümkün kılıyor: Belli ki, fiziksel evrimi nasıl kimyasal evrim, kimyasal evrimi nasıl biyolojik evrim izlemişse, biyolojik evrimi de düşünsel evrim adı verilebilecek bir evrim süreci izlemekte... Düşünsel; çünkü insan eliyle oluşturulan bütün yapılar, temelde düşünce ürünü... Çünkü süreci, çoğunlukla tek bir insanın beyninde oluşan yepyeni bir düşünce başlatmakta... *** Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 4 Nisan , 2012 Yazar Gönderi tarihi: 4 Nisan , 2012 *** 4. Bölüm... İnsan *** Görünen o ki evrim sürecinin bir şablonu var. Bu şablon şöyle bir şey: Önce olabilecek en basit şey var oluyor ve evrenin çizdiği sınırlar içinde mümkün olduğunca çoğalıyor (mesela atomaltı tanecikler, mesela hidrojen atomu, mesela yıldızlar, mesela viroyit). İkinci adımda, bu en basit şey, yine evrenin çizdiği sınırlar içinde mümkün olduğunca çeşitleniyor. Evrensel yasalar, bu çeşitliliğin içinde, en basit olan şeyden bir adım karmaşık olan şeye doğru bir akış olmasını sağlıyorlar. Böylece bu defa, en basit olan şeyden bir adım daha karmaşık olan şey çoğalmaya başlıyor. Ve mümkün olduğunca çoğaldığında, bu defa da bu şey yine mümkün olduğunca çeşitleniyor. Ve çeşitliliğin içinde bir kez daha bir doğal ayıklama ve bir kez daha bir adım daha karmaşık olan bir başka şeye doğru bir akış... Bu arada, çeşitleri doğal ayıklama sonucu ortadan kalksa bile, daha karmaşık olan şeylere doğru akış sürerken, en basit şey ile ondan bir adım daha karmaşık olan şey ve ilah da var olmayı sürdürüyorlar. Bu sayededir ki evren, en basit olan şeyden en karmaşık olan şeye doğru da bir çeşitlenme yaşıyor. Öyle ki bugün evrende hem atomaltı tanecikler var, hem de bir sürü şeyin yanısıra insanoğlu ve ürettiği düşüncelerin ürünleri. Evrim sürecinde önemli olduğu anlaşılan bir özellik de, çoğalmanın ve çeşitlenmenin sınıra ulaştığı noktalarda, niceliksel birikimlerin bir nitelik değişikliğine, dolayısıyla bir sıçramaya yol açması... Evrim sürecinde, çoğalmanın ve çeşitlenmenin sınırlarını, evrende sabit olduğu varsayılan enerji ve dolayısıyla madde çiziyor. Çoğalma, aynı türden şeyleri de bir birim haline getiriyor (insan bir birim, ama insanlık da ayrı bir birim). Ve herhangi birşey yeterince çoğaldığında ortaya çıkan çeşitlenme, muhtemelen bir çan eğrisi oluşturuyor: Çeşitlenmenin sınırlarını oluşturan birbirine zıt iki ucunda az sayıda birim bulunan, diğer birimlerinse gide gide ortada yoğunlaştığı bir çan eğrisi. Evrende negatif ile pozitif ya da olumlu ve olumsuz diye nitelendirilebilecek iki kutbu, iki ucu simgeleyen çan eğrisi. Ve şimdilik evrim, olumlu yöne doğru gelişiyor. Gelişme en azından şimdilik hep basit olandan karmaşığa doğru oluyor. Ama olumsuzluk da, Demokles’in kılıcı gibi tepemizde sallanıp duruyor. Kaos, kozmosu tehdit edip duruyor. Bu yüzdendir ki evrenin ve evrendeki diğer bütün oluşumların, kendi doğal ölümleriyle yok olma olasılıkları bulunduğu gibi, vaktinden önce göçüp gitmesi olasılıkları da bulunuyor. Kaldı ki bunun hep böyle mi, evrimin hep olumluya doğru mu sürüp gideceği de bilinmiyor. Acaba evrim, yeterince büyüyen evren yaşlanmaya başladığında da sürecek mi? Evren muhtemelen yaşlanırken de değişecek ama, o süreçteki değişime de olumlu anlam yüklenerek evrim adı verilebilecek mi? O ana kadar basitten karmaşığa doğru olan akış, yaşlanma sürecinde acaba karmaşıktan basite doğru mu olacak? Ve öyle olursa neler olacak? Bütün bu soruların kesin cevaplarını bilmek mümkün değil... Ama bu sorulara cevap ararken, evrimin bir ürünü olan düşüncenin sınırlarını zorlamak, düşüncede çeşitlilik yaratmak mümkün... *** Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 4 Nisan , 2012 Yazar Gönderi tarihi: 4 Nisan , 2012 *** 4. Bölüm... İnsan *** Evrim, evrenin doğasında varolduğu anlaşılan birkaç tane yasa, kural ve ilkeyle sıkı sıkıya bağlantılı bir gelişme gibi görünüyor. Fazla değil; yalnızca birkaç tanesi bile yetiyor: Termodinamiğin iki yasası, görecelilik, olasılık kuralları, kuvantum mekaniği ve belirsizlik ilkesi... Termodinamiğin ilk yasası, evrende toplam enerjinin sabit olduğunu, İkincisi, enerji akışının çokluktan azlığa doğru olduğunu ve enerji kullanılarak yapılan her işin evrende bir enerji sabitlenmesine yol açtığını (entropi artışı) ve bunun da günün birinde evreni iş yapılamaz hale getirmesi ihtimalinin olduğunu; Görecelilik kuramı, evrende mekan gibi zamanın da mutlak bir değer olmadığını; yani evrenin, kendisini oluşturan diğer birçok şeyin yanı sıra tıpkı bir insan gibi, hem boyutları itibariyle büyüyüp küçülebilen hem de yaşlanan bir varlık olduğunu; Olasılık kuralları, evrende çok sayıda birimden oluşan canlı-cansız tüm toplulukların, çeşitli özellikleri itibariyle çan eğrisi biçiminde bir dağılım oluşturduklarını ve bu çan eğrisinin iki ucu olduğunu, dolayısıyla evrende yalnız kozmosun, düzenin değil, kaosun, düzensizliğin de egemen olma olasılığının bulunduğunu; Belirsizlik ilkesi de, yine çok sayıda birimlerden oluşan topluluklarda, birimlerin hareketlerine ilişkin bir takım olasılıklar saptanabileceğini ve söz konusu toplulukların geçmişte ne yapmış olabilecekleri ile gelecekte ne yapabileceklerine ilişkin varsayımların ancak bu olasılıklar çerçevesinde oluşturulabileceğini; dolayısıyla, hem geçmişin hem geleceğin olasılıklardan oluşan bir belirsizlik içerdiğini anlatıyor. Çoğu astrofizikçiler tarafından belirlenmiş olan bu kuralların her biri de, aslına bakılırsa, fizik biliminin adım adım gelişmiş olan kendi özgün evrim sürecinin ürünleri. Astrofizikçiler bu kuramları ve daha birçoğunu belirlemiş ve evrene dair pek çok gerçeği de parça parça ortaya çıkartmış durumdalar. Ama henüz bu kuralları tek bir birleşik kuram içinde değerlendirebilmiş, evrenin bütünlüğüne ilişkin nihai ve kesin bir sonuca varmış değiller... Bu yüzdendir ki günümüzde yaşayan en ünlü ve en başarılı astrofizikçi olan, üstelik popüler kitaplar da yazarak herkesi bu konularda düşünmeye davet eden Stephen Hawking şöyle diyor: “Bilim adamlarının çoğu, bugüne kadar evrenin ne olduğu sorusuna yanıt aramakla son derece meşgul olup niçin diye sormaya fırsat bulamadılar. Öte yandan görevleri niçin diye sormak olan diğer kişiler, filozoflar da, bilimsel kuramların gelişmesine ayak uyduramadılar... Günün birinde eksiksiz bir birleşik kuram bulursak bu, yalnızca birkaç bilim insanı tarafından değil, herkes tarafından anlaşılır olmalı. İşte o zaman biz hepimiz, filozoflar, bilim insanları ve sokaktaki adam, 'Biz ve evren niçin varız?' sorusunu tartışabileceğiz.” *** Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 4 Nisan , 2012 Yazar Gönderi tarihi: 4 Nisan , 2012 *** 5. Bölüm... Düşünce... *** Düşünce... Evrenin bütün geçmişi, bütün tarih, bütün evrim, evrime yol açan değişimin mekanizması, evrenle ilgili herşey, canlı ve cansız maddenin ve enerjinin ve hareketin yapısında gizli... Bilinmeyen bir gerekçeyle hiçliğin içindeki tek bir noktadan koskoca bir evren yaratan mucizesel bir sürecin, gide gide canlı yaşamı ve insanı ve düşünceyi de yaratmış olmasında, hiçbir tuhaflık ya da aykırılık yok... Düşünsel olasılıkların, yani düşüncede çeşitlenmenin ortaya çıkması, düşüncenin daha da evrimleşeceğinin bir göstergesi... Bu evren bir çeşitlilikler ve dolayısıyla bir olasılıklar evreni... Ve bu olasılıkların varlığı, artık kendisi de evrimsel bir birim oluşturmaya başlayan insanlığın ortak iradesine, belli sınırlar içinde kalmak kaydıyla önemli bir şans veriyor. Bugün, biraz uzaktan bakıldığında, bilimin ilgi alanlarını kabaca ama net olarak sınıflandırmak mümkün: Fizik, enerjiyi ve ilk halinden başlayarak maddeyi alıyor atom sınırına kadar getirip bırakıyor; kimya, atomdan başlıyor inorganik ve organik madde sınırına kadar gidiyor; biyoloji ise yalnız canlılarla ilgileniyor. Biyolojinin alanı terk ettiği noktada da devreye yalnızca insanla ve insan topluluklarıyla ilgilenen sosyal bilimler; felsefe, tarih, sosyoloji, ekonomi, psikoloji vb. giriyor. Pozitif bilimlerde, hiç olmazsa, sınır bölgelerinde disiplinler arası bir kaynaşmadan söz edilebileceği görülüyor. Söz gelimi atom, hem fiziğin hem kimyanın; canlılar aleminin temel taşı olan organik madde de hem kimyanın hem biyolojinin ilgi alanı içine giriyor. Öte yandan, pozitif bilimlerle sosyal bilimler arasındaysa, kaynaşma bir yana, bir uçurumun varlığı hissediliyor. Sosyal bilimler alanında, psikolojinin çok kısıtlı ilgisi dışında hiçbir disiplin, hiç değilse biyoloji ile ilgilenme gereğini bile duymuyor. Üstelik bu disiplinlerin hemen hemen hiçbiri, tarihi, yazının keşfedildiği altı bin yıl öncesinden daha geriye götürmeye de yanaşmıyor. Bizzat tarih bilimi bile, evrimin şimdilik son aşaması sayılan modern insanın ilk ortaya çıktığı 50 bin yıllık sürece egemen olmayı dahi reddediyor ve yazının keşfedilmesinden bu yana geçen 6 bin yılla iktifa ediyor. Gerekçe, kuşkusuz, bilimsel bir disiplin olarak tarihin tahmine değil belgeye dayandırılması zorunluluğu... Bu gerekçenin elbette haklı bir yanı da var. Ama bir gerçek daha var: Bütün o atomaltı tanecikler, atomlar, moleküller ve madde; elementler, inorganik ve organik madde; hücreler; bunların oluşturduğu bileşikler ve tek hücrelisinden çok hücrelisine kadar bütün canlılar; bunların hepsi, hepsi bizatihi birer belge... Hatta yorumsuz oldukları ve bir bütünlük taşıdıkları için, evrendeki yegane ‘gerçek belgeler’ oldukları da söylenebilir. Evrenin bütün geçmişi, bütün tarih, bütün evrim, evrime yol açan değişimin mekanizması, evrenle ilgili herşey, canlı ve cansız maddenin ve enerjinin ve hareketin yapısında gizli... Ve eğer böyleyse, bu belgelerin hepsi birden gözden geçirilmeden, şu son altı bin yılın da sağlıklı bir biçimde çözümlenmesi mümkün olabilir mi? Ve eğer evrenin tarihi, dünü olduğu kadar bugünü ve yarını da kapsayan ve hiç değilse başına, bugüne kadarki gelişmesine ve sonuna dair bir kısım olasılıkların belli olduğu bir bütünlük arzediyorsa ve eğer evrim, 20 milyar yıl öncesinden bugüne uzanan ve bugünden de belki 20, belki 80 milyar yıl ötesine uzanacak olan kesintisiz bir süreçse; henüz birleşik bir kuram haline getirilmemiş olsalar bile, pozitif bilimler alanında saptanmış olan temel yasaların, tıpkı Marki de Laplace’ın bir zamanlar düşünmüş olduğu gibi, evrimin son halkası olan insanı ve insan topluluklarını konu alan sosyal bilimler alanında da geçerli olması gerekmez mi? Ve insan da atomlardan ve hücrelerden oluştuğuna, yani nevzuhur bir yaratık değil de büyük bir evrim sürecinin son halkası olduğuna göre, fizik, kimya ve biyoloji bilmeden (ve kuşkusuz fizik, kimya ve biyoloji kadar ekonominin ve hatta müziğin de ortak dili olan matematik bilmeden); enerji ile maddenin tarihini ve enerji ile maddenin yapısını bilmeden ve bu yeni bilgilerin felsefesini yapmadan; evrenin, kozmosu ve kaosu aynı anda kucakladığını, dolayısıyla bir olasılıklar evreni olduğunu ve bu durum gözönüne alınmadığı takdirde evrendeki ister psikolojik ister sosyal, ister siyasi ister ekonomik hiçbir oluşumun doğru değerlendirilemeyeceğini anlamak söz konusu olabilir mi? Dahası, insan kendi kendisini böyle bir gerçekliğin içinde değerlendirerek, evreni tanımlayacak birleşik bir kuram oluşturmak için çırpınıp duran astrofizikçilere de yardım etmiş olmaz mı? Hayır, hiç de zor değil!.. Artık bu ve benzeri bilgilere ulaşmak hiç de zor değil!.. Yepyeni bilgilerle zenginleşmiş olan bilime ilişkin yepyeni yorumları aktaran popüler bilim kitapları artık, Türkiye’de dahil birçok ülkede neredeyse her köşebaşında satılıyor. Bilim kurgu kitapları ise daha da yaygın... Ve bilim yazarlarına oranla daha özgür davranan bilim kurgu yazarları, 20. yüzyılda felsefenin boş bıraktığı yeri dolduruyorlar. En son bilimsel gerçekleri özgürce, cesaretle yorumlayarak geleceğe ilişkin ve olup bitenin nedenlerine ilişkin kuramlar oluşturuyorlar. Üstelik yine Türkiye dahil Dünya’nın her tarafında çok da ilgi çekiyorlar. *** Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 4 Nisan , 2012 Yazar Gönderi tarihi: 4 Nisan , 2012 *** 5. Bölüm... Düşünce... *** Bilim kurgu kitaplarında geleceğe ilişkin ve olup bitenin nedenlerine ilişkin oluşturulan kuramların hepsi de yalnızca bir takım olasılıklardan ibaret... Örneğin, Mars konusunda, yıllardan beri insanoğlunu oyalayan ve sonunda göz yanılgısından başka birşey olmadığı anlaşılan çizgisel Mars kanallarının etkisi altında kaldıkları için olacak ki, ilk kuşak bilim kurgu yazarlarının çok yanlış düşüncelere kapıldıkları görülüyor. O ilk kuşak bilim kurgu yazarlarının hemen hepsi Mars’ta canlıların yaşadığını, hiç değilse bir zamanlar yaşamış olduğunu düşünüyorlar. Bu varsayımsal canlıların bir kısmı çok sevimli, çok gelişmiş; Mars’ı sömürgeleştiren saldırgan insanlarla başa çıkmaya çalışıyorlar; bir kısmı ise, dünyayı istila etmeye kalkışan birer canavar ve insanlara acımasızca saldırıyorlar. Tabii Mars’a ilişkin yanlış kanılardan yalnız bilim kurgu yazarları sorumlu değil... Sir Fred Hoyle gibi çok ciddi bir bilim adamı da, muhtemelen dinsel inançları yüzünden geliştirdiği evrende durağan hal kuramına aşırı bağlılığından ötürü, dünyaya düşen göktaşlarından bazılarının Mars’tan geldiği inancının yayılmasında rol oynuyor. Sir Hoyle, büyük evrim sürecinin cansız maddeden canlı yaşama geçişi de sağlamış olabileceğini kabul edemediği için olsa gerek ki, dünyada canlıların varlığını, Mars’tan gelen göktaşları üstünde bulunan canlı hücrelere bağlamak istiyor. Ama bu arada, o canlı hücrelerin Mars’ta nasıl varolmuş olabileceği sorusu da yine açıkta kalıyor. Açıkta kalan bir başka soru da, milyarlarca yıl önce dünyaya düşmüş oldukları söylenen göktaşlarının üstünde, bu taşların Mars’tan geldiklerine dair ne gibi bir kanıt bulunduğu... Yani eğer taşların üstünde “made in Mars” yazısı yoksa, bu taşların Mars’tan geldiğinin nasıl kanıtlanabileceği (aslına bakılırsa bu konu biraz tuhaf; dünyaya milyarlarca yıl önce düşmüş ve yıllarca önce de bulunmuş olan taşlar, 2005 yazında, neden birdenbire, hem de inanılmaz yoğunlukta bir ilgi konusu oluverdiler, hiç anlaşılamadı) ... Carl Sagan ile Sojourner adı verilen araçların, bugünlerde Mars yüzeyinde yaptıkları çalışmalar bile tuhaf sonuçlara varılmasına neden olabiliyor. Kimi insanlar, Mars’ı bir zamanlar sellerin götürmüş olduğunu duyduklarında, bu sellerle Nuh Tufanı arasında ya da bu sellerle kayıp Atlantis ve Mü kıtaları arasında bir bağ kurulabileceğini düşünüyorlar. Amaç yine aynı: Yeter ki canlı yaşam dünya üstünde kendiliğinden başlamamış olsun!.. Başlamamış olsun da varsın atalarımız Marslı olsun!.. Aslına bakılırsa bu da bir olasılık elbette... Ama gerçekleşmiş olması zor bir olasılık... Çünkü evrensel yasalar gereği Mars’ın Dünya ile yaklaşık aynı zamanlarda ve benzer koşullarda gelişmiş olması gerekiyor. Yani bundan yaklaşık 4,5 milyar yıl kadar önce ve adım adım... Eğer Mars’taki seller, bundan 4 milyar yıl kadar önce değil de 3-5 yüz milyon yıl önce olmuş olsaydı, o takdirde evrimin Mars’ta da aynı biçimde, ama biraz daha hızlı geliştiği düşünülebilirdi. Ve karşı koyamadıkları bir sel felaketiyle yüzyüze gelen Marslılar’ın bir uzay aracına doldurdukları değişik türden çift çift hayvanlarla birlikte gelip Dünya’ya yerleştikleri... Halbuki 4 milyar önce oluştuğu anlaşılan seller, Dünya’da evrim süreci gelişip dururken Mars’ta evrim sürecinin hiç başlamamış olduğunun kanıtı gibi görünüyor. Zaten aynı yıldız sisteminde, yanyana iki gezegende birden aynı sürecin yaşanması da pek olası görünmüyor. Öte yandan 100 milyar galakside 100 milyar yıldız da, evrendeki tek canlı türünün insan olamayacağını gösteriyor. Böyle bir iddia da olasılık kurallarına hiç uymuyor. Dolayısıyla mitolojik ya da dinsel efsanelerin bir bölümünün, dünyaya gelip giden uzaylılarla ilgisi olması olasılığı hala var... Ama bu olasılık, ağır basan diğer olasılığı, insanı evrimin yaratmış olabileceği yönündeki olasılığı hiçbir şekilde bertaraf etmiyor. Zaten bilinmeyen bir gerekçeyle hiçliğin içindeki tek bir noktadan koskoca bir evren yaratan mucizesel bir sürecin, gide gide canlı yaşamı ve insanı ve düşünceyi de yaratmış olmasında, hiçbir tuhaflık ya da aykırılık da bulunmuyor. İşin güzel yanı şu: Böyle düşünsel olasılıkların, yani çeşitlenmenin ortaya çıkması, düşüncenin daha da evrimleşeceğinin bir göstergesi. Büyük evrim sürecinin son halkası olan düşünsel evrimin sürebilmesi için, çeşitlenmenin, yani çok sayıda değişiklik olasılığının ortaya çıkması lazım... Evrim, şimdilik hala, bu olasılıklardan, evrensel yasalarla en iyi uyum sağlayabilen yönünde ilerliyor. Ve adım adım ilerliyor. Ama günün birinde düşüncenin evriminde ileri aşamalara ulaşılabilirse, evrensel yasalara egemen olacak olasılıkların çoğaltılması da mümkün olabilir. Ve tek bir adım yerine birkaç adım birden atılabilir. Bu da bir olasılık... Hatta evrendeki kaçınılmaz yaşlanmanın, düşüncenin de sonu olmasının önüne geçmesi bile söz konusu olan bir olasılık... Bu evren bir çeşitlilik ve dolayısıyla bir olasılıklar evreni... Ama bu olasılıkların varlığı, artık kendisi de evrimsel bir birim oluşturmaya başlayan insanlığın ortak iradesine, belli sınırlar içinde kalmak kaydıyla önemli bir şans veriyor. Belli sınırlar içinde kalmak kaydıyla... Çünkü öyle görünüyor ki insan, kendi doğumunu nasıl belirleyemiyorsa, evrenin doğumuna ilişkin bir irade kullanma hakkına da sahip değil. Bu zamandan sonra böyle bir şey olması, zaten mantık açısından da mümkün değil... Ve insan, kendi ölümünün önüne nasıl geçemiyorsa, muhtemelen evrenin ölümünün önüne geçme konusunda da herhangi bir şansı yok... Ama eğer işler böyle gittiği taktirde, insan, belli bir yaştan sonra kendi hayatına ilişkin kararlar alma ve uygulama şansına nasıl sahip oluyorsa, insanlık da, belli bir aşamadan sonra, kendi yaşamına ilişkin ortak kararlar alma ve uygulama şansına sahip olacak gibi görünüyor. Tabii bu, yine yalnızca bir şans olacak... Bu şansı kullanıp kullanmamak, bu olasılığı değerlendirip değerlendirmemek ise insanlığa kalacak. Bu durumda, karamsarlık üretip eylemsizliği artırmak yerine, düşünsel evrimin sürmesini sağlayacak çeşitlenmelerin önünü açmak, evrimi daha da ileriye taşıyacak olasılıkların ortaya çıkmasına şans tanımak daha doğru değil mi? Ve düşünce özgürlüğü asıl bu demek ve bu nedenle de çok önemli demek değil mi? *** Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 4 Nisan , 2012 Yazar Gönderi tarihi: 4 Nisan , 2012 *** 5. Bölüm... Düşünce... *** Laplace Markisi: Belirlenirlik ve Belirsizlik Yoksul bir insan olarak doğan ama fizikte ve matematikte kendisini belli eden dehası sayesinde, sonraları ünvan sahibi, hatta Fransa içişleri bakanı bile olan Laplace Markisi, 19. yüzyılın başlarında evrenin bütünüyle belirlenebilir olduğu yönünde bir varsayım geliştirmiş. Hatta bununla da kalmamış ve insan davranışları da dahil olmak üzere evrendeki herşeyin bir takım yasalar dahilinde geliştiğini, dolayısıyla belirlenir olduğunu ileri sürmüş. Dinsel inançlara ters düştüğü için başlangıçta epeyce eleştirilen bu varsayım, yine de 20. yüzyılın başına kadar kabul edilebilir bir görüş olarak değerlendirilmiş. 20. yüzyılın başında bilim insanları yavaş yavaş evrende herşeyin birkaç basit yasayla açıklanamayacağını kavramaya başlamışlar. 1926 yılında Alman bilim adamı Werner Heisenberg, belirsizlik ilkesini geliştirince, Laplace’ın kuramı iyice gözden düşmüş. İlginç olan, Laplace Markisi’nin, daha 19. yüzyılın başında, bugün bilinenlerin milyonda biri bile bilinmezken, evrensel yasaların insan davranışları konusunda da geçerli olabileceğini sezmesi... Belki evrensel yasalar Laplace Markisi’nin umduğu kadar yalın değil ama, günümüzde, bu yasaların insan davranışlarını da etkiliyor olması gerektiğine işaret eden pek çok olgu var... Öyle ki, Asimov, Vakıf adlı ünlü dizisinde, gelecekte, psikotarih adını verdiği bir bilim dalı sayesinde, binlerce yıllık dönemler için insanların toplu halde nasıl davranacaklarının önceden kestirebileceğinin düşünü kuruyor. Üstelik bu düşün, belirsizlik ilkesiyle çelişen bir yanı da bulunmuyor. *** Alıntı
Önerilen İletiler
Katılın Görüşlerinizi Paylaşın
Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.