Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

HZ.MUHAMMED MUSTAFA


ahirzaman

Önerilen İletiler

PEYGAMBER

 

 

Sen, fikir kadar güzel;

Ve tek, birden daha tek !

Itrını süzmüş ezel ;

Bal sensin, varlık petek....

 

 

Sensin ölüme hisar;

Bâkisi hep inkisar...

Sar bizi, çepeçevre sar,

Rahmet rûzgarı etek !...

 

 

 

N.Fazıl

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • Cevaplar 129
  • Tarih
  • Son Cevap

Bu Başlıkta En Çok Gönderenler

Bu Başlıkta En Çok Gönderenler

Peygamber Efendimiz (s.a.v)

 

Aşağıdaki karşılaştırmada Efendimizi kabul edip dünyasına davet edenlerin neler kazanacağı ve O’nu dünyasından söküp atanların neler kaybedeceği kısaca özetlenmiştir.

 

 

Peygamber Efendimizden Önce:

 

• Kainat umumi bir matem yeriydi. Her şey amaçsız ve tesadüf gibi algılanıyordu.

• Bütün mevcudat (var edilmiş her şey) mana aleminde birbirine düşmandı.

• Bütün cansız varlıklar birer cenazeydi.

• İnsanlar ebedi yokluğa mahkum yetimler hükmündeydi. Öldükten sonra kendilerine ne olacağını açıklayacak, ruhlarındaki ölümün verdiği yok olmanın acısını dindirecek kimseleri yoktu.

 

Peygamber Efendimizden Sonra:

 

Yukarda özetlediğimiz konulara ait denklemler Efendimizin getirdiği hakikatlerle aşağıdaki hale dönüşmüştür.

 

• Kainat O’nun nuruyla birden şenlenerek çoşup taşan muhteşem bir zikir ve şükür mescidine dönüşmüştür. Her şey O’nun nuruyla mana kazanmıştır.

 

• Mevcudat artık birbirine düşman değil, kardeş olmuş, dost olmuştur.

(İnsanlar eskiden acaba bu güneş patlarda bize zarar verir mi, acaba yıldızlar gelip dünyamıza çarpar ve bizi yok eder mi ? şeklinde var edilmiş olanları düşman olarak algılamaktan kurtulmuştur. Çünkü O’nun nuruyla biliriz ki her şeyin dizgini Allah’ın elindedir. Her şey O’nun emrinde çalışır. Zarar da menfaatte Yüce Yaratıcının elindedir. O sebeple hiçbiri başıboş değildir. Demek ki korkmaya gerek yoktur. Örnekler artırılabilir. )

 

• Cansız varlıklar, cenaze hükmünden kurtulup, Allah’ın sonsuz hikmetine sahip olmuş, insanların emrine verilmiş birer memur mertebesine inkilab etmiştir. Her birisi başıboşluktan kurtulmuş ve Yaratıcısının Esmalarına ayine olma şerefine kavuşmuşlardır.

( Mesela bir çiçek solmaya yüz tutmuşken, Yaratıcısının Yaratma Sanatının güzelliğine ayna olması yönüyle artık bir memur olmuş ve yokluktan kurtulmuştur. Hayat bulmuştur. Amaçsızlıktan ve başıboşluktan kurtulmuştur.)

 

Ve tabi ki en büyük değişim biz insanların durumunda yaşanmıştır. Çünkü Var edilmişler içersinde en fazla donanıma sahip olanlar bizleriz.

 

İşte Hz.Muhammed (a.s)’in nurunun insanlığa lütfettiği en büyük kazanım şudur ki.

 

İnsanlar ebedi bir yokoluşla karşı karşıyadır. Dünyaya geliriz, sımsıkı buraya bağlanırız. Ailemiz, işimiz ve sevdiklerimiz olur. Müthiş bir temel kurarız burada. Ve asla bitsin istemeyiz. Uzun uzun hedeflerimiz vardır. Fakat hiç beklenmedik bir anda birden bütün işlerimizi bitiren bir ölüm gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalırız. Bizlere tercih hakkı tanınmaz. Tolerans gösterilmez. İşlerimizin çokluğuna ve fazlalığına bakılmaz. O an geldiğinde bir yardımcıda bulamayız. Peki ne olacak yok mu olacağız. ?

 

Öldükten sonra bize ne olacak…?

 

İşte Hz.Muhammed (a.s)’in nuru insanlığı ebedi bir yokoluşun çaresizliği karşısında yalnız bırakmaz, insanlığı bu çaresizliğinden alır, onu sonsuz saadetler ülkesi olan Cennet’e davetli aziz bir misafir rütbesine yükseltir.

 

Kısacası gecemize gündüze, kışımızı bahara çevirir.

 

Varlığının kaç bahara bedel olduğunu bilmeyenler, yokluğunun ıstırabını nasıl duysunlar Sevgili Efendim. ?

 

 

Buyurunuz var mısınız ? Ebedi bir yokoluşa sırt dönüp, sonsuz cennetlere davetli birer misafir olmak ister misiniz..?

 

Saygılarımla

 

Terapi

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

MEDİNE'NİN GÜLÜ

 

Andım yine Sen'i her şey yâdımdan silindi,

Hayalin gönlümün tepelerinde gezindi;

Bu bir serap olsa da hafakanlarım dindi..

Andım yine Sen'i her şey yâdımdan silindi.

 

Keşke her an aşkınla oturup aşkınla kalksam,

Ruhlar gibi yükselip de ufkunda dolaşsam;

Bir yolunu bulup gönlünden içeri aksam..

Keşke her an aşkınla oturup aşkınla kalksam.

 

Anladım vaslına ermek için artık çok geç,

Hicranla yanan gönlüm durmadan inleyecek;

İnleyip en taze hislerle hep bekleyecek..

Anladım vaslına ermek için artık çok geç...

 

 

Kalbim bir güvercin kalbi gibi titrerken adından,

Ne olur Sana ulaşmam için kanadından;

Bana bir tüy ver pervaz edeyim hep ardından..

Kalbim bir güvercin kalbi gibi titrerken adından.

 

Ey kupkuru çölleri cennete çeviren gül;

Gel o bayıltan renklerinle gönlüme dökül!

Vaktidir ağlayan gözlerimin içine gül!.

Ey kupkuru çölleri cennete çeviren gül!

 

Mecnûn gibi arkanda koşan kulun olayım,

Bir kor saç içime ocaklar gibi yanayım;

Sensiz geçen bu acı rüyadan kurtulayım..

Mecnûn gibi arkanda koşan kulun olayım..

 

Aklım uzakta kaldığı günleri saymakta,

Ruhuma sisli-dumanlı bir kasvet yaymakta;

Göster çehreni ki güneş gurûba kaymakta..

Aklım uzakta kaldığı günleri saymakta...

 

Son demde hiç olmazsa gurûbum tulû olsun,

Gönlüm ufkunun en taze renkleriyle dolsun;

Her yanda tamburlar çalınsın; neyler duyulsun..

Ne olur hiç olmazsa gurûbum tulû olsun..!

 

M.Fethullah Gülen

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Efendimiz (sas) insana değer verirdi

 

İnsanlarla başarılı bir ilişki kurmanın temelinde muhatabı ciddiye alma ve ona değer verme vardır. Herkes, sevilmek ve sayılmak ister. Peygamberimiz insanlara çok değer verir, insanlarla iç içe yaşar, onlardan biri gibi hayatını devam ettirirdi. İnsanlarla karşılaştığı zaman ilk selam veren kendisi olurdu; tokalaşır, hal ve hatırını sorardı. Söylenenleri dikkatle dinler, muhatabı ayrılmadıkça yüzünü ondan çevirmezdi. Enes b. Mâlik Peygamberimiz’in bu özelliğini şöyle ifade eder: “Hz. Peygamber biriyle karşılaşıp konuşmaya başlayınca o zat yüzünü çevirmedikçe o kimseden yüzünü çevirmezdi. Biri ile karşılaşıp da elini tutunca, adam elini bırakmadıkça, elini çekmezdi. Ashabı ile otururken ayaklarını asla uzatmazdı.”

 

Peygamberimiz, insana öncelikle insan olduğu için değer veriyordu. Bunun en güzel ve çarpıcı örneklerinden biri şudur: Bir gün Hz. Peygamber sahabeden bir grupla otururken yakınlarından bir cenaze geçmiş ve Peygamberimiz (s.a.v.) cenazeyi görünce ayağa kalkmıştı. Yanında bulunanlar, onun bir Müslüman cenazesi olmadığını, Yahudi cenazesi olduğunu söyleyerek, ‘ayağa kalkmanız gerekmezdi’ demek istemişlerdi. Onların bu sözü üzerine Hz. Peygamber: “Müslüman değilse insan da mı değil? cevabını vermişti.

 

O, insana verdiği önemin bir göstergesi olarak, ölülerin arkasından olumsuz konuşulmasını ve kabirlerin üzerlerine oturulmasını yasaklamıştır.

Efendimiz (sas) insanların dertleriyle ilgilenirdi

 

Peygamberimiz (sas), ashabının dertleriyle ilgilenir, onlardan yakın ilgisini esirgemezdi. Peygamberimiz, genel meselelerin yanında detayları da ihmal etmemiş ve insanların en küçük dertleriyle bile ilgilenmiştir. Resûlullah, yardım ederken bile muhatabını rencide edecek, üzecek ve minnet altında bırakacak en küçük bir tavırda bulunmamıştır.

 

İnsanların işlerine özen göstermeyenleri ciddi bir şekilde uyaran Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Kim bir müslümanın dünyadaki sıkıntılarından birini giderirse, Allah da onun kıyamet günü sıkıntılarından birini giderir. Kim darda kalmış birine kolaylık gösterirse, Allah da ona dünya ve ahirette kolaylık gösterir. Kim bir müslümanın kusurunu gizlerse, Allah da onun dünya ve ahiretteki kusurlarını örter. Kul, din kardeşine yardımcı olduğu müddetçe Allah da ona yardımcı olmaya devam eder.”

 

 

 

Efendimiz güleryüzlü idi

 

Gülümseme, tek kelimeyle "sevgi"dir ve "seninleyim" demektir. Peygamber Efendimiz sürekli güleryüzlü idi. O, hiç kahkaha atıp gülmemişti. Abdullah b. Hâris: “Resûlullah’tan daha çok tebessüm eden/O’nun kadar güleç yüzlü hiçbir kimseyi görmedim.” diyerek bu husus anlatır.

 

Cerir b. Abdullah da şöyle demiştir: “Resûlullah (s.a.v.) müslüman olduğum günden beri beni yanına girmekten men etmedi. Beni görüp yüzüme karşı tebessüm etmediği de olmadı.”

 

Hz. Âişe’nin anlattığına göre, bir adam Hz. Peygamber’le konuşmak istemişti. Adamın geldiğini uzaktan görünce: “Kavminin ne menfur adamı” buyurdu. Adam huzuruna gelip oturunca Resûlullah, iyi davranıp güler yüz gösterdi. Adam gidince Hz. Âişe bu tezadın sebebini sordu. Peygamberimiz: “Ey Âişe! Benim kaba davrandığımı hiç gördün mü? Kıyamet günü, Allah nazarında en fena kişi, şer ve belasından korkarak kendinden insanların kaçtığı kimsedir” buyurdular.

 

“Kardeşinin yüzüne gülümsemenden ötürü sana sadaka sevabı verilir.” “İyiliğin hiçbir çeşidini sakın küçümseme. Hatta kardeşini güler yüzle karşılaman bile olsa.” Mübarek sözleri de Efendimiz’e aittir.

 

Efendimiz (sas) selamlaşmaya önem verirdi

 

İnsanlara ilgi göstermenin, onlara önem ve değer vermenin en kolay fakat en etkili yolu selam vermektir.

 

“Allah katında en makbul insan, karşılaşmada selama önce davranandır.” buyurarak konuşmaya selamla başlamayı tavsiye eden Peygamberimiz karşılaştığı insanlara selam verirdi[1]. Çocuklara ve kadınlara da selam vermiş, Ehl-i kitaptan olan kimselerin ise selamlarını “Ve aleyküm” diyerek almıştır. “Selam, Allah’ın isimlerinden biridir. Onu yeryüzüne koymuştur. O halde onu aranızda yayınız.” buyurarak selamın önemine dikkat çekmiş ve “İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de olgun mümin olamazsınız. Size yaptığınızda birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selamı yayınız.” diyerek de selamlaşmanın toplum içerisindeki fertleri birbiriyle kaynaştırıp, birbirlerine karşı merhamet, şefkat ve sevgi duygularını geliştireceğine işaret etmiştir.

 

 

 

Efendimiz (sas) zengin fakir ayrımı yapmazdı

 

Peygamberimiz’in insanlarla münasebetlerinde dikkat çekici yönlerinden biri de kesinlikle zengin fakir ayrımı yapmamasıydı. O’nun nazarında zengin, fakir, büyük, küçük, efendi, köle; herkes eşitti.

 

İslam’ın ilk yıllarında Peygamberimiz’in çevresinde genellikle genç ve fakir kimseler bulunuyordu. İki Cihan Serveri, etrafını alan bu ilk kadronun, bu fakir insanların bir gün cihan çapında bir inkılap yapacak kadro olduğunu daha işin başında biliyor ve attığı her adımı ona göre atıyordu. Nitekim bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: “Fakirleri arayınız, onları görüp gözetiniz. Zira siz ancak fakirler sayesinde yardım görüyor ve rızıklandırılıyorsunuz.” Sahabeden Ebû Zer, Peygamberimiz’in kendisine tavsiyelerini anlatırken, bunlardan birinin, yoksulları sevip onlara yakın olmak olduğunu söylemiştir.

 

Peygamberimiz, o dönemde toplumda yaygın olarak bulunan köle ve cariyelere “kölem, cariyem” diye hitap edilmemesini, “delikanlım, gencim, oğlum” gibi ifadelerle hitap edilmesini istemiştir. Yine dikkat çekici bir hadiste, “Nice saçı başı dağınık, kapı kapı kovulan ve asla önemsenmeyen kimse vardır ki, (herhangi bir hususla ilgili) Allah’a yemin etse, Allah onu yemininde yalancı çıkarmaz.” buyurarak fakir bir dış görünüşün altında Allah katında değerli bir kalbin bulunabileceği hususunda uyarıda bulunmuş ve bizi dikkatli olmaya çağırmıştır. “İnsanlar Âdem’in oğullarıdır. Âdem’i de Allah topraktan yaratmıştır.” diyerek temelde insanlar arasında bir farkın olmadığını vurgulamıştır.

 

 

 

Efendimiz (sas) kimseyi incitmezdi

 

Peygamberimiz incelik, zerafet ve nezaket insanıydı. O’nun çevresine rahatsızlık verecek bir tavır ve davranışı yoktu. O, insanların gönüllerini alır, onları nefret ettirmezdi. İnsanlara güleryüzlü davranır, güzel muamele ederdi. Kötü huylu, kaba dilli ve katı kalbli değildi. Kimseyle çekişmez, kötü söz söylemez, kimseyi ayıplamazdı. Cimrilikten uzaktı. Hoşlanmadığı şeyle ilgilenmezdi.

 

O, son derece edepliydi. Çünkü ilahi terbiyeye mazhar olmuştu. O, insanlık için en mükemmel örnektir. Bu, O’nun gönderiliş gayesidir. Çünkü bizzat kendisi, “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” buyurmuştur. Kur’ân da, “Şüphesiz ki sen yüce bir ahlak üzeresin” diyerek bu hususu teyit eder.

 

Hz. Âişe diyor ki: Bir gün Allah Rasûlü odama girdi, kıbleye döndü ve ellerini açarak şöyle dua etti: “Allahım! Ben bir beşerim, şayet kullarından birini üzüp incitmişsem, beni bu yüzden cezalandırma.”

 

Peygamberimize yakınlığıyla bilinen Enes b. Mâlik anlatıyor: “Allah Rasûlüne on yıl hizmet ettim, bana hiç öf demedi. Yaptığım bir şey için “bunu niye yaptın?” yapmadığım bir şey için de “bunu niye yapmadın?” demedi.” Çünkü O, yine Enes b. Mâlik’in ifadesiyle, insanların en güzel ahlaklısı idi.

 

Peygamberimiz, ideal müslümanı şöyle tarif etmiştir: “Müslüman, dilinden ve elinden, diğer Müslümanların zarar görmediği (incinmediği) kimsedir.”

 

Rasûlüllah (sas) ayrıca, bir müslümanı inciten/eziyet eden kimsenin kendisine eziyet etmiş olacağını, kendisine eziyet edenin de Allah’a eziyet etmiş olacağını belirterek, Müslümanları incitmeme konusunda uyarmıştır.

 

 

 

Efendimiz (sas) vefalı idi

 

Vefakârlık, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in en önde gelen özelliklerinden biriydi. Onun bu özelliği, ilk eşi ve çile yoldaşı Hz. Hatice’nin şahsında âdetâ billurlaşır. İşte bu sebeple Nebiyy-i Muhterem Efendimiz onu her fırsatta anar, hatırasını yâd ederdi.

 

Peygamberimiz’in Hz. Hatice’ye olan vefasını Hz. Âişe’den nakledilen şu hadisten anlıyoruz. Hz. Âişe şöyle demiştir: Peygamber aleyhisselâm’ın hanımlarından hiçbirini Hatice’yi kıskandığım kadar kıskanmadım. Üstelik onu (Resûl-i Ekrem’in yanında) hiç görmedim. Fakat Resûl-i Ekrem onu sık sık anardı. Bir koyun kesip etini parçaladığında, çoğu zaman Hatice’nin dostlarına gönderirdi. Bazen (dayanamayıp) Resûlullah’a: Sanki dünyada Hatice’den başka kadın kalmadı! Derdim. Resûl-i Ekrem: “O şöyle şöyleydi” diye özelliklerini sayar ve “Çocuklarım ondan oldu”, derdi.

 

Peygamberimiz, süt annesine karşı da vefalı davranmıştır. Yıllar sonra, Mekke fethinden sonra, süt annesi Halime, ziyarete gelince üstüne oturması için ridasını sermiş ve ona hürmet etmiştir. Süt kardeşi Abdullah gelince de ayağa kalkmış ve onu da elbisesinin üzerine oturtmuştur. Yine Hevazin esirleri arasında getirilen süt kardeşi Şeyma’ya da ikramda bulunmuş, onunla ilgilenmiş ve kavmine dönerken değişik hediyeler vererek uğurlamıştır.

 

Yine o, kendisine evlerini ve yurtların açan Ensar’ı her vesileyle sitayişle anar ve onlara hayır duada bulunurdu. Mekke fethedilince Resûlullah’ın Mekke’de kalacağı endişesine kapılan Ensar’a, “Hayatım da ölümüm de sizin yanınızda olacaktır” demiştir. Peygamberimizin vefasını gösteren bu sözler Medineli Müslümanların endişelerini gidermiş ve gönüllerini rahatlatmıştır.

 

 

 

Efendimiz (sas) misafire ikram ederdi

 

İbn Sa’d’ın kaydettiği bir rivayete göre Ebû Hureyre, “Resûlullah da aç kalıyordu”, diye bahsedince A’rec, bu açlığın nasıl olduğunu sorar. Ebû Hureyre de, gelip gidenin ve misafirin çok olmasından dolayı ve ondan hiç ayrılmayan bir grup insanların bulunmasından kaynaklandığını, ayrıca, Resûlullah’ın beraberinde ashabı ve ehl-i suffa olmadan hiç yemek yemediğini söyler.

 

Peygamberimiz, fakirlik ve sıkıntı çeken ashabına karşı her fırsatta ikramda bulunurdu. Peygamberimiz’e Arabistan’ın her tarafından ziyaretçiler ve elçiler gelirdi. Peygamberimiz onlarla mutlaka ilgilenir ve eldeki mevcut imkanlarla onların ağırlanmasını temin ederdi.

 

Peygamberimiz Medine’ye gelen heyetlerin ağırlanması için bazı sahabîleri görevlendirmiş, onlar için yol azığı hazırlatmış ve hediyeler vermiştir.

 

Misafirlerini en iyi şekilde ağırlayan ve onlara ikramda bulunan Peygamberimiz misafire ikram etmeye teşvik etmiş ve misafirini ağırlamayanda hayır olmadığını söylemiştir. “Misafirin bulunduğu eve hayır, bıçağın devenin hörgücüne ulaşmasından daha çabuk ulaşır” buyurarak misafir olan evde hayır ve bereket olacağına işaret etmiştir.

 

 

 

Efendimiz (sas) çocukları çok severdi

 

Peygamberimiz çocuklarını ve torunlarını öper, okşar ve çok severdi. Çocuklara karşı şefkat ve merhametle muamele ederdi. Bu anlayışın bütün Müslümanlar tarafından benimsenmesi ve hayat tarzı haline getirilmesi için de “Küçüklerimize merhamet etmeyen ve büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir.” buyurmuştur.

 

Peygamberimiz Arap kadınlarının en hayırlılarının saliha Kureyş kadınları olduğunu belirtmiştir. Bunun gerekçesini de, “Onlar çocuklarına karşı son derece şefkatli ve düşkündürler, kocalarının sahip olduğu şeyleri de en şekilde korurlar” şeklinde ifade etmiştir.

 

Peygamberimiz çocuklara karşı yumuşak davranır, asla sert olmazdı. Peygamberimiz, her fırsatta çocuklara karşı sevgisini gösterir, onlarla ilgilenir ve karşılaştığında selam verirdi.

 

Görüldüğü gibi, Peygamberimiz çocuklara karşı son derece şefkatli davranmış ve onlarla yakından ilgilenmiştir. Peygamberimizin bu konudaki uygulamaları, çocukların şahsiyet oluşumuna, topluma uyum sağlamalarına ve küçük yaştan itibaren eğitilmelerine de katkı sağlamaktadır. Modern psikolojinin önemle üzerinde durduğu konuların başında, insan şahsiyetinin çocuk yaştan itibaren oluştuğu gerçeğinin geldiği düşünülecek olursa, Peygamberimiz’in davranış tarzının önemi daha iyi anlaşılmaktadır.

 

 

 

Efendimiz (sas) hastaları ziyaret ederdi

 

Peygamberimiz hasta ziyaretine önem verirdi. Sahabe-i Kiram’ın büyük küçük hepsiyle ilgilenir, durumlarını sorar ve hasta olanları ziyaret ederdi. Hasta ziyaretinde kadın, erkek ve çocuk ayrımı yapmazdı.

 

Hz. Peygamber (s.a.v.) hastalandığı zaman torunu Ümame’yi ziyaret etmiş ve gözlerinden yaşlar akmıştı. Ağlamasını yadırgayan bir sahabîye de, “Bu bir rahmettir ki, Allah onu kullarından dilediğinin kalbine koyar. Allah ancak kullarından merhametli olan kimselere merhamet eder” diye cevap vermiştir.

 

Peygamberimizin Müslümanların yanı sıra gayr-i müslim hastaları da ziyaret ettiği olurdu. Kendisine hizmet eden bir Yahudi çocuğunu ziyaret etmiş, ondan Müslüman olmasını istemiş, çocuk da Müslüman olmuştur. Peygamberimiz, münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selûl’ü de hastalandığı zaman ziyarete gitmiştir.

 

Peygamberimiz kendisi hastaları ziyaret ettiği gibi sahabîlere de hasta ziyaretini tavsiye etmiştir. Hasta ziyaretlerinde hastalara dua etmiş ve moral vermiştir. Ümmetine de hasta ziyaretlerinde moral vermeyi tavsiye etmiştir. Bunların yanı sıra hastalardan tedavi olmalarını istemiştir.

 

 

 

Efendimiz (sas) hediyeleşirdi

 

Peygamberimiz hediyeleşme üzerinde ısrarla durmuştur. Hediyeleşmenin sevgiyi artırdığına dikkat çeken Peygamberimiz (sas) hem hediye alır hem de karşılığında bir şeyler hediye ederdi. Hediyeleşmenin insanları nasıl birbirine yaklaştırıp sevdirdiğini anlatmak için de: “Hediyeleşiniz; zira hediye, kalbdeki kin ve nefreti yok eder” buyurmuştur. Verilen hediyenin küçük görülmemesini ve kabul edilmesini istemiştir.

 

Peygamberimiz hediyeye mutlaka karşılık verilmesini tavsiye etmiştir: “Kime bir hediye gelirse, karşılıkta bulunsun. Verecek bir şeyi olmazsa senâda bulunsun. Kim senâda bulunursa teşekkür etmiş olur. Kim de (senâ etmez) ketmederse nankörlük etmiş olur”

 

Peygamberimiz özellikle kendisine gelen heyetlere hediye vermeyi ihmal etmezdi. Bu tarz hediyelerin öneminden dolayı ölüm döşeğinde şu tavsiyede bulunmuştu: “Size gelecek heyetlere, benim yaptığım şekilde hediye verin.” Çünkü kendisi hediyeyle pek çok gönle girmiş ve hediyeyi İslam’ın anlatılması ve sevdirilmesinde önemli bir vesile olarak kullanmıştır.

 

Her konuda olduğu gibi insanlarla ilişkilerin nasıl olması gerektiği hususunda da en güzel örnek olan Efendimiz’den (sas), O’nun sünnetinden, sözlerinden ve hayatından alınacak çok dersler vardır.

 

gulm5vi.jpg

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

"-Allah'ın en sevdiğine bir salat ve selam niyetine."

 

 

 

HAYATA AİT ELİMİZDE her ne ki güzel bir şey var bu nerden gelmiştir?

 

 

Bütün hayırlar, güzellikler Onun ikramıdır. Ve siz bütün güzelliklere ve hayırlara en güzel vesile olansınız.

 

 

Siz işte bu yüzden bize verilen bu güzelliklerin, hayırların, kemalin içindesiniz. 1400 yıl geride kalmadınız. Size ihtiyacımız buraya bedeninizle gelmeniz değil. Bizi bedeninizle kapımızı çalıp ziyaret etmenizi de arzuluyor değiliz.

 

 

Çünkü siz zaten burdasınız. O kadar çok burdasınız ki.

 

 

Bakın. Sağ eliyle yemek yiyorsa bir insan ve bunu siz yaptığınız için yapıyorsa bu eylemin içinde siz varsınız. Bir çiçeği incitmeyen bir insan davranışındaki bu nezihliği sizden başka kimden öğrenmiştir ki?

 

 

Ayı neden seviyoruz biliyor musunuz? Siz sevmeseydiniz ayı nasıl sevebilirdik? Gecenin vakti gözlerinizi dikip “Seni Yaratanla beni yaratan aynı” dediğiniz için gözlerimiz gökyüzüne çevriliyor. Her ayı seyredişimizde aydaki nur sizin nurunuzun tecellisidir. Ve nurunuzla siz burdasınız. Yoksa ayı seyretmenin bir anlamı olur muydu? Ya da aydaki anlamı biz başka nasıl bulurduk?

 

 

Siz buradasınız. Yemeğe başlarken bismillah dememizde. Namaza başlama biçimimizde. Namazdan sonraki dualar sizin dualarınız değil mi? Cevseni neden okuyoruz ki? Cevsenin her bir satırında siz burada değil misiniz?

 

 

Siz tamda hayatımızın merkezindesiniz.

 

 

Evimize girerken sağ adımımızı atmamızdasınız. Ağzımızdan nazik sözcüklerin çıkmasındasınız. İhtiyacı olan bir insanın ihtiyacını gidermemiz sizin kalbinizdeki merhametin bir sonucu değil mi? Hayat yolunda eğer zerre kadar doğruluğun içindeysek bu doğrulukta siz yok musunuz?

 

 

Hayatımızdaki her iyiliğin sizin nurunuzdan çıktığının farkındayız ve bu kalbimizi kalbinize bağlıyor.

 

 

Eğer bir insan bizden korku değil emniyet, düşmanlık değil kardeşlik ve dostluk hissediyorsa bu sizin burada olmanızdandır. Siz kainatın en emniyet duyulacak insanıydınız. Biz de sizin yolunuzda düşe kalka da olsa yol almaya çalışan yolcular.

 

 

Sizi özlüyoruz evet. Ama her özlemimiz size benzemek için gösterdiğimiz gayretimizle, sizin gibi yaşayabilme tutkumuzla gideriliyor. Çünkü siz “güzel ahlak” idiniz. Biz de güzel ahlakı hallerimize kattıkça o hallerin içinde sizi buluyoruz.

 

 

Sizi istersek birçok şeyle hatırlarız. Hayata bakışınızda, çocuğunuzu sevme biçiminizde, ayı seyrederken ağzınızdan dökülen sözlerle, Rabbinize tanıklık etme biçiminizle, giyim biçiminizle, dişlerinizi günde birden çok misvakla temizlemenizle.

 

 

Ve sizi her hatırlamamız gerçekte Onu hatırlamaktır. Sizin hayatınızda Onu bir an bile unuttuğunuz olmadı değil mi? Bu sizin hayattaki en büyük onurunuz oldu. Biz de sizi hayatımızı katmakla onurlanıyoruz.

 

 

Bize ne umud veriyor biliyor musunuz? Biz de sizin dünyanızda çok önemli olduk. Bizim üzerimize o kadar titrediniz ki. Sizin ne çok dualarınızdaydık. Hüzünlerinizde, acılarınızda, şefkatinizde, merhametinizdeydik. Size sonsuz karşılık vermek isterdik. Biz size sonsuz karşılık verecek takatte değiliz. Ama Rabbimizden size sonsuz karşılık vermesi için duadayız.

 

 

Hayatımıza elimizden geldiğince sizi katmaya çalışıyoruz. Daha çoğunu yapmak isterdik. Bu niyete sahibiz.

 

 

Kalbimizin size olan özlemini gidermemiz için kalbimize yardım edecek misiniz?

 

 

Bu hayatta olmayabilirsiniz. Ama hayatımızdasınız.

 

 

Sizi her özlediğimizde sizin yaşam tarzınızı yaşam tarzı kılma gayretimiz ruhumuzu teskin edecek. Biz size tutundukça siz de bizi ebediyete taşıyacaksınız. İşte o zaman bütünüyle özlemimiz gidecek.

 

 

Sizinle ebedi olarak özlem gidermenin bir bedeli olmalı değil mi? Ve biz inşaallah bu bedeli onur duyarak ödeyip size hem şimdi hem de öteki dünyada kavuşacağız.

 

 

Seni çok seviyoruz Sevgili Efendim...

 

Saygılarımızla

 

Terapi

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

İnsanlığın İftihar Tablosu (sav) muhasebe insanıdır. Ümmeti için en güzel örnek olan Allah Resûlü (sav), "Bildiğimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız." (Buhari, Kusûf, 2; Müslim, Salât, 112; Tirmizi, Kusûf, 2; İbn Mâce, Zühd, 19), yani "yataklara girip yatamaz, ağzınıza koyduğunuz lokmayı yutamaz ve bir yudum su içemezdiniz." buyurmuş ve bir sahabinin yorumu çerçevesinde: "Keşke kesilip biçilen bir ağaç olsaydım." (Tirmizi, Zühd, 9; İbn Mâce, Zühd, 19) gibi mülahazalarla sorumluluğun ağırlığını çevrelerine duyurmaya çalışmışlardır.

 

İki Cihan Güneşi (sav), şahsi hayatının her ânını, muhasebe duygu ve düşüncesine bağlı yaşadığı gibi bu çizgide, yer yer insanlığa yapacağı ihtarlarını da ilk defa kendisine en yakın olanlarda ortaya koymuş ve başkalarına diyeceğini onları muhatap alarak seslendirmiştir. Nitekim bir gün O (sav), en uzak daireden başlayıp, en yakın daireye kadar, bütün yakınlarını çağırdıktan sonra, "Ey Kâ'b b. Mürreoğulları, Ey Abdimenâfoğulları, Ey Abdülmuttaliboğulları!" diyerek onlara ayrı ayrı seslenmiş ve "Nefsinizi Allah'tan satın almaya bakın; zira ben, ahirette sizin adınıza bir şey yapamam!" (Buhari, Vesâyâ, 11; Tefsir (26), 2; Müslim, İman, 348–352) buyurarak herkesin kendinden sorumlu tutulacağını hatırlatmıştır.

 

Evet, "Her nefis, kazandığına karşılık bir rehindir." (Müddessir, 74/38) fehvasınca, her insanın nefsi tıpkı rehin emtia (mal) gibi ipotek altındadır. Kişi, çalışıp kazanacak, kazandığı şeyleri Allah yolunda sarfedecek ve nefsini ipotek olmaktan kurtaracaktır. Efendimiz (sav) işte, bu noktadan hareketle, kendisine en uzak kabile ve oymaktan başlayıp, tedelli (en genişten en dar daireye gelme) yoluyla sözü en yakınlarına doğru çekerek şöyle buyurmuştur: "Ey Allah Resûlü'nün halası Safiyye! (Sen de nefsini Allah'tan satın almaya bak; zira) ahirette senin adına da bir şey yapamam!" (Müslim, İman, 349–350)

 

Safiyye (ra) ki, Hz. Hamza'nın (ra) kız kardeşi, Allah Resûlü'nün "Havarim" buyurduğu Hz. Zübeyr'in (ra) anası, (Buhari, Cihad, 40–41; Müslim, Fezâilu's–Sahabe, 48) zalim Haccac'a karşı Kabe'yi müdafaa ederken, asılmak suretiyle şehid edilen Abdullah b. Zübeyr'in babaannesi (İbn Hacer, İsâbe, 2/309–311) ve bütün bunlardan öte o, İnsanlığın İftihar Tablosu'nun (sav) öz halasıdır. Bunlara rağmen, İki Cihan Serveri, ona da nefsini Allah'tan satın almasını söylüyor ve Allah nezdinde onun adına da bir şey yapamayacağını bildiriyor. Dahası O (sav), kendi kızı, ciğerparesi ve peygamberlik günlerinin gönül meyvelerinden Hz. Fatıma'ya (ra) bile "Ey Muhammed'in kızı Fatıma! (Sen de nefsini Allah'tan satın al; zira) ahirette senin adına da bir şey yapamam." (Buhari, Vesâyâ, 11; Tefsir (26), 2; Müslim, İman, 348–350) buyurarak sorumluluğun şahsiliğine dikkat çekiyor ve herkesi dikkatli yaşamaya çağırıyor.

 

Fatıma (ra) ki, Allah Resûlü (sav) tarafından "Fatıma benden bir parçadır." (Buhari, Fezâilu'l–Ashab, 12, 16, 19; Müslim, Fezâilu's–Sahâbe, 93–94) buyurulan; cennet kadınlarının efendisi olduğu (Buhari, Fezâilu'l–Ashâb, 29; Tirmizi, Menâkıb, 30) bildirilen; kendisinden sonra gelecek olan ekser evliya ve asfiyanın onun nurlu neslinin semeresi olan müstesna ve yüce bir kadındır.

 

Evet işte İslam, böylesine büyük bir mesuliyet ve vazife şuuruyla gelmiş, herkesin yapması gereken vecibeleri hatırlatmış ve ehl–i kitabın kuruntularına kapılmamayı emretmiştir. Evet her fert, sa'y u gayret meydanı olan bu dünyada ne yapmışsa Cenab–ı Hakk'ın huzuruna onunla çıkacak, durumu mizanda o amellerle değerlendirmeye tabi tutulacak ve neticede ya cennete yürüyecek yada esfel–i sâfilîne sükût edecektir. Kitap ve sünnet gibi kaynaklarıyla İslam, herkese belli sorumluluklar yükler. Toplumun hemen her ferdine, bulunduğu yer itibariyle yapması gereken bir kısım mükellefiyet ve vazifeler yüklenmiştir. "Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden mesulsünüz. İmam çobandır ve güttüğünden mesuldür. Erkek ailesinin çobanıdır o da elinin altındakilerden mesuldür. Kadın da, kocasının evinde çoban gibidir, o da yeddiklerinden mesuldür. Hizmetçi de, efendisinin malından sorumlu ve sürüsünden mes'uldür..." (Buhârî, Ahkâm 1, Cum'a 11, İstikrâz, 20, Itk, 17,19, Vesâya, 9, Nikâh 81, 90; Müslim, İmâret 20; Tirmizî, Cihâd, 27; Ebû Dâvud, İmâret, 1) hadisinde ifade edildiği gibi, herkes bir çoban ve herkes güttüğünden sorumludur.

 

Dolayısıyla herhangi bir noktada, başkalarından önce Hak ve hakikate uyanmış, imanla tanışmış bir talebe, öğretmen yada esnafın çevresindeki arkadaşlarına karşı bir kısım sorumlulukları vardır. Böyle biri, sahip olduğu bütün imkanları kullanarak henüz imana tam uyanmamış arkadaşlarına Hak ve hakikatları anlatmalı, onların ellerinden tutarak, kendisinin teneffüs ettiği o temizlerden temiz iman atmosferi içine çekmeli; Cenab–ı Hak ve Efendimiz'i (sav) onların ruhlarına duyurmaya çalışmalıdır. Yine herhangi bir müessesede memur olarak çalışan bir kimse, çalıştığı iş yerindeki arkadaşlarına aynı hakikatları anlatmalı ve ölüm soluklayan ruhlara yeniden dirilişin yollarını göstermelidir. Aslında böyle bir çalışma, aynı şekilde toplumun her kesiminde artan bir ivmeyle sürdürülmeli ve herkes nerede bulunursa bulunsun, kendisine kucak açacak muhabbet dolu bir sine bekleyen kitleleri sevgi ve hoşgörüyle bağrına basmalıdır. Bizim, bu misyonu mazide tam ifa eden insanlara yaptığımız gibi geleceğin nesilleri de, ilk kuruluşun temsilcileri sayılan Ashâb–ı Kiram'dan (ra) sonra, bu ikinci dirilişin mümessillerini yürekten alkışlayacak ve tarihin altın sayfalarına kaydedeceklerdir.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Cibril(as) efendimize cehennem öyle bir ateştir ki onda zerre kadar bir delik olsa ondan çıkan hararetten yeryüzündeki herkes ölür.Ve onun öyle bir zebanisi vardır ki onu görseler yeryüzündekiler dayanamaz hayatını kaybederler.

HZ. Muhammed(sas) cebrailde bir kase görmüştür ve onun ne olduğunu sorunca Cebrail de onun ümmetinin göz yaşı olduğunu söyler ve cehennem ateşini Allah korkusundan aşktan dökülen göz yaşıdan başka hiç birşeyin söndürmeyeceğini belirmiştir.Bunun üzerine HZ. MUhammed (sas) ümmeti için ağlar

Efendimiz dönerken yolda kahkahalarla gülenleri görür ve onlara

"Bildiğimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız." (Buhari, Kusûf, 2; Müslim, Salât, 112; Tirmizi, Kusûf, 2; İbn Mâce, Zühd, 19),

der

 

Onlarda bunun telafisi ni sorunca "Güldüğünüz kadar ağlayın der"

acaba yapıyormuyuz?

 

Yarın yevmi kıyamette herkes acı çekerken bazı insanlar gayet rahat olcaklar melekler onlara neden bu kadar rahat olduklarını sorunca onlarda diyecektirki bizim amelimiz çok azdır sadece farz olan ibadetlerimizi yapardık bir Allah(cc) adını duyduğumuzda bensimiz sararır HZ.Muhammed(sas)adını duyduğumuzda gözlerimiz yaşarırdı derler.

kaynak:Hadis ışığında DÇ Nihat Hatipoğlunun sohpetlerinden alıntıdır.

 

 

CEHENNEM

Ayet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:

"Ya Muhammed! O küfredenlere de ki:

'Siz, yakında mağlup edilecek ve toplanıp cehenneme sürüleceksiniz.' O, ne kötü bir döşektir." (Al-i imran:12)

 

"Suçluları suya götürür gibi cehenneme süreriz." (Meryem:86)

 

Cehennem üst üste yedi tabaka halindedir. Her birinin ayrı ayrı kapısı vardır. Cehennemlikler küfür ve isyanlarına göre oralarda azab görürler. Üstten aşağı doğru inildikçe ateşin şiddeti artar.

 

Birinci tabaka en üsttedir. Oraya, iman etmekle beraber, büyük günah işleyen, kul hakkına tecavüz edip hak sahibiyle helalleşmeden ve tevbe etmeden ölen müslümanlar girerler. Orada günahları nisbetinde azab görerek günahlarının kefaretini ödeyenler, buradan çıkarılarak cennete alınırlar.

 

Cenab-ı Fahr-i Kainat (s.a.v) Efendimiz Hadis-i Şerif'lerinde:

"Cehennemde en hafif ceza gören kimsenin; iki ayağının çukurlarına iki kor parçası konulacağını, onların tesiriyle beyninin bakır tencere gibi kaynayacağını" haber vermiştir.(Buhari)

 

 

Ne doğan günün hükmü geçer.

Ne halden anlayan bulunur.

Ah aklımdan ölümüm geçer.

Cahit Sıtkı TARANCI

 

MUTU KABLE ENTE MUTU!! (ÖLMEDEN ÖNCE ÖLÜNÜZ!!)

 

Ya Rabb! Beni hangi halle görmekten hoşlanırsan, o halle hallendir.(Amin)

Allah'ım bana cehennem ateşini söndürebilecek kadar gözyaşı ver!!(Amin)

Cennet ucuz değil; cehennem dahi lüzumsuz değil.

Bediüzzaman Said Nursi

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Onk. Dr. Haluk Nurbaki Ben, 40 yıllık bir kanser uzmanı olarak maddeyi aşan sayısız

olayla karşılaştım ve bunları, o olaya şahit olanlarla birlikte belgeleyerek özel bir arşiv yaptım. Bunlardan 1976 yılında yaşanmış bir olayı size nakletmek istiyorum.

 

Kanser hastanesinde başhekimken Serap adında genç bir hanim hastam vardı. Bu hastam göğüs kanserine yakalanmış ve tedavi için yurt dışına gitmek istemesine rağmen, bazı formaliteler sebebiyle o imkanı

bulamamıştı. Serap'ı özel bir ilgiyle bizzat ben tedavi altına aldım.

Ve kısa bir sure sonra da Allah'ın izniyle iyileştiğini gördüm. Ancak Serap'ın da bütün diğer kanserliler gibi ilk 5 yıllık sureyi çok dikkatli geçirmesi gerekiyordu. Bir iş kadını olan Serap, 4 yıl kadar sonra bir ihale için

İzmir'e gitmek istedi. Kış aylarında olduğumuz için uçakla gitmesi şartıyla kabul ettim. Maalesef bilet bulamamış ve benden habersiz bindiği otobüsün kaza geçirmesi üzerine 6 saat kadar mahsur kalmış.

Dönüşünden kısa bir süre sonra kanser, kemik ve akciğerine yayıldı. Serap bacak kemiklerindeki metasız nedeniyle yürüyemez hale gelirken, hastalığın akciğerdeki tezahürü sebebiyle de devamlı olarak

oksijen cihazı kullanıyor ve söylediği her kelimeden sonra ağzını o cihaza yapıştırarak nefes almak zorunda kalıyordu. Evine gittiğim gün, yine güçlükle konuşarak:

--Doktor bey, dedi. Ben size...dargınım.

 

--"Niçin?"diye sordum.

 

Siz...dindar...bir...insanmışsınız...niçin...bana...da,Allah'ı...olumu...ahreti..anlatmıyorsunuz?"

Dini inançlarının çok zayıf olduğunu bildiğim için bu

teklifi karşısında oldukça şaşırdım. O'nu üzmemeye çalışarak:

 

--"Doktora ulaşmak kolaydır dedim. Parayı bastırdın mıistediğine tedavi olursun. Ancak iman tedavisi için gönülden istek duymalısın..."

 

Konuşmaya mecali olmadığından "ben o isteği duyuyorum"manasında başını salladı. Artık ümitsiz bir tıbbi tedavinin yanı sıra, ebedi hayatin ve saadetin reçetesi olan iman derslerimiz başlamış ve songünlerini yasayan

 

Serap için bu dersler "hızlandırılmalı öğretime" dönmüştü.Anlattığım iman hakikatlerini bütün ruhuyla mecz ediyor ve arada bir soru soruyordu.

 

Vefatına bir hafta kala:

 

--"Doktor bey, dedi. Ben...ölürken...ne...söylemeliyim ?"

 

--"Senin durumun çok özel" dedim. Kelime-i Şahadet sana uzun gelir. O anı fark edince Muhammed (s.a.v) sana yeter."

>>>

O, haliyle tebessüm ederek yine başını salladı. Çok ıstırabı olduğu için Serap'a sürekli morfin yapıyor ve O'nu uyutmaya çalışıyorduk. Ben, bir iş seyahati sebebiyle bir müddet ziyaretine gidemedim.

 

Dönüşümde annesi telefon ederek:

 

--"Serap, bir haftadır morfin yaptırmıyor." Dedi. "Sabahlara kadar inliyor ve çok ıstırap çekiyor.

 

"Hemen eve gittim ve iğne yaptırmamasının sebebini sordum.

Aldığım cevabı hala unutamıyor ve hatırladıkça ürperiyorum.*"Ya morfinin tesiriyle ölüme uykuda yakalanır ve son nefeste "Muhammed"diyemezsem *

İşte Serap, böyle bir hanımdı. Bu arada benden istihareye yatmamı ve eğer bir kaç gün daha ömrü varsa , son günü uyanık kalacak şekilde morfin yaptırılmasını rica etti. Ben hiç adetim olmadığı halde cuma

gününe rastlayan o gece istihareye yattım ve Serap'ın acizliği hürmetine olacak ki Salı gününe kadar yaşayacağına dair işaret sezdim. Ertesi gün O'na: --"Hiç korkma!" dedim. "İğneyi vurdurabilirsin."Ve Serap bir veda niteliği taşıyan bu görüşmemizde son sorusunu da sordu:

 

--"Doktor bey...Azrail...bana...nasıl...görü...necek?"

 

--"Kızım," dedim. "O bir melek değil mi?Hiç merak etme, sana yakışıklı bir prens gibi gelecektir."Salı günü Serap'ın ağırlaştığı haberini alınca hemen eve gittim. Ancak vefatına yetişememiştim. Ailesi

tam manasıyla perişandı. Sadece kendisine uzun müddet bakan dindar bir hanım akrabası ayaktaydı ve beni görünce yanıma gelerek:

 

--"Doktor bey, biliyor musunuz , bu evde biraz önce bir mucize yaşandı!" dedi ve devam etti:

--Serap, bir saat kadar önce oksijen cihazını attı ve yataktan

kalkması imkansız" denmesine rağmen kalkarak abdest aldı, iki rekat namaz kıldı. Bütün ev halkı hayretten donup kaldık. Ve kelime-i Şahadet getirerek vefat etmeden biraz önce de;

 

-- '' Doktor Beye söyleyin.Azrail O nun söylediğinden de güzelmiş !

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

BÖYLE BİR DOSTUNUZ OLDUMU HİÇ??

 

Daima düşünceliydi.

Susması konuşmasından uzun sürerdi.

Lüzumsuz yere konuşmaz; konuştuğunda ne fazla, ne eksik söz kullanırdı.

Dünya işleri için kızmazdı.

Kendi şahsı için asla öfkelenmez ve öç almazdı.

Kötü söz söylemezdi.

Affediciliği tabii idi.

 

 

İntikam almazdı.

Düşmanlarını sadece affetmekle kalmaz, onlara şeref ve değer de verirdi.

Kendisini üç şeyden alıkoymuştu: Kimseyle çekişmezdi.

Çok konuşmazdı.

Boş şeylerle uğraşmazdı.

Umanı umutsuzluğa düşürmezdi.

Hoşlanmadığı bir şey hakkında susardı.

Hiç kimseyi ne yüzüne karşı, ne de arkasından kınar ve ayıplardı.

Kimsenin kusurunu araştırmazdı.

Kimseye hakkında hayırlı olmayan sözü söylemezdi.

Yanında en son konuşanı ilk önce konuşan gibi dikkatle dinlerdi.

Bir toplulukta bulunduğu zaman bir şeye gülerlerse, o da güler;

Bir şeye hayret ederlerse, o da onlara uyarak hayret ederdi.

Gerçeğe aykırı övgüyü kabul etmezdi.

Her zaman ağırbaşlıydı. Konuşurken çevresindekileri adeta kuşatırdı.

Kelimeleri parıldayan inci dizileri gibi tatlı ve berraktı.

Yürürken beraberindekilerin gerisinde yürürdü;

ayaklarını yerden canlıca kaldırır, iki yanına salınmaz, adımlarını geniş

atar,

yüksek bir yerden iner gibi öne doğru eğilir, vakar ve sükunetle rahatça

yürürdü.

Kapısına yardım için gelen kimseyi geri çevirmezdi.

Bir gün kendisinden yaşça küçük bir dostunun omuzlarından tutarak şöyle

demişti:

'Sen dünyada garip bir kimse yahut bir yolcu gibi ol!'

Her zaman hüzünlü ve mütebessim bir haletle dururdu.

Dert üzere sarfedilen hiçbir kötü sözü ağzına almamıştı.

Sıkıntılı hallerinde kabalaşmaz, bağırmazdı.

Fakirlerle birlikte yerdi; öyle ki onlardan ayırt edilemezdi.

Önüne ne konulursa yerdi.

Sade kıyafetler giyer, gösterişten hoşlanmazdı.

Konuşurken yüzünü başka tarafa çevirmez, bulunduğu mecliste ayrıcalıklı bir

yere oturmazdı.

Sabahları evinden çıkarken şöyle söylerdi:

'İlahî doğru yoldan sapmaktan ve saptırılmaktan, kanmaktan ve

kandırılmaktan, haksızlık etmekten ve haksızlığa uğramaktan, saygısızlık

etmekten ve saygısızlık edilmekten sana sığınırım.

Sıradan değildi; ama sıradan insanlar gibi yaşardı.

O, Hz. Peygamberdi (aleyhissalâtu vesselâm).

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

BÖYLE BİR DOSTUNUZ OLDUMU HİÇ??

 

Daima düşünceliydi.

Susması konuşmasından uzun sürerdi.

Lüzumsuz yere konuşmaz; konuştuğunda ne fazla, ne eksik söz kullanırdı.

Dünya işleri için kızmazdı.

Kendi şahsı için asla öfkelenmez ve öç almazdı.

Kötü söz söylemezdi.

Affediciliği tabii idi.

İntikam almazdı.

Düşmanlarını sadece affetmekle kalmaz, onlara şeref ve değer de verirdi.

Kendisini üç şeyden alıkoymuştu: Kimseyle çekişmezdi.

Çok konuşmazdı.

Boş şeylerle uğraşmazdı.

Umanı umutsuzluğa düşürmezdi.

Hoşlanmadığı bir şey hakkında susardı.

Hiç kimseyi ne yüzüne karşı, ne de arkasından kınar ve ayıplardı.

Kimsenin kusurunu araştırmazdı.

Kimseye hakkında hayırlı olmayan sözü söylemezdi.

Yanında en son konuşanı ilk önce konuşan gibi dikkatle dinlerdi.

Bir toplulukta bulunduğu zaman bir şeye gülerlerse, o da güler;

Bir şeye hayret ederlerse, o da onlara uyarak hayret ederdi.

Gerçeğe aykırı övgüyü kabul etmezdi.

Her zaman ağırbaşlıydı. Konuşurken çevresindekileri adeta kuşatırdı.

Kelimeleri parıldayan inci dizileri gibi tatlı ve berraktı.

Yürürken beraberindekilerin gerisinde yürürdü;

ayaklarını yerden canlıca kaldırır, iki yanına salınmaz, adımlarını geniş

atar,

yüksek bir yerden iner gibi öne doğru eğilir, vakar ve sükunetle rahatça

yürürdü.

Kapısına yardım için gelen kimseyi geri çevirmezdi.

Bir gün kendisinden yaşça küçük bir dostunun omuzlarından tutarak şöyle

demişti:

'Sen dünyada garip bir kimse yahut bir yolcu gibi ol!'

Her zaman hüzünlü ve mütebessim bir haletle dururdu.

Dert üzere sarfedilen hiçbir kötü sözü ağzına almamıştı.

Sıkıntılı hallerinde kabalaşmaz, bağırmazdı.

Fakirlerle birlikte yerdi; öyle ki onlardan ayırt edilemezdi.

Önüne ne konulursa yerdi.

Sade kıyafetler giyer, gösterişten hoşlanmazdı.

Konuşurken yüzünü başka tarafa çevirmez, bulunduğu mecliste ayrıcalıklı bir

yere oturmazdı.

Sabahları evinden çıkarken şöyle söylerdi:

'İlahî doğru yoldan sapmaktan ve saptırılmaktan, kanmaktan ve

kandırılmaktan, haksızlık etmekten ve haksızlığa uğramaktan, saygısızlık

etmekten ve saygısızlık edilmekten sana sığınırım.

Sıradan değildi; ama sıradan insanlar gibi yaşardı.

O, Hz. Peygamberdi (aleyhissalâtu vesselâm).

 

Allah razı olsun kardeşim

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Öyle bir dostumuz oldu mu?

 

O dosta ve O'nun Dostuna ulaşma yolunda ilerlemeye çalışıyoruz...

 

''KİŞİ SEVDİĞİ İLE BERABERDİR''

 

Kimileri asr-ı saadette bu şerefe nail oldular...

 

Kimimiz de inş asıl yurdumuzda...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 2 hafta sonra...

yamyam kardeş sen bişey bilmiyorsun.öğrenmek yerine de bilmediklerini yalanlıyorsun.ben arkadaşlara katılıyorum.sana delillerde gösterdiler.bu yüzden fazla kurcalama.zaten benim anladığım kadarıyla senin derdin öğrenmek değil yalanlamak.bence daha fazla kurcalama eğer öğrenmek gibi bir isteğin olursa kuran ve sünnet sana faydalı olacaktır.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 2 hafta sonra...

Hz. Peygamberimizin herkese eşit davranması

 

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in gözünde zengin-fakir, büyük-küçük, köle-efendi herkes eşitti.

 

Bu hususda bazı hadisler.

 

Selmân (ra), Suhayb (ra) ve Bilal (ra) hepsi bir zamanlar köleydiler.

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in gözünde onlar, Kureyş liderlerinden daha aşağı bir makamda değillerdi.

 

 

Bir gün Selmân (ra) ile Bilal (ra) bir yerde birlikte bulunuyorlardı. Tesadüfen Ebu Süfyân çıkageldi. Selman’la Bilal (ra), “Kılıç, hâlâ şu Allah düşmanının boynuna inmedi” dediler. Hz. Ebu Bekir onlara: “Kureyş’in lideri hakkında nasıl böyle konuşursunuz?” dedi. Sonra Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in huzuruna gelerek olayı anlattı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Hz. Ebu Bekir’e: “Sakın onları gücendirmiş olmayasın. Eğer onları gücendirdiysen, Allah’ı gücendirmiş olursun” buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir hemen kalkıp o mübarek zatların yanına giderek onlara: “Bana gücenmediniz değil mi?” dedi. Onlar da “Hayır, Allah sana merhamet buyursun” dediler.” (Müslim)

 

 

Mahzûm kabilesinden bir kadın hırsızlık suçundan yakalandı. Allah Resulü sallallahu aleyhi vesellem Üsâme b. Zeyd (ra)’i çok severdi, insanlar onu şefaatçi ve aracı kılarak Allah Resulü’ne gönderdiler. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Üsâme’ye; “Ey Üsâme, Allah’ın belirlediği cezalar için mi aracılık ediyorsun?” buyurdu. Sonra insanları toplayarak şöyle buyurdu: “Sizden önceki ümmetler, önemli adamlar suç işlediği zaman bağışladıkları ve basit insanlar suç işledikleri zaman cezalandırdıkları için helak oldular. Allah’a yemin ederim ki, eğer Mu-hammed’in kızı Fâtıma hırsızlık yapsaydı, onun da elini keserdim” buyurdu” (Buhari)

Bedir savaşında diğer esirlerle birlikte amcası Hz. Abbas (ra) da esir edilip getirilmişti. Esirler fidye parası vermeleri karşılığında serbest bırakılıyordu. Bazı iyi niyetli ensar, Abbas (ra)’ın Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’e akrabalığından dolayı; “Ey Allah Resulü! izin verin de amcanız Abbas’ın fidyesini bağışlayalım” dediler. Bunun üzerine Allah Resulü sallallahu aleyhi vesellem, “Hayır, bir dirhem dahi bağışlamayın” buyurdu.” (Buhari)

 

 

Kendisine gelen hediyeleri topluluk arasında dağıtırken sağ eliyle dağıtmaya başlar ve bu dağıtımda, zengin-fakir, büyük-küçük herkesi eşit tutardı.

 

 

Bir gün sahabe-i kiram, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in huzurunda toplanmış oturuyorlardı. Tesadüfen sağ tarafında çok küçük yaşta olan Abdullah b. Abbâs oturuyor, sol tarafta anlı-şânlı büyük sahabeler oturuyordu. Bir yerden süt geldi. Allah Resulü biraz içtikten sonra Abdullah b. Abbâs’a verdi. Büyük sahabeyi gözeterek sağ taraftan vermeyi terketmedi. Sonuçta topluluktakilere ancak sırası geldikçe süt verildi. (Buhari)

 

 

Enes (ra) şunu anlatır: “Bir gün Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem evime geldi ve içmek için su istedi. Ben süt ikram ettim. Hz. Ebu Bekir (ra), Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in solunda, Hz. Ömer önünde, bir bedevi de sağ tarafında olduğu halde oturuyorlardı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem sütü içtikten sonra Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir’e vermemi işaret etti. Yani geri kalan sütü ona ikram etmemi istedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, “Sağ taraftakinin hakkıdır” buyurdu. Böyle buyurarak artan sütü bedeviye ikram etti.” (Buhari)

 

 

Kureyş kabilesi kendi üstünlüğünü iddia ederek Müzdelife’de kalır, diğer Arap kabileleriyle birlike Arafat’a çıkmazdı. Ama Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bu ayrıcalığı asla kabul etmedi. Peygamber olarak gönderilmeden önce de peygamber olarak gönderildikten sonra da daima gelen insanlarla birlikte oturup kalkardı. Bunun dışında Arafat ya da Müzdelife’de kendisi için özel bir yer ayrılmasına ve bilhassa kendi için orada bir gölgelik yapılmasına razı olmazdı. Sahabe-i kiram kendisine böyle bir teklif getirdiklerinde; “Kim önce gelirse o oturur” buyurdu.” (İbn-i Hanbel)

 

 

Sahabe-i kiram topluca bir iş yaparken Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem onlara katılır ve normal bir işçi gibi o işi yapardı. Medine’ye geldikten sonra ilk yapılan iş, peygamber mescidinin inşa edilmesiydi. O mübarek mescidin inşasına diğer sahabe gibi Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in kendisi de doğrudan katılmıştı. Mübarek eliyle kerpiçleri yüklenip getiriyordu. Sahabe-i kiram, “Canımız Sana feda olsun, niçin zahmet buyuruyorsunuz. Biz yaparız” diyorlardı. Ama O, kendi görevinden vazgeçmiyordu. (Buhari) Hendek savaşı sırasında bütün sahabe-i kiram Medine’nin etrafına hendek kazıyorlardı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem de basit bir işçi gibi çalışıyordu. Öyle içten ve hızlı çalışıyordu ki, her tarafı toz toprak içinde kalmıştı. (Buhari)

 

 

Bir yolculukta sahabe-i kiram acıkmış fakat yemek hazırlanmamıştı. Sahabe hep birlikte yemek pişirme hazırlığına başladı, insanlar teker teker iş bölümü yaptı. Çölden odun toplayıp getirme işini Hz. Peygamebr sallallahu aleyhi vesellem üstlendi. Sahabe-i kiram “Ey Allah Resulü! Bu işi biz hizmetçilerin yaparız” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: “Doğru söylüyorsunuz yaparsınız ama ben kendimi sizden üstün tutmak istemiyorum. Allah, kendini arkadaşları arasında üstün tutan kulundan hoşlanmaz” buyurdu.” (Zerkani)

 

 

Bedir savaşında askerlerin binekleri çok azdı. Üç kişiye bir binek düşüyor, herkes sırası geldikçe biniyordu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem de herkes gibi bir deveye başka iki kişiyle birlikte nöbetleşerek biniyordu. Sahabe fedakârlık yaparak sıralarını veriyor ve: “Ey Allah Resulü siz binmeye devam edin, sizin yerinize biz yürürüz” diyorlardı.

 

 

Buna karşılık Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: “Ne siz benden daha fazla yaya yürüyebilirsiniz, ne de ben sizden daha az sevaba muhtacım” buyurdu.” (İbn-i Hanbel)

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Hz. Peygamber’in (sav) Kafirlere ve Müşriklere Karşı Tutumu

 

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in, kafirlere nasıl güzel ahlâkla davrandığına dair birçok olay vardır. Fakat Batılı tarihçiler, bu olayların İslâm nüfuzunun henüz zayıf olduğu dönemlerle sınırlı olduğunu, müslümanların müşriklere karşı nezâket ve yumuşaklık göstermekten başka çarelerinin olmadığı bir döneme ait olduğunu iddia etmişlerdir. O yüzden burada sadece İslâm karşıtlarının bütün güç ve kuvvetlerinin çiğnenip yok edildiği ve Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in kesin olarak her tarafa hakim olduğu dönemle ilgili olayları nakledeceğiz.

 

 

Ebu Basra el-Gıfârî şunu anlatır: “Daha müslüman olmadan önce Medine’ye gidip Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’e misafir olmuştum. Geceleyin bütün keçilerin sütünü içip tükettiğim halde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem hiçbirşey demedi. Gece boyunca ev halkıyla birlikte aç olarak sabahladı. (İbn-i Hanbel)

 

Benzer bir başka olay da Ebu Hüreyre (ra) tarafından anlatılmıştır: Bir gün bir kâfir gelerek Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’e gece misafiri oldu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, bir keçiyi sağdırıp sütünü önüne koydurdu. Onu içtikten sonra ikinci keçinin sütü sağılıp getirildi, adam hiç çekinmeden onu da içti. Sonra üçüncü, sonra dördüncü, nihayet yedinci keçiye kadar sağıldı ve o hepsinin sütünü içip bitirdi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem en ufak bir hoşnutsuzluk göstermedi. Belki de bu güzel ahlâklı davranışın etkisiyledir ki o kâfir, sabahleyin müslüman oldu ve sadece bir keçinin sütüyle yetinir oldu.(Müslim)

 

 

Esma (ra) şunu anlatmıştır: “Hudeybiye barışının yapıldığı sıralarda henüz müşrik olan annesi kendisine yardım yapılmasını istemek için Medine’ye, kızı Esma (ra)’nın yanına geldi. Müşriklere nasıl muamele edileceği Esma (ra)’nın aklına takıldı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in yanına giderek sordu. Allah Resulü sallallahu aleyhi vesellem ona, “Kendisine iyi davran” buyurdu.(Buhari)

 

 

Ebû Hüreyre (ra)’nın annesi kafirdi ve oğluyla birlikte Medine’de kalıyordu. Cahilliğinden dolayı Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’e küfrediyordu. Ebu Hüreyre (ra) Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in huzuruna gidip durumu bildirdi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem öfke ve hiddet göstereceği yerde dua edip onun hakkında iyi dileklerde bulunmak üzere ellerini kaldırdı. (Buhari)

 

 

 

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, bütün ev işlerini Bilâl-i Habeşî (ra)’a havale etmişti. Para pul ne gelirse onun yanında durur, elde para pul bulunmadığı zamanlarda o gidip çarşıdan yiyecek içecek şeyleri veresiye alır getirir, bir yerden herhangi bir para geldiğinde de borçları öderdi. Bir gün çarşıya gidiyordu. Bir müşrik onu görünce, “Veresiye alacaksan benden al” dedi. Bilâl-i Habeşî bunu kabul etti ve ondan veresiye aldı.

Birgün Bilal ezan okumak üzere ayağa kalktığında veresiye mal aldığı o müşrik birkaç tüccarla birlikte geldi ve ona; “Ey zenci!” diye hitap etti. Bilâl-i Habeşî onun bu terbiyesizce çağrısına “Buyrun, geldim!” diye cevap verdi. Müşrik: “Ne haber? Sürenin bitmesine sadece dört gün kaldı. Bu süre içinde borcunu ödemezsen sana keçi güttürerek bu borcu ödeteceğim” dedi. Bilâl-i Habeşî yatsı namazını kıldıktan sonra Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in huzuruna geldi ve olup biteni anlattıktan sonra: “Kesemizde hiçbirşey kalmadı, yarın o müşrik gelip bana hakaret edecek. O yüzden bana izin verin de çekip bir yere gideyim, daha sonra borcun ödeneceği bir-şeyler gelir de borç ödenirse o zaman dönüp, gelirim” dedi. Her halükârda o gece gidip uyudu ve yol eşyasını yani heybe, ayakkabı ve kalkanını hazırlayıp başının ucuna koydu. Sabah kalkarak tam yolculuğa çıkacağı sırada biri koşarak geldi ve: “Seni Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem çağırıyor” dedi. Bilâl-i Habeşî gidince zahire yüklü dört devenin kapıda beklediğini gördü. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, “Mübarek olsun, bu develeri Fedek reisi göndermiş” buyurdu. Bilâl-i Habeşî bunları alıp çarşıya götürerek hepsini sattı. Müşriğin borcunu ödeyip Peygamber Mescidi’ne geldi ve Hz. Peygamber’e bütün borcu ödediğini bildirdi. (Buhari, Müslim)

 

 

Anlattığımız olay da Hicret’in 7. yılında Fedek’in fethinden sonra meydana gelmiştir. Bilâl-i Habeşî (ra), Hz. Peygamber’in kendisine yakın kıldığı ve evinin işlerini havale ettiği kimsesiydi. Bir müşrik ona “Zenci! Sana keçi güttürerek borcunu ödeteceğim, ancak ondan sonra seni serbest bırakacağım” diyebiliyor. Bilâl-i Habeşî (ra), borcunun vadesinin dolduğu gün, müşrik adamın gelerek hakaret etmesinden korktuğundan kaçıp gitmeye karar veriyor. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bütün bunları duyuyor, ama ne müşrik hakkında bir kelime ediyor, ne de Bilâl’i koruyucu ve teselli edici bir ifadede bulunuyor. Tesadüfen zahire geliyor ve müşriğin borcu ödeniyor. Sarfettiği, ağzından çıkan çirkin sözler ve kötü davranışı da bağışlanıyor. Bu yumuşak kalplilik, bu bağışlayıcılık ve bu tahammül, âlemlere rahmet olan Hz. Muhammed’den başka kim tarafından gösterilebilir?

En zor mesele, münafıklar meselesi idi. Bunlar, inanmayanların bir grubuydu. Liderleri Abdullah b. Übeyy’di. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in Medine’ye gelişinden az bir süre önce bütün şehir Abdullah b. Übeyy’in başkan yapılması üzerinde anlaşmıştı. Bedir savaşından sonra, müslüman olduğunu ilan eden bu şahıs, içinden kafirdi. Onun peşinden gidenler de aynı şekilde münafıkça müslüman olmuş ve münafıklardan oluşan bir topluluk meydana getirmişlerdi. Bu insanlar el altından İslama karşı türlü planlar hazırlıyor, her çeşit şirretliği yapıyorlardı. Kureyş’le ve İslama karşı olan diğer kabilelerle gizlice anlaşıyor ve onlara müslümanların sırlarını haber veriyorlardı. Bütün bunlara rağmen dış görünüşte İslâmın emir ve buyruklarını yerine getiriyorlardı. Cuma günü cemaate katılıyor, müslümanlarla birlikte savaşa gidiyorlardı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem onların neler yaptıklarını, ne dolaplar çevirdiklerini ve hepsinin isimlerini biliyordu. Fakat şeriatın ve ilahî hukukun hükümleri, gönüllerde saklananlar olmayıp açık ve net olarak görünen kafirce hareket ve davranışlar hakkında olduğundan Hz. Peygamber onlara kâfirlere ait hükümleri uygulamıyordu. İşin buraya kadarı, şeriatın ve ilahî hukukun işiydi. Ama merhamet fışkıran bir gönlün ve Hz. Peygamberin bağışlayıcılığının, yumuşak kalpliliğinin gereği olarak da Allah Resulü onlara karşı daima güzel ahlâkla davranıyordu.

Bir keresinde müslümanlarla birlikte savaşa gittiklerinde muhacir bir müslüman, bir ensarîye tokat atmıştı. Ensarî, “Yetişin ey ensâr!” diye bağırdı. Muhacir de, muhacirleri imdada çağırdı, iki grup arasında kılıçlar çekilmek üzereydi. Hz. Peygamber’in haberi oldu ve hemen araya girerek “Bunlar ne biçim câhiliye hareketleri!” buyurdu. Bunun üzerine her iki taraf olduğu yerde kaldı. Abdullah b. Übeyy olayı duyunca “Medine’ye varır varmaz aşağılık müslümanları oradan çıkaracağım” dedi. Arkadaşlarına da “işin kolayı var. Sizler Medineli ensar olarak Mekkeli muhacirleri kollayıp desteklemekten elinizi çektiğiniz an onlar kendiliklerinden mahvolurlar” dedi. Nitekim bu olay Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatılmıştır:

“Onlar, “Peygamberle birlikte olanlara yardım etmeyin de darmadağın olsunlar” diyen kimselerdir.” (Münâfikun 7)

 

 

“Onlar, “Medine’ye geri dönünce şerefli olan -bizler- o aşağılık insanları mutlaka çıkaracaktır” derler.” (Münâfikun 8)

 

 

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Abdullah b. Übeyy’i çağırmak üzere bir adam gönderdi ve bu sözleri neden söylediğini sordu. Abdullah b. Übeyy kesin şekilde inkar etti ve bunların hiçbirini söylemediğini ileri sürdü. Hz. Ömer (ra) o an oradaydı. “Ey Allah Resulü izin ver de şu münafığın boynunu uçurayım” dedi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ise ona: “Sonra insanlar, Muhammed sallallahu aleyhi vesellem kendi arkadaşlarını öldürüyor diye propaganda yaparlar” buyurdu.(Buhari)

 

 

Uhud savaşında Abdullah b. Übeyy, savaş tam başlayacağı sırada üçyüz adamıyla birlikte geri çekildi. Bu hareketiyle müslümanların gücüne büyük bir darbe indirdi. Yine de Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem onu bağışladı ve Abdullah Ibn Übeyy, daha önce Abbas (ra)’a kendi elbisesini verdiği için öldüğü zaman buna karşılık Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem de, müslümanlarm rızası olmamasına rağmen kendi mübarek gömleğini ona giydirerek defnetti.” (Buhari)

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

arkadaşalr böyle güzel bir örneği verdiğiniz için allah sizlerden razı olsun baştan aşağı yazılanalrın hepsini okudum lütfen yamyam denilen zata cevap vererek onun seviyesine inmeyin çünkü peygamber efendimize ağza alınmaycak yakıştırmalar yapan bu zat için mübarek cuma vakti küfür etmek zorunda kaldım.

 

bu tür kişilerle diyaloga girip dinimize ve peygambe efendimize dil uzattırmayın lütfen kimse inanmak zorunda değil

 

ama yamyam sende inananlara saygı göstermek zorundasın. arkadaşalr hala sana kardeşim diye hitap ediyor islamın güzelliği burada zaten.

 

Allah a emanet olun arkadaşalr sağlıcakla

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Bazı işler, hukuki olur ama ahlaki olmayabilir. Mahallesinde açlıktan hastalanan insana yardım etmeyen kişi, hukuka uygun hareket etmiştir ama ahlaka uygun hareket etmemiştir.

Ahlak, kelimesi ile Rabbimizin güzel isimlerinden biri olan “Hâlik” kelimesi aynı kökten gelir. Gerçek ahlak, halikın kurallarına uymaktır.

“Ahlakı Kur’an olan” sevgili peygamberimiz, bütün davranışlarını hem ilahi hukuka göre ayarlamış hem de hukukun ahlaki uygulanışını göstermiş.

Bir bedevinin çadırında bağlı duran dişi ceylanın, süt kuzusu yavrularından ayrı duruşunu gören sevgili peygamberimiz, o dişi ceylanın bağını çözer ve yavrularını emzirdikten sonra dönmesini ister. Bir müddet sonra ceylan memeleri boşalmış olarak geri döner ve sevgili peygamberimiz ceylanı tekrar bağlar. Bedevi gelince ceylanı satmasını veya bağışlamasını söyler. Bedevi de ceylanı, Efendimize bağışlar. Sevgili peygamberimiz de ceylanı serbest bırakır.(Beyheki, Delail 6/34, Ebu Nüaym, Delâil hadis No: 273, Zehebi, Tarih-ül İslâm M. Can tercemesi 2/29)

1400 yıl önce sevgili peygamberimiz böyle davranırken, 2000’li yıllarda ayı oynatıcısının evini satarak aldığı ayısının elinden zorla alınarak ayısının ormana salındığını hepimiz gördük.

O peygamberdi diyerek işin içinden çıkamayız. Biz de onun yolunda olmak zorundayız.

Rivayet olunduğuna göre, Hz. Osman döneminde kuyu sahibi bir Yahudi, kuyunun suyunu çok pahalıya satar ve Müslümanları zor duruma düşürürmüş. Durum Hz. Osman’a bildirilmiş. Hz. Osman danışmanlarıyla görüşmüş, bir kısmı amme menfaati gerekçesiyle istimlak edilmesini teklif ederken bir kısmı da tapunun delinmemesini, özel mülkiyet haklarına sahip çıkılması gerektiğini söylemişler ve Hz. Ömer’in, Medine’deki Mescidi Nebevi’yi genişletme çalışmasında Hz. Abdullah b. Abbas’ın evini zorla istimlak edemediğini, Abdullah’ın, özel mülkün zorla bu istimlak edilemeyeceğini Hz. Ömer’e anlattıktan sonra parasız olarak bağışladığını hatırlatırlar.

Bunun üzerine Hz. Osman istimlakten vazgeçer ve Yahudi’nin, o kuyudan günlük ne kazandığını tesbit ettirir. Senelik gelirini öğrenir ve Yahudi’ye ortaklık teklif eder. Kuyunun bir gün kendisi, öbür gün Yahudi çalıştırmak üzere, Yahudi’nin reddedemeyeceği bir parayı ortaklık payı olarak teklif eder.

Yahudi bir hesap yapar bu ortaklık daha kârlı. Hem birkaç senede alacağı parayı peşin almış, hem de senenin yarısında su satmaya yine devam etmiş olacak.

Ortak işletmeye başladıklarında Hz. Osman, kendi sırası geldiği gün parasız olarak suyu dağıtıyor. İnsanlar iki günlük suyunu onun sırasında alıyorlar, Yahudi’nin sırası geldiği gün, kimse su almaya gelmiyor. Hatta Yahudiler bile Hz. Osman’ın nöbetinde sularını parasız temin ediyorlar.

Derken bir gün Yahudi, Hz. Osman’a gelerek diğer yarım hisseyi de satın almasını ister. Hz. Osman yine rayiç değer üzerinden Yahudi’nin hissesini de satın alır.

Demek ki, hukuk çiğnenmeden, Yahudi de olsa kişilerin zor durumundan yararlanmadan, özel mülkiyete tecavüz edilmeden, amme menfaatı/toplum çıkarları da korunarak iyi sonuç alınabiliyormuş.

Bütün mesele, zorbalık psikopatlığından kurtulmaya çalışma azmini göstermemekten kaynaklanıyor. Çözüm için, kafayı bedenden daha fazla yormak gerekiyor.

 

Mahmut Toptaş/milli gazete

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Hz. Peygamberin yahudi ve Hıristiyanlara karşı tutumu

 

Hz. Peygamber’in herkesi kucaklayan engin ahlâkı karşısında inananla inanmayan, dostla düşman, akraba ile yabancı arasında fark yoktu. Lütuf ve merhamet bulutu çöllere de, vadilere de eşit yağıyordu.

 

Bir gün yahûdînin biri çarşıda yüksek bir sesle “Hz. Musa (as)’ı bütün peygamberlere üstün kılan Allah’a yemin ederim ki..” dedi. Sahabeden biri de orada duruyordu. Bu sözü işitince dayanamadı ve o yahûdîye, “Muhammed sallallahu aleyhi vesellem’e de mi?” diye sordu. O yahûdî de, “Evet” dedi. Bunun üzerine sahabi öfkesini yenemeyerek ona sert bir tokat attı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem adalet ve ahlâkta düşmanlara da aynı değeri verdiğinden o yahûdî doğruca Allah Resûlü’nün huzuruna gitti ve olayı olduğu gibi anlattı. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, o sahabîye kızgınlığını belirterek öyle yapmaması gerektiğini bildirdi. (Buhari)

 

 

Yahudilerden birinin çocuğu hastalanmıştı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem hasta ziyaretine önem verdiği için onu yoklamaya gitti ve hal hatır sorup “Geçmiş olsun!” dedikten sonra o genci Islama davet etti. Genç yahûdî, babasına baktı. Sanki babasının razı olup olmadığını öğrenmek istiyor gibiydi. Babası ona, “O ne diyorsa yap” dedi. Bu söz üzerine genç kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu.(Buhari)

 

 

Bir gün yoldan bir yahûdînin cenazesi geçiyordu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem onu görünce ayağa kalktı. (Nesa’i)

 

 

Bir keresinde birkaç yahûdî, Allah Resûlü’nün huzuruna geldiler ve saygısız bir tarzda “es-Selâmü aleyküm” diyecekleri yerde “es-Sâmü aleyküm” (Ölüm üzerine olsun) dediler. Bunu duyan Hz. Aişe (ra) hiddetlenerek onlara ağır bir cevap verdi. Fakat Hz. Peygamber (sa) onu bundan menederek; “Ey Aişe, dilini kötü kelimelere alıştırma, yumuşak kelimeler söyle. Allah Teâlâ herşeyde yumuşaklığı sever” buyurdu.(Müslim)

 

 

Allah Resulü, yahûdîlere iyi davranıp adalet gösterirdi, onların haşin ve yersiz baskılarına ve acı sözlerine sabrederdi. Yahudilerle müslümanlar arasında alış verişlerde ve sosyal meselelerde bir anlaşmazlık çıkarsa haksız yere müslümanların kayırıcısı olmazdı. Nitekim bu konuda çeşitli örnekler vardır.

 

Bir gün bir yahûdî, Hz. Peygamber’e gelip “Ey Muhammed! Bak bir müslüman bana tokat attı” diye şikayet etti. Hz. Peygamber o müslümanı hemen çağırtarak şiddetle tenkid etti. Bir daha böyle hareket etmekten menetti. (Zad’ul Mead)

 

 

Necrân kabilesinin hıristiyan heyeti Medine’ye geldiğinde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem onları bizzat kendisi ağırladı. Peygamber Mescidi’nde kendilerine yer verdi. Hatta onların kendi adetlerine göre mescidde ibadet etmelerine de izin verdi. Diğer müslümanlar onların mescidde ibadet etmelerine mâni olmak isteyince Hz. Peygamber onlara engel olarak ibadet etmelerini sağladı.Yahûdî ve hıristiyanlarla birlikte helal gıdaları yemeye, içmeye ve onlarla evlenmeye izin verdi. Onlara îslâm şeriatından ayrı özel hükümler uyguladıOnlara îslâm şeriatından ayrı özel hükümler uyguladı. .

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.