Misafir CYRANO Gönderi tarihi: 28 Mart , 2010 Gönderi tarihi: 28 Mart , 2010 En azından sürekli aynı kişilerin kullandığı çadırları, barınakları olduğu halde ilkel toplumlarda mülkiyetin bugünkü anlamda olması mümkün değil. Mülkiyet gelişimi tarımla hayvan evcilleştirme ile başladı. Sınıfların oluşması ise tarımla uğraşmayan, kızılderili, iban, dayak, eskimo, aborgin gibi toplumlardaki şeflerin şamanların var olması nedeniyle daha öncelere dayanıyor diyebiliriz. Bu hayvan topluluklarında da gerek güç kullanarak elde edilen, gerek karınca arı gibi canlılarda biyolojik farklılıklarla var. Bunlara sınıf demek söz ettiğiniz terminolojiye uymayabilir. Fakat etboburlar geçin, otobur sürelerinde dahi dominant birileri var. Kızılderili ve aborginlere sınıfsız toplum deniliyorsa, neolitik başlangıcı da sınıfsız toplum demek. Çatalhöyük için de sınıfsız toplum demelerinin nedeni bu nedenle olabilir. Ben terminolojiyi bilmiyorum. Yeni duyduğum bir konuyu bilemediğim için ret etmem. İlgimi çeker, zamanım varsa da öğrenmeye çalışırım. Bildiklerimizle çatışıyorsa doğru yol araştırmak,kısa yol da karşı çıkmak. Karşı çıkmak hem zamansızlık, hem de bildiklerimizi kesin doğru sanmamızla yaptığımız davranış. Her şeyi de araştırabilecek değiliz ya. Bir insan topluluğunda şeflerin, liderlerin olması sınıfların var olduğu anlamına gelmez. Balıklardan, böceklere, memelilere kadar birçok hayvan türünde, liderler vardır. Fakat sınıf olgusu farklı bir olgudur. Özel mülkiyet dediğim gibi, topluluk üyelerinin yaşamlarını sürdürmek için ihtiyaç duydukları barınak, araç gereçe sahip olmaları değildir. Toprak, üretim araçları, üretim faktörleri üzerinde mülkiyet sahibi olmaktır. Bunlar göreceli kavramlar değildir. Üretim araçları üzerinde iki tür mülkiyet vardır. Birisi özel mülkiyet, diğeri toplumsal mülkiyet. Üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin varlığı demek, o üretim aracı üzerinde topluluk üyelerinden birisinin diğer topluluk üyelerinden daha fazla mülkiyet hakkı bulunması demektir. Toplumsal mülkiyet ise, üretim araçları üzerinde tüm topluluk üyelerinin ortak mülkiyet hakkı bulunması demektir. Bir üretim aracı üzerinde özel mülkiyet olması demek, üretim aracı üzerinde mülkiyet hakkı olan topluluk üyesinin, o üretim aracıyla üretilen değerlerden, diğer topluluk üyelerinin faydanlanmasını engelleyebilmesi, faydalanmaları için karşılık ödemelerini talep edebilmesi demektir. Şöyle örnek vereyim, Türkiye'de bir üretim aracı olan toprak üzerinde özel mülkiyet vardır. Bir toprak parçası üzerinde tarım ya da toplayıcılık yoluyla elde edilen ürünlerden faydalanma hakkı, o toprak parçası üzerinde mülkiyet hakkı bulunan yani o toprak parçasının sahibi olan kimseye aittir. Bu kimse komşunun, o ürünlerden faydalanmasını engelleyebilir. Ürünlerden faydanlanmak için komşusundan bedel ödemesini isteyebilir. Ürünler ona aittir. İstediğini yapabilir o ürünlerle. Aynı şekilde o toprak parçasını ikamet, ticari faaliyet için kulanabilir. Komşusunun aynı toprak parçasını ikamet ya da ticari faaliyet için kullanmasını engelleyebilir. Komşusunun bu amaçla kullanması karşılığında ücret isteyebilir. Fakat yine bir üretim aracı olan deniz üzerinde özel mülkiyet hakkı yoktur. Hiç kimse bir deniz parçası üzerine mülkiyet hakkına sahip olamaz. Başka bir kimsenin o deniz parçasından elde edilen ürünlerden faydalanmasını engelleyemez. Yani, komşusunun o deniz parçasında balık avlamasını ya da ne bileyim yüzmesini engelleyemez. O deniz parçasının kıyısındaki tüm topraklar kendisine ait olsa bile, deniz üzerinde komşusundan daha fazla hak sahibi olamaz. Türkiye'de toprak üzerinde özel mülkiyet varken, deniz üzerinde sadece toplumsal mülkiyet vardır. Aynı şekilde, ormanlar, akarsular, göller toplumsal mülkiyet olan üretim araçlarıdır. Bunlara "Tam kamusal mal" denir. Bu topicte bahsi geçen ilkel toplumlarda avlanma bölgesi tüm topluluğun mülkiyetindedir. Hiçbir topluluk üyesi, diğerinin o avlanma bölgesinden faydalanmasını engelleyemez. O avlanma bölgesinden faydalanmak, yani orada avlanmak için ücret ödemesini talep edemez. Kendi kendine yetişen bitkilerin meyvelerinin toplandığı koruluk, çalılık, çayır tüm topluluğun ortak mülkiyetindedir. Hiçbir topluluk üyesi o bitkiler üzerinde diğer topluluk üyelerinden daha fazla hak iddia edemez. Başka bir topluluk üyesinin, patates toplamasını engelleyemez. Patates toplayabilmesi için ücret talep edemez. 13. yy da yaşayan bir kızılderili, ya da aborjin kabilesi böyle yaşamaktadır. Şimdi aynı yüzyılda bir Avrupa ülkesine bakalım. Ülkenin herhangi bir toprak parçası, oranın toprak sahibine aittir. Tüm toprak onundur, o toprak üzerinde yaşayan yabani av hayvanları, toprağın kendisi, kendiliğinden yetişen bitkiler, ağaçlar, o toprak parçası üzerindeki derelerde, göllerde yaşayan balıklar o toprak sahibinin mülküdür. Topluluğun bir üyesi olan toprak sahibi (landlord) topluluğun diğer üyelerinin kendi topraklarında ev yapmaları ve yaşamaları için onlardan ücret talep edebilir (vergi). Kendi topraklarına ev yapmalarını ev üstünde yaşamalarını engelleyebilir. O toprak üzerinde tarım yapmaları için bedel isteyebilir (siz ekersiniz, siz biçersiniz, siz işlersiniz, ama elde edilen ürünün yarısı toprak sahibine aittir. Üstünde tarım yaptığınız toprak onun olduğu için). Topraklarının üstünde yaşayan av hayvanlarını avlamak için diğer topluluk üyelerinden bedel isteyebilir. Onların kendi toprakları üzerindeki av hayvanlarını avlamasını engelleyebilir. Örneklerde açıklandığı gibi, üretim araçları üzerinde topluluk üyelerinin özel mülkiyetinin var olduğu toplumlar, özel mülkiyetin olduğu toplumlardır. Aynı toplumda, üretim araçları üzerinde özel mülkiyeti olanlar ve olmayanlar diye iki ayrı zümre olacağı için sınıflı toplumlardır. Üretim araçları üzerinde topluluk üyelerinin özel mülkiyeti olmadığı, üretim araçlarının tüm topluluğun ortak mülkiyetinde olan toplumlar ise, özel mülkiyetin olmadığı toplumlardır. Üretim araçları üzerinde özel mülkiyet sahibi olanlar ve olmayanlar diye bir ayrım olmadığı için, sınıfsız toplumlardır. Bir kızılderili kabilesinde, savaş konusunda diğer kabile üyelerinden daha yetenekli olan, savaşmayı daha iyi bilen topluluk üyeleri komutan olur. Ama o savaş sonucunda elde edilen ganimet onun şahsına ait değildir. O ganimetten diğer topluluk üyelerinden daha fazla pay alamaz. Aynı kabilede at yetiştirme konusunda diğer topluluk üyelerine oranla daha yetenekli olan üye, at yetiştiriciliği yapabilir. Ama yetiştirilen atlar onun olmaz. O atlar üzerinde diğer topluluk üyelerinden daha fazla hak sahibi değildir. Tıpkı benzer diğer ilkel topluluklar gibi. Sınıflar, üretim faaliyetinde kimin hangi görevi yerine getirdiği ayrımı değildir. Üretim araçlarının kendisi ve elde edilen ürünler üzerinde kimin ne kadar hak sahibi olduğudur. Eğer üretim araçları herkesin ortak malıysa, ve elde edilen ürünlerden herkes yararlanabiliyorsa, o toplulukta sınıflar yoktur. Romalılar, aşk, cinsellik konularında oldukça zengin bir kültüre sahipti. Roma'da vatandaşlar arasında cinselliğin sadece çocuk yapmak için meşru görüldüğü savı tamamen yanlıştır. Tabi, sava dayanak olarak gösterilecek herhangi bir veri varsa görebiliriz. Şimdi dostum aşağıda yazdıklarının yukarıda yanlış olduğunu belirttiğim savı destekler hangi niteliği olduğunu gösterebilir misin ? Yukarılarda yazdığınız bu satırları şimdi okudum. Bu benim savım değil, bulunan binlerce belgeye dayanıyor. Evet binlerce. Halk arasında yazılmış olanlar da var, Seneca dahil filozofların yazıları, asillerin başlarından geçen hikayeler ve bir kaç imparatorun evliliğin vatandaşlık hatta askeri görev olduğunu belirten ve teşvik eden bildirileri var. İmparatorların adını yazabilmem için kitaplarda aramam gerekiyor. Çünkü evliliği kontrol altında tutan kamusal güç ve yasalar yoktu. Cinsellik gece karanlıkta mum yakmadan gerçekleşen olaydı. Hıristiyanlık oluşturulurken ten temasının yasaklanması, gece yatarken boğaza kadar kapalı elbise giyilmesi,ilk azizlerin erkek kölerin tercih edilemesinin daha hayırlı olacağı hükümlerine kadar sürüyor, ne rönesans ne yeni çağda dahi terk edilemeyen anlayış olarak yaşıyor. Hıristiyanlık da dahil, o zamanın ahlak anlayışı ile yazıları üşenmeyip buraya yazsam beni hemen banlarlar. Üşenmeyip buldum bir tanesini yazayım Martialis isimli yazardan: “tutku hikayelerinden, entrikalardan, kibar kadınlardan bıktık usandık, bu işleri bir delikanlı ile yapmak yeğdir, bir bardak soğuk su içer gibi, geçer gider” Seneca'dan erkeklerin ikilemi "bazen sevgili ister canı, bazen bir eş, bir türlü karar veremez." Mudo vult concubinam habere, mudo mulierem. Aile kurumu, antik ve feodal ve köleci tüm devletlerin temelinde yer alan kurumdur. Ailelerin birlemesiyle oluşan klanlar, bu klanların birleşmesiyle antik devletler oluşur. Romalılar'da, çağın diğer devletleri de, klanların oluşturduğu federasyonlardan ibarettir. Bu klanların en büyük ve en güçü olanlarının asilleri senatoyu oluşturur. Her senatörün arkasında kendi akrabalarının yani kendi klanının mensuplarının desteği vardır. Senatörler senatoda, kendi akrabalarını temsil eder. Mesela Sezar, Julius klanının mensubudur. Arkasında, Julius klanına mensup aileler yani akrabalarının desteği vardır. "Julius Caesar"dır adı. Yani, Julislar'dan Sezar. Brutusu ve Cato, Servilii klanına mensuptur. Antik çağ klanları, ortaçağ hanedanları gibi değildir. Klan içerisinde, zengin asiller de vardır, yoksul plebler de. Büyük kolezyum bölüm bölümdür. Her klan için bir bölüm ayrılmıştır. Her bölümün en ön sırası o klanın asil patricilerine, senatörlerine ayılır. Hemen arkasındaki koltuklarda ise, o patricinin akrabaları yani klan üyeleri olan yoksul plebler oturur. (Bugün doğu ve güneydoğu bölgelerinin milletvekilleri gibi bir yerde) Antik devletlerin aile kurumuna önem vermesinin sebebi budur. Sen, Roma'da aile kurumuna önem verildiğini ve eşcinselliği savunan yazarların olduğunu belirtmişsin, bunların "cinselliğin sadece çocuk yapmak için meşru görüldüğü" sonucuna götüren ne gibi bir yanı vardır? Vardığın sonuçları anlamak mümkün değil. Alıntı
Misafir demirefe Gönderi tarihi: 29 Mart , 2010 Gönderi tarihi: 29 Mart , 2010 Sayın ibn-i meymun, bırakın 9000 yıl öncesinin Homo Sapiens insanını, ayrı bir insan türü olan ve 28 bin yıl önce soyu tükenen Neandarthal insanının bile şamanlar sınıfına sahip olduğundan kuşkulanılıyor. Çünkü şaman ölüleri gömülürken daha bir özen gösterildiğine dair mikroskopik bulgular var, çok farklı alanlardan derlenmiş çiçek polenleri gibi... Benim söylediğimin: “ Her şeyin ilkel bir kökeni vardır. Henüz bugün bilinen adının konmamış olduğu zamanlarda olsa bile... İlkel olması, olmaması anlamına gelmez. “ olduğunu hatırlatmak isterim. Yani belli bir tarihe kadar sınıfsız bir toplum, bir an geldi, pat, sınıf diye bir şey icat edildi, o tarihten sonra sınıflı toplum oluverdi diye bir şey olamaz. Yani örneğin medyatik olmayan toplumun pat diye televizyonun bulunuşuyla medyatik toplum oluvermesi gibi bir milat da koyamazsınız. Televizyonun belli bir gelişim ve yaygınlaşma süreci olduğu gibi (hızlı da olsa.. Ki, tarihte her oluşum da böyle hızlı olmamıştır.) toplumun da medyatik toplumda görülen davranışlara benzer davranışları ilkel, başlangıç biçiminde de olsa vardır. Süreçleri pat diye ortaya çıkıveren ve köklü değişikliklere yol açan biçimde anlamamak gerektiğini, adı üstünde süreç olarak algılamak gerektiğini düşünüyorum. Ha, bu süreçler görece hızlı işlerse devrim niteliği kazanır tabii ki. Yani işte tarım devrimi, sanayi devrimi görece hızlı biçimde toplumsal değişimlere neden olmuşlardır. Yani özel mülkiyet özel mülkiyettir. Bir ok sadağı da olsa, bir sanayi kompleksi de olsa... Ama tabii ki bu ikisi kıyas bile kabul etmeyecek kadar farklı etkinlik derecesine sahiptirler. Ama unutmayalım ki ok sadağının özel mülkiyet olduğu toplum ile sanayi kompleksinin özel mülkiyet olduğu toplumların baştan aşağı her şeyleri çok farklı gelişmişlik düzeyindedir. Nüfusundan, teknolojisinden, inançlarından sanatına, hukukuna, bilimine kadar... Silsileyi iyi kurmak ve izlemek gerek. Bir konuyu adım adım en ilkel düzeyine kadar izlemek ve derecelendirmek gerek diye düşünüyorum. Yani şimdi bilgi ve teknoloji toplumuyuz diyoruz. Tabii ki teknoloji öncesi ve sonrası toplumlar diye bir ayrım yapacağız ama, ilkel insanın taşı sivriltip avucunun içine oturan kısmını yuvarlatması da o günün teknolojisidir. Sap takmayı akıl edip balta yapması, o çağın çok önemli ve büyük bir teknolojik devrimidir. Daha ilkel düzeye gittiğimizde şempanzelerin de taşları şekillendirmeseler bile uygun biçime sahip taşları bir süreliğine de olsa sahiplendiklerini görebiliyoruz. Kütükler üzerinde ağır cisimleri yuvarlatarak taşımak bir teknoloji, tekerleği akıl etmek çok büyük ve önemli bir teknolojik devrimdir. Ateş yakabilmek öyle, ısı ile kimyasal tepkimeler ve fiziksel saflaştırma yapabilmek öyle... Bir ekleme: Deniz hukuku da balık çiftlikleri nedeniyle fiilen değişikliğe uğramış durumda... Deniz ortak mülkiyettir diye balık çiftliğinde balık avlamaya kalkışmamak gerek... Alıntı
Misafir CYRANO Gönderi tarihi: 30 Mart , 2010 Gönderi tarihi: 30 Mart , 2010 Öncelikle, hukukun delinmesi, hukukun fiilen değiştiği anlamına gelmez. Hukuk nasıl delinir? Yasa bir ilke koyar ortaya. Yasalarda açıkça "yasak" olarak tanımlanmayan ancak yasalarda tanımlanan ilkeye açıkça aykırılık oluşturan faaliyetler eliyle bu ilke delinir. Buna yasalardaki boşluklar denir. Yasaların dolaylı yoldan ihlali söz konusudur. O zaman, o ilke ışığında, faaliyetin yasak olduğunu net olarak belirten yasalar yapılır. Balık çiftlikleriyle ilgili tartışmalar bu eksendedir. Deniz tüm toplumun ortak mülküdür. Deniz üzerinde özel mülkiyet söz konusu olamaz. Bu sadece Türk yasalarında değil, Türk yasalarının üstünde olan Uluslararası Deniz Hukuku normlarınca da belirtilen bir husustur. Kimi ülkeler net yasalar çıkarmıştır ve balık çiftliklerinin sadece açık denizlerde kurulabileceğini belirtmişlerdir yasalarında. Zira açık denizler hiçbir ülkenin egemenliğinde değildir. Sorun, Türkiye'de böyle bir yasa yoktur. Evet deniz tüm toplumun ortak mülkiyetindedir, hiç kimse bir deniz parçası üzerinde mülkiyet sahibi olamaz. Ama, balık çiftliği karasular içinde kurulamaz diye bir yasa da yoktur. O zaman adam gelir, binlerce vatandaşın ve turistin yüzdüğü yere balık çiftliğini kurar. Bu bir hukuk devletinde olsa, meclis madem yasa yok o halde yapalım der. Ama, güzel vergi geliyorsa, ve o ülke henüz hukuk devleti olamamışsa, hükümet hiçbir adım atmaz. Ve o konu sittin sene mahkemelerde görüşülür.... ........ Şimdi bilimsel terimlerin anlamlarını bilmenin öneminden bahsetmiştim. Her bilim dalına ait terimler vardır. Bunları birbirine karıştırsanız okuduğunuz yazıyı anlayamazsınız. Ekonomi biliminde kullanılan "sınıf" terimi ile, biyoloji biliminde kullanılan "sınıf" terimini birbirine karıştırırsanız iki bilim dalından birisinin konusuna giren yazıyı anlayamazsınız. Mesela, ekonomi bilimini ilgilendiren bir konuda hazırlanmış yazıda geçen "sınıf" terimini biyoloji bilimindeki anlamıyla okursanız o yazıyı anlayamazsınız. Aynı şekilde, ekonomi ve sosyoloji bilimlerinin kullandığı "özel mülkiyet" tanımını, hukuktaki "özel mülkiyet" ile karıştırırsanız okuduğunuz yazıyı anlayamazsınız. Özel Mülkiyetin kökeni, nasıl ortaya çıktığı incelenmemiş, ortaya konulmamış değildir. Özel Mülkiyet en ilkel biçimine kadar incelenmiş, gelişimi aşama aşama ortaya konmuştur. Özel Mülkiyetin miladı ne insanın bir ok sadağına, ayakkabıya, çadıra sahip olmasıdır. Ne de bunlar Özel Mülkiyetin "ilkel" birer örneğidir, kökenidir. Özel Mülkiyet, belli coğrafyalarda yaşayan insan topluluklarında belli gelişmeler sonucunda ortaya çıkan bir olgudur. Özel Mülkiyet, ahlak, hukuk, teknoloji gibi daha ilkel formlardan türemiş bir olgu değildir. Özel Mülkiyet belli gelişmelerden sonra ortaya çıkmıştır. Ve bu gelişmeler, "özel mülkiyetin olmadığı sınıfsız toplumlar"da hiç yaşanmadığı için, bu toplumlarda en ilkel haliyle bile Özel Mülkiyet ortaya çıkmamıştır. Bir Eskimo, bir Kızılderili ya da bir Aborjin kabilesi avlanmaya çıktığında, kabilenin karnını belli bir süre doyuracak kadar avlanır ve geri döner. Kıyafet dikerken bu insanlar, kabile üyelerini giydirecek kadar dikerler. Kabiledeki herkesin başını sokacağı kadar barınak yaparlar. Kabiledekileri doyuracak kadar meyve toplarlar. Yani sadece ihtiyaç için üretim vardı. Beyaz adamla karşılaşana kadar da bu böyle sürüp gittir. Peki özel mülkiyetin ortaya çıktığı toplumlarda fark neydi ? Sadece kendi ihtiyaçları için üretmekle sınırlı kalmadılar. Başka kabilelerle, başka ürünler karşılığında takas yapmak için de avlanmaya, üretmeye başladılar. Böylece "ticari mal" yani "meta" çıktı ortaya. 100 geyik kabilenin bir sezonluk et ihtiyacını karşılıyorken, 120 geyik avladılar. Geri kalan 20 geyiği, bölgelerinde geyik olmayan kabilelerle, kendi bölgelerinde olmayan bir ürün karşılığı takas ettiler. Farklı kabileler arası meta takası, zamanla kabile içi meta takasını getirdi. Yani artık eskisi gibi, avcı avlanıyor, zanaatkar araç gereç yapıyor, savaşçı savaşıyor, tüm bu faaliyetler sonucunda elde edilen ürünlerden tüm kabile üyeleri faydalanamıyordu. Avcıların avladığı hayvanlar avcıların, zanaatkarların yaptığı araç gereç, zanaatkarların, balıkçıların tuttuğu balıklar, balıkçıların oluyordu. Her biri kendi ürettiklerinden faydalanabilmeleri için diğer kabile üyelerinden bedel istiyordu. Böylece Özel Mülkiyet, yani, kar amacıyla üretim yapılan araçların ve mülkiyetinde bu üretim sonucu ortaya çıkan karın özel kişilere ait olması çıktı ortaya... Alıntı
Misafir demirefe Gönderi tarihi: 30 Mart , 2010 Gönderi tarihi: 30 Mart , 2010 Deniz çiftliği kuranlar, denizin o kısmını mülkiyetlerine almıyorlar. Ben sadece deniz ortak mülkiyettir diye çiftlikte serbestçe balık avlayabileceğinizi düşünmeyin sakın diye sadece ve sadece bir uyarıda bulunmak istedim, başka bir şey değil... Acaba bir Eskimo'nun diğerine şöyle diyerek: “Şu geçen hafta avladığın ayının kürkünü bana ver, nasılsa sende başka kürkler var, bu kürkü şans eseri fazladan edindin. Buna karşılık sen bir hafta balığa çıkma, ben fazladan balık tutup sana getiririm.” şeklinde bir pazarlık yapmadığından emin olabilir miyiz? Biyolojideki canlı taksonomisi ile toplumsal sınıfları karıştırmayacağım kesin, ama hala iddia ediyorum, her kavramın daha ilkel bir biçimi vardır, o ilkelin de daha da ilkeli de... Bundan asla kaçınamazsınız. "En ilkel biçimi budur, bu kavramın miladı budur" dediğiniz noktadan önce de o kavramın daha ilkel bir biçimi olacaktır. Çünkü ne kadar geriye giderseniz gidin, geriye gittikçe ortada insan bile kalmasa, sadece primat atalar kalsa, hala o kavramın daha ilkel biçimlerini bulacaksınız. Primatların davranışları da daha ilkel atalarından köken almaktadır, bu böyledir... Hatta hepimiz beyin kabuğumuzun altında, derinlerde, beyin sapına doğru bir yerlerde bir reptil beyni taşımaktayız. Primat beyni yine çok yakın bir aşama... Alıntı
Φ Dayı Gönderi tarihi: 30 Mart , 2010 Gönderi tarihi: 30 Mart , 2010 Deniz çiftliği kuranlar, denizin o kısmını mülkiyetlerine almıyorlar. Ben sadece deniz ortak mülkiyettir diye çiftlikte serbestçe balık avlayabileceğinizi düşünmeyin sakın diye sadece ve sadece bir uyarıda bulunmak istedim, başka bir şey değil... Acaba bir Eskimo'nun diğerine şöyle diyerek: “Şu geçen hafta avladığın ayının kürkünü bana ver, nasılsa sende başka kürkler var, bu kürkü şans eseri fazladan edindin. Buna karşılık sen bir hafta balığa çıkma, ben fazladan balık tutup sana getiririm.” şeklinde bir pazarlık yapmadığından emin olabilir miyiz? Biyolojideki canlı taksonomisi ile toplumsal sınıfları karıştırmayacağım kesin, ama hala iddia ediyorum, her kavramın daha ilkel bir biçimi vardır, o ilkelin de daha da ilkeli de... Bundan asla kaçınamazsınız. "En ilkel biçimi budur, bu kavramın miladı budur" dediğiniz noktadan önce de o kavramın daha ilkel bir biçimi olacaktır. Çünkü ne kadar geriye giderseniz gidin, geriye gittikçe ortada insan bile kalmasa, sadece primat atalar kalsa, hala o kavramın daha ilkel biçimlerini bulacaksınız. Primatların davranışları da daha ilkel atalarından köken almaktadır, bu böyledir... Hatta hepimiz beyin kabuğumuzun altında, derinlerde, beyin sapına doğru bir yerlerde bir reptil beyni taşımaktayız. Primat beyni yine çok yakın bir aşama... Bilgi birikerek gelir..nereden ve nereye gelir..İnsandan insan,a..gelir.. Cep telefonu,nu ben icat ettim ben buldum diyebilirmi kimse..yada televizyon benim icadımdır diyebilirmi kimse..derse sinamayı atlamış olur.. Dün,ün sonucu bugündür..bu gün yarının sonucu olacak nedendir..alt yapısı veritabanıdır..dün bize hazırlanmış veri tabanındaki fikirleri harmanlamasaydık,çarpıp, bölüp, toplamasaydık,çağa uymayanları çıkartmasaydık şimdi şu anda bu iletişimi sağlayamazdık.. Alıntı
Misafir demirefe Gönderi tarihi: 31 Mart , 2010 Gönderi tarihi: 31 Mart , 2010 Biraz konu dışına çıkacağım ama, televizyonun gelişimini kısaca özetlemeye çalışmak isterim. Dikkat çektiğin gibi Dayı, sinematik tekniği, yani ardarda gösterilen resimlerin kesiksiz bir hareket biçiminde algılandığı biliniyordu. Fakat televizyonda böyle bir hareket göstermeye çalışılmasından önce, bir resmin elektrik sinyalleri ile aktarılabilmesi üzerine uğraşıldı. Bunun için ışığa duyarlı maddelerin bulunması bir yol açtı: Işıklandırılan bir resmin önünde spiral biçimli dizilmiş delikler bulunan bir disk belli bir hızla döndürüldü. Aynı anda ışığa duyarlı bir algılayıcı yukarı aşağı hareket ederek diskteki delikleri tarıyordu. Bir delik resmin herhangi bir noktasına denk geldiği anda algılayıcı ya karanlık, ya aydınlık bir nokta algılıyordu. Başka bir delikten ise farklı bir sinyal alınıyordu, resmin neresine denk geldiğine bağlı olarak. Böylece disk resmi tarıyor ve sinyaller üretiyordu. Bu sinyaller bir düzlem üzerine aynı biçimde dizili ampüllere aktarılıyordu. İşte resmin ışıklı noktası algılandığında aynı yere denk gelen lambanın yanması, resmin bir benzerinin oluşmasını sağlıyordu. Ne kadar ilkel değil mi? Ama işte bu düzenek Karagöz-Hacivat perdesinden bile çok çok daha ilkel, renkli bile olmayan bir görüntü oluştursa bile, resmi elektrik sinyalleri biçiminde uzaklara taşıyabiliyor oluşu, bu düzeneği televizyonun ilkel atası yaptı. Televizyonun diğer aşamalarını anlatmaya derman yetmez. Bu tam bir teknoloji efsanesi, dünyada yaşanmış en heyecan verici ve hayranlık uyandırıcı öykülerden biri... Bilişim teknolojisiyle birlikte uygarlığımızın zirvesi... Bilgisayarın nasıl başladığını ve geliştiğini anlatmaya ise derman hiç yetmez... Ama temel aynı: Bir lamba ya yanıyordur, ya yanmıyordur mantığından bir transistör ya iletimdedir, ya iletimde değildir mantığına geçişten başka bir şey değil... Bu kadar basit bir mantıktan çıkarak terabytlerce bilgiyi kodlamak, depolamak, işlemek olağanüstü bir öykü... Hep bu hızla ilerleyen bu teknolojinin nerede duracağını merak ederim. Kıyamet? Kıyamet diye bir şey yoktur, var denileni görecelidir, mutlak değildir... “Sebep dedim, gülümsedin. Dedin ki aşkından, daha güzel hasretin...” Alıntı
Misafir demirefe Gönderi tarihi: 2 Nisan , 2010 Gönderi tarihi: 2 Nisan , 2010 Şarkı sözlerinin ne anlama geldiği belki anlaşılamamış olabilir, açıklayayım: Kıyamet kopup akibet encam neyse kavuşmak ve sonsuza dek bir statükoya yerleşmek diye bir şey yoktur, olamaz. Daha üst düzey bir yaşama kavuşma özlemidir yaşamayı çekici kılan. Ki zaman da sonsuzdur, son yoktur. Denecek ki şu anki bilincime sahip olmadan sonsuzluğu ne yapayım? E, din ne diyor da? "Bela" dedin ama hatırlamıyorsun diyor. E ne anladık? Önceki hayatım vardı, hatırlamıyorum, sonraki de olacak, hatırlamayacağım. Ne oldu şimdi? Farklı bir şey mi oldu? Yani şimdi şöyle olur da, yahu hep vardım, ne zamandır varım bilmiyorum, kendimi sonsuzdan beri var gibi hissediyorum olur da, bunu kaybetmemek, var olduğumu unuttuğum bir an gelmemesi için bir şeyler yapmam gerekir, onu anlarım... Öyle bir şey yok. Varsam, hep varımdır ve hep var olacağımdır. Bu ikisi ayrı şeyler olamaz. Eksi ve artı sonsuz diye bir şeyler olamaz. Sonsuz sonsuzdur, artısı eksisi olmaz. Ne sonsuzdan beri yoktu, ama şimdi varoldu ve sonsuza kadar var olacak diye, ne de sonsuzdan beri vardı, ama artık olmayacak diye bir şey olamaz. Sonsuzsa hem geçmişte sonsuzdur, hem gelecekte. Ezeli - ebedi diye bir ayrım olamaz. Ezeli ise ebedidir de... Ebedi ise ezelidir de... Alıntı
Misafir CYRANO Gönderi tarihi: 3 Nisan , 2010 Gönderi tarihi: 3 Nisan , 2010 Bilimsel çalışmalar bir eskimonun diğerine ne söyleyip ne söylemediğiyle ilgilenmez. İnsan topluluklarının, sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik yaşam biçimlerinin araştırılması müneccimlik yoluyla olmaz. Bilimin müneccimlikten daha işlevli araçları ve yöntemleri vardır. Doğada karşılığı olmayan, insanlar tarafından üretilen sistemlerin miladları vardır. Başka toplumsal, ekonomik ve siyasal değişmelerin neticesinde ortaya çıkan hiçbir ilkel formdan gelmeyen uygulamalar ve sistemlerdir bunlar. Hukuk, devlet, ahlak, doğada halihazırda var olan yapılardan türemiştir. Tüm sosyal memelilerde sürü üyeleri arasındaki ilişkiyi belirleyen kurallar vardır. Sürü üyeleri bu kurallara bağlı kaldığı sürece, sürünün devamı sağlanabilir. Üyelerden birisi bu kurallara riayet etmezse, ya dışlanır cezalandırılır, ya da sürü bölünür dağılır. İster bir kurt sürüsü, ister bir aslan sürüsü, ister bir goril sürüsü olsun. Devlet, ahlak, hukuk gibi kurumlar bu yapının gelişimiyle oluşmuştur. Temel yasa hala geçerlidir. Toplum içerisinde bireylerin birbiriyle olan ilişkilerini düzenleyen kurallar vardır. Toplum üyeleri bu kurallara bağlı kaldığı sürece toplum bir arada yaşayabilir. Buna uymayan kişi cezalandırılır. Cezalandırılamayacak sayıda kişi uymazsa, toplum bölünür ya da dağılır. Fakat mesela kölelik ve köleciliğin ilkel bir formu yoktur. Ne insanın doğasında, ne de ortaya çıktığı zamana kadar var olan topluluklarda buna benzer bir yapı yoktur. Başka gelişmeler neticesinde ortaya çıkmıştır. Bir önceki iletimde açıkladığım gibi önce meta ortaya çıkmıştır, ve sonra insan da bir metaya dönüşmüştür. Ücret karşılığı insan çalıştırma. Ortaya çıktığı zamana kadar ilkel bir formu yoktur. Daha önceki topluluklarda bir benzer uygulama yoktur. Önce meta ortaya çıkmıştır. İnsan gücü de bir metaya dönüşmüştür. Özel Mülkiyet, ortaya çıktığı zamana kadar ilkel bir formu yoktur. Daha önceki, ya da özel mülkiyetin olmadığı toplumlarda ilkel bir formatı benzeri yoktur. Meta ortaya çıkmıştır ve meta üreten araçların mülkiyetiyle özel mülkiyet ortaya çıkmıştır. Miladları vardır; Meta. Metanın ortaya çıktığı toplumlarda, özel mülkiyet, kölecilik, ücretli iş gücü olmuştur. Metanın ortaya çıkmadığı toplumlarda olmamıştır. Bağımsız değişkenimiz metadır. Bilim, belki şu şuna şöyle demiştir, nereden biliyoruz demediğini gibi müneccimliklerle uğraşmaz. Daha güvenilir yöntemleri vardır. Alıntı
Misafir demirefe Gönderi tarihi: 3 Nisan , 2010 Gönderi tarihi: 3 Nisan , 2010 Bilimsel olarak belirleyemedik, o halde yoktur diye bir yargıya varılamaz. Olasılıkları irdelemek de bilimdir. Herhangi bir bilimsel makalede, "ilk insanlar olasılıkla düşen bir yıldırımın yaktığı bir odun parçasını gözlemleyerek ateşi ilk kez incelemişlerdir" türü anlatımlar görebiliriz. Elinde yarısı yanmış odunla birlikte fosilleşmiş bir ilkel insan bulup bu iddiayı kanıtlayacak halimiz yok... Alıntı
Φ FUZULİ Gönderi tarihi: 3 Nisan , 2010 Gönderi tarihi: 3 Nisan , 2010 Durun bir bilim de ben yapayım:Bilim Tanrı'nın yokluğunu kanıtlayamadığına göre bilimsel olarak olma ihtimali vardır, kimse bilimsel olarak yoktur diyemez. Bu da benim bilimsel tezim buyrun çürütün... Muhabbetle... Alıntı
Φ FUZULİ Gönderi tarihi: 3 Nisan , 2010 Gönderi tarihi: 3 Nisan , 2010 Durun bir bilim de ben yapayım:Bilim Tanrı'nın yokluğunu kanıtlayamadığına göre bilimsel olarak olma ihtimali vardır, kimse bilimsel olarak yoktur diyemez. Bu da benim bilimsel tezim buyrun çürütün... Muhabbetle... Alıntı
Misafir demirefe Gönderi tarihi: 3 Nisan , 2010 Gönderi tarihi: 3 Nisan , 2010 Çürütmeye hiç gerek yok, çünkü bu benim de tezim. Bu foruma girdiğim günden başlayarak bilimin tanrının varlığını ya da yokluğunu kanıtlama gibi bir görevi olmadığını anlattım. Yok zaten sorun bu değil... "Bilim tanrının olmadığını kanıtladı" şeklinde bir iddia çok nadir ortaya atılır, ama bilimin tanrının varlığını kanıtladığı iddiası ile adım başı karşılaşırsınız, bu konuda olağanüstü bir enflasyon vardır. Alıntı
Φ sardunyam Gönderi tarihi: 9 Nisan , 2010 Gönderi tarihi: 9 Nisan , 2010 Çürütmeye hiç gerek yok, çünkü bu benim de tezim. Bu foruma girdiğim günden başlayarak bilimin tanrının varlığını ya da yokluğunu kanıtlama gibi bir görevi olmadığını anlattım. Yok zaten sorun bu değil... "Bilim tanrının olmadığını kanıtladı" şeklinde bir iddia çok nadir ortaya atılır, ama bilimin tanrının varlığını kanıtladığı iddiası ile adım başı karşılaşırsınız, bu konuda olağanüstü bir enflasyon vardır. Bilim Tanrı değildir elbette ama Tanrı Bilimseldir... ) Bilimin yaptığıda Tanrının var ettiğinin nasıl var olduğunu ve nasıl değiştiğini analiz etmektir. Tabi ben Tanrı diyorum çünkü varlığına inancım var. Yok diyenlerede saygım. Çünkü her insanın bakış açısı aynı olmayacaktır. Şimdi İslam'ın Allah'ı anlatışında O'nun sıfatlarından olan ezeli ve ebedi oluşunun bilimsel karşılığı sonsuzluktur. Zamansız ve mekansız oluşunu bilim zaten ispat edemez. Çünkü bilim zamanla ve mekanla sınırlıdır. Tabi şimdilik... Kur'an alemlerden söz eder bu alemler bizim algılarımız içindemidir yoksa dışında mıdır bilmiyoruz. Evrenin genişliğinden mi söz eder yoksa çeşitliliğinden mi bilinmez. Ya da tüm bunların dışında maddi alemi değilde enerjetik alemler mi vardır oda bilinmez. Bilimin amacı evreni, canlığı ve insanı tanımaktır. Ve Allah'ta insandan bunu ister. Bunun ötesindeki bütün klişeler, fiziksel algılar ve dini ritüeller işin teferruatlarıdır. Aslolan bilimdir özetle... Alıntı
Φ Dayı Gönderi tarihi: 9 Nisan , 2010 Gönderi tarihi: 9 Nisan , 2010 Var olanı inceliyoruz analiz ediyoruz durum tespiti yapıyoruz ve adını koyuyoruz ..VAR olanı..ve adına Bilim diyoruz..şayet VAR olan bir ölçü ile bir İLİM ile VAR olmadıysa biz şaklabanlık yapıyoruz ne bilimi.. Su VAR..inceleyen, hidrojen ve oksijeni Su,da gören, hatta iki hidrojen bir oksijen diyede birim bileşenlerini ve miktarlarını söyleyen Bilim insanı Su,daki VAR olanları BİLİYOR.. Şöylede bakıyorum olaya..üç boyutlu maddeyi VAR eden,beş işlevli bir makina ile bu üç boyutlu maddeyi inceliyor,gözlemliyor adınıda koyuyor.. hiç bir mahlukta itiraz edemiyor..SU diyorsa Su,dur..balinanın biri çıkıpta Su değil MU diyemiyor mesela.. İnsanoğlu insan yapmayıda becermiş..ehhh Tanrım artık yollarımızı ayıralım..sana ihtiyaçta kalmadı artık..bak insanı bile yapabiliyoruz..güzeeeeellllll demiş tanrı..bekliyordum zaten böyle bir çıkış yapmanızı..peki bitane daha yapında yaparken göreyim birde..tabi diyor insanoğlu ve eğiliyor yerden toprak alacak..Tanrı hooooppppp..herkes insanını kendi toprağından yapacak..insanoğlu mosmor.. Tanrı yumuşatıyor işi..biliyorum ve inanıyorumki bir gün kendi toprağınıda yapacak benim biricik varlığım İnsan,takmayın kafanıza üzülmeyin..hadi bakem oynamaya devam edin.. Bilim İnsanları en sevdiklerindendir Tanrının..çok sever onları ve sırlarını İLMİNİ açık eder Bilim insanına..BİLMEK için çalışana.. Alıntı
Φ hangisi kullanılmıyo Gönderi tarihi: 9 Nisan , 2010 Gönderi tarihi: 9 Nisan , 2010 Var olanı inceliyoruz analiz ediyoruz durum tespiti yapıyoruz ve adını koyuyoruz ..VAR olanı..ve adına Bilim diyoruz..şayet VAR olan bir ölçü ile bir İLİM ile VAR olmadıysa biz şaklabanlık yapıyoruz ne bilimi.. Su VAR..inceleyen, hidrojen ve oksijeni Su,da gören, hatta iki hidrojen bir oksijen diyede birim bileşenlerini ve miktarlarını söyleyen Bilim insanı Su,daki VAR olanları BİLİYOR.. Şöylede bakıyorum olaya..üç boyutlu maddeyi VAR eden,beş işlevli bir makina ile bu üç boyutlu maddeyi inceliyor,gözlemliyor adınıda koyuyor.. hiç bir mahlukta itiraz edemiyor..SU diyorsa Su,dur..balinanın biri çıkıpta Su değil MU diyemiyor mesela.. İnsanoğlu insan yapmayıda becermiş..ehhh Tanrım artık yollarımızı ayıralım..sana ihtiyaçta kalmadı artık..bak insanı bile yapabiliyoruz..güzeeeeellllll demiş tanrı..bekliyordum zaten böyle bir çıkış yapmanızı..peki bitane daha yapında yaparken göreyim birde..tabi diyor insanoğlu ve eğiliyor yerden toprak alacak..Tanrı hooooppppp..herkes insanını kendi toprağından yapacak..insanoğlu mosmor.. Tanrı yumuşatıyor işi..biliyorum ve inanıyorumki bir gün kendi toprağınıda yapacak benim biricik varlığım İnsan,takmayın kafanıza üzülmeyin..hadi bakem oynamaya devam edin.. Bilim İnsanları en sevdiklerindendir Tanrının..çok sever onları ve sırlarını İLMİNİ açık eder Bilim insanına..BİLMEK için çalışana.. Bilmek için çalışma tuhaf bir ifade, tıpkı antik yunanda şekillenmiş felsefe tanımı gibi, bilgi severlik, bilgelik severlik, vesaire. Bilmek için çalışan bir insan evladı bulursanız bu dünyada paganizmin önünü kesmeniz kolaylaşır, ama ilk çağlardan günümüze dinlerde de, materyalist eğilimlerde de, idealist materyalist olarak değerlendiriler evrentanrı/tanrıevren modellerinde de asıl olan insanların paganist eğilimleridir. Çünkü insan gerçekte bilmek için çalışmaz, tıpkı gerçekte sevdiğinin bilgelik ya da bilgi olmadığı gibi. Ne için çalıştığını bildiğinde insan ya da bilgi, bilgelik derken gerçekte neyi sevdiğini bildiğinde paganizmden kurtulmak için ilk adımı atmış olur, ama sadece ilk adımı. Çünkü bilmekle yapmak aynı şey değildir ne yazık ki Alıntı
Φ hangisi kullanılmıyo Gönderi tarihi: 9 Nisan , 2010 Gönderi tarihi: 9 Nisan , 2010 Bilimsel çalışmalar bir eskimonun diğerine ne söyleyip ne söylemediğiyle ilgilenmez. İnsan topluluklarının, sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik yaşam biçimlerinin araştırılması müneccimlik yoluyla olmaz. . . . Bilim, belki şu şuna şöyle demiştir, nereden biliyoruz demediğini gibi müneccimliklerle uğraşmaz. Daha güvenilir yöntemleri vardır. Bağımsız değişkeni meta olarak değerlendirmek ne dereceye kadar doğru olabilir? Şöyle ki, elimizde bir metanın var olabilmesi onu üretecek bir üretim aracına, onun da varlığı ilkel teknikler anlamında da olsa bir bilginin varlığına bağlıdır. Bu durumda bağmısız değişkenin bilgi olması gerekmez mi ve bizim de oturup bilginin doğuşu, gelişimi, birtakım toplumlarda gelişip ilerlerken muhtemelen aynı ihtiyaçlara sahip diğer toplumlarda neden hiç gelişmediği üzerine düşünmemiz gerekmez mi? Alıntı
Misafir CYRANO Gönderi tarihi: 10 Nisan , 2010 Gönderi tarihi: 10 Nisan , 2010 Bağımsız değişkeni meta olarak değerlendirmek ne dereceye kadar doğru olabilir? Şöyle ki, elimizde bir metanın var olabilmesi onu üretecek bir üretim aracına, onun da varlığı ilkel teknikler anlamında da olsa bir bilginin varlığına bağlıdır. İnsanlar avladıkları hayvanları, başka bir madde ile takas edene kadar avlanmayı bilmiyor muydu? İnsanlar yaptıkları elbiseleri, başka bir araç gereç ile takas edene kadar elbise yapmayı bilmiyor muydu? İnsanlar topladıkları böğürtlenleri, başka bir madde ile takas eden kadar böğürtlen toplamayı bilmiyor muydu? İnsanlar yaptıkları mızrakları başka bir madde ile takas edene kadar mızrak yapmayı bilmiyor muydu ? İnsanlar meta ortaya çıkmadan önce de avlanıyor, mevye topluyor, elbise mızrak yapıyorlardı. Ancak bu aile içi üretim , komünal biçimdeydi. Evde anneniz niçin ve ne kadar yemek yapar ? Aile üyelerinin doyması için, onların doyacağı kadar yemek yapar. Nineniz niçin ve ne kadar kazak örer? Aile üyelerinin giymesi için, aile üyelerine yetecek kadar. Aile içinde, aile üyelerinin tüketimi için üretilenler meta mıdır ? Hayır değildir. Çünkü bir bedel karşılığı satmak ya da takas etmek için üretilmemektedir. Zira anneniz, bir tabak yemek karşılığı sizden bir bedel ödemenizi ya da takas etmek için bir mal getirmenizi istemez. Anneniz karşılığında para ödemediniz diye size yaptığım yemekten yiyemezsin demez. Nineniz parasını ödemediniz diye çrdüğüm kazakları giyemezsin demez. Peki anneniz bir lokanta açtı. Orada yemeği niçin ve ne kadar yapar ? Müşterilere para karşılığı satmak için, satabileceği kadar yapar. Nineniz, el örmesi kazaklar sattığı bir dükkan açtı diyelim. Orada ne için ve kadar kazak örer? Müşterilere para karşılığı satmak için, satabileceği kadar. Evde yaptıklarından farklı bir şey yapmıyorlar. Anneniz yine yemek yapıyor. Anneanneniz ise kazak örüyor. Ancak dükkanlarında yaptıkları yemekler ve ördükleri kazaklar birer meta. Çünkü, bir bedel karşılığı satmak için üretiliyorlar. Ve bedelini ödemeyen kimselerin bu mallardan yararlanmasına izin vermiyorlar. Annenizin lokantasında parasını vermeyen yemek yiyemiyor. Ninenizin dükkanında parasını vermeyen ninenizin yaptığı kazakları giyemiyor... Devlet polis ve asker aracılığıyla bir hizmet üretiyor. Güvenlik hizmeti. Bu bir meta mı ? Hayır. Çünkü bu hizmeti sunarken, parasını ödemeyen vatandaşların bu hizmetten yararlanmasını engellemez. Engelleyemez. Mesela bir saldırgan size saldırdığında polis o saldırganı engellemek için sizden bir bedel, para talep etmez. Özel güvenlik firmaları vardır. Aynı hizmeti üretirler. Güvenlik hizmeti. Bu ise metadır. Ancak bedelini ödeyenler o firmanın sunduğu güvenlik hizmetinden yararlanabilir. Parasını öderseniz o firmanın güvenlik elemanları gelip evinizi, işyerinizi korur. Ödemezseniz korumaz. Sundukları hizmet aynı. Birisi meta, diğer değil. Sanırım metanın farkını anlamışsındır. Bu durumda bağmısız değişkenin bilgi olması gerekmez mi ve bizim de oturup bilginin doğuşu, gelişimi, birtakım toplumlarda gelişip ilerlerken muhtemelen aynı ihtiyaçlara sahip diğer toplumlarda neden hiç gelişmediği üzerine düşünmemiz gerekmez mi? yüzbinlerce kişilik şehirlerde yaşayan toplumlarla, onlarca kişilik kabileler halinde yaşayan toplumlarda bilginin gelişimi aynı oranda olur mu ? "aynı ihtiyaçlara sahip diğer toplumlar" Yüzbinlerce kişilik şehirlerde yaşayan toplumlarla, onlarca, yüzlerce kabileler halinde yaşayan toplumların ihtiyaçları aynı olur mu ? Aynı ihtiyaçlara sahip olmadıkları için "gelişmemiştir". İnsanlar daha kalabalık toplumlar olarak yaşamaya başladıkça, birbirleriyle olan ilişkilerini düzenleyecek daha fazla kurala ve kuruma ihtiyaç duydular. Bir konu, bir sorun üzerinde daha fazla kişi kafa yormaya çalışmaya başladı. Bilim, felsefe nasıl gelişmiştir? Milyarlarca insanın ortak katkısı ile. Bugün sahip olduğumuz herhangi bir bilgi ya da "doğru"nın altında milyonlarca insanın emeği vardır. Birbiriyle ilişki, haberleşme içerisinde olan insanların faaliyetleri ile. Yüzbinlerce kişinin yaşadığı bir şehirde, birisi yeni bir bulgu, icat yaptığında, ya da yeni bir fikir ürettiğinde bundan yüzbinlerce kişinin haberi olur. Ve o yüzbinlerce kişi arasında katkı yapacak, geliştirecek, sorgulayacak, yanlışlayacak, doğrulayacak insanlar çıkar. Ancak 50 kişilik bir afrika kabilesi için aynı şeyi söyleyemeyiz. Bu yüzden bilim, felsefe şehirlerde doğmuş ve gelişmiştir. Alıntı
Φ hangisi kullanılmıyo Gönderi tarihi: 10 Nisan , 2010 Gönderi tarihi: 10 Nisan , 2010 İnsanlar avladıkları hayvanları, başka bir madde ile takas edene kadar avlanmayı bilmiyor muydu? İnsanlar yaptıkları elbiseleri, başka bir araç gereç ile takas edene kadar elbise yapmayı bilmiyor muydu? İnsanlar topladıkları böğürtlenleri, başka bir madde ile takas eden kadar böğürtlen toplamayı bilmiyor muydu? İnsanlar yaptıkları mızrakları başka bir madde ile takas edene kadar mızrak yapmayı bilmiyor muydu ? İnsanlar meta ortaya çıkmadan önce de avlanıyor, mevye topluyor, elbise mızrak yapıyorlardı. Ancak bu aile içi üretim , komünal biçimdeydi. Şimdi şöyle düşünelim, takası başlatan nedir? Birilerinin sizin elinizde olmayan bir şeyleri üretmeleri en basit anlamda. Nüfusun çok çok az, imkanlarınsa sınırsız olduğu bir dönemde insanların böğürtlen takası yapmaları takdir edersiniz ki pek de mantıklı değildir. Yani mesela ilk bakışta hayvanlara karşı avlanmak ve korumak için kullanılabilecek keskin aletler ve ısı dengesi sağlamak amaçlı olduğunu kabul edelim hadi, bu dengeyi sağlayacak elbiseler üretimi bu anlamda takasın konusu olabilir ve o düzeyde bir toplumu düşünecek olursak o aletin, o elbisenin yapımı elbetteki sezgiyle edinilmiş bir bilginin ürünü olabilir ancak, çünkü bu aleti yapacak şahsın elinde örnek, bilgi, vesaire anlamında hiçbir şey yoktur ve takası başlatan şey üretememektir ve bu üretime dair bilgisi olan birilerine bilgisinin karşılığını öder takası yapan ilkçağ insanı. Yani takasın var olabilmesi için mantıksal olarak baktığımızda bilgi gereklidir kesin olarak. Evde anneniz niçin ve ne kadar yemek yapar ? Aile üyelerinin doyması için, onların doyacağı kadar yemek yapar. Nineniz niçin ve ne kadar kazak örer? Aile üyelerinin giymesi için, aile üyelerine yetecek kadar. Aile içinde, aile üyelerinin tüketimi için üretilenler meta mıdır ? Hayır değildir. Çünkü bir bedel karşılığı satmak ya da takas etmek için üretilmemektedir. Zira anneniz, bir tabak yemek karşılığı sizden bir bedel ödemenizi ya da takas etmek için bir mal getirmenizi istemez. Anneniz karşılığında para ödemediniz diye size yaptığım yemekten yiyemezsin demez. Nineniz parasını ödemediniz diye çrdüğüm kazakları giyemezsin demez. Peki anneniz bir lokanta açtı. Orada yemeği niçin ve ne kadar yapar ? Müşterilere para karşılığı satmak için, satabileceği kadar yapar. Nineniz, el örmesi kazaklar sattığı bir dükkan açtı diyelim. Orada ne için ve kadar kazak örer? Müşterilere para karşılığı satmak için, satabileceği kadar. Evde yaptıklarından farklı bir şey yapmıyorlar. Anneniz yine yemek yapıyor. Anneanneniz ise kazak örüyor. Ancak dükkanlarında yaptıkları yemekler ve ördükleri kazaklar birer meta. Çünkü, bir bedel karşılığı satmak için üretiliyorlar. Ve bedelini ödemeyen kimselerin bu mallardan yararlanmasına izin vermiyorlar. Annenizin lokantasında parasını vermeyen yemek yiyemiyor. Ninenizin dükkanında parasını vermeyen ninenizin yaptığı kazakları giyemiyor... Devlet polis ve asker aracılığıyla bir hizmet üretiyor. Güvenlik hizmeti. Bu bir meta mı ? Hayır. Çünkü bu hizmeti sunarken, parasını ödemeyen vatandaşların bu hizmetten yararlanmasını engellemez. Engelleyemez. Mesela bir saldırgan size saldırdığında polis o saldırganı engellemek için sizden bir bedel, para talep etmez. Özel güvenlik firmaları vardır. Aynı hizmeti üretirler. Güvenlik hizmeti. Bu ise metadır. Ancak bedelini ödeyenler o firmanın sunduğu güvenlik hizmetinden yararlanabilir. Parasını öderseniz o firmanın güvenlik elemanları gelip evinizi, işyerinizi korur. Ödemezseniz korumaz. Sundukları hizmet aynı. Birisi meta, diğer değil. Sanırım metanın farkını anlamışsındır. Bende aynı şeyden bahsediyorum, uzatmamak adına devlet örneği hariç olmak kaydıyla bunu kerhen kabul edebilirim. Çünü bir devletin vatandaşı olmak bedel ödemeye başlamak demektir ve acz içinde olan insanların dışında kalan her insan bu bedeli öder. O palis beni korur ve bunu yapmak zorundadır, çünkü bunun için maaş almaktadır. Polis açısından baktığınızda emeği metadır, verdiği hizmet metadır ve karşılığını almaktadır. Benim açımdansa ben bu ülkede bu korumayı almanın karşılığında bu ülkenin yasalarına uyar, vergi öder ve hayatımın 1,5 yılını bir dağın tepesinde askerlik dedikleri bir hizmeti vermek için geçiririm. Yani devlet örneği yanlıştır, devletin verdiği her hizmet metadır ve vatandaşlar ama öyle, ama böyle bu bedeli öderler. Ödemeyen ülkeler vardır ve verdiklerinin çok çok üzerinde hizmet alırlar devletten, ama onların ödemekdikleri bedelleri de başka ülkelerin halkları öderler. Hizmet ya da meta varsa karşılığı vardır, devletin varlığı bu ana ilkeyi değiştirmez. Hatta ve hatta daha da ileri gidebilirim burada ve anne babanın vermesinin de aslında bir karşılığının bulunduğunu söylerim ki o da itaattir. Sürekli itaatsizlik yapan, asilik eden, evin ev sahipleri tarafından belirlenmiş düzenini bozan çocuğun verilenleri geri almak, vermemek en hafifi olmak üzere pek çok bedel ödeyeceğini takdir edersiniz sanırım. Anne babaya itaatinse yine karşılığı vardır, toplumda yerini sağlamlaştırma, verilenlerin devamı, takdir görme, vesaire diye uzatılabilir bu liste. Yani bir şeyin değişime konu olması için sadece maddi karşılığının olması gerekmez, maddi karşılığın dışında karşılıklar için de takasa girer insanlar. Burada sorun dar ve geniş yorum sorunudur. yüzbinlerce kişilik şehirlerde yaşayan toplumlarla, onlarca kişilik kabileler halinde yaşayan toplumlarda bilginin gelişimi aynı oranda olur mu ? "aynı ihtiyaçlara sahip diğer toplumlar" Yüzbinlerce kişilik şehirlerde yaşayan toplumlarla, onlarca, yüzlerce kabileler halinde yaşayan toplumların ihtiyaçları aynı olur mu ? Aynı ihtiyaçlara sahip olmadıkları için "gelişmemiştir". İnsanlar daha kalabalık toplumlar olarak yaşamaya başladıkça, birbirleriyle olan ilişkilerini düzenleyecek daha fazla kurala ve kuruma ihtiyaç duydular. Bir konu, bir sorun üzerinde daha fazla kişi kafa yormaya çalışmaya başladı. Bilim, felsefe nasıl gelişmiştir? Milyarlarca insanın ortak katkısı ile. Bugün sahip olduğumuz herhangi bir bilgi ya da "doğru"nın altında milyonlarca insanın emeği vardır. Birbiriyle ilişki, haberleşme içerisinde olan insanların faaliyetleri ile. Yüzbinlerce kişinin yaşadığı bir şehirde, birisi yeni bir bulgu, icat yaptığında, ya da yeni bir fikir ürettiğinde bundan yüzbinlerce kişinin haberi olur. Ve o yüzbinlerce kişi arasında katkı yapacak, geliştirecek, sorgulayacak, yanlışlayacak, doğrulayacak insanlar çıkar. Ancak 50 kişilik bir afrika kabilesi için aynı şeyi söyleyemeyiz. Bu yüzden bilim, felsefe şehirlerde doğmuş ve gelişmiştir Bir kısmı doğru olsa da söylenenlerin sonuç önermesi bana göre yanlıştır. Burada fark edilmeyen şey bahsettiğiniz anlamdaki fiziki şehri doğuran şeyin kendisi zaten bilimdir, tarihin en eski ve en önemli bilimi mimarlıktır. Ancak fiziki olarak o büyüklükteki bir yerleşkenin kurulması için bile başka şeyler gerekir, farklı kültürlerin, dinlerin, toplumların karşılaşması ve rekabeti. Ben bilimi, felsefeyi geliştiren pekçok etken olduğunu kabul etsem de ana etkenlerden birinin kültürler, dinler, toplumlar, inanışlar arası rekabet olduğunu iddia ederim. Bu türden rekabetin olmadığı toplumlarda da gelişme binlerce yıl da yaşasalar olmaz diye bir önerme geliştirilebilir rahatlıkla. Bkz, Kızılderililer, Afrika toplumları, Aborjinler Diğer yandan bilimin, felsefenin milyonlarca kişinin katılımıyla oluşması, gelişmesi nispeten doğru bir yaklaşımdır, ama insanı reddetmesiyle maluldür ve burada etkisi olduğunu kabul etsem de ana etkenlerden bir diğeri tam anlamıyla kent, ihtiyaç ve bilgi birikimi değildir, bu alanlarda sıçrama denebilecek açılımları yapabilecek insanlardır. Dahi dediğimiz bu insanın şehirle, bilgi birikimiyle, hele hele bireysel ya da toplumsal ihtiyaçla bağlantısı ispatlanabilmiş bir bağlantı değildir, ama bilimin, felsefenin, düşüncenin gelişiminin bu dahilerle bağlantısı ispat edilmiş bir bağlantıdır. Ancak enteresan bir şey vardır, bu tipler toplumların yükseliş ve gelişme dönemlerinde ortaya çıkıyorlar, duraklama ve gerilime dönemlerinde o toplumlar aynı kentlerde, daha fazla bilgi birikimine sahip olmalarına ve ihtiyaçları da artmasına rağmen bir daha o tipte adamı üretememektedirler. Mısır bunları çıkarmıştır, tarihte insanların aklında hukuk bile yokken tıp hukuku yazan dahileri vardır, Hint ve Çin üretmiştir, 4-5 bin yıl önce yazılmış çok gelişkin bir dilin ürünü olan vedalar vardır, Yunan kültürü Platon, Sokrates, Aristoteles gibi sayısız değerli isimleri üretmiştir, ama bilim adamı üretimi felsefeci üretimi kadar yaygın değildir. Daha sonra İslam kültürü yükselişi aşamasında pek çok isimle beraber mesela Biruni, Harezmi gibi dönüm noktası olabilecek isimleri üretebilmiştir ve nöbet 14, 15. Yüzyıldan sonra Avrupa’ya geçmiştir ve aynı toplum yeni kuruluşunu oluşturmaya başlayıp geliştiğinde ve yükseldiğinde adları herkesçe bilinen pek çok değerli bilim adamı, düşünür üretmiştir. Her bir toplum dahiler de dahil olmak üzere kendisinden önceki toplumların ve çağdaşı rakip toplumların bilgilerini kullanmıştır, bu konuda kesinlikle haklısınız, ancak asıl gelişmeyi sağlayan dahinin üretimine dair herhangi bir somut veri yoktur. Geçmiş toplumların incelenmesiyle ortaya çıkan şey şudur ki bu toplumların gelişme, yükseliş ve biraz da duraklamaya girme dönemlerinde ortaya çıkan bu isimler nedeni bilinmemekle beraber duraklama ve çöküş dönemlerinde aynı toplum tarafından üretilememektedir. Şimdi bilgi birikimi çok daha fazla, toplum aynı toplum, hatta ihtiyaç artıyor ve çeşitleniyor, üremesi gereken dahi o toplumun yükseliş ve gelişme aşamasındaki dahiye göre sizin görüşünüze göre çok çok avantajlı, çünkü o dahiler gibi geçmişteki bilgileri kullanmasının yanı sıra bir de üstüne o sıçrama yapan dahilerin ve onların sıçrama yaptıkları bilgiyi geliştiren düşünürlerin, bilim adamlarının ürettikleri bilgiyi de kullanıyor, ama dahi nedendir bilinmez, gerileme ve çöküş dönemlerinde çıkmıyor. Bu durum, yani bilginin artmasına, çoğalmasına, çeşitlenmesine karşın bilgiyi üreten insanda gerilemenin yaşanması bilgi birikimiyle, toplam bilgiyle düşünsel gelişimi açıklamaya çalışan teorinin eksiğidir Kent önemlidir, kabul, ama kendini üreten insanı ve var oluşunun gerçek nedeni olan o varlıktaki nedeni aşmayacak kadar önemli olabilir ancak. Alıntı
Misafir CYRANO Gönderi tarihi: 11 Nisan , 2010 Gönderi tarihi: 11 Nisan , 2010 Şimdi şöyle düşünelim, takası başlatan nedir? Birilerinin sizin elinizde olmayan bir şeyleri üretmeleri en basit anlamda. Nüfusun çok çok az, imkanlarınsa sınırsız olduğu bir dönemde insanların böğürtlen takası yapmaları takdir edersiniz ki pek de mantıklı değildir. Yani mesela ilk bakışta hayvanlara karşı avlanmak ve korumak için kullanılabilecek keskin aletler ve ısı dengesi sağlamak amaçlı olduğunu kabul edelim hadi, bu dengeyi sağlayacak elbiseler üretimi bu anlamda takasın konusu olabilir ve o düzeyde bir toplumu düşünecek olursak o aletin, o elbisenin yapımı elbetteki sezgiyle edinilmiş bir bilginin ürünü olabilir ancak, çünkü bu aleti yapacak şahsın elinde örnek, bilgi, vesaire anlamında hiçbir şey yoktur ve takası başlatan şey üretememektir ve bu üretime dair bilgisi olan birilerine bilgisinin karşılığını öder takası yapan ilkçağ insanı. Yani takasın var olabilmesi için mantıksal olarak baktığımızda bilgi gereklidir kesin olarak. Anlatamıyor muyum? Aynı insanlar takasa başlamadan önce elbise, mızrak üretmiyorlar mıydı? Avlanmıyorlar mıydı? Avcılar av tekniklerini bilmiyor muydu? Savaşçılar savaş tekniklerini bilmiyor muydu? Barınaklarını yapanlar nasıl yapacaklarını bilmiyorlar mıydı? Eskiden de birisi avlanıyor, birisi savaşıyor, birisi elbise yapıyor, birisi balık avlıyor, birisi böğürtlen topluyordu. Ancak bunu belli bir bedel karşılığı satmak takas etmek için değil, klan üyelerinin ihtiyaçlarını karşılamak için yapıyordu. Avcının topladığı ganimetler, terzinin yaptığı elbiseler, topalyıcının topladığı meyveler, balıkçının tuttuğu balıklar tek bir yerde toplanıyor ve tüm klanın ortak mülki sayılıyordu. Meta ortaya çıktıktan sonra herkesin ürettiği, avladığı, topladığı klanın ortak mülkü değil kendisinin özel mülkiyeti oldu. Bende aynı şeyden bahsediyorum, uzatmamak adına devlet örneği hariç olmak kaydıyla bunu kerhen kabul edebilirim. Çünü bir devletin vatandaşı olmak bedel ödemeye başlamak demektir ve acz içinde olan insanların dışında kalan her insan bu bedeli öder. O palis beni korur ve bunu yapmak zorundadır, çünkü bunun için maaş almaktadır. Polis açısından baktığınızda emeği metadır, verdiği hizmet metadır ve karşılığını almaktadır. Benim açımdansa ben bu ülkede bu korumayı almanın karşılığında bu ülkenin yasalarına uyar, vergi öder ve hayatımın 1,5 yılını bir dağın tepesinde askerlik dedikleri bir hizmeti vermek için geçiririm. Yani devlet örneği yanlıştır, devletin verdiği her hizmet metadır ve vatandaşlar ama öyle, ama böyle bu bedeli öderler. Ödemeyen ülkeler vardır ve verdiklerinin çok çok üzerinde hizmet alırlar devletten, ama onların ödemekdikleri bedelleri de başka ülkelerin halkları öderler. Hizmet ya da meta varsa karşılığı vardır, devletin varlığı bu ana ilkeyi değiştirmez. "Devletin verdiği her hizmet metadır" gibi son derece yanlış savlar üretmek yerine, verdiğim kavramların anlamlarına bir göz atmayı denesene dostum. "Toplumsal mal ve hizmetler", "Tam kamusal mal ve hizmetler". Yani anlık sav üreterek temel bilimsel, iktisadı kavramlara muhalefet etmek bence tartışmanın ciddiyetini ortadan kaldırır. Adalet hizmeti, ulusal güvenlik hizmeti tüm modern toplumlarda toplumsal, tam kamusal hizmetlerdir. "Ben vergi ödüyorum bu hizmeti satın alıyorum o halde metadır" Herşeyden önce sen vergini ödemediğin zaman, asker kaçağı olduğun zaman, devlet seni gasp eden bir haydutu cezalandırmaz mı? Sana saldıran birisini engellemez mi? Evin yandığında itfaiye söndürmez mi? Seni öldürmekle tehdit eden birisi için suç duyurusunda bulunduğunda savcı dava açmaz mı ? Metanın özellikleri, meta piyasada belli bir bedel karşılığı satılmak amacıyla üretilir. Bedelini yani fiyatını ödemeeyen kişiler meta olan mal veya hizmetten yararlanamazlar. Metanın en temel özellikleri, satış sonucu elde edilecek kar amacıyla üretilmiş olması ve tüketicilerin, tüketiminden mahrum bırakılabilinmesidir. Adalet, güvenlik hizmetleri, metanın aksine kar amacıyla üretilmezler. Devlet bir gelir elde etmek amacıyla üretmez bu hizmetleri. Yine metanın aksine tüketiciler, tüketimden mahrum bırakılamazlar. Yani, hiçkimse adalet ve güvenlik hizmetinden mahrum bırakılamaz. Bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının ne şartla olursa olsun, adalet ve güvenlik hizmelerinden yararlanması engellenemez. Ağır bir suçtur. Vergi, bir metayı satın almak için ödenen ücret değildir. Toplumsal, kamusal malların üretiminin toplum tarafından finansmanıdır. Bunun alternatifi nedir ? Adalet ve güvenlik hizmetinin kabilelerde olduğu gibi, her aileden seçilen birer kişiden oluşan halk mahkemeleri, ve her ailden birer kişiden oluşan milis kuvvetleri ile sağlanmasıdır. Kalabalık modern toplumlarda bu mümkün olmadığı için, bu hizmetler devlet personeli kamu görevlileri eliyle yürütülür. Ve bu hizmetlerin finansmanı tüm vatandaşlar tarafından vergi ödeyerek karşılanır. Bunlar Cyrano'nun kişisel tespitleri ve görüşleri değil, bilimsel tanımlardır. Ancak dostum sen eğer dünya ölçeğinde devrim yaratacak, ve iktisat alanında köklü değişiklikler getirecek tezlere sahibim iddiasında değilsen, bence burada adı geçen kavramların tanımına bir göz at.... Hatta ve hatta daha da ileri gidebilirim burada ve anne babanın vermesinin de aslında bir karşılığının bulunduğunu söylerim ki o da itaattir. Sürekli itaatsizlik yapan, asilik eden, evin ev sahipleri tarafından belirlenmiş düzenini bozan çocuğun verilenleri geri almak, vermemek en hafifi olmak üzere pek çok bedel ödeyeceğini takdir edersiniz sanırım. Anne babaya itaatinse yine karşılığı vardır, toplumda yerini sağlamlaştırma, verilenlerin devamı, takdir görme, vesaire diye uzatılabilir bu liste. Yani bir şeyin değişime konu olması için sadece maddi karşılığının olması gerekmez, maddi karşılığın dışında karşılıklar için de takasa girer insanlar. Burada sorun dar ve geniş yorum sorunudur. Bir kısmı doğru olsa da söylenenlerin sonuç önermesi bana göre yanlıştır. Burada fark edilmeyen şey bahsettiğiniz anlamdaki fiziki şehri doğuran şeyin kendisi zaten bilimdir, tarihin en eski ve en önemli bilimi mimarlıktır. Ancak fiziki olarak o büyüklükteki bir yerleşkenin kurulması için bile başka şeyler gerekir, farklı kültürlerin, dinlerin, toplumların karşılaşması ve rekabeti. Ben bilimi, felsefeyi geliştiren pekçok etken olduğunu kabul etsem de ana etkenlerden birinin kültürler, dinler, toplumlar, inanışlar arası rekabet olduğunu iddia ederim. Bu türden rekabetin olmadığı toplumlarda da gelişme binlerce yıl da yaşasalar olmaz diye bir önerme geliştirilebilir rahatlıkla. Bkz, Kızılderililer, Afrika toplumları, Aborjinler Dostum, o şehirler kurulup ardından insanlar oraya gelmedi. İnsanlar zaman içinde yavaş yavaş o şehirleri kurdu. O şehirleri kurmalarını sağlayan bilgiyi de yavaş yavaş beraber ürettiler. Kalabalık olarak bir arada yaşadıkları için. Diğer yandan bilimin, felsefenin milyonlarca kişinin katılımıyla oluşması, gelişmesi nispeten doğru bir yaklaşımdır, ama insanı reddetmesiyle maluldür ve burada etkisi olduğunu kabul etsem de ana etkenlerden bir diğeri tam anlamıyla kent, ihtiyaç ve bilgi birikimi değildir, bu alanlarda sıçrama denebilecek açılımları yapabilecek insanlardır. Dahi dediğimiz bu insanın şehirle, bilgi birikimiyle, hele hele bireysel ya da toplumsal ihtiyaçla bağlantısı ispatlanabilmiş bir bağlantı değildir, Hangi felsefe bir köyde doğmuştur ? Hangi bilimsel icat ve yenilik bir köyde yaşanmıştır ? Hangi dahi bir köyde yetişip orta çıkmıştır ? Bir örnek var mı insanlık tarihinde ? ama bilimin, felsefenin, düşüncenin gelişiminin bu dahilerle bağlantısı ispat edilmiş bir bağlantıdır. Ancak enteresan bir şey vardır, bu tipler toplumların yükseliş ve gelişme dönemlerinde ortaya çıkıyorlar, duraklama ve gerilime dönemlerinde o toplumlar aynı kentlerde, daha fazla bilgi birikimine sahip olmalarına ve ihtiyaçları da artmasına rağmen bir daha o tipte adamı üretememektedirler. Mısır bunları çıkarmıştır, tarihte insanların aklında hukuk bile yokken tıp hukuku yazan dahileri vardır, Hint ve Çin üretmiştir, 4-5 bin yıl önce yazılmış çok gelişkin bir dilin ürünü olan vedalar vardır, Yunan kültürü Platon, Sokrates, Aristoteles gibi sayısız değerli isimleri üretmiştir, ama bilim adamı üretimi felsefeci üretimi kadar yaygın değildir. Saydığın medeniyetlerin hepsi, ilk şehir devletleri aynı zamanda değil mi ? Daha sonra İslam kültürü yükselişi aşamasında pek çok isimle beraber mesela Biruni, Harezmi gibi dönüm noktası olabilecek isimleri üretebilmiştir ve nöbet 14, 15. Yüzyıldan sonra Avrupa’ya geçmiştir ve aynı toplum yeni kuruluşunu oluşturmaya başlayıp geliştiğinde ve yükseldiğinde adları herkesçe bilinen pek çok değerli bilim adamı, düşünür üretmiştir. Şehir merkezli yaşayan Persler, bilim, felsefe, sanat alanlarında büyük eserler verirken, komşuları olan ve dağınık küçük kabileler halinde yaşayan Araplar niye felsefe, bilim, sanat alanında ürünler çıkaramamıştır İslamiyete kadar? Arapların felsefe, bilim alanındaki eserleri niye, islamiyetle birlikte Arapların merkezi devlet çatısı altında şehir yaşamına geçmelerinden sonra ortaya çıkmıştır ? Neden Hunlar felsefe, bilim alanında bilinen hiçbir eseri katkısı yokken, Selçuklular'ın vardır ? Niye Hunlar'dan filozoflar, bilim adamları çıkmamışken Selçuklular'dan çıkmıştır ? Her bir toplum dahiler de dahil olmak üzere kendisinden önceki toplumların ve çağdaşı rakip toplumların bilgilerini kullanmıştır, bu konuda kesinlikle haklısınız, ancak asıl gelişmeyi sağlayan dahinin üretimine dair herhangi bir somut veri yoktur. Geçmiş toplumların incelenmesiyle ortaya çıkan şey şudur ki bu toplumların gelişme, yükseliş ve biraz da duraklamaya girme dönemlerinde ortaya çıkan bu isimler nedeni bilinmemekle beraber duraklama ve çöküş dönemlerinde aynı toplum tarafından üretilememektedir. Şimdi bilgi birikimi çok daha fazla, toplum aynı toplum, hatta ihtiyaç artıyor ve çeşitleniyor, üremesi gereken dahi o toplumun yükseliş ve gelişme aşamasındaki dahiye göre sizin görüşünüze göre çok çok avantajlı, çünkü o dahiler gibi geçmişteki bilgileri kullanmasının yanı sıra bir de üstüne o sıçrama yapan dahilerin ve onların sıçrama yaptıkları bilgiyi geliştiren düşünürlerin, bilim adamlarının ürettikleri bilgiyi de kullanıyor, ama dahi nedendir bilinmez, gerileme ve çöküş dönemlerinde çıkmıyor. Bu durum, yani bilginin artmasına, çoğalmasına, çeşitlenmesine karşın bilgiyi üreten insanda gerilemenin yaşanması bilgi birikimiyle, toplam bilgiyle düşünsel gelişimi açıklamaya çalışan teorinin eksiğidir Kent önemlidir, kabul, ama kendini üreten insanı ve var oluşunun gerçek nedeni olan o varlıktaki nedeni aşmayacak kadar önemli olabilir ancak. Niye bütün filozoflar, mucitler şehirlerden çıkmıştır ? Niye bütün felsefeler, bilimsel akımlar, ideolojiler şehirlerden ve şehir merkezli yaşam süren toplumlardan çıkmıştır ? Afrika kabileleri, Kızılderililer, Aborjinler bu toplumların karşılaştıkları çağdaki batılı ya da doğulu toplumlar kadar gelişmemiş olmasının sebebi, o toplumlar gibi şehir merkezli bir yaşama hiç sahip olmamalarıdır. Fark buradadır. Şehir medeniyetin merkezidir, rahmidir. Devletlerin yükselme dönemlerinde, dahilerin, filozofların çıktığı, duraklama gerileme çöküş dönemlerinde çıkmadığı gibi bir bilgiyi daha önce hiç duymadım. Böyle bir istatistiki bilgi varsa paylaşırsan sevinirim. Alıntı
Misafir demirefe Gönderi tarihi: 13 Nisan , 2010 Gönderi tarihi: 13 Nisan , 2010 Tanrı Bilimseldir Katılamıyorum Sayın sardunyam, tanrı bilimsel olamaz, çünkü felsefidir. Felsefi olarak tanrıya inanıp inanmadığınıza karar verirsiniz, inandığınıza karar verdiğinizde felsefeden din alanına geçmiş olursunuz. Bu yaptığınız işlemde bilim bir rol almamıştır. Bilim dine de felsefeye de katkı yapabilir, dinin her ikisine de katkısı olamaz, bilimin ise felsefeye katkısı olur. Bu üçlünün arasındaki ilişkiler bu biçimdedir, saygılar... Alıntı
Önerilen İletiler
Katılın Görüşlerinizi Paylaşın
Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.