Gönderi tarihi: 11 Mart , 2006 19 yıl . Son günlerdeki Tüketim toplumu milliyetçiliği... Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde milliyetçiliğin ekonomik boyutu küreselleşmeye paralel olarak geri plana atılırken, siyasal ve kültürel boyutu ön plana geçiyor. Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde milliyetçiliğin ekonomik boyutu küreselleşmeye paralel olarak geri plana atılırken, siyasal ve kültürel boyutu ön plana geçiyor. Milliyetçilik, birçok kişiye göre an azından bir ideoloji olarak modern çağların, hatta sadece son iki yüzyılın yani sanayi devriminin bir ürünüdür ve dolayısıyla çok yeni bir kavramdır. Bu yaklaşıma göre milliyetçilik ilk olarak İngiltere ve Fransa’da, daha önce unsurları oluşmaya başlamış olan millet olgusundan sonra ve burjuvazinin iktidarı meşrulaştırmak için ortaya çıkan bir ideoloji ve onun yol açtığı bir harekettir. Milliyetçilik, birçok kişiye göre an azından bir ideoloji olarak modern çağların, hatta sadece son iki yüzyılın yani sanayi devriminin bir ürünüdür ve dolayısıyla çok yeni bir kavramdır. Bu yaklaşıma göre milliyetçilik ilk olarak İngiltere ve Fransa’da, daha önce unsurları oluşmaya başlamış olan millet olgusundan sonra ve burjuvazinin iktidarı meşrulaştırmak için ortaya çıkan bir ideoloji ve onun yol açtığı bir harekettir. Oysa tarihsel arka plana baktığımızda bunun böyle olmadığını milliyetçiliğin çok eskilere dayandığını açıkça görürüz. O Çünkü milliyetçiliğin en eski çağlardan beri insan fıtratına yapışık bir biçimde mevcut olduğunu ve hatta o fıtratı oluşturan bir unsur oluşunu, hem siyaset hem de düşünce alanında açıkça görmek mümkündür. Eflatun ve Aristo bu konuda verilebilecek önemli örneklerdir: Eflatun ve Aristo’nun çağlarında kendilerini Hellen, ülkelerini ise Hellas olarak adlandıran Grekler, kendilerini diğer milletler ve kavimlerden üstün görür, hem kendilerine ve hem de ülkelerine kuvvetli bir asabiye ile bağlı olurlardı. Mesela, Aristo, dünyanın insanlarla meskûn bölgelerini (Eucumonia) ana hatlarıyla üçe ayırmaktadır: Hellas, Avrupa ve Doğu. Avrupalıları geri zekâlı, Doğuluları ise korkak bulan Aristo’ya göre ideal insan tipi Hellen, ideal ülke ise Hellastır. Aristo’nun bu yaklaşımında, milliyetçiliğin adeta temel kurucu unsurlarından olan “vatanseverlik” (patriotizm) üzerinden nasıl kıvamlı bir milliyetçilik yapıldığı açıkça görülmektedir. Milliyetçiliğe yönelik bu tarihsel perspektiflerden sonra günümüze dönüp söz konusu kavramın geldiği son noktayı, ülkemiz bağlamında irdeleyelim. Son yıllarda faşist diktatör A. Hitler’in “Kavgam” kitabıyla başlayan ve Metal Fırtına, Şu Çılgın Türkler vb kitaplarla adeta teorik bir milliyetçi külliyat oluşturma çabaları hız kazandı. Gelinen noktada bu çabaların toplumsal yansıması olarak bazılarının faşizan duygularının kabardığını görmekteyiz. Mevcut süreçte bu gerçeklik temelinde gelişen milliyetçilik hareketleri özünde olumsuz ve paradoksal bir çelişkiyi de beraberinde getirmektedir. Siyaset bilimci Fuat Keyman’nın jargonuyla söylersek “tüketim toplumu milliyetçiliği” yapanlar son kertede statükoyu korumaya ve “piyasa yapmaya” yaramanın ötesine geçememektedir. Öte yandan bu tür güruhların vatanseverlik adına yaptıkları şoven çıkışlar toplumsal düzlemde çeşitli sorunların yaşanmasına yol açmaktadır. Hukukçu, Baskın Oran’ın belirttiği gibi milliyetçilik söylemi içinde, bir ulus (millet), yüceltilirken onun tarihi yeniden yazılırken yada ister gelişmiş ister azgelişmiş ülkelerde, gerek ezilmişliğe son vermek için gerekse bütünselliği sağlamak için bu tür bir söylem kullanırken, diğer unsurlara yada “öteki” uluslara yönelik pejoratif bir tanımlama söz konusu olur. Bu şekilde milliyetçilik, kolaylıkla şoven veya ırkçı bir nitelik alabiliyor. Bu da ister istemez ülke içindeki diğer unsurların veya “ötekileştirilenlerin” tepkisini çekiyor yada tepkisinin doğmasına yol açıyor. Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde milliyetçiliğin ekonomik boyutu küreselleşmeye paralel olarak geri plana atılırken, siyasal ve kültürel boyutu ön plana geçiyor. Bu saptama, son yıllarda ülkemiz özelinde maalesef pratiğe geç(iril)miştir. Hafızalarımızı geçen yıla götürüp bayrak krizinde şaha kalkan milliyetçi kitleleri ve bunu fırsat bilip başka şeylerin propagandasını yapmaya çalışanları bir kez daha hatırlayalım: Geçtiğimiz yıl bayrak kriziyle adeta uykularından uyanan milliyetçi kitleler soluğu meydanlarda almışlardı. Ülkenin dört bir yanında bayraklı mitinglerle Türkiye halkına “Türk” propagandası yapmaya çalışılmıştı. Tabi bu süreçte Türkiye solunun sessiz kalması elbette ki dikkat çekicidir ve bunun etkisiyle bayrağa daha bir milliyetçi tutumla sarılan bazı kesimlerin meydanlara inmesi de çelişkili bir durumdur. Çünkü aynı kesim, ki bayrağa ve bağımsızlığa gönülden bağlı olan (?) bu kesim Amerikan bayrakları İncirlikte dalgalanırken yada Cuma namazı sonrasında İstanbul’un göbeğinde İslam devletini ve şeriatı simgeleyen Yeşil renkli bayraklar açılırken sessiz kalmayı tercih etmişlerdir. Keza aynı şekilde Irakta askerlerimizin başına çuval geçirilirken bu zihniyet ve ateşli savunucuları nedense ortalıkta görünmüyorlardı. Ta ki, Çatlı-Ağca karışımı Polat Alemdar denen Türk versiyonu Rambo, sinema filmiyle çuvalın intikamı alıp hikâyeden de olsa Ahmet İnsel’in deyimiyle “milliyetçi güruhların” incinen ulusal gururlarını okşayana kadar. Yıllardır kendilerini ülkenin gerçek sahipleri zanneden ve egemenlik alanlarında istedikleri politikaları uygulama şansı bulanlar, şimdilerde AB politikalarından adeta vampirin ışıktan korktuğu gibi korkmaktadırlar. AB eksenli politikalarla her alanda demokratikleşmenin sağlanması elbette ki bazı kesimlerin işine gelmeyecektir. Çünkü meydan artık onların değil ve o karanlık dünyaları aydınlanmak üzeredir. İşte asıl sorun da buradan kaynaklanmaktadır. Statükoculukta ısrar edenler, kendi dışındakilerini “öteki”leştiren, demokratikleşmeden korkan kısaca egemenlik alanları daralan kesimler mevcut süreçte ellerinden geldiği ölçüde ülkede bir çatışma ortamı yaratmak istemektedirler. İşte tamda bu noktada şovenist bir Türk milliyetçiliğin geliştirilmek istendiğinin ve bir takım manipülasyonların da etkisiyle hedef olarak ilkel bir Kürt milliyetçiliğinin seçildiğini görmekteyiz. İşte asıl tehlike buradadır ve bu seçim maalesef birilerinin kazancı olurken tüm Türkiye halkının kaybı anlamına gelir. Dolayısıyla bu süreçte ne şovenist bir Türk milliyetçiliği ne de ilkel bir Kürt milliyetçiliği çözüm olamaz ve bu noktada sağduyulu beyinlere her zamankinden daha çok ihtiyacımız vardır. Çünkü dünya her alada hızla yapısal-sosyal-kültürel değişimler yaşamaktadır. Küresel anlamda çeşitli birlikteliklere ihtiyaç doğmaktadır. Dolayısıyla Nihal Atsızın “dünyadaki herkes türkün düşmanıdır” şeklinde özetlenecek paranoyak/ırkçı felsefesi, elbette ki böyle bir süreçte geçerliliğini yitirecektir. Sonuç olarak Atatürk’ün hedef gösterdiği muasır medeniyet seviyesine çıkmak için yapay gündemlerle, ötekini dışlayarak, demokratikleşmeden korkarak politika üretemeyiz. Kaldı ki, yıllardır bu topraklarda yaşayan iki kardeş halkın Atatürk’ün hedeflediği noktaya ulaşma adına daha çok kenetlenmesi gerekir. Böylesi bir amaç doğrultusunda AB perspektifli politikaları uygulamak ve demokratik, hukukun üstünlüğünü her alanda özümseyen, temel insan haklarını içselleştiren bir demokratik bir Türkiye oluşturmak zorundayız. Çünkü dünya hızla değişirken bizler kendi sığ dünyamızda kalamayız. BURADA HERKES DURUP DÜŞÜNMELİ VE ÜZERİNE DÜŞEN SORUMLULUK BİLİNCİNİ TÜM GERÇEKÇİLİĞİ GÖRME FIRSATINI YAKALAYARAK SON GÜNLERDE ORTAYA ATILAN SUNİ GÜNDEMLERİN KİMLERİN İŞİNE VE NE ŞEKİLDE YARAYACAĞINI GÖREN İNSANLARIN SAYILARI GÜN GEÇTİKÇE ARTACAĞI UMİDİYLE.... Sevgi ve saygılar... :----------------------------------------------------------------------- D. ÖZYAKIŞIR / Araş. Gör.
Gönderi tarihi: 11 Mart , 2006 19 yıl AÇLIĞIN,YOKSULLUĞUN MİLLİYETİ YOKTUR... milliyetçilik ne yazıkki emperyalist dünyanın, ülkemiz için kullandığı bir piyon haline gelmiştir...bir nevi siyasi dolandırıcılıktır. ve bu siyasi dolandırıcılık insanımızın maneviyatı ve duyarlılığı kullanılarak ekonomik tuzak şekline dönüşmüştür. Milliyetçilik, 'vatan, millet, Sakarya, kan, ırk, bayrak' edebiyatı mıdır, yoksa ulusun, ülkenin çıkarlarını, onurunu herkese karşı savunmak, yani tam bağımsızlık mıdır? Her, ulusun, ülkenin onuru, çıkarları ayaklar altında çiğnenirken, 'vatan, millet, Sakarya, kan, ırk, bayrak' edebiyatını, yani milliyetçiliği salt kitleleri uyutmak, kandırmak için kullanıp, aslında bütün bu değerleri salt kendi siyasal ya da bireysel-sınıfsal çıkarları için kullanmak milliyetçilikse, bunun karşıtı nedir? (Uğur Mumcu) vatanseverlik faşizme saplanırsa,gözümüz daha çok bağlanır... tam bağımsızlık ancak ekonomik bağımsızlık ile mümkündür ve buda ırkçı-şoven bir milliyetçilikle değil, halkın çıkarlarını bir bütün olarak sağlamakla olur..
Gönderi tarihi: 11 Mart , 2006 19 yıl Yazar AÇLIĞIN,YOKSULLUĞUN MİLLİYETİ YOKTUR... Milliyetçilik, 'vatan, millet, Sakarya, kan, ırk, bayrak' edebiyatı mıdır, yoksa ulusun, ülkenin çıkarlarını, onurunu herkese karşı savunmak, yani tam bağımsızlık mıdır? Her, ulusun, ülkenin onuru, çıkarları ayaklar altında çiğnenirken, 'vatan, millet, Sakarya, kan, ırk, bayrak' edebiyatını, yani milliyetçiliği salt kitleleri uyutmak, kandırmak için kullanıp, aslında bütün bu değerleri salt kendi siyasal ya da bireysel-sınıfsal çıkarları için kullanmak milliyetçilikse, bunun karşıtı nedir? (Uğur Mumcu) Teşekkürler sevgili zeyno... Evet yukarıda değerli gazeteci Uğur MUMCU'nun sorduğu soruyu bende soruyorum... Yukarıdaki düşüncenin etik ve düşünsel karşıtı nedir sizce?... Sevgiler...
Gönderi tarihi: 12 Mart , 2006 19 yıl Yazar AÇLIĞIN,YOKSULLUĞUN MİLLİYETİ YOKTUR... milliyetçilik ne yazıkki emperyalist dünyanın, ülkemiz için kullandığı bir piyon haline gelmiştir...bir nevi siyasi dolandırıcılıktır. ve bu siyasi dolandırıcılık insanımızın maneviyatı ve duyarlılığı kullanılarak ekonomik tuzak şekline dönüşmüştür. Milliyetçilik, 'vatan, millet, Sakarya, kan, ırk, bayrak' edebiyatı mıdır, yoksa ulusun, ülkenin çıkarlarını, onurunu herkese karşı savunmak, yani tam bağımsızlık mıdır? Her, ulusun, ülkenin onuru, çıkarları ayaklar altında çiğnenirken, 'vatan, millet, Sakarya, kan, ırk, bayrak' edebiyatını, yani milliyetçiliği salt kitleleri uyutmak, kandırmak için kullanıp, aslında bütün bu değerleri salt kendi siyasal ya da bireysel-sınıfsal çıkarları için kullanmak milliyetçilikse, bunun karşıtı nedir? (Uğur Mumcu) vatanseverlik faşizme saplanırsa,gözümüz daha çok bağlanır... tam bağımsızlık ancak ekonomik bağımsızlık ile mümkündür ve buda ırkçı-şoven bir milliyetçilikle değil, halkın çıkarlarını bir bütün olarak sağlamakla olur.. Katılmamak mümkün değil sevgili zeynoo... Konuya açıklık getirmek açışında şunlarında bilinmesinde yarar görüyorum... Günümüzde milliyetçilik farklı bir yerlerde seyrediyor. Kaldı ki, Milli olabilme ve milliyetçilik bölücü değil; birleştiricidir. İnsanları birbirine ötekileştirmez, tekleştirmez, sosyalleştirir. Sosyal barışı kurar. Dayanışma ve hoşgörüyü sağlar. Ancak, sınıfçı ideolojiler ötekileştirir ve iç düşman yaratır. Zaten amacı da sınıf kavgasıdır. Milletleşemeyen kendi varlıklarını koruyup geliştiremeyen toplumlar demokrasiyi de işletemezler; ama tartışırlar. Demokrasi de milletleşme ve milli mutabakatlar zeminine dayanır. Onun için demokrasi kalabalıkların değil; milletleşmiş toplumların rejimidir. Çünkü sınıf, grup, cemaat, ırk, boy, mezhep gibi dar mensubiyetlerin egemenliği peşinde değildir. Demokrasi ile milliyetçilik birbirini tamamlar. Sınıfçı yaklaşımlar toplumun bütünü kavrayamadığından toplumcu da olamazlar. Milliyetçilik; ne sadece hamaset, duygusallık, ne de dışa kapanma ve duygusal düşmanlıktır. O şuurlu bir şekilde milli değerlerden ve çıkarlardan yana tavır koyabilmektir. Milliyetçilik yaşayan bir pratik olarak ideoloji de değildir. Çünkü; milliyetçilik yaşanır, o ne bir aydın lüksü, ne de demagojidir... Umarım yeterince anlaşılmıştır...
Gönderi tarihi: 15 Mart , 2006 19 yıl KAPİTALİZMİN IRKÇILIK KARTI Kapitalizmi ‘Modern Bir Dünya Sistemi’ şeklinde kuramsallaştıran Immanuel Wallerstein, hem ırkçılığın hem de azgelişmişliğin modern dünyanın olguları olduğunu, ırkçılığın, tüm tarih boyunca varolan yabancı düşmanlığı (xenophobia) olmadığını ve azgelişmişliğin de benzer biçimde bütün tarih boyunca varolmuş bir yoksulluk ve/veya düşük teknoloji düzeyi anlamına gelmediğini ileri sürer. Wallerstein’ın bir dünya sistemi olarak kapitalizmin örgütlenme ilkelerinden birinin, eşitsiz niteliğinden ötürü insanları hem sistem içinde tutmak hem de dışlamak olduğu şeklindeki tezi çok önemlidir. Kanımca bu önemlilik, kapitalizmin kendini bütünsel bir mantık ve yayılmacı bir pratikle kurma zorunluluğundan kaynaklanmaktadır. Sosyal bilimlerde, bilhassa bütünselci (holistic) yaklaşımlar içinde ifade edildiği gibi, sistemik örgütlenmeler, bir merkez etrafından çevreye halkalar biçiminde genişleyerek yayılır. Bu örgütlenme biçimi, sistemin içindeki her öğenin bir diğeriyle bağlantısını zorunlu olarak beraberinde getirir. Faraza, modern kapitalizmin ürünleri olarak ırkçılık ve azgelişmişlik (biçimleri), sömürü düzenini gerek merkezde gerekse çevrede daha etkili biçimde yürütmek için oluşturulur ve kullanılır. Ancak, bunlar çok farklı görünümlerle işe koşulur. Wallerstein’ın belirttiği gibi hemen her devlette varolan etnik boyut, yani atfedilmiş çeşitli özelliklerin (ırk, renk, dil, din, ataerkil köken) toplamı olarak hem ayırıcı/ayrımcı toplumsal-kültürel bir ölçüt hem de sınıfsal belirlemede işe koşulan bir araçtır. Yani, sınıfsallığı dikey ve yatay kesen bir etniklik ya da etnisite olgusu, kapitalizme içkindir. Kapitalizm etnik olgudan sonuna kadar yararlanır. Bu, sermeyenin kökensel olarak-ne kadar küreselleşse de-ulusal kökeninden kaynaklanmaz sadece; aynı zamanda etniklik, sınıfsal çıkarların şekillendirilmesinde ve yeniden üretilmesinde doğrudan yardımcı olur. Nitekim, hemen her kapitalist ülkede, en tepeden aşağıya doğru sıralanan etnik –ulusal da diyebiliriz– topluluklar, aynı zamanda sınıfsal güç ve kültürel kimlik olarak da konumlanırlar. Şöyle ki, örneğin ABD’de en tepede yer alan sınıfın hala WASP (Beyaz, Anglo-Sakson ve Protestan) niteliğini koruduğunu görebiliyoruz. (Elbette, daha çok New York’ta kümelenen Yahudi sermayesini de gözardı etmemek gerekir; ancak WASP, bir kalıp olarak belirleyicidir.) En altta yer alan sınıfların ise beyaz olmayanlardan (Latin Amerikalılar, zenciler, Sarı ırklılar) oluştuğu aşikar. Yani, ABD kapitalizmi içindeki sınıfsal sıralama ile etnik sıralama arasında bir koşutluk vardır. Bu olgu, diğer kapitalist ülkeler için de geçerlidir. İşte Wallerstein, ırkçılık olgusunun altında bu gerçeğin yattığını vurgular. IRKÇI FAŞİZMİN SİMGESİ NAZİLERİN ARKASINDAKİ BÜYÜK SERMAYE; AMERİKAN KAPİTALİZMİ Faşizmin en büyük temsilcisi Nazizlerin, işçi emekçi iktidarı Sovyetlere saldırısında en büyük ve gizli destekçisi elbetteki Amerika ve büyük sermaye sahibi kapitalistlerdi. Nazi ordusunun motorize araçlarınn büyük bir bölümünde Ford / General Motor üretimi motor aksamı kullanılmıştır. Bu gerçekten hareketle faşizmin aslında kapitalizmin kendi ürettiği bir piyonu-çocuğu olduğu, temelde işçi sınıfına karşı bir silahı olduğu gerçeği göz ardı edilemez. FAŞİZM, KAPİTALİZMİN ÖZ EVLADI VE SERMAYENİN KORUCUSUDUR. Dünyanın her yerinde işçi emekçiler, en insani talepler dahil, kendi hakları için mücadele ettiklerinde, karşılarına hep kapitalistlerin güdümündeki faşist çeteleri, yani sermayenin bekçisi olan paralı adamları (siyah maskeliler) çıkmış, işçi emekçilere pervasızca saldırmışlardır. Ülkemizde de İzmir tariş fabrikalarında işi ekmeği ve hakları için mücadele eden grev yapan ülkenin her yöre-din-meshep ve kesiminden işçilerin üzerine faşist çetelerce kurşun yağdırılmıştır. Bu olay faşizmin temel niteliğini ve asıl amacını açıkça ortaya koyuyor. Faşiszmin en başta insan ve insani değerlere karşıdır. Özellikle tahammül edemediği düşüncelerin başında, sevgi, barış,kardeşlik, eşitlik, adalet paylaşım dayanışma gibi insani kavramlardır. Irk ayrımcılığı çok çeşitli nitelemeler (göçmen, zenci, ulus/kan/soy dışı grup, çingene vb.) üzerinden yapılabilir. Ortak bölen ise, ayrımcılığı birçok boyutta (siyasal iktidar, toplumsal ve günlük yaşam gerçekliği, kültürel çevre, tarih ve eğitim gibi) yeniden üreten dışlamadır. Bu dışlama mantığı çok çeşitli ifadelerle (geri, barbar, soysuz, pis vb.) belirtilir. 19. yüzyılın erken antropoloji ve etnolojisinden çağdaş oryantalizme, pozitivist sosyal bilim anlayışından küreselleşme olgusuna değin hemen her Batılı kapitalist düşünce ve uygulama, karşıt kimlikleri ‘kurar’ken yapay ölçütleri ‘doğal’ olarak kabul ettirmenin kuramlaştırmasına soyunur, soyunmuştur da. Örneğin ‘Doğu’, oryantalist bakış açısı içinde bir gerçeklik değil de, çeşitli ilginç içerimleri (egzotiklik, yabancılık, ilkellik vb.) dahilinde bir imge (image=resim) olarak kurulur. Ya da ‘ilkel’, tarihsel sürekliliğin bir uğrağı veya katı olarak değil de, merkezde olmayan niteliklerin negatifi şeklinde ileri sürülür. Buradan da o bildiğimiz meşum ikilikler (dikotomiler) ortaya serilir: Nasıl kapitalizmde kadınlar erkeklerden bir kat daha fazla (hem emek hem cinsellik) sömürülüyorlarsa, etnik tabi topluluklar da iki kere (hem etnik kimlik hem de sınıfsal sömürü) olarak sömürülmektedirler. Etnik ve sınıfsal sömürü ikili bir aşama değil, tek bir sürecin iki halkasıdır. Wallerstein, eşitlikçi olmayan bir sistem olarak kapitalizmde, eşitsizlikten ötürü alt-tabakaların olması gerektiğini ileri sürer. Buna, fikrimce, ilk semavi din Yahudilik ile insanın gündemine politik biçimde giren ‘seçilmiş halk’ mantığından türetilen çok çeşitli milliyetçilik biçimleriyle ifade bulan ‘seçkin ulus/etnisite’ boyutu da ilave edilmelidir. Elbette egemen milliyetçilik ya da etnik topluluk, seçkinliğini sadece kültürel olarak ifade etmez; ekonomik ve siyasal olarak da en yukarıda (zengin ve yöneten) olmayı, varlık nedeni ve kendini yeniden üretmek açısından zorunlu olarak görür. Fakat Aydınlanma, Fransız Devrimi ve liberal felsefe ile açılan yolda burjuvazinin bayraktarlığını yaptığı eşitlik ideolojisi gereği, herkesin eşit haklara sahip olduğu vurgusu da devam ettirilir. Sınıfsal merdiven, tırmanmaya niyetli herkese açıktır. Ancak, bu merdivenin üst basamaklarına kimlerin erişebileceği de önceden o kadar açıktır. Atfedilmiş statüleri feodal döneme gömen burjuvazinin bunun yerine getirdiği meritokrasi zihniyeti, ilk izlenimde eşitlikçi görünümüyle zihinleri bulandırsa da, yakından bakıldığında meritokrasinin çağdaş bir aristokratik şekil olduğu görülür. Yeteneklerin nasıl oluştuğu ve ne şekilde değerlendirildiğini artık çok iyi biliyoruz. Daha anne karnında başlayan sınıfsal niteliklerin eğitim ve iş yaşamı boyunca nasıl belirleyici olduğunun kanıtları ortaya çok konulmuştur. Kimin hangi kariyeri yapacağı önceden ama eşitsiz biçimde belirlenir. ‘Eşit fırsat’ dili, ‘eşit olanak’ dili değildir. Fırsat, kendiliğinden olanağı doğurmaz. Eşitsizlikçi bir sistem olarak kapitalizmde, herkesin kazanması mümkün değildir. Öyle olsaydı, kapitalizm, tarihin gördüğü en ‘toplumsal yarar üreten sistem’i olurdu. Artık biliyoruz ki bu sistem, tarihin gördüğü en bireyci ve bencil sistemdir. Birinin kazanması diğerinin kaybetmesini gerektirmektedir. Tıpkı bir kumar gibi. Wallerstein, ırkçılığın kolektif eşitsizlikler gerçekliğini nasıl meşru kıldığını ve bunu kuramsal olarak nasıl haklılaştırdığını ustaca şöyle açıklar: ‘Irkçılık bu tür eşitsizlikleri meşru kılar, çünkü bir yandan pratikte gerçek değişimi ulaşılamaz tarihlere ertelerken, eşitsizliklerin niteliğinin geçici olduğu hakkında teorik dayanak sağlar. Teorik haklı gösterme oldukça inceliklidir, çünkü düşük statüye sahip olanlarla olmayanlara aynı anda ama farklı biçimde hitap eder. Argümanın dayanak noktası şudur: Düşük etnik statüye sahip olanlar (ve sonuç olarak çoğunlukla düşük mesleki pozisyonda bulunanlar), talihsiz, ancak teorik olarak ortadan kaldırılabilir bir mirastan ötürü kendilerini bu durumla karşı karşıya bulmaktadırlar. Bu insanlar, bir şekilde rasyonel düşünmeye daha az yatkın, çalışma ahlakında daha az disiplinli, eğitimle ilgili ve/veya hakedilmiş başarılar için daha az istekli bir gruptan gelmektedirler.’ Bildik hikaye deyip geçmeden önce şunu vurgulamalıyız: ‘Kurbanın kendisini suçlamasını sağlama’ edimi, çoğu zaman ezilen tarafından içselleştirilir. Eğitimle düşük sınıfsal ve alt etnik statüden çıkılabileceği iddiası, giderek düşük sınıfsal ve alt etnik grubun üyelerince dönüştürülür; sınıf ve etnik kimlik kendini yeniden üretir. Diyelim, kendi etnik topluluğunun ezildiği gerekçesiyle yapılan mücadele, bir kimlik olarak o etnik topluluğun değerlerinin icad ya da inşa edilmesine yol açar. Bu, geriye gidiş ya da dönüştür. Alt sınıfsal ve etnik değerlerin yeniden toplumsallaşma süreçlerinde yeni üyelere aktarılması, tıkanmanın ta kendisidir. Wallerstein, ulusal düzeyde sınıfsal ve etnik hiyerarşiler arasında bir ilişki olmasına karşın, durumun dünya düzeyinde değiştiğini belirtir. Etnik hiyerarşi dünya düzeyinde ulusal bir maskeye bürünür, ulusal-sınıfsal bir alt tabaka oluşur. Ancak, ortada olan, bir çelişki değil çakışmadır. Mantık hem devlet hem de uluslarası düzeyde aynı biçimde işlemektedir. Örneğin, gerek BM gerekse OECD ve Dünya Bankası gibi uluslararası siyasal ve kapitalist kuruluşlar, geri kalmışlığa (bu asla eşitsizlik gibi kavramlarla açıklanmaz) çare olarak eğitimi gösterirler. Yani şu söylenir: Batılı ülkeler, kalkınmak (sanayileşmek) için doğru bir yol izlediler. Kalkınmamış ülkeler de bu yolu izlemelidirler. Yolun adı, modernleşmedir; yani eğitimle kalkınma ve eşitlenme. Ulusal devletler, eşitsizlikle mücadele ettiklerini düşünürlerken kendi konumlarını yeniden üretirler. Bu, giderek bir kısır döngü üretir. Eşitsizlikle mücadele adına eşitsizlikçi politika ve araçların kullanımı yeniden ve yeniden eşitsizliği üretir. Örneğin, eşitsizlikçi bir sistem olduğu açık olan liberal yolla kalkınma düşünce ve uygulaması, yine eşitsiz yapılar üretir (ekonomi ve siyaset gibi). Bu durum, bilgisizlikten değil, bir çıkar çelişkisinden kaynaklanır. Demokrat Parti’nin kapitalist toprak ağaları (başta Adnan Menderes olmak üzere tüm diğerleri), CHP içindeyken İnönü’nün toprak reformuna karşı çıkarlarken, ‘kimin toprağını kime dağıtıyorsunuz?’ diye sorduklarında, arzuladıkları, ülke kalkınmasının (küçük Amerika olarak Türkiye) kendi çıkarlarına dokunmadan gerçekleşmesiydi! Olmayacak bir şeydi ve olmadı da. O halde, azgelişmişlik ya da gelişmekte olan veya geç kapitalistleşen ülkeler, adına her ne denirse densin, uluslararası küresel kapitalizmin işlerselliğinin gerekli taşlarıdırlar. Satrançtaki piyonlardır. O halde, ırkçılık (etnik topluluk bilincinden faşizme değin) ve azgelişmişlik (kalkınmakta olan ülke bakış açısından geri bıraktırılmış veya geç kapitalistleşen ülke formuna kadar), metalaşma sürecinin payandalarıdır. Emperyalist kapitalizm, gerek kendi içindeki sınıfsal düzenin bekasında gerekse küresel ölçekte yayılmada ırkçılık ve azgelişmişliği çok çeşitli formlarda kullanır. Olay sadece ekonomik de değildir. Teorik planda iş, bilimsel meşruiyetlere kadar götürülür. Antropolojiden filolojiye kadar birçok sosyalbilim alanının kökeninde bu meşruiyet arayışı yatar. Örneğin oryantalist çalışmalar, pozitif değerlerin vurgulanmasında ister istemez negatiflikler icat eder. Negatif olanın bir gün pozitif olana benzeyeceği bir yanılsama, hiç değilse mittir. ‘Kendine benzetme’, sistemin mantığının altının oyulmasıdır. O açıdan Batı’nın yirminci yüzyıldaki çeşitli kültürel-siyasal (diyelim entegrasyon ya da çokkültürcülük gibi) açılımları, deyim yerindeyse, giderek gelişen iç muhalefetin (adı ister sosyal demokrasi isterse postmodernizm olsun) sisteme emilmesidir. Bununla birlikte emme hareketi, kendine benzetmeyi değil, kendi içinde kendinin farklılığının sureti olarak sergilenir. Sonuç olarak, yirmi birinci yüzyılda da ırkçılık ve azgelişmişliğin, küresel kapitalizmin kendini yeniden üretici araçları olarak kullanılacağı iddia edilebilir. Milliyetçi görünümlü savaşlar ve etnik soykırımların patlama yaptığı bir dönemde emperyalizmin rolü her zaman görülebilir. Şu unutulmamalıdır: Emperyalizmin ‘böl ve yönet kuralı’, meta ilişkilerinin yeniden üretilmesinde son derece verimli bir kuraldır. İnsanları bir bütün insanlık ailesi ya da evrensel/enternasyonel bir kardeşlik gerçekliği olarak değil de çok çeşitli öğeler (ırk, etnik köken, gelişmişlik, dil, din, cinsiyet, uygarlık, bölge vd.) üzerinden bölen emperyalizm, halkları birbirine düşman kılarak, amacını gerçekleştirmeye çalışır. O nedenle ırkçılık ve azgelişmişlik kategorilerini reddetmeliyiz. Irkçılığı, bir insanlık ayıbı olarak değil sadece, fakat emperyalizmin oyunu olduğu için de reddetmeliyiz. Azgelişmişlik ise ‘yanlış’ bir gelişme ölçütü değil, ‘yanlı’ bir değerlendirme biçimidir de. Çünkü, sözde modernleşme ölçeklerine göre yapılan değerlendirme, geç kapitalistleşmeye başlayan ülkelere sanki günün birinde gelişeceklermiş gibi (Batılı ülkeler gibi olacaklarmış) bir yargıyı dayatmaktadır. Eşitsizlikçi bir küresel kapitalizm verisi içinde tüm kapitalist ülkelerin çeşitli bakımlardan (zenginlik gibi) eşitlenmesi, öncelikle kapitalizmin yasalarına aykırıdır.
Gönderi tarihi: 6 Ağustos , 2006 18 yıl Bu adaletsiz ve çarpık düzen, işsizlik, açlık ve sefalet ile her geçen gün binlerce insanı çarkları arasında ezip yok ediyor.
Katılın Görüşlerinizi Paylaşın
Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Hesabınız varsa, hesabınızla gönderi paylaşmak için ŞİMDİ OTURUM AÇIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.