Zıplanacak içerik

Featured Replies

Gönderi tarihi:

Yakında Ermenistan kapısı da açılacak, yüz yıllık düşmanlık sona erecek, Suriye ile sınırı kaldırdık bile, Kürdistan’la iki sınır kapısı açılacak, Türkiye enerji hatlarının geçiş yolu olacak.

 

Bunları yapan adam tarihe geçer, Erdoğan da geçecek.

 

Bütün tarihî liderler gibi o da tarihe kendi adını kendi elleriyle, risk alarak yazdı.

 

Hak ettiği alkış belki hemen patlamayacak ama bir iki yıl sonra bu barışın etkisini herkes hissetmeye başladığında alkışlar daha da kuvvetlenecek.

 

Erdoğan, Türkiye’yi en kritik noktadan geçirip, çok doğru kararlarla “barışla” buluştururken, bu gelişime çok yardımcı olan bir başka liderin de hakkını vermemiz gerekir.

 

DTP Başkanı Ahmet Türk, konuşmalarıyla, sözleriyle, barışı bütün samimiyetiyle isteyen gerçekliğiyle, sorunların çözümüne baş koymasıyla, ucuz ve kolay alkışlara gönül indirmemesiyle, “gerçek liderlerin” kalitesini ortaya koydu.

 

Ahmet Türk’ün yerinde “tribün alkışına” önem veren gösterişçi politikacılardan biri olsaydı, Türkiye, Erdoğan’ın bütün kararlılığına rağmen barışa ulaşmakta çok zorlanırdı.

 

Türkiye, Erdoğan’a olduğu kadar Türk’e de teşekkür borçlu bence.

 

Bu ülke, yakın tarihinin en büyük gelişmesini yaşarken, savaş biterken, çocukların hayatı kurtulurken, Güneydoğu yaşadığı o korkunç 25 yılı geride bıraktığı için sevinirken, Batı bölgelerindeki Türklerde bir “burukluk” var gibi gözüküyor.

 

Gazeteler bile bu “barışı” mümkün olduğunca küçümsemeye çalışıyor.

 

Batı’daki Türkler, “barışın” anlamını kavrayamamış gibi gözüküyorlar.

 

Bunun birinci nedeni, savaşın “uzaklarda” gerçekleşmesi, insanların sokaklarda, kırlarda, mahzenlerde, taburlarda öldürüldüğü coğrafyanın kendisine çok uzak olması...

 

İkinci nedeni ise yirmi beş yıllık savaş sırasında “barışın” nasıl bir şey olduğunu unutması.

 

Türkler, “barışı” değil, yirmi beş yıl boyunca medyanın kendilerine “katil bölücü çılgınlar” olarak tanıttığı PKK’lıların “yok edilmelerini” istiyordu sanırım.

 

PKK, öldürmekle bitecek bir örgüt değildi çünkü medyanın tanıttığı gibi bir “terör” örgütü değildi, PKK, çok acı çekmiş bir toplumun öfkesiydi.

 

O öfkeyi dindirmeden, sadece insanları öldürerek PKK’yı “yok edemezdiniz”, öldükçe yenileri çıkardı ve çıktı.

 

Bu ülke, binlerce insanını ve yüzlerce milyar dolarını bu savaşa gömdü, şimdi insanlarımızın enerjisini ve savaşa giden paraları yeniden hayata katacağız.

 

Kısa zamanda bunun etkilerini hayatımızda hissedeceğiz.

 

Ayrıca, bu savaşın bitmesi Türkiye’yi hem kendi bölgesinde hem de dünyada “en önemli, en saygıdeğer” ülkelerden biri yapacak.

 

Geçmişin intikamına takılıp kalmak insanı geçmişe gömer, geleceği unutturur.

 

Halbuki, yaşanacak zaman gelecekte bekliyor bizi.

 

Hiç kimsenin kazanamayacağı bir savaşı geride bırakıp, herkesin kazanabileceği bir barışı ele geçirme başarısını gösterdik.

 

Bu çok büyük bir başarı.

 

Herkes “öldürebilir” ama sadece çok güçlüler “yaşatabilir”.

 

Şimdi hep birlikte çok güçlüyüz.

 

Mutlu ve zengin de olacağız.

Gönderi tarihi:

Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ve Türk ulusunun karsitlarina ancak bu kadar methiye düzülebilirdi.Iste bir Ali Kemal örnegi.

Gönderi tarihi:
  • Yazar

Devletin yanlışlarına işaret etmek devlet karşıtlığı değildir,kendinizi ve insanları kandırmayın ALLAH aşkına......

Gönderi tarihi:

Devletin yanlışlarına işaret etmek devlet karşıtlığı değildir,kendinizi ve insanları kandırmayın ALLAH aşkına......

Kendimi kandirmama gerek yok ikincisi,baskalarinida kandirma amacim yok,Türkiye'de nele oldugunu tüm Türk ulusu görmüstür,bunun ne anlama geldiginide akli olan herkes anlamistir,o yazida methedilen kisi sizin amaclariniza uygun siyaset yaptigi icin bir kahraman olabilir,ama dün aldigi Gazi Madalyasini yere firlatan ayagi kopuk Mehmetcigin ve milyonlarin gözünde sadece haindir ve ihanetini yeterince ispatlamistir.Biz degil asil sizler kendinizi ve milleti kandirmya calisiyorsunuz.Yanlislari derken yazdiginiz iletiler tamamen kiskirtma amacli yazilardir.Ha sadece kurallara aykiri degil,ama bu gercegi degistirmiyor.

Gönderi tarihi:
  • Yazar

“Maalesef iki ayrı kamuoyu var. Türk kamuoyu... Kürt kamuoyu... Her iki tarafın da olaylara yaklaşımını, kullandığı mantığı, kavramları ve sıfatları çok iyi bilen birisi olarak, aradaki farkın ne yazık ki pek öyle küçümencik olmadığını da söyleyebilirim. Üstelik barışı, bu aradaki ‘farktan’ bir toplumsal ‘sağduyu’ çıkardığımız kadar çözebileceğiz.”

 

Silahlarını geride bırakarak Kandil’den inerken “Barış için bir umut var. Bu dönüş sürebilir” mesajı veren PKK’lılara gösterilen tepkiler, gerçekten de Türk ve Kürt kamuoylarının birbirinden büyük ölçüde ayrıştığını bir kez daha ortaya koydu.

 

Bir bakıma, Türkiye Cumhuriyeti’nin yıllardır, ifadenin kısıtlanmasından güvenlik kuvvetlerinin şiddetine kadar birçok suç, birçok günah için gerekçe yaptığı “Bizi bölmek istiyorlar” tezinin hayata geçtiğini söyleyebiliriz.

 

“Türkiye’nin toprakları bölünmesin” derken, Türkiye’nin aklının, vicdanının bölünmesine engel olamamış bir devlet var karşımızda ve bu bölünme, hiç kuşkunuz olmasın, PKK’nın “ayrılıkçı” bir söylemle şiddet kullanmaya başladığı 1984’ten çok daha gerilere gidiyor.

 

Bu ülkenin Anayasa’sına, yasalarına ve uygulamalarına sinmiş olan “makbul vatandaş” anlayışı Cumhuriyet’le yaşıttır ve 86 yılın en başarılı bölücülük eylemi de, bu anlayıştan neşet eden ve “Türk, Sünni ve Kemalist” olmayan herkese “ikinci sınıf vatandaş” olduğu hissini veren devlet politikalarının bütünüdür...

 

Mehmet Altan’ın tarif ettiği sonuç, işte bu “bölücü” devlet zihniyeti ve uygulamalarının başarıya ulaştığını gösteriyor. 86 yıllık Cumhuriyet’in ürünü, “Türk ve Kürt kamuoyu” diye ayrılabilen iki ayrı “akıl ve vicdan” grubu olarak karşımızda duruyor.

 

Erdoğan hükümetinin başlattığı ve “Milli Birlik Projesi” adını vermeyi yeğlediği demokratik açılımın en önemli yanı da bence burada...

 

Açılım, “milli birliği” sağlamayı, yani 86 yıllık bölünmeyi bitirme iradesini içinde taşıyor. AKP, özünde Cumhuriyet’in “makbul” saymadığı, yıllarca “merkez”den uzak tuttuğu, hayat tarzını, ibadetini, kafa yapısını ve hatta kılık kıyafetini hor gördüğü vatandaşların kurup yönettiği bir siyasi parti olarak, şimdi bir yandan, “merkez”e yerleşme, diğer yandan başka dışlanmışları da “merkez”e çekme ve “makbul” algısını, Cumhuriyet’in bütün vatandaşlarını kapsayacak şekilde genişletme yönünde dev bir açılım başlatmıştır...

 

Bu açılım, bir yönüyle, Kürt meselesinde demokratik çözüm yolunu açıyor ve barışın sadece elzem değil, mümkün ve “başarılabilir” olduğunu, geniş bir kesime ilk kez bu kadar kuvvetle hissettiriyor.

 

“Demokratik açılım” aynı zamanda, bu bölünmüşlüğün içinden ortak bir toplumsal sağduyu üretme şansını da topluma sunuyor.

 

AKP’nin bunu yapabilmesinde, Türkiye’nin bütün bölgelerinden oy alabilen, Kürt seçmeni de temsil etmeye aday bir siyasi örgüt olmasının büyük etkisi var.

 

Bu iddia ve bu sahiplenme, azımsanabilecek bir şey değil.

 

Bu iddia ve bu sahiplenme, “Türk” ve “Kürt” kamuoyları arasındaki farkı giderme, iki kesimin ortak bir akıl ve vicdanda buluşmasını, ortak çıkarını barışta görmesini sağlama çabasında hükümetin elini güçlendiriyor.

 

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın Şırnak’ta yaptığı açıklamalar, ortak bir vicdanın mümkün olduğunu bana bir kez daha hatırlattı.

 

Kandil’den dönen sekiz örgüt mensubundan biri olan, 38 yaşındaki Hamiyet Dinçer’in 19 yıl önce, evlerinin defalarca basılmasına, eşinin işkence görmesine ve baskılara isyan ederek kucağındaki bebeği bırakıp dağa çıkışının hikâyesini iki gün önce bu sütunda yazmıştım.

 

Arınç, aynı gün Şırnak’ta, Dinçer’in hikâyesinin “kendisini duygulandırdığını” söylüyor, “Türkiye’de artık bunlar yaşanmasın. Herkes çocuğuna kavuşsun. Herkes evinde eşiyle, ailesiyle özgürlük içinde, huzur içinde, birlik, bütünlük içinde olsun” diyordu.

 

Benzer sözleri dün de Başbakan Erdoğan söyledi; Cemal Süreya’nın dizesiyle “Sizin hiç babanız öldü mü” diye sordu ve sormayı sürdürdü.

 

Erdoğan’ın soruları, bugün memleketin “Türk” yarısında kalan ve o yarıdan öteyi görmemekte, işitmemekte, anlamamakta, temsil etme iddiası taşımamakta kararlı davranan muhalefetin de kendisine sorması gereken sorular:

 

“Dağdan inişi eleştirmek ne kadar doğrudur? Eli silahlı insanların dağda dolaşması, ülke için, millet için, anne babalarımız için daha iyi bir durum mudur?”

 

Hayır, bin kere hayır.

 

Erdoğan’ın dediği gibi, “bu tabloyu daha fazla sürdüremeyiz, sürdürmemeliyiz.” Ve bu basit sorulara bu dolaysız cevabı verenler, “Türk” yarımızda da, “Kürt” yarımızda da var bizim.

 

Böyle olduğu için de, bugün barış her şeye rağmen “başarılabilir” görünüyor.

 

Ama 86 yılın böldüğü bu toplumun içindeki farklardan, Mehmet Altan’ın deyişiyle, toplumsal bir sağduyu çıkarabilmek, biraz da, “Türk” yarımızda Erdoğan ve Arınç’ın, “Kürt” yarımızda Ahmet Türk’ün son açıklamalarına hâkim olan aklıselim, iyi niyet ve cesaretin başka liderlerde de tezahür etmesine bağlı.

 

CHP lideri Baykal ile MHP lideri Bahçeli, tarihin önlerine koyduğu bu büyük fırsatı anlamamakta diretiyor; 86 yıllık bölünmüşlüğü bitirmek için hizmette bulunma fırsatını tepiyorlar.

 

Baykal ve Bahçeli, bu tutumlarından ötürü, bu memleketin giderek daha dar bir kesiminin teveccühü ile yetinmek zorunda kalacak ve tarih sahnesinden silinecekler.

 

Bunu çok iyi biliyorum.

 

Bilmediğim, CHP ile MHP’nin içinde, tabanında ve çevresinde, barış ve birlik fırsatını değerlendirip buna hizmet edecek iyi niyetli, sağduyulu ve cesur birilerinin çıkıp çıkmayacağı.

 

Başka kimse yok mu...

 

Bunu gerçekten çok merak ediyorum.

Gönderi tarihi:
  • Yazar

O bir anne ve çocuğunu 19 yıldır görmedi; adı Mahiye Avşar.

 

O da bir anne ve o da çocuğunu son 19 yılda sadece birkaç kez görebildi; adı Hamiyet Dinçer.

 

Mahiye Avşar, 1990’da PKK’ya katılıp dağa çıkan kızı Hamiyet Dinçer’e, 19 yıl aradan sonra ilk kez bugün sarılacak.

 

Ve Hamiyet Dinçer, 1990’da dağa çıkarken annesi Mahiye Avşar’a birkaç aylık bir bebek olarak emanet ettiği oğluyla, 19 yıl sonra ilk kez bugün doyasıya kucaklaşacak.

 

Bir anne, dağda savaşmaya giden kızını 19 yıl nasıl bekler?

 

Bir kadın, daha sütten kesmediği bebeğini bırakıp dağa savaşmaya niye ve nasıl gider?

 

Mahmur’dan dönen mültecilerle, Kandil’den dönen PKK’lıların dün Silopi’de bir “bayram sevinci” içinde karşılanmalarını izlerken, bu iki annenin, birbirine hasret bu iki kadının hikâyesini düşünüyordum.

 

Bu topraklarda, asker ve gerilla on binlerce gencin canını alan savaşın anlamını ve şimdi çok yaklaştığımız, “mümkün” olduğunu ve karşılıklı büyük hatalar yapılmazsa “kalıcı” olabileceğini belki de ilk kez bu kadar kuvvetle hissettiğimiz barışın değerini ancak bu hikâyeler sayesinde hakikaten kavrayabileceğimize inanıyorum zira.

 

İlk olarak, Hamiyet Dinçer’in annesi Mahiye Avşar’ı dinledim dün.

 

Kandil’den dönenlerin görüntüsü televizyon ekranına yansıdığında, yıllar sonra ilk kez görmüştü kızı Hamiyet’i...

 

“Kocamla geldiğini gördük, çok mutluyuz” diyordu gayet sakin, “çok özledik onu... 19 yıl önce evli ve bir çocukluyken dağa çıkmıştı bizim Hamiyet.”

 

“Niye” ve “nasıl” sorularının cevabıysa, Avşar’ın sükuneti ölçüsünde yalındı, yakıcıydı:

 

“Hamiyetlerin evleri her gün basılıyordu. Kocası sürekli tutuklanarak gözaltına alınıyor, işkencelere maruz kalıyordu. Dayanamayıp dağa çıktılar. Her gün kızımın özlemiyle bekledim, her gün ağladım. Asker anaları ağladığında benim de yüreğim yandı. 19 yıl öyle yana ağlaya bekledim.”

 

Annesinin bu sözlerinden sonra kızını da dinlemek istedim ve Mahmur ile Kandil’den “dönüş” yapan 34 kişi, serbest bırakılıp otobüsle Diyarbakır’a doğru yola çıktıklarında, daha fazla bekleyemedim.

 

Otobüs, dönenleri karşılamaya gelen coşkulu kalabalığın arasından zorlukla ilerlerken telefonla ulaştım ona; “hoş geldiniz” dedim, sorular sordum.

 

1971 Başkale doğumlu Hamiyet Dinçer, türkülü, sevinçli bir gürültünün içinden, işitebilmem için bağırarak, “hoş bulduk” diye cevapladı beni; kısaca söyleştik:

 

Annenizi dinledim bu sabah, çocuğunuzu bırakıp çıkmışsınız dağa...

 

Evet, şimdi 19 yaşında oldu. Arada dağa ziyaretime geldi ama çok az görebildim onu. Adı Erdinç.

 

Hep Kandil’de miydiniz bu yıllarda?

 

1990’dan beri Güney’deydim, daha çok da Kandil’de...

 

Türkiye’ye hiç geldiniz mi 19 yıl içinde?

 

Hayır, ilk kez geliyorum. 1990’dan beri ilk kez göreceğim Diyarbakır’ı, Van’ı.

 

Heyecanlı olmalısınız...

 

Çok heyecanlıyım çok. Müthiş duygulu bir ortam var burada, büyük coşku var.

 

Niye döndünüz?

 

Çok büyük bir sorumluluk yüklendik. Bir halkın sorumluluğunu üstlendik. Bir misyonla geldik.

 

Nedir o misyon?

 

Bu misyon, barışı sağlama misyonudur. Kanı durdurmaktır. Analar artık ağlamasın misyonudur. İşkenceler yaşanmasın diyedir, operasyonlar olmasın diyedir. Kürtlerin kendi dilleriyle ve iradeleriyle yaşayabileceği bir ortamı barış içinde kurmaktır amaç.

 

Bunu mümkün görüyor musunuz? Onun için mi geldiniz?

 

Spekülasyon yapılmamalı bu konuda. Biz teslim olmadık. Biz pişman olduğumuz için gelmedik. Biz haklı bir mücadele verdiğimize inanıyoruz ama şimdi barış için bir umut var diye geldik.

 

Sınırdaki muamele, devleti sizi karşılama biçimi nasıldı?

 

Olumluydu, iyiydi.

 

Dağdan inişler sürecek mi sizce?

 

Teminat oluşursa sürer. Bizim her yönlü hazırlığımız var. Savaşa da hazırız her zaman. Ama şimdi barışa da hazırız. Umudumuz barıştır. Yoksa kimse kolay kolay dağdan inmez. O dağlar, bu kadar büyük bir umut olmadan bırakılmaz.

Gönderi tarihi:
  • Yazar

Devlet Dağdan İniyor....

 

Kürt meselesinin çözümünün PKK’nın dağdan inmesiyle başlayabilecek bir süreç olduğu, haklı olarak çok vurgulandı. Gerçekten de dağa çıkmak silahlı mücadeleyi ima ettiği ölçüde, siyasetin de işlevsiz kalmasıdır. Silahlı mücadelenin bir siyaset biçimi olduğunu sanmak ancak otoriter zihniyet altında mümkün olur, çünkü bu zihniyet ‘konuşmayı’ değil ‘çatışmayı’ temel aldığı için, siyaseti de bizatihi bir önkoşulsuz mücadele gibi görür. Ancak eğer hâkim zihniyet otoriterlik değilse, silahlı mücadele ve dağa çıkma eylemi de siyasetin reddidir ve bir süre sonra kendisi siyasetin dışına düşmeye mahkûmdur. PKK’nın başına gelen de bu ve hayırlı bir gelişme. Çünkü PKK’lıların da siyaset hakları var ve onların da siyaset alanı içinde özgürlüğü tatma şanslarının olması lazım. Bugün Öcalan’ın inisiyatifiyle dağdan inilme sürecine girilmesi, PKK’nın ve Kürt duyarlılığına dayanan milliyetçi akımların siyasete dönmelerini ifade ediyor.

 

Öte yandan bu dağa çıkma ve silahlı direnme eylemi bir siyasi tercih olarak adlandırılmaya müsait değildi. Kürtlerin Cumhuriyet’in başından bu yana muhatap oldukları baskı ve zulüm, 1980 sonrasında insanlık dışı boyutlara varmıştı. Diğer bir deyişle Kürtlere siyaset içinde bir özgürlük alanı kalmamıştı... Onlar da özgür olmak için dağa çıktılar. Özgürlüğün insan olma halini yaşamanın en temel önkoşullarından biri olduğunu düşünürseniz, PKK’ya katılanların ‘insan’ olmak için bu adımı attıklarını da anlarsınız.

 

Bu nedenle bugün dağdan gelenler ‘pişman’ oldukları için dönmüyorlar. Onlar burada mecburen yaşamaktan pişman oldukları için dağa çıkmışlardı ve eğer burası değişmeseydi geri gelmeye de niyetleri yoktu. Dolayısıyla ‘pişmanlık yasası’ diye bilinen yasa en hafif tabirle siyasi akıl ve edep eksikliğinden muzdarip. Durumu yanlış değerlendirmekle kalmıyor, bunu bir devlet kibrinin uzantısı haline getiriyor. Bu nedenle dağdan inenlerin pişman olmadıklarını, bu eylemi siyasi kararla yaptıklarını söylemeleri hem doğru, hem de önümüzdeki dönemde siyaset alanının yeniden inşasında sağlam bir başlangıç noktası.

 

Devlet ise bu alanı ancak ‘hile-i şeriyenin’ ötesine giderek aşabildi. Osmanlı sisteminde yapılanı hukuka uydurmak üzere yasaların esnetilmesine verilen bu tabir, Kürt meselesinin geldiği noktada uygulanabilir olmaktan çıktı. Yasaları esnetmek değil, onları yok saymak zorundasınız. Çünkü bu yasalar ve onun dayandığı hukuk anlayışı demokratik değil. Oysa barışçıl bir geleceği ancak demokrasi içinde kurma şansınız var. Kısaca söylemek gerekirse, Cumhuriyet rejiminin hukuku barışçıl değildi ve zaten hiçbir zaman demokrasiye uygun olmadı. Bu hukuk otoriter zihniyetin uzantısıydı... Nitekim Cumhuriyet de aynı zihniyetin içinde şekillenmişti. Dolayısıyla da Cumhuriyet demokrasiyi hazmedemediği için, siyasetin de özgürce yaşanabilmesine olanak tanımadı. Bugün dağdan inmekte olan PKK’lılar aslında Cumhuriyet’in dağa gitmek zorunda bıraktığı vatandaşlardı.

 

Bugün devlet Cumhuriyet hukukunu yok saymak zorunda kalıyor, çünkü o hukuk özgürlüğe de, insan olabilmeye de izin vermiyor. Bu yok sayma hali aslında kimin pişman olduğunu da ortaya koyuyor. Asıl pişman olan devletin kendisidir... Devlet kendisi için zımni bir pişmanlık yasası çıkarmış ve uygulamaya koymuş durumda.

 

Devletin bu dönüşü niçin yaptığına ilişkin birçok mülahaza yapılabilir. Küreselleşmeden insan hakları kültürüne, enerji hatlarından yeni bir barış havzası arayışına uzanan argümanlar sunulabilir. Daha derine gidenler Türkiye’de muhafazakâr dindar kesimin son yirmi yıldaki zihniyet dönüşümünden ve bu kimliğin siyaseti yeniden yapılandırmasından söz edebilirler. Ama açık olan bir gerçek var: Devlet kendi kuruluş zihniyetine artık sığmıyor ve geleceğin hiçbir zaman geçmiş gibi olamayacağını idrak ediyor. Siyaseti engelleyerek, siyaset talebini bastırarak, zorla ve bilerek rejim düşmanı üreterek rejimi sürdürmenin akıl dışı olduğunu görüyor. Devlet bu rejimi biraz fazla sürdürdüğünün farkında... Açıkça itiraf etmeyi gururuna yediremiyor ama devlet pişman...

 

Eğer devlet siyaseti mümkün kılsaydı Kürt meselesi şimdiye kadar çok daha barışçı bir mecraya girmiş ve bugünkü konjonktürle şu anda Türkiye bütünlüğünü yeniden sağlamış olurdu. Ne var ki siyasete izin verilmedi, çünkü bu devlet bizatihi siyaseti hiçbir zaman hazmetmedi, ondan hoşlanmadı, siyaseti ve dolayısıyla toplumu bir tehdit olarak algıladı. Aslında dağa çıkmış olan devletin kendisiydi... Şimdi geri dönen de PKK’lılar değil, devletin kendisi.

Gönderi tarihi:
  • Yazar

Kapatılan DEP eski Diyarbakır milletvekili Leyla Zana, bugün Güneydoğu Gazeteciler Cemiyeti (GGC)’de yaptığı basın toplantısında, her kesin birbirini anlaması gerektiğini belirtti.

 

“Herkes değişti. Ben de değiştim, PKK de değişti” diyen Zana, “Güzel anlamlı bir süreç var ve herkes üzerine düşen görevi yerine getirmeli. Geçmişte zora dayalı birliktelik vardı ancak şimdi durum öyle değil” diye belirtti.

 

DEP eski milletvekili Leyla Zana, GGC Lokali’nde tek başına süreç ile ilgili basın toplantısı düzenledi. “Türkiye’de barış içinde bir arada yaşamaya verilen şansı değerlendirmek için karşınızdayım” diyen Zana, kendilerini barışa yakın kılan bu sürece katkı sunmanın herkesin vicdani bir sorumluluk taşıdığını söyledi. Zor bir dönemden geçildiğini aktaran Zana, böyle zamanlarda yaşanması muhtemel gerilimleri ancak tarafların birbirlerini anlayarak sabır ve sağduyuyu öne çıkararak aşılabileceğini ifade etti.

 

BU COĞRAFYADAKİ HALKLAR BİRBİRİNE DÜŞMAN DEĞİL

 

Meydana gelen gelişmelerin umudun yanında kaygı ve endişe de yarattığını anlatan Zana, “Benim de bir tarafım çok umutlu bir tarafımsa endişe ve kaygı taşıyor. Umutluyum. Çünkü, yaşanan onca acıya rağmen, bu coğrafyada yaşayan halklar birbirlerini düşman olarak görmediklerini ispatladılar. Ve bugün, ortak değerlerin etrafında kenetlenme iradesini ortaya koyuyorlar” dedi.

 

Geçmişin acıları yerine, geleceğin umudunu yaşatma fırsatını yakaladıklarını belirten Zana, bu anda kendilerine yol gösterecek şeyin sağduyu olduğunu söyledi.

 

Aynı zamanda endişe ve kaygıyı da bir arada yaşadığını kaydeden Zana, sözlerine şöyle devam etti: “Bu acıların yüreklerde hala taze olduğunu biliyorum. Çektiğimiz acıların hiçbir zaman hafiflemeyeceğinin elbette farkındayım. Savaş acıtır kanatır, dağıtır, parçalar yok eder. Bunu hep birlikte yaşadık. Hiç kimse ötekiden daha çok ya da daha az acı çekmedi. İki tarafta da telafisiz acılar yaşandı. Herkesin acısını yaşıyor ve hissediyorum ve paylaşıyorum. Ve ancak bu yolla birbirimizi anlayabileceğimize inanıyorum. Aksi halde ne dökülen gözyaşları dinecektir, nede olası tehlikelerin önüne geçilebilecektir. Gelin hep birlikte barışın kazananları olalım. “

 

Ülkede yaşayan insanların ortak çıkarlarının farklı kimlikleri tanıyan, sayan ve koruyan bir anlayıştan geçtiğini savunan Zana, bu anlayışın ülkenin birlik ve bütünlüğünün garantisi olduğunu kaydetti. Barış umudunun bir daha yitirilmesine kimsenin tahammülü kalmadığını belirten Zana, içinde bulunulan sürecin oldukça önemli, ciddi ve bir o kadarda yakıcı olduğunu, bunu kavramayan herkesin kaybedeceğini, kavrayanın ve süreci başlatan muhatapların ise, kamuoyu desteğinin arkalarında olduğunu bilmesini istediğini ifade etti.

 

SORUN DTP VE AKP DEĞİL, HERKESİN SORUNU

 

Maxmur ve Kandil’den gelen grubun karşılanış şekli konusunda gazetecilerin sorusunu da cevap veren Zana, her halkın kendini ifade etme şeklinin farklı olduğunu söyledi. Her toplumun kendini farklı ifade edebileceğini kaydeden Zana şunları söyledi: “Biçime çok takılmanın anlamı yok. Bu sorun yalnızca DTP ve AKP’nin sorunu değil. Herkesin sorunudur. Burada süreç iyi koordine edilmedi. Kişisel kaygıların toplum kaygılarıyla birleştirerek sürecin devam etmesi lazım. Karşılamada önemli olan birlikte yaşama iradesinin ortaya çıkmasıydı. Bu önemli ayrıntı gözden kaçtı. ‘Ülke bölündü’ dediler. Bunun mümkün olmadığı görüldü. İnkar ve imhanın da mümkün olmadığı görülmüştür. Geçmişte zora dayalı birliktelik vardı ancak şimdi durum öyle değil”

 

Zana, CHP ve MHP’nin gelen barış gruplarına yönelik açıklamalarını da değerlendirirken, her iki partinin de sürece bir anlam yüklediklerini düşünmediğini, süreci yeterince tahlil etmeleri halinde bunun toplumun yararına olacağını anlayacaklarını belirterek, “Bahçeli makul bir adam. Baykal da duyarlı bir adam, ancak biraz daha duyarlı olmak lazım.”

 

Zana, barış gruplarını kastederek, herkesin memleketine dönmek istediğini belirterek, “Teknik aksaklıklar olabilir veya süreci izleme olabilir. Ben herkes ülkesine dönsün isterim. Artık herkes değişti, bende değiştim, PKK de değişti. Güzel anlamlı bir süreç var ve herkes üzerine düşen görevi yerine getirmeli” şeklinde konuştu.

Gönderi tarihi:

Kapatılan DEP eski Diyarbakır milletvekili Leyla Zana, bugün Güneydoğu Gazeteciler Cemiyeti (GGC)’de yaptığı basın

.

.

.

süreç var ve herkes üzerine düşen görevi yerine getirmeli” şeklinde konuştu.

 

Leyla Zana' nın yaşlandıkça Madam Miterand gibi olgunlaştığını...keskin bıçak söylemini bıraktığını anlıyoruz bu son basın toplantısından...

 

Sözlerini analiz edersek Bahçeli ve Baykal'a bile zeytin dalı uzattığını söylemek mümkün..

 

Ancak geçmişte ki söz ve eylemleri....kendisinin içtenliğini sorgulamamıza neden oluyor...

 

Zora dayalı birlikteliğin...gönüllü birliktelik iklimine girdiğini söylerken bile...üniter ve tek uluslu...tek bayraklı bir birliktelikten çok uzak olduğu dikkatlerden kaçmıyor...

 

Şahsen ben...Leyla Zana'ya konuştuğu kürsüye Türk Bayrağını koymadığı sürece , inanmayacağım....

 

Benim de ölçüm bu....

Gönderi tarihi:
  • Yazar

Gelinen noktada (Dün Genelkurmay başkanıda açıkladı) Kürtler bağımsız devlet fikrinden vazgeçmiş durumdadırlar,bu yönde siyaset yapan Leyla Zana ve diğerleride Türkiye'de yaşayan 15 milyon Kürdün 2-3 milyonunun oyunu almalarının sebebinin bu olduğunu idrak etmeye başladılar,aslında kürt halkı daha güçlü,bağımsız ve eşit haklara sahip oldukları bir Türkiye'nin kendileri için daha büyük kazanım olduğunun farkında ve bu yönde çalışmalar devam ediyor,bayrak konusuna gelince neden Bayrağı kullanmadıkları konusu benide endişelendiriyor açıkçası,örneğin dağdan inenlerin karşılanmasında Türkiye bayrakları ve demokratik özerklik bayrakları birlikte bulunsaydı bu barış için orada bulunduklarını söyleyenlerin daha inandırıcı olmalarını sağlayabilirdi........

Gönderi tarihi:

örneğin dağdan inenlerin karşılanmasında Türkiye bayrakları ve demokratik özerklik bayrakları birlikte bulunsaydı bu barış için orada bulunduklarını söyleyenlerin daha inandırıcı olmalarını sağlayabilirdi........

 

Demokratik özerklik bayraklarından kastınız sanırım PKK bayrakları.

 

Peki özerklik ne demektir bir bilginiz var mı?

 

 

" Bir topluluğun, bir kuruluşun ayrı bir yasaya bağlı olarak kendi kendini yönetme hakkı, muhtariyet, otonomi"

 

Kürtler bağımsız devlet fikrinden vazgeçmiş durumdadırlar,bu yönde siyaset yapan Leyla Zana ve diğerleride Türkiye'de yaşayan 15 milyon Kürdün 2-3 milyonunun oyunu almalarının sebebinin bu olduğunu idrak etmeye başladılar,aslında kürt halkı daha güçlü,bağımsız ve eşit haklara sahip oldukları bir Türkiye'nin kendileri için daha büyük kazanım olduğunun farkında ve bu yönde çalışmalar devam ediyor,

 

Bu bölümü okuyunca,şimdiye kadar bir çok iletinizde, kendinizi yırtarcasına savunduğunuz "biz bölünmeyi istemiyoruz" söyleminizi de yalanlamış olmuyor musunuz?

 

İletinizin ilk bölümünde bundan vazgeçtik, ,ikinci bölümünde " demokratik özerklik bayrağı" ilginç?

 

Zaman zaman iletilerimde derim ya " neyi ne için savunduğunuzu bilmiyorsunuz " diye. İşte öyle.

Bu da gösteriyor ki ne kadar gizlemeye çalışılırsa çalışılsın ,testinin içinde ne varsa dışına da o sızıyor.

Gönderi tarihi:
Devletin yanlışlarına işaret etmek devlet karşıtlığı değildir,kendinizi ve insanları kandırmayın ALLAH aşkına......

 

Niye her yanlışı Türkiye'de bulmak gibi bir alışkanlığınız var?

Ermenistan'ın hiç suçu yok değil mi?

Hiç yanlışı yok!!!

 

Eğer Türkiye taraflardan biri ise;

Kesinlikle suçludur!

Budur sizin algınız...

Hep görüyoruz...

 

Türkiye ile Ermenistan sınırının açılmasının Türkiye'ye ekonomik olarak öyle ahım şahım bir yararı yok;

Türkiye'nin zaten Asya ile bağlantı açısından geliştirmekte olduğu ve Gürcistan üzerinden giden hat projeleri vs. var...

Gerçi AKP onların da altına dinamit koymaya hevesliydi ama, neyse...

Nedeni belli oldu:

Ermenistan'ı bahane edecekmiş meğer!

 

Ermenistan ile sınırın açılmasının ne yararı olabilir?

Ermenistan'daki Ermeniler, Türkiye'deki Ermeniler'den çok daha kötü durumdalar ekonomik olarak.

Ve Diaspora'dan besleniyorlar.

Eğer Türkiye kapıları açarsa, diaspora'nın, Ermenistan üzerindeki güdümü zayıflayabilir.

Gerçi AKP bu amaçla yapmıyor bu işi; sırf taviz olsun da neyden taviz verirsek verelim mantığı ile yapıyor ama ister istemez böyle bir getirisi de olabilir.

Hocalı Katliamı'nın hesabı da elbette ki sorulmalı ve Azerbaycan yalnız bırakılmamalı;

Fakat şu da var ki Azerbaycan da hala Kıbrıs'ı tanımadığı gibi Kıbrıs'ta yaşanan katliamları da sorgulamıyor bile!

Demek ki her ülke, ilişkilerinde pragmatist davranıyor...

Yine de bu, Hocalı Katliamının hesabını sormamayı gerektirmez ama Türkiye en azından, madem ki zamanında, o olayı sahiplendi;

Bu tutarlılığını sürdürmeli ve onurlu bir duruş sergilemeliydi....

O zaman sahiplenip, şimdi görmezden gelmek, tutarsızlıktır...

Gönderi tarihi:
demokratik özerklik

 

Nedir bu "Demokratik Özerklik"?

 

Türkçesi şu:

"Bizim henüz bir Ulus olabilme yeteneğimiz, öyle bir toplumsal gerçekliğimiz yok; kendi aramızda bile bir bütünlük sağlayamıyoruz. Ne bir ideolojik altyapımız ve ne de devlet yönetmeye dair kültürel ve örgütsel birikimimiz var. Bu süreci gerçekleştirebilecek tutarlı bir ideoloğumuz, önderimiz bile yok! Bizi bir arada toplayabilecek bir ülkü de yok! O yüzden devlet bize özerklik versin; biz zamanla, bu 50 yıl olur, 60 yıl olur, belirli bir devlet politikası edinelim ve zoraki uluslaşma yoluna gidip, Kurmançi olmayanları bile Kurmançileştirelim; sonrasında... hala özerk kalırız canım, lafı mı olur!"

 

Lafı ılıtmayalım:

Bir kesim Kürtler, bugün için bir millet niteliği kazanamayacaklarını ve bunun tek çaresinin de özerklikte geçtiğini; Irkçı bir devlet kurmanın ve Irkçı bir toplumsallaşma sağlayabilmenin tek yolunun bu olduğunu gördüler...

 

"Özerk Yapılanma"nın özellikleri ne olacak?

İyi bir tahlil edin, toplumsal, kültürel ve örgütsel yaptırımları ne olacaktır, inceleyin...

 

Amaç;

"Biz kendi başımıza Irkçılığa dayalı bir Kürt Bütünlüğü sağlayamıyoruz, Türkiye Cumhuriyeti bize yardım etsin"dir Özerklik talebinde...

 

Arkadaşın birisi, bir kitlenin ne kadar çok haysiyetli olduğundan söz etmişti...

 

Örnek vereyim:

Türk Ulusu'nun, Kurtuluş Savaşı'nda aldığı en kilit noktası karar şu idi:

"Manda ve Himaye kabul edilemez."

 

Hangisi daha onurludur ve haysiyetlidir?

Bir devletten bölünmek istediğiniz gerçeğini, uzun bir sürece yayarak "yok yok, özerklik istiyoruz" perdesine bürüyüp, devlet deneyimi edinmeyi amaçladığınız bu süre içersinde, o devletin yamağı gibi yaşayıp, sonunda Irkçı bir devlet kurmak amacı ile toplumsallaşmak mı?

Yoksa, bünyesinde bulunduğunuz devletin ve toplumun çağdaş ve ortak değerlerine uyum sağlayıp, onurluca yaşamak mı?

 

Özerklik, demokratikçeymiş!

Hiç bilmesek, yutturacaklar!!!

Gönderi tarihi:
  • Yazar

Demokratik özerklik bayraklarından kastınız sanırım PKK bayrakları.

 

Peki özerklik ne demektir bir bilginiz var mı?

 

 

" Bir topluluğun, bir kuruluşun ayrı bir yasaya bağlı olarak kendi kendini yönetme hakkı, muhtariyet, otonomi"

 

 

 

Bu bölümü okuyunca,şimdiye kadar bir çok iletinizde, kendinizi yırtarcasına savunduğunuz "biz bölünmeyi istemiyoruz" söyleminizi de yalanlamış olmuyor musunuz?

 

İletinizin ilk bölümünde bundan vazgeçtik, ,ikinci bölümünde " demokratik özerklik bayrağı" ilginç?

 

Zaman zaman iletilerimde derim ya " neyi ne için savunduğunuzu bilmiyorsunuz " diye. İşte öyle.

Bu da gösteriyor ki ne kadar gizlemeye çalışılırsa çalışılsın ,testinin içinde ne varsa dışına da o sızıyor.

 

İçişlerinde serbest,dışişlerinde bağlı bulunan bir yapı demektir,bu yapının bir ordusu yoktur,sadece polis yapısı vardır.

 

Halen bölünmek bahsetmediğimden eminim,bahsettiğim şey yani özerkliği isteyen 2-3 milyon kişinin bu istedikleri özerkliğin bayrağı ve türkiye bayrağını dağdan gelenleri karşılamada birlikte kullanmalarının daha mantıklı olacağıdır,bu ülkenin bölünmesi demek değildir ve illa olacak işeyde değildir,ama tartışılabilecek bir düzendir.

 

Ayrıca neyi niçin yazdığımı sizden daha iyi bildiğime emin olabilirsiniz.

 

***** Türkiye cumhuriyeti 85 yıldır hertürlü zorlama ve baskıya rağmen Kürtleri Türkleştirememişken (o kadar devlet geleneğine rağmen) Kürtlerin Kürt olmayanları Kürtleştirmesinden bahsetmeniz biraz saçma olmuş,farz edelimki dediğiniz gibi bir devlet talebi oldu ve bu devlet kuruldu,neden şimdiden ırkçı diyorsunuz,bu ulusal bir devlet olamazmı Türkiye gibi? :D

Bu manda ve himaye kabul etmeyen ülkenin yaklaşık 60 yıldır iki büklüm AB'nin kapısında içeriye alınmak için yalvardığınıda unutmayın.

İncirlikte kendi başlarına ''özerk'' bir yapıya sahip olan Amerikan askerlerini kim çıkartabilir bu ülkeden?

 

 

Bağımsızmış ve himaye kabul etmezmiş.....

Gönderi tarihi:
Sayın Boşig yine Boş'ta gidiyorsunuz frenleriniz tutmuyor sonra,Türkiye cumhuriyeti 85 yıldır hertürlü zorlama ve baskıya rağmen Kürtleri Türkleştirememişken (o kadar devlet geleneğine rağmen) Kürtlerin Kürt olmayanları Kürtleştirmesinden bahsetmeniz biraz saçma olmuş,farz edelimki dediğiniz gibi bir devlet talebi oldu ve bu devlet kuruldu,neden şimdiden ırkçı diyorsunuz,bu ulusal bir devlet olamazmı Türkiye gibi? :D

Olamaz...

Çünkü, Kürt Etnik Kökenli olmayıp da kendisini "Kürt Ulusunun Öğesi" olarak tanımlayabilecek bir Etnik unsur olmadığı gibi,

Kürtlük de bu Ulusal yapıya bürünebilecek bir potansiyelde ve yapıda değildir.

Biraz gerçekçi olun...

Bugün bir Kürt devleti kurulduğunda, halk tabakasının ve devletin örgütlenmesinin niteliği nasıl olacaktır?

Sadece Kürt Etnik-Kökeninden gelenlere dayanacaktır elbette...

 

Siz, "Hadi Ulus Olalım" demekle olunabilecek sanıyorsunuz sanırım Ulusallığı...

Yok efendim, öyle olmuyor ne yazık ki!

Tarihsel bir süreci barındırır;

O toplumsal yapının, o Ulusal yapıya bürünebilecek özellikte olmasına dayanır...

Kürtlerde bu özellik yoktur...

Bu manda ve himaye kabul etmeyen ülkenin yaklaşık 60 yıldır iki büklüm AB'nin kapısında içeriye alınmak için yalvardığınıda unutmayın.

İncirlikte kendi başlarına ''özerk'' bir yapıya sahip olan Amerikan askerlerini kim çıkartabilir bu ülkeden?

 

Bağımsızmış ve himaye kabul etmezmiş.....

Son 60 yıldan söz etmiyorum farkındaysanız;

Atatürk döneminden söz ediyorum...

Kaldı ki, Türkiye'nin son 60 yılından böyle şikayetçi olan birisinin,

Özerklik gibi bir şeyi savunabilmesi ve bir yönetimin güdümünde yaşamayı istemesi zaten çelişki...

 

İncirlik'teki Amerikan Askeri ile Aşiretleri mi bir tutuyorsunuz?

Ne alakaları var?

Gönderi tarihi:

İçişlerinde serbest,dışişlerinde bağlı bulunan bir yapı demektir,bu yapının bir ordusu yoktur,sadece polis yapısı vardır.

 

Halen bölünmek bahsetmediğimden eminim,bahsettiğim şey yani özerkliği isteyen 2-3 milyon kişinin bu istedikleri özerkliğin bayrağı ve türkiye bayrağını dağdan gelenleri karşılamada birlikte kullanmalarının daha mantıklı olacağıdır,bu ülkenin bölünmesi demek değildir ve illa olacak işeyde değildir,ama tartışılabilecek bir düzendir.

 

Ayrıca neyi niçin yazdığımı sizden daha iyi bildiğime emin olabilirsiniz.

 

 

Anlaşıldı istediğiniz federasyon ozaman federasyonun ve kürtçüsü , dincisiyle elele verilerek hazırlanan senaryoların neden ne için yapıldığına şöyle bir gzö atalım isterseniz:

 

Federasyon: İki veya daha fazla devletin ortak ve fakat sınırlı olmayan hayati menfaatlerini sağlamak amacıyla birleşmelerinden meydana gelen bir devletler topluluğu.

 

Federasyonda ülke ve vatandaşlar aynı anda; bir tarafta federal devletin egemenliğine, diğer tarafta federe devletlerin egemenliğine tabidirler.

 

 

Federasyonda, konfederasyonun aksine üye devletlere topluluktan ayrılma hakkı tanınmıştır.

 

Bu kısa ön bilgiden sonra istenilen anayasa değişikliklerine bakalım:

 

1. Vatandaşlık tanımına Kürtlük de dahil edilecek. Vatandaşlık tanımı değiştirilecek. Onlar şöyle ifade ediyor bunu: “Kürt vatandaşları rencide etmeyecek bir tanım” getirilecek.

 

2. Kürtçe ikinci resmi dil olacak. Kürtçeyi engelleyecek her tür düzenleme kaldırılacak. Tabii ilk Anayasa değişikliğine yetiştirilebilir mi bilmiyoruz, ama Kürtçe bu ülkenin ikinci resmi dili olarak kabul edilecektir.

 

3. Federatif yapı kurulacak. Anayasa değişikliğine ilişkin tartışmalara baktığınızda yalnızca vatandaşlık tanımının değil, devletin temel niteliğinin de değiştiğini görüyoruz. Üniter yapıdan ve ulus-devlet anlayışından vazgeçiliyor, çok milletli federatif yapıya geçmek isteniyor. Tabii bu federatif yapı da topluma bir anda kabul ettirilemeyeceği için, süreç zamana yayılıyor. Üniterliğe zarar verecek her aşama yavaş yavaş Anayasa’ya eklenmeye çalışılıyor.

Federal yapının bize adım adım dayatıldığını görmemiz lazım. Bakın taleplere: Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, valilerin halk tarafından seçilebilmesi, Türkiye milletvekilliği… Bunların hepsi ilk bakışta zararsız adımlar gibi gözüküyor olabilir. Ancak bir de Güneydoğu’daki son seçim sonuçları tablosuna bakalım. “Yerel”e verilen her tür yetki aslında PKK’nın doğu ve güneydoğudaki gücünü kullanarak fiili bir yerel iktidar ouşturacağı anlamına gelir.

Güneydoğu’daki DTP’li belediyeler, PKK’nın gözünde “sözde Kürdistan”ın sınırlarını oluşturuyor. Bunu DTP’li milletvekilleri seçim sonrası yaptıkları değerlendirmelerde bizzat ifade etmişti.

Son olarak, Güneydoğu Anadolu Belediyeleri Birliği’nin toplantısında da (GABB) “yerel yönetimlere yetki verilmesinin” ne anlama geldiğini gayet açık bir şekilde gördük. Birliğin de başkanı olan Osman Baydemir amaçlarını şöyle anlattı:

“Bir zamanlar üzerinde yaşayan topluluklara, kavimlere bereket, bolluk, bilgi ve ilham kaynağı veren bu eşsiz coğrafyanın kara talihinin dönmesi, yeniden üzerindeki topluluklara mutluluk ve bereket vermesi…”

Ve bahsettiği “coğrafya”yı da haritada işaretledi… 15 ili kapsayan “coğrafyalarının” farklı renge boyandığı haritada il ve ilçe isimleri hem Türkçe hem de Kürtçe olarak yazılıyordu.

Şimdi bu adam belediye başkanı. İl ve ilçe isimlerini Kürtçe de yazdığı zaman bu ister istemez resmiyet kazanıyor. Üstelik GABB diyor ama Doğu Anadolu’dan da illeri birliğinin içine alıyor. Bu nasıl bir Güneydoğu Anadolu Belediyeleri Birliği?

Anlayacağınız “coğrafya”larını bir gerçeklik olarak Türk milletine kabul ettirmeye çalışıyorlar. Geriye bir tek işin resmiyete dökülmesi kalıyor.

İşte anayasa değişikliği Baydemir’in coğrafyasını resmiyete dökme sürecinin önünü açacak.

Süreç hızlı bir şekilde ilerliyor.

Bakın son dönem gazetelerde yayınlanan birkaç haberin başlığını aktaralım sadece:

 

“Güneydoğu’da görev yapacak Kürtçe bilen sağlıkçı ve imam aranıyor”

 

“Doğuda Kürtçe vaaz verilen cami sayısı artıyor”

 

“Ne Mutlu Türk’üm diyene yazıları dağdan taştan silinecek”

 

“Tabelaların Kürtçe ve Türkçe olması istendi”

 

“Kürt dil bayramı çeşitli etkinliklerle kutlandı”

 

“DTP çözüm için İmralı’yı adres gösterdi”

 

 

Türkiye tarihinin en kapsamlı mutabakatlarından biri oluşmuş durumda. Herkes Kürt bölücülüğünün önünü açacak yasal ve anayasal değişikliklere hazır. Ordu’nun da sessiz kalması bu süreci desteklediğini, en azından karşı çıkmayacağını gösteriyor. Orduyu susturmak için de her türlü yıpratma ve amur atma harekatı büyük bir titizlikle sürdürülüyor. Keza ergenekon komedisi de bir yıldırma politikası olarak gözümüzün önünde oynanan bir oyun. İçeri almalardan önce ,bu gözaltına almaları gerçekleştiren polislerle- hakimlerin yemeklerdeki boy boy fotoğraflarına rağmen. Nasıl bir tezgahın kurulduğunu halen göremeyenler var ne yazık ki. Zaten Gül de hükümet ile askerin ilk kez bu konuda bu kadar uyum içinde olduğunu, bu tarihi fırsatın kaçırılmaması gerektiğini söylemişti.

 

 

Askeri sindirerek sağlanan bu mutabakatın birbiçimde halka kabulettirilmesi gerekiyor. Halkın gösterdiğitepkilere bakıldığında aslında kabulettirmek değil dayatma demek daha doğru. Yani nüfusunun sadece %5 nin oy verdiği bu güruhun isteklerine, yani %20lik nüfusa ,%80lik kesimin boyun eğmesi gerekiyor. Bunun dünya daki tek tanımı nedir biliyor musunuz ? FAŞİZM

Gönderi tarihi:
Türkiye tarihinin en kapsamlı mutabakatlarından biri oluşmuş durumda. Herkes Kürt bölücülüğünün önünü açacak yasal ve anayasal değişikliklere hazır. Ordu’nun da sessiz kalması bu süreci desteklediğini, en azından karşı çıkmayacağını gösteriyor. Orduyu susturmak için de her türlü yıpratma ve amur atma harekatı büyük bir titizlikle sürdürülüyor. Keza ergenekon komedisi de bir yıldırma politikası olarak gözümüzün önünde oynanan bir oyun. İçeri almalardan önce ,bu gözaltına almaları gerçekleştiren polislerle- hakimlerin yemeklerdeki boy boy fotoğraflarına rağmen. Nasıl bir tezgahın kurulduğunu halen göremeyenler var ne yazık ki. Zaten Gül de hükümet ile askerin ilk kez bu konuda bu kadar uyum içinde olduğunu, bu tarihi fırsatın kaçırılmaması gerektiğini söylemişti.

 

 

Askeri sindirerek sağlanan bu mutabakatın birbiçimde halka kabulettirilmesi gerekiyor. Halkın gösterdiğitepkilere bakıldığında aslında kabulettirmek değil dayatma demek daha doğru. Yani nüfusunun sadece %5 nin oy verdiği bu güruhun isteklerine, yani %20lik nüfusa ,%80lik kesimin boyun eğmesi gerekiyor. Bunun dünya daki tek tanımı nedir biliyor musunuz ? FAŞİZM

Sadece Faşizm değil...

Bu süreci destekleyen Kürtlerin aynı zamanda Irkçı olduklarını da eklemek lazım...

Gönderi tarihi:
  • Yazar

Sadece Faşizm değil...

Bu süreci destekleyen Kürtlerin aynı zamanda Irkçı olduklarını da eklemek lazım...

Başka halkların üzerine anayasal zorunluluk getirmek sureti ile kendi ismini ve kendi dilini zorla egemen kılmak faşizm değil yani,ama kendi dilinin devamını sağlamak amacı ile güncel hayatta kullanımını istemek fqaşistlik oluyor ilginç,acaba diyorum Irak Kürdistan Federe bölgesi bir anayasa hazırlasa ve deseki Kürdistan'da yaşayan herkes kürt'tür,Kürdistan'ın resmi dili Kürtçe'dir,dağa taşa Ne mutlu Kürdüm diyene yazsa tepkiniz aynımı olur? Elbette hayır,çünkü içinizde kocamaaaan bir Türk ırkçısı yatıyor.........

Gönderi tarihi:
Başka halkların üzerine anayasal zorunluluk getirmek sureti ile kendi ismini ve kendi dilini zorla egemen kılmak faşizm değil yani,ama kendi dilinin devamını sağlamak amacı ile güncel hayatta kullanımını istemek fqaşistlik oluyor ilginç,acaba diyorum Irak Kürdistan Federe bölgesi bir anayasa hazırlasa ve deseki Kürdistan'da yaşayan herkes kürt'tür,Kürdistan'ın resmi dili Kürtçe'dir,dağa taşa Ne mutlu Kürdüm diyene yazsa tepkiniz aynımı olur? Elbette hayır,çünkü içinizde kocamaaaan bir Türk ırkçısı yatıyor.......

 

Türkiye'de onca Etnik-Unsur var ve hiçbirisi Ulusal tanımlamadan rahatsız değil...

Kimi Kürtlerin rahatsız olmasının temel nedeni de kendi Irkçı amaçlarına ulaşmak için bir "Tiran" yaratma çabalarıdır.

"Tiran" nedir?

Eski anlamını bırakın; Tiran, kendi amacınızı haklı kılmak üzere yarattığınız ve yıkmaya yöneldiğiniz yapı ya da akımdır.

Örneğin Türkiye Cumhuriyeti'nin doğal Tiran'ı, Osmanlı idi...

Siz de kendinize yapay bir Tiran yaratma çabasındasınız ve bulabildiğiniz tek şey; Ulusalcılık...

İyi de niçin bu yapıdan bir tek Kürtler şikayetçi?

Neden Lazlar, Çerkezler, Boşnaklar, Araplar şikayetçi değil?

Neden hepsi uyum içinde ve benliklerini koruyorlar?

 

Evet arkadaşım;

Ulusal Anlayış asla Faşizanlık değildir...

Siz sindiremiyorsunuz ve Etnik-Kökenci/Irkçı düşüncelerinizi haklı kılmanıza yarıyor diye, o iddia gerçeklik taşıyacak değil...

 

O eylemleri Kürtlük adına yaptığınızda, bu elbette ki bir Irkçı yaklaşım olur...

Çünkü Kürtçülük, Ulusal bir akım değildir;

Irkçı bir akımdır...

Bir Ermeni, Arap, Fars, Türkmen ya da Laz, çıkıp "ben Laz kökenli bir Kürtüm" diyemez...

Çünkü öyle bir tarihsel kökeni, gerçekliği yoktur...

Fakat "Ben Laz kökenli bir Türk'üm" diyebilir...

Gönderi tarihi:
Kaç tane laz lazca biliyor,kaçtane çerkez kendi anadilinde yazı yazabiliyor 3 ay önce karadenizdeydim ve 1 yıl orda kaldım ben lazca konuşabileni görmedim yani lazca unutulmaya yüz tutmuş,sadece türkçenin bir şivesi haline gelen ama aslında lazların anadililleri olmayan türkçeyi konuşmakta zorlandıkları için konuşamadıkları türkçeleri var artık ve bundan 20 yıl sonra laz ismi kalacak sadece belki oda kalmayacak bilmem anlatabiliyormuyum.......

Ya hu Biji...

Valla bıktım artık anlatmaktan...

Ben, o dillerin geliştirilmesine, var kalmasına karşı mı çıktım?

Karadeniz'de ne kadar kaldığın önemli değil, benim bir tarafım bizzat Laz...

Ben de yeterince o dillerin yaşaması ile ilgili kaygılara sahibim, merak etmeyin...

 

O dillerin geliştirilmesi konusunda devlet bir takım yasalar çıkarabilir;

Ancak o dilleri geliştirmek, devletin sorumluluğunda değildir;

Halkın sorumluluğundadır...

Devletler, halkın ortak değerleri üzerinden hareket eder...

O yüzden Eğitim dili de, Resmi dil de, o ulusun ortak değeri haline gelmiş olan dil olarak tespit edilir.

 

Ben size açıkça soruyorum:

Siz, bu ülkede, bu ülkenin tüm etnik unsurları ile birlikte bir bütün olmak kaygısında iseniz;

18 yaşına kadar ortak bir dilde eğitim görmeyip, ortak bir değer yaratamamış farklı etnik kökenden insanların iletişim kurmalarını ve bir bütünlük sağlamalarını nasıl sağlayabileceksiniz?

Telepati ile mi iletişim kuracaklar?

 

Yoksa ben Kürtçe'nin öğretilmesine ya da gelişitirilmesine karşı değilim ve bunu hep söyledim...

Fakat Eğitim dili, aynı ulusun farklı etnik kökenlerinden olan insanlar arasında ortak değer yaratan en önemli gereçtir...

 

Ha ama diyorsanız ki:

"Kardeşim diğer etnik unsurlar umrumda değil; kimse ile bir bütünlük oluşturmak istemiyorum, o yüzden mecburi eğitim sürecinde Kürtçe eğitim görmek istiyorum..."

Size "Bölücü/Ayrıştırıcı" dediğimizde gocunmayın...

Gönderi tarihi:

Valla benim bir sürü laz arkadaşım var.Hepsi de şakır şakır lazca konuşuyor. Aynen İstanbul da hergün tanık olduğum şakır şakır kürtçe konuşanlar gibi. Lazca şarkılar söylüyorlar ,kasetler çıkarıyorlar hatta ve hatta lazca kelimeleri toplayan çok kapsamlı bir sözlük bile çıkardılar. Tanıdığım birçok çerkes kendi dillerini konuşabiliyor , kendi kültürleri ile ilgili uygulamaları yapıyor ve Türkiye de yaşamalarına rağmen kendi örf ve adetlerini kaybetmeden uyguluyorlar. Ama bunlardan hiç biri ,emperyalist emellere hizmet edip ayrı devlet olalım ama sizinle federasyon yapalım demiyorlar. Ya da sizlerin de çok kızdığı aslında bir çoğuna her gün şahit olduğumuz "Bir Türk olarak soruyorum" başlığındaki şeyleri yapmıyorlar.

Gönderi tarihi:

Valla benim bir sürü laz arkadaşım var.Hepsi de şakır şakır lazca konuşuyor. Aynen İstanbul da hergün tanık olduğum şakır şakır kürtçe konuşanlar gibi. Lazca şarkılar söylüyorlar ,kasetler çıkarıyorlar hatta ve hatta lazca kelimeleri toplayan çok kapsamlı bir sözlük bile çıkardılar. Tanıdığım birçok çerkes kendi dillerini konuşabiliyor , kendi kültürleri ile ilgili uygulamaları yapıyor ve Türkiye de yaşamalarına rağmen kendi örf ve adetlerini kaybetmeden uyguluyorlar. Ama bunlardan hiç biri ,emperyalist emellere hizmet edip ayrı devlet olalım ama sizinle federasyon yapalım demiyorlar. Ya da sizlerin de çok kızdığı aslında bir çoğuna her gün şahit olduğumuz "Bir Türk olarak soruyorum" başlığındaki şeyleri yapmıyorlar.

Bunlar bir yana Gelincik;

Hepsi, Laz ya da Çerkez olduklarının da bilincinde; Türk Ulus Kimliği'ni de kabul edebiliyorlar...

Ee, çünkü adamlar bir kere Irkçı değiller ve Türk Olmanın, bir ırka mensup olma anlamına gelmediğini biliyorlar...

Gönderi tarihi:
  • Yazar

Ya hu Biji...

Valla bıktım artık anlatmaktan...

Ben, o dillerin geliştirilmesine, var kalmasına karşı mı çıktım?

Karadeniz'de ne kadar kaldığın önemli değil, benim bir tarafım bizzat Laz...

Ben de yeterince o dillerin yaşaması ile ilgili kaygılara sahibim, merak etmeyin...

.

.

 

.

 

Sevgili Boşig.....

Burada seni değil,devletin politikalarını tartışıyoruz,senin bu konudaki düşüncelrin,sana göre olması gerekenlerdir ama ülkemizde ne senin tarif ettiğin gibi bir Türk'lük uygulamakta,nede dilk ve kültür özgürlüğü bulunmaktadır.

Daha geçen gün şahit olduk,bir baba çocuğuna ''hêvî ^jiyan'' ismini verdi ve bu bütün kanallarda yayınlandı,ertesi gün buna izin veren memurlar hakkında inceleme başlatıldı,bölgede belediyeler kürtçe sokak ismi veriyor,kaymakamlık ve valilik buna izin vermiyor-engelliyor,devlet TRT-ŞEŞ'i açıyor ama TRT ŞEŞ yasadışı yayın yapıyor şu anda,yasadışı harfler kullanıyor ''x,Q,q vb..' gibi,demek istediğim bu haklar yasal güvence altına alınsa ve devlet gerçekten sizin dediğiniz gibi herkesin etnik kimliğini özgürce yaşamasına izin verirse buna saygı gösterirse büyük bir problemimiz kalmamış olacaktır...

Gönderi tarihi:
  • Yazar

Günlerdir akademisyenler, uzman gazeteciler, kanaat önderleri tartışıp duruyor. 'Açılım'ın neresinde hata yapıldı, dağdan inenlere görkemli bir karşılama yapılmasaydı bu iş aynı hızla sürer miydi, sürecin devamı nasıl gelecek, 'Türk kesimi'ni incitmeden nasıl yapılacak vs, vs.

 

Ya onca 'bilirkişi'nin dediklerini bir araya getirip anlamlı bir sonuç çıkarmaya benim zekam yetmiyor ya da herkes oynuyor.

 

Ya kimse samimi değil, ya da ben uzaylıyım. Bu memlekette hep bu iki duygu arasında yaşar bazıları zaten: *****, uzaylı mı?

 

Koca koca adamlar oturup saatlerce tartışıyor ama hep asıl sorunun kenarında kıvırıp duruyorlar.

 

Başbakan 'Açılım' müjdesini verirken, neredeyse 6 aylık bir zaman diliminde bu işin tamamlanacağını söylerken de aynı duygulara kapılmıştım. Kimse de çıkıp, 'Yahu Başbakan, güldürme bizi. Bu işin dünya örnekleri bırakın ayları, yıllarca sürdüğünü gösteriyor' dememişti. Şimdi bu koca adamlar, 'Devlet Baba'lar ve 'bir kısım' medyamız 'Şok' başlıklı haberlerle ortalığa elektrik vermeye devam ederken, ben hala anlamamakta ısrarlıyım!

 

Yani bu Başbakan, yıllardır süren savaşın bir tarafının, çocukları dağdan inince koşa koşa karşılamaya gideceğini bilememiş miydi?

 

Savaşın sona ereceğine dair en küçük bir umudun bile yüz binlerce kişiyi böylesine bir coşku seline sürüklemesini bu koca adamlar, bu medya anlamıyor mu yani? Hadi onlar bilmiyor, devlet bilmiyor mu?

 

Bunlar, CHP'nin, MHP'nin ve hala gücünü koruyan savaş rantiyelerinin bunca direnişinden sonra 'Türk' kesimini provoke etmek için her şeyi yapacağını da mı bilemediler?

 

Şu 'kamuoyu'nu, istedikleri gibi yönlendirme, yönetme gücünü bildiğimiz bunlar, neden önce kamuoyunu hazırlamadılar? Bu çok mu zordu?

 

Şimdi açılıma verdikleri molanın nedeni bu 'sürpriz' mi?

 

Elbette hayır.

 

Ana mesele 'devlete güven' meselesidir... Ne pahasına olursa olsun korunan asıl 'kırmızı çizgi' budur. Bu uğurda nice katliamlar, cinayetler, faili meçhuller karanlığa gömülür. Ama bir yandan da bir 'kağıt parçası', TSK'nin 'en üst düzey'den çabasına rağmen ortaya dökülüverir.

 

Yani iktidar sahiplerinin neyi ne kadar açmak istedikleriyle ilgili açılım da!

 

Açılımın ilk şartı; o kırmızı çizgiyi geçmektir. AKP, istese bir düğmeye basmak kadar kolaylıkla 'bir kısım' medya kuruluşunu harekete geçirir, ve aylar önceden bu yönde kamuoyunu hazırlayacak bütün PR (halkla ilişkiler) çalışmasını yapardı... AKP niye bunu yapmadı, yapmak istemedi?

 

Çünkü devleti dönüştürme iddiasıyla, vatandaş partisi olarak iktidara gelen AKP, artık sistemin göbeğine oturmuş, devletle barışmış bir partidir. Devletin yalnızca kendisine yönelen tehditkar yanıyla çatışan AKP, bunu da 'masum, mazlum, cesur, demokrat' gibi sıfatlarla oya tedavül etmiştir.

 

Örneğin sürece tekrar dönüp bakınca; TSK'nin 'Bilgi Destek Planı'nın DTP ile ilgili kısmının, AKP'nin de 'Bilgi Destek Planı' olup olmadığı önemli bir soru işareti olarak ortada durmaktadır.

 

Nereden bakarsanız bakın AKP, mecbur kaldığı 'Açılım'ı devletle ahengini bozmadan yapmaya çalışıyor.

 

Bu 'ahenk'de, 'Açılım'ın sınırlarını belirliyor.

 

Önüne getirilip konmuş 'Açılım'ı, iki ***** değnek misali ortadan tutmaya çalışıyor.

 

Hem devleti, AKP'nin iktidarını sağlamlaştırmak üzere biçimlendireceksin, hem oy kaybetmeyeceksin hem de Kürtleri 'eşitlik' temelinde değil, 'yetinmek' temelinde bir çözüme ikna edeceksin!

 

Olmuyor elbet, olmaz da. Bugün olsa, yarın ya da gelecekte bir gün yeniden bir 'Kürt Sorunu' olacaktır.

 

AKP'nin bugün geri adım atarak, savaş çığırtkanlarının hakimiyetine terk ettiği 'Türk' kesimine, Güneydoğu'da uygulanan imha politikaları teşhir edilmeden, 'Türk' halkının vicdanı, adaleti sürece dahil edilemez.

 

Başbakan bu basiret, bu cesareti gösteremediği için geriledi. Gerilerken de DTP'ye yıkılarak sıyırtmaya çalıştı. DTP'yi ve tüm Kürtleri linçe bıraktı.

 

Peki Başbakan'ın gösteremediği cesareti, Kürt sorunu üzerinde sürekli konuşan kanaat önderleri, akademisyenler, uzman gazeteciler, aydınlar, demokratlar niye göstermiyor? Niye yayın kuruluşlarını bu yönde harekete geçirmiyor?

 

DTP'nin bunu yapma olanağının sınırlı olduğu açıktır. Kaldı ki; bugüne dek oluşan 'önyargı' ve 'koşullanma'ları ancak onu yaratanlar değiştirebilir!

 

Ama DTP'nin de yapacağı şeyler vardır. Barış grubunun gelişinden sonra yaratılan zemini iyi değerlendirmeli, Avrupa'dan geleceklere de miting düzenlemek gibi inatlaşmaları parti politikalarına hakim kılmamalıdır. AKP'yi doğru çizgiye çekmek ya da daha önemlisi niyetleri açığa çıkarmak, DTP'nin üstleneceği rolle ve süreci yönetme becerisiyle mümkün olacaktır.

Gönderi tarihi:
  • Yazar

Yeni Şafak yazarı Fehmi Koru Bakınız ne diyor:

 

'Önemli olan Başbakan Erdoğan'ın 'demokratik açılım' sürecinin devamından yana tavır alması... Onun yerinde kim olsa, Cumhuriyet tarihinin bu en cesur ve bir o kadar da siyaseten riskli açılımına, muhatapların sergilediği şımarık ve sorumsuz tavır yüzünden, 'Benden bu kadar' deyip veda ederdi.'

 

Bu sözler çok acemicedir.

 

'Cumhuriyet tarihin en cesur ve bir o kadar da siyaseten riskli açılımı' nedir?

 

Bu sorunun yanıtını bilen var mı?

 

Başbakan Erdoğan, kendi cebinden örneğin Kürt kimliğinin ve dilinin Anayasal güvenceye alınması reformunu mu çıkarıp Kürtlere hediye ediyor? Siz böyle bir şey okudunuz mu?

 

Başbakan Erdoğan, kendi aile bütçesinden örneğin Kürtlerin kendi kimlikleri ve dilleriyle toplumsal ve politik yaşama özgürce katılma hakkını mı çıkarıp Kürtlere hediye ediyor? Siz böyle bir şey işittiniz mi?

 

 

Başbakan Erdoğan, kendi tapulu mülklerinden örneğin yerel yönetimlerin özerklliğini sağlayan ve böylece Türklerle Kürtlerin yerellerde kendilerini yönetme anlamında eşitliğine yol açan bir Açılımı mı çıkarıp Kürtlere hediye ediyor? Siz böyle bir haber seyrettiniz mi?

 

O halde Başbakan hangi verdiği ya da vermeyi açıkça ilan ettiği hakları vermekten vazgeçecek?

 

Örneğin askeri operasyonları durdurdu da, yeniden mi başlatacak?

 

Ve örneğin DTP'ye karşı polis operasyonlarına son verdi de bunları yeniden mi hızlandıracak?

 

Ne yaptı da, yaptıklarından vazgeçecek, 'benden bu kadar' diyecek...

 

Düşünün...

 

Fehmi Koru'ya göre, bu sayılanların en küçük bir işaretini bile vermeyen 'Cumhuriyet tarihinin en cesur ve en riskli Açılımı' yapılıyormuş. Ama 'muhataplar' bu ali cenaplığa karşı ' sorumsuz' bir tutum sergiliyormuş. Başbakan da 'askeri karakollara baskın yapıldığı' için değil, esir edilen askerlerle 'şımarıkça' alay edildiği için de değil, kentlerde sabotajlar, kundakçılıklar, suikastler tertip ederek 'sorumsuzca' davranıldığı için de değil...ama Habur kapısında gelen evlatlarını büyük bir sevinç ve coşkuyla ve elbette her gösteride, her Newroz'da olduğu gibi kendi dillerinde, kendi inandıkları değerleri ifade eden sloganlarıyla karşıladıkları için bu 'en cesur ve en riskli' Açılımdan vazgeçecekmiş...

 

Bunun neresi 'cesur' Açılım, bu davranışta hangi 'risk'i göğüsleme cesareti var?

 

Şu Ergenekon'un, yani AKP'ye karşı plan hazırlayıp uygulamayan, ama Kürde karşı hazırladığı ve hazırlamadığı bütün planları uygulayan güçlerin otuz yıldır kan kusturduğu bir halkın, bunca zulme rağmen hala kendinde 'cesaret' bulmasına, bunca aldatılmışlığa rağmen hala küçük bir umut karşısında sevincine, coşkusuna ' sorumsuzluk' diyebilmek için, insanın gerçekten ' sorumsuz' olması gerekiyor.

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Hesabınız varsa, hesabınızla gönderi paylaşmak için ŞİMDİ OTURUM AÇIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.