Gönderi tarihi: 24 Aralık , 2008 16 yıl Dogmatizm, Determinizm ve Olasılık ” Üzerine İnsan düşüncesi toplumsal gelişmeye bağlı olarak ilerleme gösteriyor. İnsan, varlığını maddenin evrimleşmesi sonucu toplumsallaşarak sağladığı için, ilk başta kendisini doğanın bir parçası olarak görür. Çevresindeki her şeyi kendisi gibi canlı olduğunu düşünür. Bunun için ilk düşünce biçimine animizm denir. İnsan her ne kadar ilk başta ilkel bir düşünceye sahip olsa da; ilk insanın doğayı iyi hissedip algıladığını görüyoruz. Şamanizm ve totemcilikte bu düşüncenin bir biçimi olarak gelişim gösterir. İlkle avcı toplumların “buffalo dansı” mitosu ile ilkel tarımcı toplumların “yılan-bakire” mitosundaki “tohumun dönüşüm” olayı doğa algılanışlarında bir ifadesidir. Ancak Sümer rahipleri, kendilerinden önceki mitosları dönüşüme uğratarak günümüz insanının yada uygarlık tarihi boyunca insanın zihniyet yapısını ve mantık ölçülerini belirlerler. Statik-değişmeyen her şeyi dışta gören dogmatik zihniyet yapısı Sümer rahiplerinin icatlarıdır. Sümer rahipleri insanları doğa tanrılarından uzaklaştırarak, onları önce doğadan soyutluyorlar. Tanrısallık adı altında toplumu mutlak olarak egemen kılıyorlar. Buna göre, yerde gökyüzü düzeni gibidir. Her şeyin yeri ve hareket durumu bellidir. Tanrısallığın hükmü altında bir yaprak dahi kendiliğinden kımıldayamaz. Her şey bizim dışımızdaki Tanrı’dan gelir. Buda beraberinde kadercilik ve mutlakçılık bir zihniyet yapısını doğurur. Sümer rahiplerin yaratmış olduğu dogmatik zihniyet öylesine güçlüdür ki; günümüzde dahi aşılmış değildir. Sonrasında doğan felsefe ve bilimsel düşünce kendisini bundan dahi kurtaramamıştır. İnsanlığın, Sümer zihniyet yapısını ve mantık ölçülerini aşmak için şimdiye kadar tarihte yaptığı üç büyük tarihsel sıçrama dönemi vardır. Birinci sıçrama aşaması M.Ö. 6-5. yüzyıllarda Antik Yunan’da ortaya çıkar. İlk defa Thales, Sümer kozmolojisinin dışına çıkarak Tanrı’yı işe katmadan olay ve olguları açıklamaya çalışır. “Su, tüm şeylerin kök nedeni olan maddedir.” diyerek yeni bir düşünce tarzını yani felsefenin temelini de atar. Antik Yunan’da ortaya çıkan bu Felsefi düşünce kendini fazla ilerletemez. Zamanla Sümer dogmatik zihniyetin etkisinin altına girerler. Aslında bu dönemin büyük filozofları olan Platon ve Aristo bile Sümer zihniyet yapısını aşacak bir atılımları olmuyor. Yaptıkları bir nevi Sümer zihniyet yapısının farklı açılımlarıdır. Platon dünyayı matematikselliğe büründürüyor. Aristo ise, her şeyi ak-kara ikilemiyle ele alan formel mantığını ortaya çıkarıyor. Her ikisi de Sümer zihniyet yapısının ve mantığının ölçüleridir. Tarihte ikinci büyük sıçrama aşaması ise, M.S 12-13 yüzyıllardan itibaren Avrupa’da gelişen Rönesans dönemidir. Bu dönemin sonucu olarak bilimsel düşünce doğup gelişir. Üçüncü büyük aşamada 20.yüzyılın başından itibaren yaşanan gelişmelerdir. Özellikle Einstein’ın izafiyet teorisi ve kuantum fiziği insanın zihniyet yapısını köklü değişikliklere uğratmıştır. Bilimsel düşünce Avrupa Rönesans’ı ile birlikte gelişir. Düşünsel temelini dışa dayalı gözleme ve deneye dayandırır. Akıl yürütmeyle olay ve olguları açıklamaya çalışır. Başka bir ifadeyle “bilim gözlem ve gözleme dayalı uslama (akıl yürütme) yoluyla önce dünyaya ilişkin olguları,sonra bu olguları birbirine bağlayan yasaları bulma çabasıdır.”(Bertrand Russell). Bilimsel düşünme belli bir dünya görüşüne dayanır. Bu görüş rasyoneldir; her türlü mistik ve doğa üstü görüşlerin karşısında yer alır. Bilim sadece gözlenebilir olguları dile getirir. Bilimde hiçbir hipotez veya teori gözlem yada deney sonuçlarına dayanılarak kanıtlanmadıkça doğru kabul edilemez. Bilim aynı zamanda mantıksal, nesnel (objektif), eleştirici, genelleyici ve seçici gibi temel özelliklere sahiptir. Belirttiğimiz tüm bu noktalar; 13. yüzyılda başlayan 17.yüzyılda şekillenen ve 20. yüzyıllın başlarına kadar süren bilimsel düşüncenin temel özellikleridir. En belirgin özelliği de determinizme (gerekircilik) yeni nedensellik ilkesine dayanmasıdır. Determinizmi, evren ve onun içindeki her şeyin zamanla nasıl bir gelişim gösterdiğini yöneten iyi tanımlanmış yasalar olarak tanımlana bilinir. Yani nedensellik, etkilerin onların nedenlerinden önce gelemeyeceği şeklindeki düşüncedir. Bir vakayı önceden güvenilir biçimde tahmin edebiliyorsak, o vaka nedensellik ilişkisiyle koşullanmıştır. Daha basit bir ifadeyle nedensellik, onların daha önce ki olaylardan, onların ise daha önceki olaylardan kaynaklandığı fikrine dayanır. İşte geçmişe doğru uzanan bu nedensellik zincirine ve bunu tanımlayan yasalara determinizm diyoruz. 20.yüzyıla kadar ki bilimsel düşünceye de “bilimsel determinizm” dönemi denebilir. Pozitivizm, materyalist determinist felsefede bunun Felsefi yönünün oluştururlar. “Bir sistemin başlangıç durumunda ki şartları hakkında yaklaşık olarak bir bilgiye sahip olan ve doğa yasalarını anlayabilen bir insanın sistemin yaklaşık davranış biçimini hesaplaması mümkündür.” Bu varsayım bilimsel determinizmin felsefi temelini teşkil eder. Kapitalizm nasıl ki Sümer sınıflı toplum uygarlığının son biçim ise; onun düşünce yapısı olan (buna Batı düşüncesi de deniliyor) bilimsel determinizm de Sümer zihniyet yapısının son dönüşüm geçirmiş biçimidir. Bilimsel determinizm her ne kadar dogmatik düşünceye karşı geliştiğini söylese de onu özde aşamaz. Kendisini birçok noktada dogmatizmden kurtaramaz. Baştan itibaren, her şeyi matematiksel bir ifadeye büründürmeye çalışması ve kesinlik araması bilimsel düşüncenin dogmatik yanını oluşturur. Doğa yasalarını matematiksel denklemlere büründürürken; sosyal bilimlerde her şeyi tek bir kaynağa bağlama oldukça yaygındır. Freud, insan davranışlarını incelerken “cinsellik” olgusuna bağlaması; Marx kapitalist sistemi çözümlerken “artı değeri” salt esas alması gibi durumlar bu yaklaşımın bir sonucudur. Bu tür çözümlemeler her ne kadar yanlış olmasa da sadece gerçekliğin bir kesitini oluşturur. Gerekliği tek bir kök nedene dayandırmak istemek, Sümer rahiplerin her şeyi tanrısallığa bağlaması tarzına çarpıcı bir benzerlik gösteriyor. Yada felsefecilerin evrensel bir tarz aramasına veya birleştirici bir birlik ilkesi bulup çıkarma uğraşına benziyor. Burada aslında temel mantık aynıdır; sadece kavramların yerleri değişiyor. Sümer zihniyet yapısı insanlıkta öylesine yer edinmişti ki, aslında bu yeni yeni aşılmaya başlanıyor. Örneğin, Sümerlerin statik değişmeyen evren modeli 20 yüzyılın ilk yarısında ancak aşılabiliyor. Newton ve Einstein buldukları yasalara dayanarak evrenin statik olmadığını ve sürekli genişlemekte olduğunu rahatlıkla bulabilirlerdi. Ancak Sümerlerin yarattıkları statik - değişmeyen evren modeli öylesine zihinlere yerleşmiş ki, bunu bile akıllarına dahi getirmezler. Hatta Einstein, kendi genel görelilik teorisi evrenin genişlediğini öngördüğü için evrenin statik dengesini koruyacak bir evren bilimsel sabitti geliştirir. 1929’da Amerikan gök bilimcisi Hubble evrenin genişlemekte olduğunu keşfederek 20. yüzyılın en büyük düşünsel devrimlerinden birini gerçekleştirir. Bu aynı zamanda Sümerlerden beri devam eden statik - değişmeyen evren modeline de öldürücü bir darbe demektir. 20. yüzyılın ilk büyük bilimsel devrimi Einstein’ın 1905 ve 1915’de ortaya koyduğu özel ve genel görelik kuramlarıdır. Bu kuramlar uzay- zaman kavramlarını köklü olarak değiştirir. Daha önce zaman hiç bir şeyden etkilenmeyen herkes için aynı olan bir olgu olarak ele alınıyordu. Ancak özel görelik kuramına göre, mutlak zaman yoktur! Bunun yerine herkesin nerede olduğuna ve nasıl devindiğine bağlı olarak işleyen kendi özel zaman ölçüsü vardır. Genel görelik ise, uzay- zamanı oluşturmak üzere, zaman boyutunu uzayın üç boyutuyla birleştirir. Bu kuram, uzaydaki madde ve enerji dağılımının, uzay- zamanı büktüğü ve bozundurduğunu, bu yüzden de uzay-zamanın düz olmadığını söyleyerek kütle çekim etkisini kapsar. Söz konusu uzay-zaman içindeki nesneler düz doğrularda hareket etmeye çalışırlar; ancak, uzay- zaman eğri olduğu için izledikleri yollar bükülmüş olarak görünür. Bir yerçekimi alanında etkileniyorlarmış gibi hareket ederler. Bu kuramların ortaya koydukları, insanlık için düşünsel devrim niteliğindeydi. Uzay-zaman kavramları köklü değişikliğe uğraması, bilimde eski paradigmanın yıkılışı ve yeni bir paradigmanın oluşması anlamına geliyordu. 1930’lu yıllardan itibaren yeni bir teori olan kuantum mekanik teorisi geliştirilir. Kuantum kelime olarak “tanecik” anlamına gelir. Kuantum mekanik teori maddeyi mikroskobik bir yaklaşımla ele almaktadır. Yani atom altı dünyasındaki parçacıkların davranışlarını inceler. Kuantum teorisi, geçmişteki bilimsel evrimlerin bir devamı olarak gelişmiyor; tam tersine doğa bilimlerin yapısında bir kopukluğu ve ters düşmesi söz konusu oluyor. Genel olarak kuantum mekaniği, bir gözlem için tek ve kesin bir sonuç öngörmez. Bunun yerine bir takım olası sonuçları öngörür ve her birinin ne kadar olası olduğunu söyler. Yani, başlangıç durumları aynı bir sürü benzeri sistem için aynı ölçüm yapıldığında, ölçümün sonucu bir bölüm için A, başka bir bölüm için B, vb. bulunur. Sonucun yaklaşık kaçta kaçının A yada B olacağı hesaplanabilir. Ama her hangi bir ölçümün kendine özgü sonucu önceden bilinemez. Dolayısıyla kuantum mekaniğinde kesinlik yada determinizm yoktur; sadece olasılık durumları vardır. Kuantum mekaniği böylece bilime kaçınılmaz bir bilinemezlik yada gelişi güzellik öğesi sokmaktadır. Einstein buna şiddetle karşı çıkar: “Tanrı zar atmaz” diyerek tepkisini gösterir. Oysa kuantum mekanik teorisinin ortaya koyduğu “belirsizlik ilkesi” doğanın temel bir özelliğidir; ve bizlerde doğada olup-biten her şeyi ancak belirsizlik ilkesinin izin verdiği çerçevede bilebiliriz. Böylece makro-dünyada karşımıza çıkan klasik determinizm, atom altı dünya (yada mikro dünyaya) indiğimizde yok olur. Bizim içinde yaşadığımız makro dünya yada günlük yaşamımızda çıplak gözle gözlemlediğimiz olaylar, klasik mekaniğin yasları olan determinizme uyarlar. Yani her koordinat bir etki karşısında bir ve yalnız tek davranış gösterir. Ancak mikro cisimler dünyasında bu klasik mekanik yasaları geçerliğini yitirir. Kuantum mekaniği teorisi bize son derece farklı renkli ve şaşırtıcı bir doğa gerçekliğini gösterir. Klasik mekanik teorilerle ortaya konan doğa yasalarının; aslında doğanın iç yapısını hiç yansıtmadığını, sadece bize dıştan ve kaba geometrisini göstermekten öteye gitmiyor. Doğanın gerçek dili kuantum mekanik teorileriyle doğru bir ifadeye kavuşuyor. Kuanta teorisi, Bohr’un ifade ettiği gibi, yaşamda ahengi yani uyum birliğini, uyumdaşlığı ararken, aynı zamanda hem seyirci hem de oyuncu olduğumuzu unutmamayı bize hatırlatmış oluyor. Kuantum mekaniği, “ya o - yada bu” mantığına karşı “hem o - hem de bu” olgusal gerçekliğini gösteriyor. Örneğin, “ışık ya parçacık yada dalgadır.” mantığını yıkarak ışığın aslında her ikisi olduğunu, yani “hem parçacıktır hem de dalgadır.” Kuantum mekaniğinde olguların hepsi derece meselesidir. Olgular her zaman bir ölçüde saçaklı veya muğlaktı, asla kesin değildir. Yine Bohr’dan örnek verirsek; “basit bir doğrunun tersi yanlıştır;örneğin iki kere ikinin dört ettiği doğru; beş ettiği yanlıştır. Buna karşı derin bir doğrunun terside derin bir anlamda doğru olabilir.” Kuantum teorisinin ortaya koyduğu bu doğa gerçekliğini anlamak ve yorumlamak artık “pozitifçilik” ve “materyalist determinist felsefeyle” mümkün olmuyordu. Bazı fizikçiler bunu “akılcılık” adı altında gelişen Batı düşünce diyalektiğinin iflası olarak değerlendirdiler. Onlara göre makro-fizik kuramları, en daha kâr matematik inceliklerine rağmen, Archimedes ve Aristotales’den Einstein’a varıncaya dek hep aynı <<kaba mantıkla>> oluşturulmuştur. Yaratılan makro-fizik kuramları, işte bu mantığın çerçevesinde kalmış, doğayla ancak mantığın yine aynı kabalıkla kurulan ölçü aletleriyle temas etme alışkanlığı içinde ve de dünyayı habire idealize etmekten öteye gidememiştir. Batı düşüncesinin makro fiziği yada bilimsel determinizm olayların hep o <<dıştan>> ve kaba geometrisini irdelemiş <<olay>> ın içindeki <<potansiyel iç geometri>> yi yada genel bir ifadeyle <<iç yapısını>> keşfedememiştir. Bu fizikçiler, bu durumu; Batı uygarlığın iki bin yıldır <<kendisini dışa şartlayan>> mantığın sıfırı tüketmesi olarak değerlendirirler. Buna göre; artık Doğu’nun çok daha eski ve köklü diyalektiğinin yeniden canlanmaktadır. Eski Hint ve Çin diyalektiği artık Batı’nın o içeriğini yitirmiş telaşlı biçimliğini, olayları dıştan ve olay sanki “salt-biçimsel bir hareket” imiş gibi bakışını silip geçecektir. Temel iddiaları budur. Bu bir yönüyle doğrudur. Bunu Sümer sınıflı uygarlığının oluşturduğu insandaki zihniyet yapısının ve mantık ölçülerinin son dönüşüm biçimi olan bilimsel determinizm adı altında aşılması olarak değerlendirmek en doğrusu olur. Eski Hint Çin diyalektiği olarak ifade edilen Doğu düşüncesinde Sümer uygarlığının başka bir versiyondur. Yani Doğu ve Batı uygarlıkları Sümer sınıflı toplumundan çıkma ve ana gövdede ayrılmış iki koludur. Batı düşüncesinin “kendini dışa şartlaya” mantığının kökeni, Batı mitosundaki ve Kitabı Mukaddeste anlatılan Tanrı ile insanın başlangıçtan beri farklı varlıklar olduğunu, anlatılan mitoslara dayanır; insan, Tanrı’nın suretinden yaratılmıştır ve burnuna gerçekten tanrı soluğu üflemiştir. Fakat varlığı, kendi yapısı Tanrı’nın ki, değildir; evrenin ki ile de aynı değildir. Adem’in yaratılması, kutsal varlık içsel değil dışsaldır. Doğayı ve Tanrı’yı kendi varlığının dışında gören anlayış Batı uygarlık düşüncesinin temel düşünsel formasyonudur. Bu düşünsel formasyon, her ne kadar felsefe ve bilimi yaratmışsa da kaba ve yüzeyselliği aşamamıştır. Çünkü bir olayı gözlemlerken kendisini hep olayın dışında tutmuştur. Oysa Doğu mitosunda Tanrı-insan ayrışması yoktur. Tüm yaratılış haline gelen Tanrı’nın kendisidir. Dolayısıyla her şey tek kutsal varlığın ifadesidir; başka hiçbir şey yoktur. Doğu’nun bu bütünsel diyalektiği, kuantum mekaniğine daha yakın düşüyor. Çünkü kuantum mekaniğinde olay ve gözlemci ayrışması yoktur. Bir sistemi gözlemlerken, gözlemcinin de o sistem üzerinde (veya olası sonuçlar üzerinde) etkisi oluyor. Yani Batı düşüncesindeki gibi gözlemciyi olayın dışında tutamayız. Onunda işin içine katmalıyız. Her gözlemcinin de sistem üzerinde yol açtığı etkileri farklıdır. Bu “objektif olasılık” durumu kuantum mekaniğin temel bir özelliğidir. Kuantum mekaniği, Doğu’nun diyalektik düşüncesini doğruluyor mu? Bu artık ayrı bir tartışma konusudur. Aslında Sümer sınıflı toplum uygarlığı öncesi ilkel avcı ve tarımcı toplumların mitosları günümüz kuantum mekaniği ile yani doğayı algılayışı açısından çarpıcı benzerlikleri var. Kuantum teorisi ile ifade edilen atom altı temel parçacıkların hareket ve davranışları ilkel avcıların mitolojisindeki “buffalo dansını” hatırlatıyor. O zamanlar ki şamanlar bir takım ritüel hareketlerle doğadaki olay ve olguları etkilemeye çalışırlar. İlk başta şamanın bir takım ritüel hareketlerle (buffalo dansı ile) doğayı etkileyebileceğini sanması bize saçma ve imkansız görünebilir. Ancak bugün çok iyi biliyoruz ki doğa, maddeyi oluşturan temel taneciklerin davranışlarının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bir nevi evren temel taneciklerin “kozmik dansı”nın bir sonucu olarak oluşur. Bu açıdan bakarsak, ilk insanın doğayı iyi hissedip algıladığını görüyoruz. Buffalo dansının temelsiz olmadığını aksine ilkelde olsa doğanın ilk algılanışının ne kadar doğru olduğunu gösteriyor. Doğanın kuantum yapısının dışında, doğada henüz bilimin açıklık getiremediği olaylarda ani ve niteliksel gelişmeler yaşanabiliyor. Fizikçiler, açıklık getirmediği bu ani ve niteliksel gelişmeleri yaşandığı kesite “kaos aralığı” diyorlar. Materyalist determinist felsefenin ifade ettiği; “bir niteliksel gelişmenin yaşanması için niceliksel birikimin oluşmasına” gerek yoktur. Hiç beklenilmeyen bir zaman da kaos aralığında yaşanacak bir durum niteliksel gelişimlere yol açabilir. Dolayısıyla niteliksel sıçramalar büyük oranda kaos aralığından kaynaklanıyor. Kaos adeta her yerden ortaya çıkmaktadır. Sigara dumanları bir takım helezonlar şeklinde dönerek yükselir. Musluktan damlayan su önce düzenli aralıklarla düşerken sonra düzeni bozulur. Havanın davranışlarında, oto yolunda birbiri peşi sıra giden arabaların davranışlarında, kaos ortaya çıkar. İçinde bulunulan ortam ne olursa olsun, davranış biçimi yeni keşfedilmiş bulunan bu yasalara uyar. Bu anlamda kimi fizikçilere göre, kaos bir durumun bilimi değil; bir sürecin bilimi, bir varoluşun bilimi değil, bir oluşumun bilimidir. Onun için bu fizikçiler de bilimsel determinizmin geleneğinden koparak yeni bir bilimin temelinin atmaya koyuluyorlar. Bunlara göre kaos sadece bir teori olmaktan öteye aynı zamanda yöntemdir; sadece bir düşünce sistemi olmakla kalmayıp bilim yapmanın yolu haline de gelmiştir. Kaos araştırmacıları kendi bilimlerini geliştirirken laboratuar deneylerine başvurmuyorlar; onun yerine bilgisayarları kullanıyorlar. Onlara göre artık matematik deneysel bir bilim haline gelmiş ve grafik çizgileri de bunun kilit unsurunu oluşturuyor. Bu fizikçiler, doğadaki kaos durumlarına ilişkin öngörülerde bulunabilmek içinde Eucleides ( oklid ) geometrisinin dışında yeni bir geometri tasarlıyorlar. Mandelbrot’un ifadesiyle; bulutlar küre değildir; dağlar koni değildir; şimşek doğru bir hat üzerinde yol almaz. Bu yeni geometrinin yansıttığı evren yuvarlak veya dümdüz olmayan, pütürlü, pürüzlü bir evrendir. Bu geometri girintili, çıkıntılı, kırık bükük, birbirine karışmış, düğümlenmiş şekillerin geometrisidir. Bu geometri için; kesir boyut, boyutsuzluk ve Fraktal geometri gibi adlandırmalarla yeni kavramları geliştirirler. Doğadaki düzensizlik durumunu ve gelişi güzelleşmiş hareketleri çözümlemek için ise, “türbülans” kavramını geliştirirler.Türbülans eşiği laboratuar deneylerinden görülüp ölçülebilen bir olaydır. Örneğin sigara dumanı sigaranın bırakıldığı küllükten düzgünce yükselmekte, gittikçe hızlanarak kritik bir hızla aşmakta ve dağılarak şekil bozuk burgaçlar oluşturmaktadır. Küçük değişliklerin yada etkilerin doğada büyük sorunlar haline getiren kriz noktaları olarak tanımlayabileceğimiz kaos aralıkları her yerde bulunuyorlar. Bu kaosun sadece doğada değil, diğer alanlarda da görülebilecek bir ilerleme yasasıdır. Örneğin bilim tarihçisi Thomas S. Kuhn (1962); bilimin ilerlemesi için bilginin birikmesi her buluşun kendisinden önce yapılmış buluşların en sonuncusuna ilave edilmesi ve yeni teorilerin doğması içinde deneylerden çıkan yeni olguların teorileri gerekir kılması şeklindeki geleneksel anlayışı reddeder. Aksine paradigmaların yıkılışı, en hayati keşifler, çoğunlukla kendi uzmanlık alanının normal sınırları dışına çıkıp dolaşırken kaybolan kimselerin eseridir. Bu özellikle toplumsal mücadeleleri içinde geçerlidir. “Tarihte umut arayışları hep hakim sistemlerin kıyılarında, dağların ve çöllerin kuytularına sığınmış topluluklarda aranır” Doğanın kuantum yapısı ve kaos aralığı acaba toplumu çözümlemede bize ne kadar yardımcı olabilir? Toplum bilimleri doğa bilimlerine göre şimdiye kadar fazla bir gelişme sağlamamıştır. Toplumu çözümlerken daha çok o zamana kadar bulunan doğa yasalarını topluma uyarlamak olmuştur. Bu yöntem ve yaklaşım sağlıklı bir sonuç vermemiştir. Varolan klasik mekanik yasaları bile doğayı çözümlemekten ve onun iç yapısını açığa çıkarmaktan oldukça uzaktır. Doğayı çözümlemekten uzak olan bu yasların, toplumu çözümlemekte başarılı olamayacağı da ortadadır. Şimdiye kadar ortaya konulan toplum teorileri de; toplumun iç yapısını yansıtmaktan oldukça uzak, kaba, şekilci ve statik teorilerdir. Toplum bilimlerinde en çok tartışılan konu determinizm ile özgür irade arasındaki çelişkidir. Determinizm, şayet zorunlu yasarlın bir ifadesi ise, iradenin özgürlüğünü nereye yerleştirmemiz gerekir? Toplum yasaları ele alınırken deterministtik anlayış büyük oranda egemen olduğu ve buda çağdaş kaderciliğe yol açtığı biliniyor. Hem Marx’ın hem de diğer bilim adamlarının toplum kuramları toplum gerçekliğine fazla cevap olmadığı artık açığa çıkmıştır. 20.yüzyıl öncesi doğruya yakın toplum kuramlarını bulmakta hemen hemen imkansız bir şeydi. Örneğin Marx sınıflar kuramını ve sınıf mücadelesinin özünü şöyle açıklamaktadır. “Sınıfların varlığını üretimin gelişimdeki belli başlı aşamalara bağlı olduğu, sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya diktatöryasına ulaştırdığı ve bu diktatöryanın bütün sınıfların ortadan kalkmasına ve sınıfsız bir topluma varan geçişten başka bir şey olmadığını” belirtmektedir. Marx’ın sosyalizmin geleceğini nesnel yasaların zorunlu bir sonucu olarak görmesi determinist anlayışından kaynaklanıyor. Oysa artık kuantum mekaniği ile birlikte doğada bile determinizm ortadan kalkmıştır; olasılık vardır. Doğadaki olayları belirsizlik ilkesinin çizdiği çerçevede bilebiliriz. Tanrı bile belirsizlik ilkesiyle kısıtlanmıştır. İnsan toplumunun geleceğini çizen, toplumun determine edilmiş nesnel yasaları değil; “… insan zihniyet gücüyle belirlenir. İnsan toplumu akıl yasalarının yaratıcı ve gelişimsel rollerinin en geniş ve hızlı olduğu olgudur. Fizik yasalarıyla, bitkisel ve diğer hayvansal canlılar dünyasının yasalarıyla niteliksel farklılıklar içerir. Önemli olan, toplumun dönüşüm yasalarının gücüne ve bilincine ulaşmak, toplumun yeniden yapılanmasını ve oluşmuş bilim gücüyle yaratmaktır.” Toplumun ilerleme yasaları da sadece emek araçlarının gelişme düzeyine bağlanamaz. Yada her şeyi üretim ilişkileriyle üretici güçler arasındaki ilişkiyle açıklanamaz. Doğa da nasıl kaos aralıkları var ise; toplumda da buna benzer olaylar vardır. Toplumda bazen küçük hataların büyük felaketlere yol açtığı bilinir. Toplumda devrimsel olayların yaşanması için üretim ilişkilerinin üretici güçlerin önünde engel olmasını beklemeye gerek yoktur. Toplusal ilerleme yasaları da kaotik bir yapıya sahiptirler. Önceden her şeyi kestirmek zordur. Marx toplumu tanımlarken ekonomik temel üzerinde toplumu sınıflara ayrıştır. Üretim araçlarına sahip olan ve üretim araçlarından yoksun olan kesim diye toplumu iki temel sınıfa ayrıştıran kuram toplumun iç yapısını çözmekten uzaktır. Diğer yandan Marx toplum kuramı sadece sınıflı uygarlık toplumu çözümlüyor. Uygarlık dışında kalmış halk topluluklarına yer vermiyor. Çünkü Marx’da “üretim” olgusu her şeyin merkezindedir. Toplum kesimlerine ürettiği oranda değer biçiyor ve ona göre yer veriyor. Tarih boyunca köle, serf ve proletarya asıl üretici oldukları için değer biçiyor. Köle-Serf- işçi yüceltmesi de buradan kaynağını alıyor. Bu anlayış beraberinde diğer toplum katmanlarını, uygarlık dışında kalmış halk topluluklarını gözardı etmesini getiriyor. Oysa “… binlerce yıllık dağ başında, çöllerde, orman kuytularındaki etnisite de, ailenin ezilen cinsi kadında yaşanan muazzam direnmeler, köleliğin, serf ve işçiliğin direnmelerinde katbekat daha eski, derinlikli ve yücelikli olgulardır. Yeni toplum, felsefe ve uygulamalarımızı bu esaslara dayandırmalıyız.” Geliştirilecek bir toplum kuramında bu olguları da içinde barındıracak ve toplumun kaotik yapısını da açıklayacak kapsamlı bir tarih toplum çözümlemesi gerekir. Bu yeni toplum kuramı “ Demokratik- Ekolojik Toplum” olarak isimlendiriliyor. TANRI ZAR ATAR MI? "Newton Fiziği dorukta iken, 20.yüzyıl içinde onun eksiğini tamamlamak için yapılan çalışmalarda iki yeni teori ortaya çıktı: Kuantum Mekaniği ve Görelilik Kuramı. Görelilik Kuramı, bu yazının kapsamı dışındadır. Kaos’un olasılığa dayalı yanıyla yakın ilişkisi nedeniyle, Kuantum Mekaniğine bir kaç tümce ayırmakta yarar vardır: Atomun yapısını açıklamak için, atom altı parçacıkların hareketlerinin belirlenmesi gerekiyordu. Bu parçacıklara determinizm ilkesini uygulayabilmek için belli bir andaki konumlarının, hızlarının ve yönlerinin bilinmesi gerekiyordu. Ama aynı anda konumlarını ve hızlarını ölçebilme olanağı yoktu; hız bilinirse konum bilinmiyor, konum bilinirse hız bilinmiyordu. Buna çare olarak “olasılık” kuramı kullanıldı. Parçacıkların hızları ya da konumları belli olasılıklarla belirlendi. Dönemin en renkli kişilerinden Albert Einstein bu görüşe karşı durup “Tanrının zar attığına inanamam!” diyecektir. Ama, olayın çok inandırıcı yanı vardır. Yapılan tahmin bir parçacık için değil, milyonlarcası içindir. Bir para atıp tura geleceğini tahmin ederseniz, ya yüzde yüz tutturur ya da yüzde yüz yanılmış olursunuz. Ama 1.000.000 milyon para atıp 500.000 tanesinin tura geleceğini söylerseniz yanılma payınız çok azalır. Olasılığın kullanılışı, determinizmden bir sapıştır. Ancak, Kuantum Fiziği’nin görkemli doğuşu bile determinizmin önemini yok edemedi. Ama “Ölçümlemede belirsizlik” (Uncertainty of Measurements) olgusunu gündemin başına yerleştirdi." ( Alıntı- Bilim, Eğitim ve Düşünce Dergisi )
Gönderi tarihi: 21 Ocak , 2009 16 yıl Kuantum Fiziği’nin görkemli doğuşu bile determinizmin önemini yok edemedi. Olayın özü budur. Kaos gibi kuantum da çok yakında determinizme eklemlenecek ve onun bir parçası olacaktır...
Gönderi tarihi: 22 Mayıs , 2009 16 yıl Yazar Sayın Demirefe, olayın özü dediğiniz cümle bir temenniden ibaret. Oysa yazıda bir çok konuya değinilmişti. O zaman ben de yazıdaki bazı cümleleri makaslayıp alt alta sıralayayım. Bakalım olayın özü nedir ? “Bir sistemin başlangıç durumunda ki şartları hakkında yaklaşık olarak bir bilgiye sahip olan ve doğa yasalarını anlayabilen bir insanın sistemin yaklaşık davranış biçimini hesaplaması mümkündür.” Bu varsayım bilimsel determinizmin felsefi temelini teşkil eder. Oysa kuantum mekanik teorisinin ortaya koyduğu “belirsizlik ilkesi” doğanın temel bir özelliğidir; ve bizlerde doğada olup-biten her şeyi ancak belirsizlik ilkesinin izin verdiği çerçevede bilebiliriz. Böylece makro-dünyada karşımıza çıkan klasik determinizm, atom altı dünya (yada mikro dünyaya) indiğimizde yok olur. Klasik mekanik teorilerle ortaya konan doğa yasalarının; aslında doğanın iç yapısını hiç yansıtmadığını, sadece bize dıştan ve kaba geometrisini göstermekten öteye gitmiyor. Doğanın gerçek dili kuantum mekanik teorileriyle doğru bir ifadeye kavuşuyor. Kuantum teorisinin ortaya koyduğu bu doğa gerçekliğini anlamak ve yorumlamak artık “pozitifçilik” ve “materyalist determinist felsefeyle” mümkün olmuyordu. Bazı fizikçiler bunu “akılcılık” adı altında gelişen Batı düşünce diyalektiğinin iflası olarak değerlendirdiler. Doğanın kuantum yapısının dışında, doğada henüz bilimin açıklık getiremediği olaylarda ani ve niteliksel gelişmeler yaşanabiliyor. Fizikçiler, açıklık getirmediği bu ani ve niteliksel gelişmeleri yaşandığı kesite “kaos aralığı” diyorlar. Materyalist determinist felsefenin ifade ettiği; “bir niteliksel gelişmenin yaşanması için niceliksel birikimin oluşmasına” gerek yoktur. Hiç beklenilmeyen bir zaman da kaos aralığında yaşanacak bir durum niteliksel gelişimlere yol açabilir. Dolayısıyla niteliksel sıçramalar büyük oranda kaos aralığından kaynaklanıyor. Kaos adeta her yerden ortaya çıkmaktadır. Onun için bu fizikçiler de bilimsel determinizmin geleneğinden koparak yeni bir bilimin temelinin atmaya koyuluyorlar. Bunlara göre kaos sadece bir teori olmaktan öteye aynı zamanda yöntemdir; sadece bir düşünce sistemi olmakla kalmayıp bilim yapmanın yolu haline de gelmiştir. Olasılığın kullanılışı, determinizmden bir sapıştır.
Gönderi tarihi: 27 Haziran , 2009 16 yıl Hani Yüzüklerin Efendisi'nde Gollum Emyn Muil tepelerinden ve Dead Marshes'den geçerken "hepsisi ölü, hepsisi çürümüş diyordu" ya... "Hepsisi varsayım, hepsisi temenni..."
Gönderi tarihi: 27 Haziran , 2009 16 yıl Yazar Böylece makro-dünyada karşımıza çıkan klasik determinizm, atom altı dünya (yada mikro dünyaya) indiğimizde yok olur. Materyalist determinist felsefenin ifade ettiği; “bir niteliksel gelişmenin yaşanması için niceliksel birikimin oluşmasına” gerek yoktur. Hiç beklenilmeyen bir zaman da kaos aralığında yaşanacak bir durum niteliksel gelişimlere yol açabilir. Olasılığın kullanılışı, determinizmden bir sapıştır. Bu ifadelerde ben bir temenni göremiyorum, gayet açık ve net ifadeler...
Gönderi tarihi: 2 Temmuz , 2009 16 yıl Belirsizlik ilkesi, Atom altı düzeyde her şeyin tam olarak ölçülemeyecek olmasına dayanıyor diye biliyorum. Aynı zamanda aynı nitelikteki değişiklikler, farklı etkilere yol açabilir; ki bunun nedeni de o etkiye tepki verenlerin durumları ya da niteliklerindeki farklılıklardır. Ancak ne olursa olsun, Atom altı düzeydeki ölçümlerde bir belirsizlik bulunsa da, bu belirsizliğin bile bir nedeni vardır. Ortada bir sonuç varsa; nedeni de vardır... Klasik mantığa göre, Nedenler sonuçtan sonra olamaz... Ama artık bu tartışılıyor tabii ki. Neden ortaya çıkmadan, sonucun ortaya çıkabileceği ile ilgili varsayımlar vardı, ki bunu formülize edilmiş halini bilmiyorum! Yine de Determizmin sarsılacağını pek sanmıyorum...
Gönderi tarihi: 2 Temmuz , 2009 16 yıl Yazar Belirsizlik ilkesi, Atom altı düzeyde her şeyin tam olarak ölçülemeyecek olmasına dayanıyor diye biliyorum.Aynı zamanda aynı nitelikteki değişiklikler, farklı etkilere yol açabilir; ki bunun nedeni de o etkiye tepki verenlerin durumları ya da niteliklerindeki farklılıklardır. Ancak ne olursa olsun, Atom altı düzeydeki ölçümlerde bir belirsizlik bulunsa da, bu belirsizliğin bile bir nedeni vardır. Ortada bir sonuç varsa; nedeni de vardır... Klasik mantığa göre, Nedenler sonuçtan sonra olamaz... Ama artık bu tartışılıyor tabii ki. Neden ortaya çıkmadan, sonucun ortaya çıkabileceği ile ilgili varsayımlar vardı, ki bunu formülize edilmiş halini bilmiyorum! Yine de Determizmin sarsılacağını pek sanmıyorum... Belirsizliğin tabiiki nedenleri var. Ama Determinizm bu değildirki. Eğer, bir süreçte öngörüm yapamıyorsam, determinizm geçerli değildir diyebilirim. Nedir determinizm' in tanımı : Aynı koşullarda aynı etkiler, aynı sonuca veya sonuçlara yol açarlar. E peki aynı sonuçlara yol açmıyorlarsa, her defasında farklı sonuçlar elde ediyorsak ya da kestirim için determinizmin felsefesine tamamen zıt olarak olasılık hesabı yapıp ancak en yüksek olasılıklı sonuçtan söz edebiliyorsak.... Neden-Sonuç'un önceliği ve sonralığı konusu ise farklı bir konu, bunu formülize eden yanılmıyorsam fizikçi Hilbert. Orada tersine bir determinizm söz konusu ama bu süreçle ilgili değil. Işık hızının aşılması durumunda söz edilebiliyor ancak.
Gönderi tarihi: 2 Temmuz , 2009 16 yıl Belirsizliğin tabiiki nedenleri var. Ama Determinizm bu değildirki. Eğer, bir süreçte öngörüm yapamıyorsam, determinizm geçerli değildir diyebilirim. Nedir determinizm' in tanımı : Aynı koşullarda aynı etkiler, aynı sonuca veya sonuçlara yol açarlar. E peki aynı sonuçlara yol açmıyorlarsa, her defasında farklı sonuçlar elde ediyorsak ya da kestirim için determinizmin felsefesine tamamen zıt olarak olasılık hesabı yapıp ancak en yüksek olasılıklı sonuçtan söz edebiliyorsak.... Neden-Sonuç'un önceliği ve sonralığı konusu ise farklı bir konu, bunu formülize eden yanılmıyorsam fizikçi Hilbert. Orada tersine bir determinizm söz konusu ama bu süreçle ilgili değil. Işık hızının aşılması durumunda söz edilebiliyor ancak. Evet, anlıyorum... Aynı nedenlerin, aynı sonuca götürmeyebileceği düşüncesine katılıyorum. Ama Determinizmin "Önceden kestirilebilirlik" gibi bir kalıba sıkışıp kalmasını pek anlamlı bulmuyorum. Ha ama öyle tanımlanmış olabilir ancak kavramların esiri değiliz, onları biz yaratırız; Belki de Determinizm'i "Nedenlere bakarak öngörebilmek" anlamından sıyırabiliriz; Biraz uçuk mu bilmiyorum ama hangi filozofun ne dediği pek umrumda değil aslında... Gerçeklere bakarım ben: Önceden kestirilemezler oluyor mu? Oluyor... Bitmiştir... Ha ama şu da söylenebilir: "Henüz tüm öngörüleri ortaya koyabilecek bilgi ve veri birikimine sahip olmadığımız için bazen önceden kestiremiyoruz ve bunu kaos olarak adlandırıyoruz!" Belki de birgün, tüm olasılıkları eksiksiz değerlendirebileceğimiz bir gelecek kuşak yaşanabilir! Belki de birgün tüm olasılıklar eksiksiz hesaplanabilir! Kaos teorisi, Determinizm'in bu "Öngörüden" sıyrılmış hali oluyor öyle ise değil mi? Ama bana Kaos, doğanın tüm değişkenleri karşısında, bu değişkenleri hesaplayamayacağını kabul etmiş bir kabul gibi geliyor... Çaresizlik gibi... Tabii ki bunu ben formülize edemem; Hangi filozof ne der, ona da aldırmam... Benim düşüncem bu sadece... Eksik ise eğer tamamlamanızı rica ederim... Saygılarımla...
Gönderi tarihi: 3 Temmuz , 2009 16 yıl Yazar Evet, anlıyorum...Aynı nedenlerin, aynı sonuca götürmeyebileceği düşüncesine katılıyorum. Ama Determinizmin "Önceden kestirilebilirlik" gibi bir kalıba sıkışıp kalmasını pek anlamlı bulmuyorum. Ha ama öyle tanımlanmış olabilir ancak kavramların esiri değiliz, onları biz yaratırız; Belki de Determinizm'i "Nedenlere bakarak öngörebilmek" anlamından sıyırabiliriz; Biraz uçuk mu bilmiyorum ama hangi filozofun ne dediği pek umrumda değil aslında... Gerçeklere bakarım ben: Önceden kestirilemezler oluyor mu? Oluyor... Bitmiştir... Sayın Tengeerin Bosig, yaklaşımınız güzel. Evet, terim ve adlandırmalara takılmadan, güncel bilimin sonuçları üzerinde tartışmak gerekli. Ha ama şu da söylenebilir:"Henüz tüm öngörüleri ortaya koyabilecek bilgi ve veri birikimine sahip olmadığımız için bazen önceden kestiremiyoruz ve bunu kaos olarak adlandırıyoruz!" Bunun eksikliğimiz ile ilgisi var tabii ama bu sadece fiziği ilgilendiren ya da deneysel fizik biliminin ortaya çıkardığı bir şey değil, direk matematik biliminin formel olarak ortaya koyduğu bir sonuç. Çözülemeyeceği de başlangıç koşullarının pi, e gibi transandan yada kesirli sayılar gibi irrasyonel değerler alabildiği durumda zaten çok açık. Belki de birgün, tüm olasılıkları eksiksiz değerlendirebileceğimiz bir gelecek kuşak yaşanabilir!Belki de birgün tüm olasılıklar eksiksiz hesaplanabilir! Zaten tüm olasılıklar hesaplanıyor kuantumda. Elektronun nerede ve hangi hızda bulunabileceği ‘’Beklenen değer’’ler hesaplanarak ortaya konabiliniyor. Başka bir deyişle, hızını ve yerini aynı anda kesin bilme şansımız yok. Bunun da sebebi, elektronun dolayısıyla maddenin, madde-parçacık ikilemine sahip olması. Yani, bazı durumlarda elektronun madde gibi, bazı durumlarda parçacık gibi davranmasından dolayı. Kaos teorisi, Determinizm'in bu "Öngörüden" sıyrılmış hali oluyor öyle ise değil mi? Bir bakıma öyle denilebilir. Daha doğrusu determinizm kaosun özel bir halidir diyebiliriz. Ama bana Kaos, doğanın tüm değişkenleri karşısında, bu değişkenleri hesaplayamayacağını kabul etmiş bir kabul gibi geliyor...Çaresizlik gibi... Evet, insanı huzursuz eden bir şey değil mi ? Özellikle kadınlar belirsizliklerden hiç hoşlanmaz. Gerçek olan Kaos. Bizi yanıltan ise, son yüzyılda mühendislik bilimlerinin deterministik başarısı. Çünkü, mühendislik, ihmal ve kabullerin yapılabildiği alanda yürütülen bir faaliyet. Kaosun determinizmi kapsamasının mantığı da burada zaten. Fakat bu olgu aslında insanı özgürleştirici bir şey. '' Kader var mı '' başlığında bunlara biraz değinmiştim. Saygılarımla.
Gönderi tarihi: 3 Temmuz , 2009 16 yıl İnstantkarma, paylaşımın için çok teşekkür ederim... Önem verip yanıtlamana sevindim gerçekten...
Gönderi tarihi: 5 Temmuz , 2009 16 yıl Yazar İnstantkarma, paylaşımın için çok teşekkür ederim...Önem verip yanıtlamana sevindim gerçekten... Rica ederim, ben de önem verip, önyargısız anlamaya çalıştığınız ve mantıklı sorularla konunun netleşmesini sağladığınız için teşekkür ederim.
Gönderi tarihi: 6 Şubat , 2011 14 yıl Mikro ölçekte belirlenimin yitirilmesi için verilen çok güzel bir örnek vardır: Pürüzsüz porselen tabakta duran taze domates çekirdeğinin öyküsü. Eğer elinizde kalın bir bulaşık eldiveni ile gözünüz görmeden (karanlıkta veya gözünüz bağlı olarak) el yordamıyla bu çekirdeğin yerini belirlemeniz gerekiyorsa... Çekirdeğin yerini belirlemeyi başarsanız bile o anda yeri belirsizleşecektir. Kuantum ölçekte durum çok daha vahimdir. Buldozer kepçesi ile tabağı yokluyorsunuz. Çekirdeğin yerini belirlemek bir yana, tabağı parçalamanız büyük olasılık. Bu yüzden CERN yapıldı, onca masraf edildi. Kuantumu çözmek uzun yıllar boyunca kolay bir uğraşı olmayacak. Ama sonuçta olacak. Güneş dünyaya düşmanca ışımaya başlayıncaya kadar bir milyar yıl zamanımız var yeryüzünde. Teknolojinin evrimi ise giderek ivmeleniyor. Kaosta ise verilerin olağanüstü karmaşıklığı belirlenimi imkansız hale getirmektedir. Demokritos da atomu öngörmüştü ama atomlara ulaşabilmek için elinde hiç bir teknolojik araç yoktu. Zamanla oldu. Bir milyar yıl içinde çok gelişmiş araçlar olacak. Kıyamet diye ise bir şey yoktur. Yani kıyamete şurda ne kaldı, ne bir milyar yılı diye bir şey kesinlikle yoktur. Çünkü kıyamet olmayan bir zümrüdü anka efsanesidir, yoktur...
Katılın Görüşlerinizi Paylaşın
Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Hesabınız varsa, hesabınızla gönderi paylaşmak için ŞİMDİ OTURUM AÇIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.