Φ Muallim-i Âli Gönderi tarihi: 25 Nisan , 2008 Gönderi tarihi: 25 Nisan , 2008 Allah Teâlâ, peygamberini ve habîbini, onu medh ve senâ ederek ve ona verdiği nimetlerini zikrederek şöyle buyurmuştur: Gerçekten sen pek büyük bir ahlâk üzeresin! (Kâlem/4) Âişe validemiz de şöyle der: Hz. Peygamber'in ahlâkı Kur'an'dı!1 Bir kişi Hz. Peygamber'e güzel ahlâkı sorduğunda, Hz. Peygamber ona cevap olarak şu ayeti okumuştur: Sen bağışlama yolunu tut! İyiliği emret ve cahillerden yüzçevir! (A'raf/199) Sonra da şöyle buyurmuştur: Güzel ahlâk, seninle akrabalık bağlarını kesen akrabana sıla-i rahim yapmak, seni mahrum edene vermek ve sana zulmedeni affetmektir. Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: 'Ben, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim'.2 Kıyamet gününde herhangi bir kulun terazisine konan en ağır şey, takvası ve güzel ahlâktır.3 Bir zat gelerek Hz. Peygamber'e şöyle sordu: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Din nedir?' Hz. Peygamber (s.a) 'Din güzel ahlâktır' diye cevap verdi. Aynı adam, Hz. Peygamber'in sağ tarafına geçerek 'Ey Allah'ın Rasûlü! Din nedir?' diye sordu. Hz. Peygamber 'Din güzel ahlâktır' dedi. Sonra aynı adam, Hz. Peygamber'in arkasına geçti ve 'Ey Allah'ın Rasûlü! Din nedir?' diye sordu. Hz. Peygamber 'Sen anlamaz mısın, din öfkelenmemendir' dedi.4 Bir ara Hz. Peygamber'e 'Ey Allah'ın Rasûlü! Şûm nedir?' diye soruldu. Cevap olarak şöyle dedi: 'Ahlâkın kötüsüdür'.5 Bir kişi, Hz. Peygamber'e gelerek şöyle dedi: -Bana nasihat et! -Nerede olursan ol, Allah'tan kork! -Dahasını söyle ey Allah'ın Rasûlü! -Günahının arkasından sevap işle ki o günahı silsin! -Dahasını söyle ey Allah'ın Rasûlü! -İnsanlarla iyi geçin.6 Hz. Peygamber 'Amellerin hangisi daha üstün ve faziletlidir?' diye sordu, sonra cevap olarak da 'Güzel ahlâk!' dedi Başka bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyurur: Kitabu Riyazet 'in-Nefs ve Tehzib'il-Ahlâk 141 Allah Teâlâ bir kulunun yaratılış ve ahlâkını o kulunu ateşe atmak için güzelleştirmemiştir. (Kulunun sûretini ve ahlâkını güzelleştirdiği takdirde onu ateşe yem yapmaz).7 Fudayl der ki: Hz. Peygamber'e (s.a) şöyle denildi: 'Filan kadın gündüz oruç tutar, gece ibâdet eder. Fakat buna rağmen kötü ahlâklıdır, diliyle komşularına eziyet verir'. Hz. Peygamber şöyle dedi: O kadında hayır yoktur! O ateş ehlindendir.8: Ebu Derdâ der ki: Hz. Peygamber'den dinledim, şöyle buyurdu Kıyamette insanoğlunun terazisine ilk konan şey, güzel ahlâk ve cömertliktir.9 Allah Teâlâ imanı yarattığı zaman, iman şöyle dua etti: 'Ey Allahım! Beni kuvvetlendir'. Bu duasına binaen Allah Teâlâ onu güzel ahlâk ve cömertlikle takviye etti. Küfrü yarattığı zaman küfür de şöyle dedi: 'Yarab! Beni kuvvetlendir'. Bunun üzerine Allah Teâlâ kendisini cimrilik ve kötü ahlâkla takviye etti. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Muhakkak ki Allah Teâlâ bu dini kendi zatı için seçti. Sizin dininize ancak cömertlik ve güzel ahlâk yakışır. Dikkat edin! Dininizi güzel ahlâk ve cömertlikle süsleyin.10 Güzel ahlâk, Allah Teâlâ'nın en büyük mahlûkudur. 11 Hz. Peygamber'e şöyle soruldu: -Ey Allah'ın Rasülü! Mü'minlerin hangisi iman yönünden daha faziletlidir? -Ahlâkça en iyisi hangisi ise...12 Muhakkak ki, sizler halkı mallarınızla zengin kılamazsınız ve memnun edemezsiniz. Bu bakımdan onlara güler yüz ve güzel ahlâkla yardım ediniz.13 Kötü ahlâk, sirkenin balı bozduğu gibi, sâlih amelleri bozar.14 Cerir b. Abdullah Hz. Peygamber'in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: Muhakkak sen öyle bir kişisin ki, Allah senin sûretini güzel yapmıştır. Bu bakımdan sen de ahlâkını güzelleştir.15 Berra b. Azib şöyle anlatır: 'Hz. Peygamber (s.a) yüz bakımından insanların en güzeli olduğu gibi, ahlâk bakımından da onların en güzeliydi'.10 Ebu Mes'ud Bedrî Hz. Peygamber'in duasında şöyle dediğini nakleder: Ey Allahım! Sûretimi güzelleştirdin. Bu bakımdan ahlâkımı da güzelleştir.17 Abdullah b. Amr Hz. Peygamber'in şu duayı çokça okuduğunu rivayet eder: Ey Allahım! Senden sıhhat, afiyet ve güzel ahlâk dilerim.18 Ebu Hüreyre (r.a) Hz. Peygamber'den şu hadîsi rivayet eder: Mü'min bir kimsenin şerefi dinidir. Soyu sopu güzel ahlâkıdır. Mürüvveti ise aklıdır.19 Usâme b. Şerik şöyle anlatır: Bedeviler Hz. Peygamber'e şöyle sordular: 'Bir kula verilen en hayırlı şey nedir?' Hz. Peygamber (s.a) 'Güzel ahlâk' buyurdu.20 Muhakkak ki benim nezdimde en sevimliniz ve kıyamet gününde meclis bakımından bana en yakınınız ahlâkça en güzel olanlarınızdır.21 İbn Abbas Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivayet eder: Üç haslet vardır, onların üçü veya onlardan biri bir insanda yoksa, o insanın hiçbir ameline güvenmeyiniz: Kişiyi Allah'ın günahlarından meneden takva veya bir hilm ki, o hilm saldırgan bir kimseyi durdurur veya bir ahlâk ki kişi onunla insanlar arasında yaşayabilir.22 Hz. Peygamber'in namazın başlangıcındaki dualarından birisi şudur: Ey Allahım! Beni ahlâkların en güzeline hidayet et! Çünkü ahlâkların en güzeline ancak sen hidayet edersin. Benden huyların rezillerini uzaklaştır. Çünkü senden başka kötü ahlâkı uzaklaştıracak yoktur.23 Enes (r.a) der ki: Biz birgün Hz. Peygamber ile beraberdik Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Muhakkak ki güzel ahlâk, güneşin buzu eritmesi gibi, ha-tayı (günahı) eritir.24 Güzel ahlâk, kişinin saadetindendir.25 Meymenet güzel ahlâktır.26 Hz. Peygamber (s.a) Ebu Zer el-Gıfârî'ye şöyle demiştir: Ey Ebu Zer! Tedbir gibi akıl, güzel ahlâk gibi soy ve sop yoktur!27 Enes'ten şöyle rivayet ediliyor: Ümmü Habîbe (r.a) Hz. Peygamber'e şöyle sordu: -Kadının dünyada iki kocası olmuşsa, kadın da onlar da ölüp, üçü de cennete giderse, acaba bu kadın cennette hangi kocasına verilecektir? -Dünyada iken kadının nezdinde hangisinin ahlâkı daha güzelse ona verilir. Ey Ümmü Habibe! Güzel ahlâk hem dünyanın ve hem de âhiretin hayrını gerektirir.28 Başarılı olan bir müslüman, güzel ahlâkının ve mertebesinin şerefi sayesinde muhakkak ki gündüz oruçlu, gece ibâdet eden bir kimsenin derecesini elde eder,29 Başka bir rivayette 'Sıcak günlerde susuz kalanın derecesini elde eder' buyurulmuştur. Abdurrahman b. Semüre der ki: Biz Hz. Peygamber'in (s.a) yanında iken kendileri şöyle buyurdu: Ben dün akşam acaip birşey gördüm. Ümmetimden biri diz çökerek oturmuştu. Onunla Allah arasında perde vardı. Bu esnada güzel ahlâkı geldi (perdeyi kaldırıp) onu Allah'ın huzuruna soktu!30 Enes (r.a) Hz. Peygamber'in şöyle dediğini rivayet eder: Muhakkak ki kul, güzel ahlâkının sayesinde âhirette en büyük dereceye ulaşır, konakların en güzeline girer. Oysa ibâdette kendisi zayıftır.31 Rivayet ediliyor ki Hz.Ömer (r.a) Hz. Peygamber'in huzuruna girmek için izin istedi. O esnada Hz. Peygamber'in yanında, Hz. Peygamber ile konuşan ve çokça soru soran ve seslerini Hz. Peygamber'in sesinden daha fazla yükselten bir grup Kureyş kadını bulunuyordu. Hz. Ömer, Hz. Peygamber'in huzuruna girmek için izin istediği zaman, kadınlar aceleyle perde arkasına gittiler. Hz. Ömer, Hz. Peygamber'in huzuruna girdiğinde Hz. Peygamber'in güldüğünü gördü ve 'Annem-babam sana feda olsun ya Rasûlullah! Niçin gülüyorsun?' diye sordu. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: -Benim yanımda oturan şu kadınların haline hayret ediyorum. Senin sesini işitir işitmez acelece perde arkasına gittiler.32 Hz. Ömer 'Herkesten daha fazla senden korkmaları gerekiyordu' dedikten sonra yüzünü kadınlara çevirdi ve şöyle haykırdı: -Ey nefislerinin düşmanları! Siz Peygamber'den korkmuyorsunuz da benden mi korkuyorsunuz? -Evet, sen Hz. Peygamber'den daha katı ve az merhametlisin! Bunun üzerine Hz. Peygamber, Hz. Ömer'e şunları söyledi: -Ey Hattab'ın oğlu! Dahası var! Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, bir yolda yürüdüğünde şeytan sana rastlarsa muhakkak yolunu değiştirir.33 Kötü ahlâk, affedilmez bir günahtır. Kötü zan ise, şerleri doğuran bir hatadır.34 Muhakkak ki kul, kötü ahlâkından ötürü cehennemin en alt kısmına varır (düşer).35 Ashab'ın ve Âlimlerin Sözleri Lokman Hakîm'in oğlu babasına şöyle sorar: -Babacığım! İnsanın hangi hasleti daha hayırlıdır? -Din! -Hayırlı olan hasleti iki ise, hangileri olur? -Din ile mal... -Üç olursa? -Din, mal, hayâ... -Dört olursa? -Din, mal, hayâ ve güzel ahlâktır... -Beş olursa? -Din, mal, hayâ, güzel ahlâk ve cömertliktir. -Altı olursa? -Ey oğlum! İnsanoğlunda, saydığım bu beş haslet birden bulunduğu zaman, o tertemiz ve muttakîdir. Allah'ın velisidir. Şeytandan uzaktır. Hasan Basrî şöyle demiştir: 'Ahlâkı kötü olan, nefsini azaba verir'. Enes b. Mâlik şöyle demiştir: 'Muhakkak kul güzel ahlâk sayesinde, âbid olmadığı halde cennetin en yüce derecesine varır. Kötü ahlâkı yüzünden de -âbid olduğu halde- cehennemin en aşağısına düşer!' Yahya b. Muaz şöyle demiştir: 'Ahlâk'ın güzelliğinde rızıkların hazineleri vardır. Kötü ahlâklının misâli, kırılmış testi gibidir. Ne düzeltilebilir ve ne de gerisin geriye dönüp çamur olabilir!' Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: 'Güzel ahlâklı fâcir bir kimsenin benimle arkadaşlık yapması, bence kötü ahlâklı bir âbidin ar-kadaşlığından daha sevimlidir'. İbn Mübarek, bir seferinde kötü ahlâklı bir kişi ile arkadaşlık yaptı. Onun eziyetlerine göğüs gererek onunla iyi geçindi, ondan ayrıldığı zaman ağladı. Kendisine 'Neden ağlıyorsun?' denince, 'Ona olan şefkatimden ağlıyorum. Ben ondan ayrıldığım halde onun kötü ahlâkı ondan ayrılmamaktadır' dedi. Cüneyd-i Bağdâdî şöyle demiştir: 'Dört şey vardır ki, kulu derecelerin en yücesine vardırır, kulun ameli ve ilmi az olsa da... Onlar hilm, tevâzu, cömertlik ve güzel ahlâktır. Güzel ahlâk ise, imanın kemâlidir'. Kettânî der ki: 'Tasavvuf ahlâk demektir. Bu bakımdan ahlâ-ken senden ileride bulunan bir kimse, Tasavvuf'ta da senden ileri-dir'. Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: İnsanlarla olan ilişkilerinizde güzel ahlâka sarılın. Fakat amellerinizle onlara muhalefet edin'. Yahya b. Muaz şöyle demiştir: 'Kötü ahlâk öyle bir kötülüktür ki onunla beraber çokça yapılan haseneler fayda vermez. Güzel ahlâk öyle bir hasenedir ki onunla beraber çokça yapılan günahlar zarar vermezler'. İbn Abbas'a 'Kerem ne demektir?' diye sorulduğunda, şöyle demiştir: "Kerem o şeydir ki, Allah Teâlâ onu Kitab-ı Kerîm'inde beyan ederek şöyle buyurmuştur: 'Muhakkak sizin Allah nezdinde en kerîminiz ve şerefliniz takvaca en önde olanınızdır'. (Hucurât/13)" Denildi ki: 'Haseb (soy, sop) ne demektir?' Şöyle dedi: 'Ahlâken sizin en güzeliniz, soy-sop yönünden en üstününüzdür'. İbn Abbas şöyle demiştir: 'Her binanın bir temeli vardır. İslâm'ın temeli de güzel ahlâktır'. Atâ (r.a) şöyle der: 'Yücelen bir kimse, ancak güzel ahlâkla yü-celmiştir. Hiç bir kimse -Hz. Peygamber müstesna- güzel ahlâkın kemâline tam mânâsıyla varmamıştır'. (Çünkü Allah Teâlâ: 'Muhakkak sen büyük bir ahlâk üzeresin' (Kalem/4) buyurmuştur). Bu bakımdan Allah nezdinde insanların en sevimlisi, güzel ahlâk ile Hz. Peygamber'in yolunu ve izini takip edenlerdir. 1)İbn Merduveyh 2)Hâkim, İmam Ahmed, Beyhakî 3)Ebû Dâvud, Tirmizî 4)Muhammed b. Nesr 5)İmam Ahmed 6)Tirmizî 7)Sohbet Âdâbı bölümünde geçmişti. 8)İmam Ahmed, Hâkim 9)Ebu Dâvud, Tirmizî, (bir benzerini) 10)Dârekutnî ve Harâitî 11)Taberânî 12)Ebu Dâvud, Tirmizî, Nesâî, Hâkim 13)Bezzar, Ebu Yâ'lâ, Taberânî 14)İbn Hibban, Beyhakî 15)Harâitî 16)Harâitî 17)Harâitî 18)Harâitî 18) İbn Hibban, Hâkim, Beyhakî 20) İbn Mâce 25)Harâitî 26)Harâitî 27)İbn Mâce, İbn Hibban 28)Bezzar, Taberânî, Harâitî 29)İmam Ahmed 30)Harâitî 31)Taberânî, Harâitî 32)Müslim, Buhârî 33)Müslim, Buhârî 34)Taberânî 35) Harâitî Alıntı
Misafir YARASA Gönderi tarihi: 25 Nisan , 2008 Gönderi tarihi: 25 Nisan , 2008 Ahlakın ne dinle ne de dinsizlikle ilgisi yoktur! Alıntı
Φ selimcan Gönderi tarihi: 25 Nisan , 2008 Gönderi tarihi: 25 Nisan , 2008 Allah Teâlâ, peygamberini ve habîbini, onu medh ve senâ ederek ve ona verdiği nimetlerini zikrederek şöyle buyurmuştur:. . . 31)Taberânî, Harâitî 32)Müslim, Buhârî 33)Müslim, Buhârî 34)Taberânî 35) Harâitî Müslümanlar böyle hadislerin arkasına sığınır.Sonra gramajı eksik ekmekleri kötü durum içindeki fırınlarda üretip satarlar.Daha söylenecek birçok şey var. Alıntı
Φ Muallim-i Âli Gönderi tarihi: 26 Nisan , 2008 Yazar Gönderi tarihi: 26 Nisan , 2008 Kişilerin yediği haltlar kişileri ilgilendirir. İslam dininin gerekliliklerini uygulamak veya uygulamamak da kişileri ilgilendirir. Bizi aldatan bizden değildir. (Müslim, Îmân 164) Resulullahın sözü gayet açık... Sizin söylediğiniz de aldatan konumunda...Yani bizden değil ! Alıntı
Φ Muallim-i Âli Gönderi tarihi: 26 Nisan , 2008 Yazar Gönderi tarihi: 26 Nisan , 2008 Tenasüh : Bir şeyin diğerini takib ederek yok etmesi, bir şeyi elden ele dolaştırmak, bir şeyin dolaşarak diğerinin yerini alması . Ruhun, bir bedenden diğer bir bedene geçişini kabul eden bâtıl inanışa tenasüh yada bugün daha yaygın bilinen adıyla reenkarnasyon denilmektedir. Bu inanca göre, bedenler ruhların kalıpları gibidir; ruh, kalıptan kalıba, bedenden bedene göç etmektedir, insan ruhu, cesedini terk ettikten sonra, karada, havada, yahut denizde yaşayan herhangi bir hayvanın bedenine girmekte, oradan da başka bir hayvanın bedenine, sonra, tekrar diğer bir insanınkine girerek varlığını devam ettirip gitmektedir. Hattâ bâzı eski kavimler, insan ruhunun, önce madenlere, sonra bitkilere, daha sonra insanlara geçerek bir döngü şeklinde bir bedenden diğer bir bedene hicret ettiğine inanmışlardır. Fisagor, "Ruh, tamamen maddeye baskın gelinceye kadar beden değiştirir." diyerek bunu, bir felsefi teori haline koymaya çalışmıştır. Tâ ilkçağlara kadar uzanan bir görüş, daha çok basit fikirli insanlarca kabul görmüştür. Semavî kitaplara, inanmayan, peygamberlerin tebliğlerinden uzak olanlar, Allahü Azimüşşân'ın âhiretteki ebedî ve dâimi menzillerini kavrayamadıklarından, yahut dar düşüncelerine sığıştıramadıklarından, fıtratlarındaki ebediyet haykırışlarını bu şekilde susturacakları ve bu arzularını bu şekilde tatmin edebilecekleri zannıyla bu fikre saplanıp kalmışlardır. Bu yanlış inanışa, zamanla felsefi bir kılıf bile giydirilmiştir. Tenasühün Tarihçesi: Tenasüh fikrinin, ilkönce nerede doğduğu hakkında ihtilâflar vardır. Bâzı kaynaklara göre, bu teorinin kaynağı Eski Mısır'dır. Tarihçi Herodot da aynı kanaattedir. Eski Mısır'da, ölen bir kimsenin ruhunun, hayvanların, bilhassa kuş ve yılanların cesetlerine geçerek hayatını devam ettirdiğine inanılırdı. Mısırlılar, ruhun, ölümün hemen akabinde bir hayvan cesedine girdiğine, havada, karada ve suda yaşayan pek çok hayvan cesedini dolaştıktan sonra, tekrar insan cesedine döndüğüne inanırlardı. Firavunlar devrinde, Piramitlerin yapılması, bu kaba hurafenin etkisiyledir. Bazı kaynaklarda, bu köhne safsatanın, Mısır'da tahsilini yapan Fisagor tarafından Yunanlılara ve böylece, Batı Dünyası'na götürüldüğü kaydedilmektedir. Doğu'da ise, tenasüh görüşü daha yaygın bir şekilde, Hindistan'da görülmüştür. Ganj ve Sent nehirlerinin sıcak havzalarında yaşayan insanlar, öldükten sonra ruhlarının, kuşların hayatında devam edeceğine inanırlardı. Dinler Tarihi araştırıldığında görülür ki, bu hurafe, Eski Mısır ve Hind'den önce, çok tanrıya inanan, iptidaî kavimlerin inanışları içerisinde de vardır. Keza, Totemizmde de, tenasühün izlerine rastlanmaktadır. Eski insanlar, ruhların yalnız insan bedenlerine değil, aynı zamanda hayvanlara, bitkilere ve cansız varlıklara da göç ettiklerine inanmaktaydılar. Bu sebeple, ruhun bir insan bedeninden diğer bir insan bedenine intikaline "Nash", kendi ruh kabiliyetine uygun bir hayvanın bedenine göçüne "Mash", bitkilere geçişine "Rash", maden ve cansızlara geçişine de "Fash" denilmiştir. Bu hurafe, Eski Yunan, Mısır, Hind, Çin ve İran'da farklı şekillerde ortaya çıkmıştır. Meselâ, Hindistan'da tenasüh görüşü bütün varlıklara genelleştirilmiştir. Buda ve Brahman dinlerinde mistik bir şekle bürünmüştür. Neticede şöyle bir inanış benimsenmiştir. “Temizlenen ve günahsız ruhlar Nirvana'ya erişir, günahkâr ruhlar da temizleninceye kadar, hayvan cesetlerinde dolaşırlar.” Eski Mısırlılar ise, tenasühü, yalnız insandan hayvana, hayvandan da tekrar insana göç şeklinde kabul etmişlerdir. Eski Yunan'da, felsefe tarihinden anlaşıldığı kadarıyla, tenasüh görüşüne, önce Fisagor, Eflâtun, sonra da, Yeni Eflâtuncular tarafından felsefi bir elbise giydirilmeye çabalanmıştır. Başlangıç olarak, Mısır'da ortaya çıkan bu köhne görüş, Hint'te mistik şekle, Yunan'da felsefi şekle sokulmuş, İran'da ise bu bâtıl inanca bir ahlâki meslek ve din süsü verilmiştir. Bu görüş, Zerdüşt ve Mezdekiler gibi dini gruplarda taraftar bulmuştur. İran'da, eskilerden gelen bu bâtıl felsefe, Şiîlik perdesi altında Gulat gibi bâzı Şiî kollarına geçmiştir. Maalesef, bu ilim ve fikir asrında bile, hâlâ bu safsataya inananlara rastlanmaktadır! Bunlar, fikren tâ İlkçağlarda dolaşan ve bu asrın çalkantıları içerisinde bunalımlar geçiren kimselerdir. Görülüyor ki, Eski Yunan, Hint, Mısır ve Mezopotamya'da rastlanan bu inanış, daha sonra, kuvvet ve te'sirini yavaş yavaş kaybetmiş, semavi dinlerin, bilhassa İslâm Dini'nin yayılıp gelişmesi ile, fikir dünyasından büsbütün silinip gitmiştir. Fakat asrımızda, bu safsatayı yeniden sergilemek isteyen bâzı kasıtlı simalara rastlanmaktadır. Bunların başında Fransız Charles Fourrier ve Pierre Lerou gelmektedir. Bunların her ikisi de katı birer sosyalisttir. İdeolojileri icabı, ruha inanmamaktadırlar. Buna rağmen, bu materyalistler semavi dinlerdeki âhiret inancını zedelemek kastıyla, tenasüh fikrine sarılmakta ve böylece sapık ideolojilerine malzeme hazırlamak istemektedirler. Bugün de, bu hurafeye rağbet gösterip onu yaymak, propaganda etmek isteyenler, maddeci tezgâhtarlardan başkası değildir. Tenasüh İddiasının Bâtıl Olduğunu Gösteren Deliller: Bütün semavi dinlerin akîde ve esaslarına zıt düşen tenâsüh fikrinin hiçbir ilmi dayanak noktası yoktur. Tenasüh fikrini iddia edenlerin sayısı, dünya nüfusu içerisinde istatistik (!) değerlendirmelere giremeyecek kadar azdır. Bu iddiayı çürüten delillere geçmeden önce şunu belirtelim: Kâinatta yıldızlardan zerrelere kadar her bir varlık, her mahlûk mutlak bir irâdenin, kapsamlı bir ilmin, kahhâr bir kudretin tasarruf ve hâkimiyeti altındadır; bir düzenin esiridir. Yani, bütün varlıklar, Allah'ın tedbir ve tanzimiyle konup kaldırılmaktadır. Dünün mutlak ilim ve iradesiyle vazife görmektedir. O haşmetli güneşlerin, o uçsuz bucaksız sistemlerin, yaratıldıklarından bu yana "Mükemmel bir düzen ve hikmet ile bir saniye kadar şaşırmayarak hareket etmeleri ve vazife görmeleri" gösteriyor ki, ruhlar ve bedenler başıboş olamaz, bu düzene muhalefet edemezler. Ruhu, bu düzenin dışına çıkaran tenasüh iddiası, Cenab-ı Hakk’ın hikmetine tamamen zıt ve Allahü Azimüşşân'ın lütuf, kerem, ihsan ve inayeti gibi kutsi sıfatlarına büyük bir iftiradır. Evet, Cenâb-ı Hakk'ın hikmet ve rahmeti bu çirkin hurafeyi reddeder. İnsanı âleme halife ve sultan yapan, yer ve gökleri onun emrine veren, âlemin özü ve özeti olarak onu en yüksek yaratılışla, en mükemmel surette, en geniş kabiliyette yaratan Kudret-i İlâhiyye, bu mahiyetteki bir ruhu hiç, binler derece aşağıya düşürerek farelerin, köpeklerin, yılanların... daha ayıbı maymunların cesetlerinde dolaştırır mı? Adalet ve hikmeti, rahmet ve şefkati, lütuf ve ihsanı buna müsaade eder mi? Bu hâl, O Hakîm-i Zülcelâl'in, hâşâ şânına yakışır mı? Dinimiz, insanlara o kadar önem vermiştir ki, kabirlerinin çiğnenmesine bile müsaade etmemiştir. Kabristanlardaki kemikleri ve o kemikleri misafir eden topraklan çiğnemeye müsaade etmeyen Hak Teâlâ, hiç insan ruhunu, hayvanların cesetlerinde barındırır mı? Kendisine, "Köpek" denildiğinde kızan insanoğlunun ruhunu, Cenâb-ı Hak hiç köpek cesedine sokup da oğlunun kapısına bağlatır mı? Yahut eşeğin bedenine sokup, oğlunu ona bindirir mi? Tenasüh iddiası, Cenâb-ı Hakk'ın vâdine de zıttır. Zira, Cenâb-ı Hakk'ın emir ve yasaklarının gereği mutlaka gerçekleşecektir. Mü'minlere Cennet'i vaat etmiştir ve bu vaadini yerine getirecektir. Ulûhiyyetini inkâr eden şerli insanları, kâfir ve münafıkları da ebedi azap ile cezalandıracaktır. Ne mü'minler mükâfatsız kalacaklar, ne de kâfir ve münafıklar, tenasüh iddialarıyla azaptan kurtulabileceklerdir. Tenasüh, iddiası, peygamberlerin gönderilmeleri ve semavî kitapların indirilmeleri hakikati ile de bağdaşamaz. Eğer ruhlar, dünyada başıboş bırakılsalar ve hareketlerinde serbest olsalardı, peygamberlerin gönderilmelerine ve kitapların indirilmesine ihtiyaç kalmazdı. Peygamberlerin en büyük dâvaları, Allah'ın varlığı ve birliğinden sonra ebedî hayattır, âhiret hayatıdır. Cenâb-ı Hak onları, insan türünün terakki ve tekâmülünü te'min etmek, beşerin bakışını ebedî hayata çevirmek için gönderilmiştir. Tenasüh, peygamberlerin gönderilmesi ve kitapların indirilmesi hakikatlarıyla da tam bir çelişki içindedir. İnsanın mükerrem bir mahlûk olarak yaratıldığını, semâvât ve arzın, gece ve gündüzün, hayvan ve bitkilerin onun emrine verildiğini, küre-i arza halife tâyin edildiğini, "Ahsen-i takvimde, seçkin bir surette yaratıldığını, bir kısım meleklerin, onu gözetmek ve muhafaza etmek için çalıştırıldıklarını, bakî bir hayata mazhar kılındığını, mü'minlerin ebedî olarak Cennet'te, kâfirlerin Cehennem'de kalacaklarını bildiren Kur’ân-ı Mübîn de tenasüh iddiasını tamamen reddetmektedir. Tenasüh iddiasının tutarsızlığına bu kısa bakıştan sonra konuyu biraz daha geniş olarak izaha çalışalım. Tenasühün Mantık ve Hukuk Açısından Tutarsızlığı: Tenasüh varsa ve gerçek ise, bütün insanları kapsaması, az çok her insanın, hâl-i hazır bedenine girmeden önce misafir olduğu bedenleri ve o bedenlerde iken yaptığı işleri hatırlaması gerekir. Milyarlarca insanın yaşadıkları, bilmedikleri ve inanmadıkları bir hurafeyi, ısrarla piyasaya sürmenin mantık ve muhakeme açısından hiçbir değeri olamaz. Bu hurafe, insanların zihinlerine hangi maksatla yerleştirilmek istenmektedir? Doğrusu, bu husus düşündürücü ve ibret vericidir. Tenasüh iddiasında bulunan üç grup insan vardır: Bunlar, birkaç çocuktan, psikopat ve ideolojik düzenbazdan ibarettir. Bugüne kadar, sadece birkaç çocuk, başka cesetlerde yaşadıklarını iddia etmişlerdir. Halbuki, altı veya yedi yaşlarındaki bu çocukların sözleri, hukuk ve ilim açısından bir değer taşımaz. Çünkü, bunlar reşit değildirler. Kendi çocukluk dünyalarını yaşayan, henüz doğruyu yanlıştan ayırma yeteneği olmayan, hayâl ile gerçeği ayırt edemeyen çocukların sözleriyle bir iddia ispat edilemez. Zira, çevrelerini kendileriyle meşgul etmek, ilgilerini çekmek, itibarlarını yükseltmek, tanınmak ve "aferin" almak gibi birtakım psikolojik te'sirler altında kalabilirler. O halde, onların ciddiyetten uzak, hayâl mahsûlü konuşmalarının hukukî ve ilmî bir değeri olamaz. Zaten, tespitlere göre, kendilerine tenasüh isnat edilen bu çocukların, sayıları üç-beş kişiyi geçmemektedir. İşte, bütün tenâsühçülerin dayandıkları delil ve bağlandıkları ip bu çocukların saçma sapan sözlerinden ibarettir. Psikopatlara gelince, bunların aklî dengeleri bozuktur; ifadelerinde çok yönlü çelişkiler mevcuttur. Ciddi bir tedaviye muhtaç olan bu insanların ifadeleri üzerinde yorum yapmanın abes olduğu açıktır. Bunların beyanları da hukuk açısından geçersizdir; ciddiye alınmaz. Tenasüh fikrini kabullenen üçüncü grup da, belli bir ideoloji namına hareket eden samimiyetsiz ve kasıtlı kişilerdir. Allah'a ve âhirete inanmayan bir kısım dinsiz ve materyalist insanlar kasten, milleti ifsat etmek, dinî eğilimleri kırmak, umumî inanış ve inancı sarsmak için, para ve menfaat karşılığında uydurma olaylar hazırlamakta, üç-beş zavallıyı teyp gibi kullanıp, kamuoyunu bulandırmak istemektedirler. Netice olarak, birkaç çocuğun, bir grup psikopatın ve birtakım kasıtlı kişilerin asılsız iddialarına dayanan bu hurafeye hakikat kisvesi giydirilemez. Tenasüh Yaratılış Kanunlarına Zıttır: Kâinat düzenini ayakta tutan ve hayatın devam ve bekası için konulmuş sonsuz diyebileceğimiz kadar çok kanun vardır. Eşya arasındaki uyum, ahenk, disiplin, tertip, denge, ölçü ve düzen bunlarla sağlanmaktadır. Bütün kâinatı kuşatan bir ahengi ve bütün âlemi kapsayan bir dengeyi sağlayan bu kanunların koyucusu, Allahü Azimüşşân'dır (C.C.) Kâinatın her köşesinde, her cephesinde görülen ölçü, denge, acıma, rahmet, rızıklandırma, terbiye etme gibi kanunlar atomlardan yıldızlara kadar âlemde hiçbir şeyin başıboş olmadığını göstermekle, ruhun da başıboş kalamayacağına gösterir ve tenasüh iddiasını reddederler. Bunlardan üçü üzerinde kısaca duralım: 1- Tenasüh, Kâinatta Görülen Ölçü ve Denge Kanununa Zıttır: Kâinatta her şey bir plân ve programdan çıkmıştır. Özenle dikilmiş bir elbise, nasıl ki, prova defterinden, terzinin ilim, ölçü, takdir ve maharetinden haber veriyorsa, kâinatta hikmetle yaratılan her şeyin ölçüsü, düzgünlüğü, ahenk ve estetiği ince ölçü ve düzeni de “Ölçü ve denge” Kanunu’ndan haber verir; Hak Teâlâ'nın adalet, ilim, hikmet ve irâdesini gösterir. Pek ince bir nazarla kâinata baktığımızda, bütün eşyadaki güzelliklerin, uyumluluğun ve ahengin, ölçü ve dengenin, cazibe ve çekiciliğin, bu iki kanundan geldiğini görürüz. Çünkü, eşya arasındaki estetik ve güzellik, ince bir ölçüyü, hassas bir tartıya, maharetli bir takdir ve tâyine, yüksek bir uyum ve âhenge dayanmaktadır. Denge kanununu, birkaç örnekle açıklamaya çalışalım: İnsanın yaşamasına yardım eden bir kısım kanunlar vardır. Vücutta, yağ ve besinlerin parçalanmaları, enerjiye çevrilmeleri tam bir denge içerisinde olmaktadır. İnsanın erkek ve kadın olarak yaratılmasında bir ölçü ve denge mevcuttur. Ölüm ve doğum denge üzerinedir. Dünya ile güneş arasında bir denge vardır. Med ve cezir olayı, dünya ile ay arasındaki dengeyi gösterir. Faydalı ve zararlı mikroplar dengeli bir şekilde çoğalırlar. Bütün hayvanların çoğalmaları yine denge iledir. O hâlde, kâinatta denge kanunu vardır ve hiçbir şey, kendini bu kanunun dışına çıkaramaz. Dünyanın hareketleri, mevsimlerin geliş-gidişleri, hep bu kanun ile olur. Bütün atomlardaki sistem, denge kanununa bağlıdır. Semâdaki bütün menziller, bütün galaksi sistemleri, hep denge ile ayakta durmaktadırlar. Görülüyor ki, kâinatın her köşesinde hükmeden bir denge kanunu vardır. Denge kanunu, çok yönlüdür. Bunun, meselâ, kâinatta, fizikî denge, biyolojik denge, bedenle ruh arasındaki denge... gibi çeşitleri vardır. Bütün hayat sahiplerinin vücutlarındaki yağ ve besinlerin parçalanma ve enerjiye çevrilmeleri tam bir denge içerisindedir. Bütün hayat sahiplerinin, doğma, büyüme ve beslenmeleri ve nihayet ölmeleri hep bu biyolojik denge kanununu gösterir. Fiziki dengeye gelince, semâdaki bütün menziller bütün galaksiler, samanyolları, fiziki dengeyle ayakta durmaktadırlar. Atom sistemlerinden güneş sistemlerine kadar her şey bu kanunun kapsamına dahildir. Her şeyin fizikî yapısı ve dengesi, onun vazifesine göre düzenlenmiştir. Meselâ, Güneş ve Ay’ın fiziki yapıları, onların ruhları hükmünde olan vazifelerine en uygun bir şekildedir. Biri diğerinin görevini yapamaz. Görülüyor ki, kâinat baştan aşağıya ilim-i ilâhî'nin pergeliyle ölçülüp biçilmiş, dengelenmiş ve O'nun hakimane kıskacı altında dâimi bir denetime, gözetime tâbi tutulmuştur. Denge kanunu, her hayvan ruhu ile cesedi arasında da mevcuttur. Sâni-i Hakîm her ruha, mahiyet ve tabiatına uygun bir ceset giydirmiştir. Meselâ, koyunun cesedi uysal ruhuna ne kadar uygundur. O ruh, arslanın kafasını taksa, pençesini de alsa canavar olamaz. Hayvanların ruhları arasında da farklılıklar mevcuttur. Meselâ, ceylân ile arslanın, balık ile kuşun... ruhları mizaç, arzu, istek, hülâsa mahiyet itibariyle birbirlerinden nihayet derecede ayrıdırlar. Kâinatta kapsamlı bir şekilde cereyan eden bu kanun gösteriyor ki, Cenâb-ı Hak, en mükemmel şekilde yarattığı insan ruhunu, en yüksek mertebeden en aşağı dereceye indirmez. Yani, sarayda yaşayan insanın ruhunu, ininde pinekleyen tavşana, gölde yüzen kurbağaya veya fare kovalayan kediye sokmaz. Böyle bir hâl, yukarıdan aşağıya kadar açıklanan denge kanununa zıttır. 2- Tenasüh, İmtiyaz (farklılık) Kanununa Zıttır: Cenâb-ı Hak, her bir mahlûkunun hüviyet ve şahsiyetini korumaktadır. Buna imtiyaz kanunu diyoruz. Kâinat içerisinde her türün, mahiyeti farklıdır. Herhangi bir mevcudun mahiyeti başka bir mahiyete dönüşemez. Hiçbir şeyin tabiatı onun tam zıddına dönüşmez; özelliklerini yitirmez. Meselâ, elmanın özellikleri kendisinden ayrılmaz, koparılıp alınamaz. O, hiçbir zaman, armut yahut kiraza dönüşmez. Bu kanun, yıldızlarda, güneşlerde, nehirlerde, dağlarda, bağlarda da geçerlidir. Çünkü, kâinatta her şey, şahsiyetiyle tekdir. Meselâ, dünya haritasında bir başka Ağrı Dağı, bir başka Nil Nehri yoktur. Denizler bile, şahsiyetlerini muhafaza etmekte, birbirlerine karışmamaktadırlar. Bu kanun, kâinatta öyle hakimane ve hassas bir şekilde çalışmaktadır ki, değil bütün türler, hattâ her bir fert dahi, diğerlerinden kesin çizgiler, tanıtıcı vasıflar, ayırt edici özelliklerle ayrılmıştır. Meselâ, her insan, simasından parmak izlerine kadar her şeyiyle diğer insanlardan farklı yaratılmıştır. Bu kanun, eşya arasındaki hukukun korunması için vazedilmiştir. Bütün insanlar aynı tip, şekil ve özellikleri taşımış olsalar, kimse kimseyi tanıyamaz, hayat mahvolur, hukuk zayi olurdu. Malûmdur ki, varlıkların nitelikleri, kişisel özellikleri, mahiyetinden ayrılmaz. Bal arısı ile karasineği ele alalım: Her ikisinin de vücut yapıları genelde birbirlerinden farklı oldukları gibi, ayrıntıda da farklıdır. Meselâ, birinin kanat yahut ayak yapısıyla, diğerininki birbirine benzemez, bir çok belirti ve özelliklerle birbirlerinden ayrılırlar. Bunlar, uzuvları itibariyle olduğu gibi, ruh ve kabiliyetleriyle de birbirlerinden ayrıdırlar. Birinin ruhu gül bahçelerinden hoşlanırken, ötekininki kanalizasyon çukurlarından hoşlanır. Bu misâl dürbünüyle diğer hayvan türlerine de bakılabilir. Hiçbir hayvan türünün öz nitelikleri kendilerinden kopup, başka türe geçemez. Bu durum, insanlarla diğer hayvan türleri arasında kendini daha iyi göstermektedir. Meselâ, insan ruhu, bir hayvanın cesedine girmiş olsaydı, o takdirde, idrâk ve düşüncesiyle, konuşma ve yazmasıyla, san'at ve kabiliyetiyle, kısaca bütün hassalarıyla birlikte gitmesi gerekirdi. O zaman hayvanlarda da, meselâ, filozoflar, fikir ve ilim adamları... olması lâzım gelirdi. Onların da kültür ve medeniyetleri, san'at ve edebiyatları... olacaktı! İmtiyaz kanununun zorunlu bir sonucu olarak, insanlarla hayvanlar arasında ve hayvanların kendi aralarında tenasüh olamayacağı gibi, insanlarla insanlar arasında da olamaz. Zira, bir insan, ilim ve irfanıyla, itikat ve imanıyla, zekâ ve dirâyetiyle, şefkat ve merhametiyle, hamiyet ve kahramanlığıyle.... bir başkasının tıpatıp aynı değildir. Meselâ, İmam-i Gazâlî'nin o nezîh ruhu; yüce vicdanı mümkün olsaydı, bugüne kadar dünyaya birçok Gazâlî'lerin gelmesi gerekirdi. Ve yine, birçok İbn-i Sinalar, Eflatunlar... gelmiş olacaktı. Hakikatte ise, böyle bir şey gerçekleşmemiştir. Bir insanın, hem tahsil hayatında, hem de mezuniyetinden sonra çalıştığı bütün vazifelerinde hüviyet ve şahsiyetini devam ettirmesi gösteriyor ki, onun, "Sicil Dosyası" ölümünden sonra da ondan ayrılmayacaktır. O, bu hüviyetiyle büyük mahkeme olan ahiret mahkemesinde, en küçük ayrıntılarına varıncaya kadar hayatın hesabını verecektir. Cenâb-ı Hakk'ın sonsuz adâleti, Hâşir'de öyle bir genişlikte tecelli edecektir ki, değil insanlar, bütün hayvanlar bile hüviyetleriyle dirilecek ve muhasebeye tâbi tutulacaklardır. Bu hakikatin gerçekleşmesi, imtiyazı gerektirmektedir. İmtiyaz kanununun en büyük amacı, en büyük hikmeti ve en mühim sonucu âhirete bakar. Ahiretde mizân-i Kübrâ denilen, insanların sevap ve günahlarının ölçüleceği tartıda, her fert, Kur'ân-ı Azîmüşşan'ın ifadesiyle, "Zerre kadar bile olsa yaptığı hayır ve şerrin hesabını verecektir. Bu muhasebenin neticesi olarak, Cennet ehlinin her birisi, imân, amel ve takvası ölçüsünde ayrı ayrı nimetlere ve makamlara mazhar olacaktır. Cehennem ehlinden her bir fert de, küfür ve isyanının ağırlığına göre, farklı azaplara mâruz kalacaktır. Bu hakikatin gerçekleşmesi, her ferdin, hüviyet ve şahsiyetini muhafaza etmesine ve diğer hayat sahiplerinden ayrılmasına bağlıdır. 3. Tenasüh İddiası Cenab-ı Allah’ın mahlukatına rızık verme kanunu olan ‘Rezzâkiyet Kanununa’ da Aykırıdır: Her türün rızkı, o nevin şahsiyet ve hüviyetine, kadr ü kıymetine göre tâyin ve taksim edilmiştir. Cenâb-ı Hak, şuuru, idrâki ve konuşma kabiliyetini içeren en büyük hayat mertebesini insana verdiği için çokluk ve kalite itibariyle en müstesna, en lâtif, en gıdalı, en zarif nimetleri onun sofrasına sermiştir. Meselâ, tavuk yem ve darı ile yetinirken, insan tavuk ve yumurta yemektedir. Koyun, diken ve saman yerken, insan et ve süt ile beslenmektedir. Dünyada bile, davet ve kabullerde ‘protokol’ gözetildiğine göre, insana bu kadar önem veren Rezzâk-i Kerîm, elbette, onu insaniyet sofrasından alıp, bir başka hayvanın cesedine sokarak onun sofrasına oturtmaz. O'nun hikmet ve rahmeti, buna müsaade etmez. 4. Tenasüh, İnsaniyetin Kıymet Ve Şerefini Hiçe İndirir: Cenâb-ı Hak, insanı en yüksek bir tarzda yaratmıştır. Bütün bitki ve hayvanları ona hizmetkâr yapmıştır. Meselâ, ağaç, meyvesiyle, inek, sütüyle; koyun, etiyle... insanın yardımına koşturulmakta, onun için çalıştırılmaktadır. O, cihanın süsü, arzın halifesidir. Cenâb-ı Hak, Kâinat Sarayı'nı, bütün içindekilerle beraber onun için yaratmış, tanzim ve tertip etmiştir. Bu sarayın büyüklüğü, haşmeti, ziyneti... hep o misafirin şerefini, makbuliyetini ve Allahü Azimüşşân yanındaki itibarını, kadr ü kıymetini göstermektedir. İnsan, Cenâb-ı Hakk'ı tanımak ve O'na ibâdet etmek için yaratılmıştır. Bu hikmete binâen, ona pek kıymetli cihazlar takılmış, geniş yetenekler verilmiştir. Evet, insan, yerlerin ve göklerin kaldıramadıkları bir emaneti taşımaktadır. Elbette, kâinatın neticesi, meyvesi olan insanın bu kâinattan daha büyük ve daha ehemmiyetli bir amacı olmalıdır. Bu gaye ise, ancak yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, Allah'ı bilmek. O'na gerçekten kul olmaya çalışmak, O'na muhabbet edip rızâsına nail olmak ve böylece Cenâb-ı Hakk'ın sonsuz ziyafet yeri olan Cennet'e lâyık bir kıymet almak ve orada, beden ve ruhuyla ebedi bir hayat sürmektir. İşte tenasüh hurafesi, insanın mahiyetine, hakikatine ve ona verilen bu değere ters düşer. Elbette, insana bu kadar kıymet veren Hakîm-i Rahîm, onun ruhunu nihayet derece aşağı düşürüp rezil etmez, noksanlaştırmaz, hafife almaz. İnsanın ruhuna hizmet eden aciz bir hayvan cesedine sokmaz. Elmas kıymetinde yarattığı o ulvi ruhu kömür derecesine indirmez. Alıntı
Φ Muallim-i Âli Gönderi tarihi: 26 Nisan , 2008 Yazar Gönderi tarihi: 26 Nisan , 2008 5. Tenasüh Allah'ın (C.C.) Emir ve İrâdesine Zıttır: Cenâb-ı Hakk'ın tasarrufu her şeyi kapsamaktadır. Her mahlûk gibi insan da, bu tasarrufun dışında değildir. İnsan, düşünceleriyle, meyilleriyle, arzularıyla... her an durmadan değişmektedir. Bütün bu değişiklikler hem zaman, hem de mekân itibariyle olmaktadır. Bilip yaşadığımız bu hakikati, Allahü Azîmüşşân Kuran-ı kerimin bir çok âyetlerinde, farklı yönleriyle ifade etmektedir. Bu âyetlerden bir kaçını, meâlen takdim edelim: "Şânım hakkı için biz insanı çamurdan (süzülmüş) bir hülâsadan yarattık. Sonra onu sarp ve metin bir karargâhta bir nutfe yaptık. Sonra o nutfeyi bir kan pıhtısı hâline getirdik, derken o kan pıhtısını bir çiğnem et yaptık, o bir çiğnem eti de kemik (ler)e dönüştürdük. Suret yapanların en güzeli olan Allah'ın şânı (bak) ne yücedir! Sonra siz bunun arkasından, hiç şüphe yok ki, ölüler (olacaksınız). Sonra siz kıyamet gününde muhakak dirilip kaldırılacaksınız." (Mü'minûn: 12,13,14,15,16) Bu âyetler, insanın ilk yaratılışından tâ kıyamet gününde diriltilmesine kadar geçirdiği bütün hâl ve merhalelerde, yalnız ve yalnız Allahü Azîmüşşân'ın tasarrufu altında olduğunu göstermektedir. Bu âyetlerde, yaratılışa ait ince sırlar ve hikmetler dokuz aşamada ifade edilmektedir. 1- Hak Teâlâ, beşerin kalıp ve şekli mevcut değilken, insan tohumuna da gerek kalmadan, Hz. Âdem'in süzülmüş bir çamurdan, taklitsiz ve gayet mükemmel bir şekilde, yaratıldığını ifade etmektedir. 2- İnsan neslinin bekası için ana rahminde yerleşen spermin, yani beyaz kanın yaratılmasını beyan etmekte, neslin devamını kanunlaştırmakta, kudretinin tasarrufunu nazara vermektedir. 3- İnsan mahiyetini, nutfeden alâkaya, yani spermden kan pıhtısına dönüştürüldüğünü, ifade ile değişmedeki yükselme ve terbiyeyi nazara vermektedir. 4- Sonra, o mahiyetin alâkadan mudgaya, yani kan pıhtısı hâlinden bir çiğnemlik et parçası hâline dönüştürüldüğünü ifâde buyurmaktadır. 5- Daha sonra, onun, beden çatısını teşkil edecek temel direk ve sütunlarının yaratılışını akla göstermektedir. İşte bu safha, mudgadan izama geçiş, yani, bir çiğnemlik et parçasından kemiklerin yaratılmasına geçiş safhasıdır. 6- Bu merhaleden sonra, o kemiklere et giydirildiğini buyurarak, tasarrufundaki güzellik ve hikmeti vicdan ve akıllara havale etmektedir. 7- "Sonra onu, bambaşka bir halk ve icat ile inşâ eyledik." fermanıyla da, insana takılan bütün maddi ve mânevi cihazları nazara vererek, insanın ne derece nazlı, lâtif, mükemmel yaratıldığını ifade etmektedir. Artık boy ve endamı ile, seziş ve duyusuyla, his ve vicdanı ile, ruh ve kalbi ile bir san'at hârikası, bir hilkat şaheseri "Allah?ın isimlerine ait hayret edilecek şeylerin fihristi ", "Allah?a ait fiil ve işlerin bir ölçeği" ve "Kâinattaki âlemlerin bir ölçütü" olan insanın yaratılışı tamamlanmıştır. İnsanı bu nitelikte yaratan Zât-ı Akdes, elbette Ahsenü'l-Hâlıkîn'dir (yaratıcıların en mükemmeli). İnsan da, yaratılmışların en güzelidir. İnsanı bu derece üstün fıtratta yaratan Cenâb-ı Hakk, onun ruhunu hiç hayvanların seviyesine indirir mi? 8- Sonra, onun iradesiyle ölümü tadacağımızı, 9- Sonra da, muhakkak kıyamet gününde diriltileceğimizi buyurmaktadır. Âyetlerde geçen dokuz merhale gösteriyor ki, insan hayatının hiçbir safhası, hiçbir anı Allahü Azimüşşân'ın tasarruf ve irâdesinden hariç değildir. Hükümranlığı ebedi olan Cenâb-ı Hakk'ın, insanı bu derece ulvi yaratmasının hikmeti, onu birtakım ciddi emanetlerle, büyük tekliflerle sorumlu kılmak içindir. Yeryüzünün halifesi olduğunu iradesiyle, hayat ve felsefesiyle tescil ettirmesi içindir. Ebedi saadete aday olduğunu imanıyla, ahlakıyla, ameliyle, hayatı ile göstermesi içindir. Elbette, Cenâb-ı Hak, insanı ne dünyada, ne de âhirette kendi hâline bırakmaz. Evet, Âyet-i Kur'aniye'nin beyanıyla, kıyamet kopacak ve her insan tek tek hesaba çekilecektir. Peygamberlerin en büyük bir dâvası, iddiası âhiret olduğu gibi, Kur?ân-ı Kerîm'in de dörtte üçü haşirden, âhiretten bahsetmektedir. Güneş gibi zahir olan bu hakikate karşı, tenâsühçülerin vehim ve vesveselerinin ne önemi olabilir? 6. Tenasüh İnsanın İrâdesine Zıttır: Ruhun, bir insan bedeninden herhangi bir hayvan bedenine oradan da başka bedenlere geçmesini bir fikir olarak ele alırsak, bu hususta iki ihtimal karşımıza çıkar: Tenasüh, ya Cenâb-ı Hakk'ın emir ve irâdesi ile yapılmakta veyahut ruhun, kendi tercih ve iradesiyle olmaktadır. Birinci şıkkın imkânsızlığı, yukarıda yapılan izahlardan anlaşılmıştır. İkinci ihtimale, yani, ruhun bir bedenden diğerine, kendi tercih ve iradesiyle göçtüğüne gelince, burada da iki yol söz konusudur. Ruh bu göçü, ya şuurlu olarak veya şuursuz olarak yapmaktadır. Ruh şuursuz ise, zaten tercih yapması imkânsızdır. Zira, hareketleri aklın ve şuurun dışındadır. Ruhun, herhangi bir cesedi kendi iradesiyle tercih etmesi ihtimali ise, sayısız imkânsızlıklara bina edilmiş, utanç verici bir safsatadır. Şöyle ki: "Ruhun irâdesi kendi elindedir" demek, ruhun tercih sahibi olduğunu kabul etmek demektir. Madem tercih sahibidir, o zaman ruhun şuurlu olduğu, beğenmek, seçmek ve ayırmak gibi meziyetlere sahip bulunduğu kabul edilecektir. Çünkü, tercih, şuur ve muhakemeye dayanır. Madem ki, ruhun şuur ve muhakemesi vardır; öyleyse o, hiçbir zaman bir hayvan cesedine girmeyi tercih etmeyecektir. Demek insan ruhunun, bitki ve hayvanların cesetlerine girmesi ihtimali yoktur. Kabul edelim ki, ruh, kendi iradesiyle hayvanlara göç ediyor. O zaman karşımıza, çözülmesi mümkün olmayan zorluklar çıkar. Meselâ, bu teoriye göre, ruhun durup dinlenmeden, usanmadan ve hattâ utanmadan her tür hayvanın döl yatağına girmesi lazım gelir, daha açık bir ifâdeyle, karada, havada ve denizde yaşayan sayısız hayvanların yumurtalarında veya gen ve kromozomlarının yanında, her zaman hazır bulunması gibi bir safsataya kapı açılır. Akıldan binler derece uzak, muhal ve bâtıl böyle bir mesleği, değil insan, hayvan dahi kabul edemez. Akla gelen diğer bir muhal de şudur: Faraza, ruh hangi anne babayı tercih ediyorsa, onların çiftleşmesi anında, orada hazır bulunması gerekir. Acaba o anda ruhun nöbet yeri neresidir? Ruh, ister içeride, ister dışarıda beklesin, bu noktada şu muhaller ortaya çıkar: Ruh ile döl yatağında toplanan erkek ve dişi genler, rahim, cinsel organlar, onları döllendiren şehvet, şehvetin dayandığı enerji, enerjinin elde edildiği vücut, vücudu besleyen gıda maddeleri arasında, kısacası bunlarla kâinat arasında bir anlaşma yapıldığını kabul etmek gerekir. Bunların imkânsızlığı açıktır. Meselâ, dişi ve erkek genler "İştah ve Şehvet Kanunu"na göre çalışır. Halbuki bu kanun kapsamlıdır. Bütün hayat tabakalarına kapsamı olan bu İlâhi Kanunu, âciz bir insan ruhu ile erkek ve dişi genlerin emir ve irâdesine vermek divaneliktir. Allah'ı bilmemektir. Sorular ve imkânsızlıklar, artık bu noktada sonsuza doğru uzar gider. Bilinen bir hakikattir ki, cesedin döl yatağında büyüyüp gelişmesi, büyüme kanununa bağlıdır. Cesette nihayet derece intizam bulunduğundan, onun yapılması nihayetsiz ilim, kudret ve iradeyi gerektirir. İnce hikmetlerle dokunan, gayet önem ve intizamla yaratılan bu cesedin plân ve programını, âciz ve câhil bir ruha vermek büyük bir hezeyandır. Bu safsata kabul edilirse, şu sorulara ne cevap verilecektir? Farz ediniz ki, ruh döl yatağında beğendiği hayvanın tohumunu buldu. Bu tohumun erkek veya dişi olduğunu bizzat kendisi mi tespit ediyor, yoksa herhangi bir laboratuarda mı tespit ettiriyor? Bu tohumları, erkek veya dişi hâline kendisi mi sokuyor? Yoksa ruh, gah erkek, gah dişi bir hayvanın cesedine mi giriyor? Böylece, bir zaman erkek, bir zaman dişi olarak mı yaşıyor? Veya erkekse, her zaman erkek; dişiyse, her zaman dişi bir hayvanın cesedine mi giriyor? Dünyaya geldiği zaman mazisini, erkek ve dişi olarak yaşadığı bedenleri neden hatırlamıyor? ****** Aynı döl yatağına birden fazla ruh tâlip olunca, anlaşmazlıklarını kur'a ile mi, kavga ile mi, yoksa ikna ile mi hallediyorlar? Hem ruh, ne diye bir hayvan cesedine girsin? Buraya kadar ifade ettiklerimizden anlaşılmıştır ki, tenasüh hurafesi, mantık ve muhakeme, hikmet ve hakikat, hak ve hukuk, akıl ve vicdan açısından bâtıldır, hurafedir, safsatadır. Ve yine, bu izahların ışığında görüldü ki, tenasüh iddiası kâinatta geçerli kanunlara aykırı düşmekte, her bir kanun hikmet ve hakikat dili ile bu hurafenin bâtıl olduğunu haykırmaktadır. Diğer taraftan tenasüh iddiası, Zât-i Akdes'in hikmet ve adaletine, rahmet ve inayetine... karşı bir alay etme, nihayetsiz bir cinayettir. Şimdi düşünelim: Acaba, bu iddiadan daha hurafe ve bâtıl ne vardır! Böyle bir iddia gericiliğin, yobazlığın, cehalet ve ön yargılılığın en katmerlisi değil de nedir? 7. Tenasüh, Ruh-Beden İlişkisine de Ters Düşer: Tenâsühçülere şöyle bir soru soralım: Her hane, içinde oturanın, boyuna posuna, endamına, kıymetine göre düzenlenir. Saray sultana göre, kafes kanaryaya göre yapılır. İşte, haneler ile içinde oturanlar arasındaki bu ilişki, en ileri düzeyde ruhlar ile cesetler arasında mevcuttur. Hâkim-i Mutlak, koyunun cesedini, onun sevimli ruhuna, aslanın cesedini de, onun haşin ruhuna uygun gelecek şekilde yaratmıştır. Bunun şahitleri, canlıların türleri, hattâ fertleri adedincedir. Rahîm-i Zülkemâl, ebedi saadete namzet olarak yarattığı, akıl, hafıza ve hayâl ve daha nice dış ve iç duygularla donatıp bezettiği insan ruhuna, tefekkür, ibâdet, şükür gibi yüce görevleri yapmaya en elverişli bir beden giydirmiştir. Malumdur ki, bir mahiyetin özellikleri, o mahiyetten ayrılmaz. Bu hakikate göre, insan ruhu, faraza bir hayvan bedenine girse, düşünmesine tefekkürüne devam etmek isteyecek, bildiklerini anlatmak, marifetlerini sergilemek arzu edecektir. Bulunduğu ceset, buna hiçbir cihette elverişli olmayacağından hayatını devam ettiremeyecektir. İnsan bedeninde bile, bazen sıkılan, bunalım geçiren bir ruh, elbette hayvan bedeninde yaşayamayacaktır. İşte, tenasüh fikrine saplananlar, dünyadaki görevini bitirdiğinde bedenden ayrılan bu saygı değer konuğu, bazen kümese sokup insanlardan ürkütmekte, bazen arslana yerleştirip ceylânlara saldırtmakta, bazen da kurbağaya gönderip, suya sokup çıkarmaktadırlar. O lâtif misafirin önüne bazen kum, bazen hayvan yemi, bazen ot ve saman koymakta, hikmete isyan etmekte, hakikate ters düşmektedirler. Bazen, hayatta iken tavuk yiyen o misafiri, öldükten sonra tavuk bedenine sokup, gah insanlara, gah tilkilere yedirmektedir! Tenâsühçüler, hamam böceğindeyken herkesten ve her sesten ürken, dipte köşede ne bulursa onunla kanaat eden bir ruhu, kaplan bedenine sokunca hareketli ve kahraman yapmakta ve ceylân etine âşık etmektedirler. Ve yine tenâsühçüler, bir ruhu günde birkaç bedene sokmakta, meselâ, sabahleyin bir keçide, ikindiye kadar öküzde, akşama kadar inekte yaşamakta, gece de maymun olarak yatırmaktadırlar. Tenâsühçülere göre, bugün ceylâna saldıran kaplan, belki de dün ceylân idi. Veya bugün bu safsatayı savunan tenâsühçü belki de dün bir yılan idi. Sakın, tenâsühçülerin zehirli fikirleri, yılanlık dönemlerinden kalmış olmasın?! Sonuç olarak, cesetlerle ruhlar arasındaki mükemmel uygunluk ve ahenk, gösteriyor ki, Cenâb-ı Hak, bu cihana merkez olarak yarattığı, doğuştan medeni kılıp, ilim ve irfan ile sinesini genişlettiği, arza halife ve mahlûkat kafilelerine kumandan tâyin ettiği insanın ruhunu, ölümden sonra hayvanların cesetlerinde gezdirmez; bitkilerde, madenlerde dolaştırmaz; onu hakir ve zelil etmez. Mehmet Kırkıncı Alıntı
Φ Tengeriin boşig Gönderi tarihi: 26 Nisan , 2008 Gönderi tarihi: 26 Nisan , 2008 Tenasüh : Bir şeyin diğerini takib ederek yok etmesi, bir şeyi elden ele dolaştırmak, bir şeyin dolaşarak diğerinin yerini alması . Ruhun, bir bedenden diğer bir bedene geçişini kabul eden bâtıl inanışa tenasüh yada bugün daha yaygın bilinen adıyla reenkarnasyon denilmektedir. Bu inanca göre, bedenler ruhların kalıpları gibidir; ruh, kalıptan kalıba, bedenden bedene göç etmektedir, insan ruhu, cesedini terk ettikten sonra, karada, havada, yahut denizde yaşayan herhangi bir hayvanın bedenine girmekte, oradan da başka bir hayvanın bedenine, sonra, tekrar diğer bir insanınkine girerek varlığını devam ettirip gitmektedir. Şimdi bir dakika! "Ruh" diye soyut bir düşüncenin varlığını kabul etmek "Batıl İnanç" olmuyor da, "Ruh'un bedenden bedene gezdiğine inanmak" mı Batıl oluyor? Önce buna sağlam bir cevap verin, daha sonra yazdığınız onca yazıyı tekrar bir gözden geçiriniz... Saygılarımla... Alıntı
Φ Muallim-i Âli Gönderi tarihi: 26 Nisan , 2008 Yazar Gönderi tarihi: 26 Nisan , 2008 Konu dini bir konu ve islam açısından ele alınmış olması sebebiyle islami kavramlar çerçevesinde ele almak mantık dahilindedir. İslamda neye batıl denilip denilmediğini bilmiyorsanız önce biraz onu araştırınız. Alıntı
Φ Tengeriin boşig Gönderi tarihi: 26 Nisan , 2008 Gönderi tarihi: 26 Nisan , 2008 Konu dini bir konu ve islam açısından ele alınmış olması sebebiyle islami kavramlar çerçevesinde ele almak mantık dahilindedir. İslamda neye batıl denilip denilmediğini bilmiyorsanız önce biraz onu araştırınız. İslam'a göre neyin Batıl olup olmadığını iyi biliyorum... Fakat bu konunun sırf İslam açısından ele alınışı "Gerçek Dışı" buluyorum... Zira Tenasüh'e inanan birisi içinde sizin dediğiniz düşünce "Batıl"dır... Yani bu çok göreceli bir düşüncedir, anlatabiliyor muyum? O yüzden ilk önce "Ruh" nedir, var mıdır, yok mudur... Bu tartışılmalı... "Var olduğu" ispatlanabilirse ancak bedenden bedene dolaşıp dolaşmadığı tartışılabilir... Ki zamanında kimse var olduğunu ispatlayamadı... Hem aynı zamanda "Kavram"ları niçin illa ki "İslami" açıdan ele alıyoruz? Arapça, İslam'ın ortaya çıkışından önceden beridir var olan bir dildir... İçeriğindeki kavramları İslam şekillendirmemiş, Aksine her millette olduğu gibi "Dil" inancı şekillendirmiştir... Yani "Batıl" kavramına "İslami" açıdan bakmak aslında çok gerçek dışı bir ele alış olmaktadır... Çok fantastik bir düşünce şeklidir bu... Çnkü "Batıl" kavramı "İslamiyet" ile ortaya çıkmamıştır, Arapça'da var olan bir kavramdır... Aynı zamanda İslamiyet yeni bir Dil de meydana getirmemiş, var olan bir dil üzerine ortaya çıkmıştır... Bu Kur'an-da da aynen yazar... Öyleyse "İslam'a göre Batıl nedir?" den ziyade "Gerçekte Batıl" nedir ona bakmak lazım birde... Ve bu genel tanım üzerinden gidilirse, Müslüman olmayan insanlar pek ala Kur'an-daki bazı kavramları ya da bugün algılandığı hali ile bazı kavramları "Batıl" olarak niteleyebilirler... Ateist bir Arap'ı düşünün mesela... Size kalsa "Arapça Konuşan" bu kimsenin yapabileceği ve düşüncesini ortaya koyabileceği hiçbir şey yok... Çünkü adam "İslam'ın ruh kavramı gerçek dışıdır/gerçek olmayandır/boş inançtır." diyecek ama arapça yani kendi dilinde olarak söylemesinin imkanı yok... Niye? Çünkü "Batıl" kelimesine illa ki İslami açıdan ele almak lazımmış! İyi de, Ateist bir adamın, İslamiyeti "Boş ve gerçek dışı" bir inanç olarak nitelemesi için Türkçe mi öğrenmesi gerekmektedir? Tabii ki hayır... Ne yapacaktır? Kendi dilinde var olan o kavramı, kendi dilindeki gerçek anlamı ile kullanacaktır... Bakın burada İslam'ın yüzlerce yıldır niçin eleştirilemediğini de kavrayabilirsiniz aslında... "Hakikat nedir?" diye soruyorsunuz, İslam; "Ben hakikatim" diyor... "İyi de ya senden başka hakikat varsa?" dediğinizde, "Benden başkasını ararsan yoldan çıkarsın, benim gözümden bakmazsan zaten anlamazsın!" diyor... "Ya sen batılsan?" diyorsun, "Benden başkası batıldır, ben değilim!" diyor... "İyi de ya onlar batıl değilse?" dediğinizde de, "Benim gözümden baksana sen? Ben batıl olduklarını söylüyorum, demek ki öyleler... Benim gözümden bakmazsan yoldan çıkarsın zaten..." diye karşılık alıyoruz... Öyleyse bunda başka birşey var, anlatabiliyor muyum? Bir mantık hatası var, Gazzali'den beri süregelen... Kısaca; Siz anladığınızı sandığınız "İslam" açısından "Soyut bir Ruh"un "Batıl" olmadığını düşünebilirsiniz, Ancak gerçekte bu düşünceniz çok Batıl bir düşüncedir... Aynen sizin Tenasüh'e yaklaşımınız gibi... Yazdıklarım açık ve nettir... Saygılarımla... Alıntı
Φ BrainSlapper Gönderi tarihi: 26 Nisan , 2008 Gönderi tarihi: 26 Nisan , 2008 Tenasüh varsa ve gerçek ise, bütün insanları kapsaması, az çok her insanın, hâl-i hazır bedenine girmeden önce misafir olduğu bedenleri ve o bedenlerde iken yaptığı işleri hatırlaması gerekir. Elalemin inancını eleştiriken gösterdiğin mantıki değerlendirmeyi bir de kendi dininizi değerlendirirken gösterebilseniz! "Hani Rabbin Ademoğullarından; onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahit tutarak "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" demişti. Onlar da "Evet, şahit olduk" demişlerdi. İşte bu kıyamet günü "Bizim bundan haberimiz yoktu" dememeniz içindir." (Araf-172). Sizin dinde "Galu Bela" vakası iddiası var, kimse hatırlamıyor, sorun olmuyor, Başkasının inancında "önceki hayatlar" var, kimse hatırlamıyor, sorun mu oluyor????? Bugüne kadar, sadece birkaç çocuk, başka cesetlerde yaşadıklarını iddia etmişlerdir. Halbuki, altı veya yedi yaşlarındaki bu çocukların sözleri, hukuk ve ilim açısından bir değer taşımaz. Çünkü, bunlar reşit değildirler. Kendi çocukluk dünyalarını yaşayan, henüz doğruyu yanlıştan ayırma yeteneği olmayan, hayâl ile gerçeği ayırt edemeyen çocukların sözleriyle bir iddia ispat edilemez. Zira, çevrelerini kendileriyle meşgul etmek, ilgilerini çekmek, itibarlarını yükseltmek, tanınmak ve "aferin" almak gibi birtakım psikolojik te'sirler altında kalabilirler. Elalemin inancını eleştiriken gösterdiğin mantıki değerlendirmeyi bir de kendi dininizi değerlendirirken gösterebilseniz! Elalemin inancını eleştirirken birden 6-7 yaşındaki çocukların reşit olmadıklarını, doğruyu-yanlışı ayırma yeteneklerinin henüz gelişmemiş olduğunu birden kavrayıveriyorsunuz, ama Muhammed ile 6 yaşında iken evlendirilen Ayşe için nedense aynı şeyleri düşünmek aklınıza gelmiyor!! * Reenkarnasyon inancına göre tüm İslam bir hurafeler külliyatıdır. Sadece reenkarnasyon inancına göre değil, ateizme, agnostizme, bilime, şamanizme, budizme, taoizme göre de İslam bir hurafeler külliyatıdır. Saygılar. Alıntı
Φ Muallim-i Âli Gönderi tarihi: 26 Nisan , 2008 Yazar Gönderi tarihi: 26 Nisan , 2008 Çok yanlış anlaşılan atasözlerimizden birisi de şudur. Güzele bakmak sevap! Evet, güzele ve güzelliklere tefekkür için bakmak, tabii ki sevaptır. Ancak asrımızın bir çeşit fitnesi gereği, buradaki ‘GÜZEL’ kelimesini, namahrem anlamına gelen, açık-saçık ve üryan gezenlere bakmak şeklinde söylendiği zaman, cevap da elbette değişir. O zaman Sevap değil günah olur. Bu gibi namahremlere bakmak, bakış şekline ve sebebine göre anlam kazanır. 1. Yolda yürürken aniden, dekolte bir mahrem gözümüze çarpsa, yüce yaratıcımızın “Gözlerinizi haramdan sakının!” ayetinin tesiri ve tedbiri ile gözlerimizi başka tarafa çevirip, Allah korkusuyla irkilsek ve tövbe etsek, bu bakış sonrası titizlik, kişiyi günahtan koruduğu gibi, sevap da kazandırır. 2. Aynı namahreme ilk, yani gayri iradî bakış mubahtır. 3. Daha sonraki kasdi bakışlar ise haramdır. Çünkü bu bakışlar, ‘gözlerini haramdan sakının’ ayetinin aksine bir davranıştır. 4. Ayrıca kişiyi tanıma maksadıyla zorunlu bakışlar vardır ki, bu bakışlar da yukarıdaki ayet hatırda tutularak minimum düzeyde kalırsa, mubah olabilir. “Batılı iyice tasvir (batıl işleri detaylı tasarlama, biçim ve şekillendirerek tarif etmek), safi zihinleri idlâldir”, (temiz zihinleri saptırır.) vecizesine dayanarak, fetva ve fıkıh yönünü konu uzmanlarına bırakıp, tefekkür için bakmak cümlesini biraz açacağız. “Güzel” denilince aklımıza, tabii ve meşru güzellikler gelmelidir. Namahremler değil… Tefekkür, bu güzelliklerin arka planındaki anlamları, gizli manaları ve mesajları hesaplayarak düşünmek, o eser veya olay üzerindeki Esma’ül Hüsna tecellilerini irdelemektir. Bu güzelliklerden bazıları: • Gül güzeldir, menekşe güzeldir, karanfil, nergis, sümbül, zambak, manolya ve saymakla bitiremeyeceğimiz tüm çiçekler güzeldir. • Bahar güzeldir, ağaçlar güzeldir, dağlar, ırmaklar, çaylar, şelâleler, denizler, göller ormanlar ve tüm manzaralar güzeldir. • Hayat güzeldir, sağlık güzeldir, eş, evlat, torun, aile, semtimiz, memleketimiz güzeldir, gece yıldızlar, ay, güneş ve gezgenler ve tüm yaratılmışlar güzeldir. • Bülbül güzeldir, papağan, kanarya, tavus ve tüm kuşlar güzeldir. Tavşan güzeldir, sincap, kedi, kaplan, penguen, zürafa, ceylan, kelebek, arı, uğur böceği ve tüm hayvanlar güzeldir. • Kiraz güzeldir, portakal, çilek, karpuz, kayısı, şeftali ve tüm meyveler güzeldir. • İlâhî nameler güzeldir, Kur’ân, vaaz, nasihat ve sohbet dinlemek güzeldir. Kuş sesleri, şırıl şırıl su ve çağlayan sesleri güzeldir. • Makro ve mikro âlemler güzeldir, Samanyolu, nebulalar ve tüm kâinat güzeldir. Atom ve atom altı parçacıklar güzeldir, moleküller, elementler, maddeler, hücreler, dokular, organlar ve tüm insanlar mükemmel yaratılışlarıyla güzeldir… • Saymak ile bitiremeyeceğimiz bunca güzellik varken, niçin nefsanî güzelliklere takılıyoruz ki? Bunca güzelliklerin üzerindeki, Esma’ül Hüsna tecellilerini sadece bir saat düşünmek, bizlere bir sene boyunca (nafile namaz, oruç, zikir v.s.) ibadet etmiş gibi sevap kazandırırken, nefsanî, malayani, fuzuli güzelliklerle ilgilenmek akıl karı değildir? ******* SORU: Bu güzelliklere bakıp, Esmâ’ül Hüsna tecellilerini nasıl tefekkür edebiliriz? Bir papatya çiçeğine, tefekkürle baktığımız zaman: 1.-Çiçeğin renkli kısımlarındaki güzellik, renk uyumu, simetri, “süsleme sanatını” gösterir ve “Müzeyyin” (en güzel süsleyen.) isminin tecellisidir ve O Zatı c.c. haber verir. 2.- Kara topraktaki değişik atom ve elementleri sentez ederek, uygun biçimde dizerek, bitki hücresi haline getiren, pigmentler atarak süslendiren, kokulandıran, o hücreleri de en uygun yerlere oturtup, böyle bir güzelliği yapabilen, bu güzelliği de her mevsim, her kıtada trilyonlarca nüsha olarak sergileyen “Kadir” ismini haykırır... 3.- Sadece bu çiçeği bile yapabilmek için, her şeyi kuşatmış, mutlak gerekli, sınırsız bir “ilmi” bildirir ve “Alîm” ism-i celilini, tefekkür edenlere tanıtır... 4.- Bu çiçeğin yapılabilmesi için, önceden tasarımının yapılması şarttır. (..yapay çiçekçileri bir düşününüz..) Madem öyle, bu çiçek bizlere “Musavvir” (en güzel tasvir eden, tasarım yapan) esmasını haber verir... 5.- Sadece bir çiçek cinsi üzerinde bile inceleme yapsak, hiçbir kusur bulamayız... Malezya’daki gül ile Kore’deki gül aynı sarmalda ve aynı model. Türkiye’deki papatya ile Çin’deki aynı geometrik yapıda... Hiçbir kusur yok... Yani bir “Bâri’i ” (kusursuz yapanı) c.c. haykırır... 6.- Her bir çiçek, (insan eli ve medeniyet atıkları karışmamak şartı ile) pırıl pırıldır, temizdir. Bir “Kuddûs”’ü c.c. (Tertemizi ve temizleteni) anlatır... 7.- Bazı çiçekler, birtakım böceklerin, kuşların ve birçok hayvanın rızkı olarak yaratılmıştır. Bu hayvanların rızıklandırılması ve tüm çiçeklerin beslenmesi bir “Rezzâk’ı” c.c. (rızıkları vereni) “Rabb-i Rahîm’i” ( terbiye edeni, besleyip büyüteni ve en merhametli yaratıcıyı) bildirir... 8.- Birçok çiçeğin, özellikle papatyanın, birçok önemli hastalıklara şifa olduğunu biliyoruz. Bu da bize merhameti sonsuz bir “ŞÂFÎ-İ hakîki”yi söylüyor... 9.- Her bir çiçeğin, kendi cinsinin ve neslinin devam etmesi için, tohumlarla muhafazası ise “Hafîz-ı hakîki”yi c.c. (gerçekten muhafaza eden zâtı) anlatır... Bu dar çerçevede, birkaçını saymaya çalıştığımız tecellileri sizler devam ettirebilirsiniz. ******* • İşte ‘güzele bakmak sevap’ atasözümüzdeki ‘güzel’de, ‘bakış da’ böyle olursa, elbette ki sevaptır. Buna itiraz yok. Üstelik de öyle çok sevap kazandırır ki, bu güzelliklere, bu tefekkür ile bir saat bakmak, mütalâa etmek ve bunları düşünmek, bir yıllık sürekli nafile ibadet sevabı kazandırıyor. İşte sizlere orijinal kaynak: Hz.Muhammed s.a.v. müjdesidir. “Tefekkürüm-min sâati, hayrun ibadetüm-minseneh.” “Bir saat tefekkür, bir yıllık (nafile) ibadetten hayırlıdır.” (Bakınız İ.Gazâlî, İhyâu Ul.Dîn. 4/409. El-Heysemî, M.Zevâid. 1/78.) Meşrû zevkler ve lezzetler keyfe kâfidir, HARAMA GİRMEYE GEREK YOK. A. Raif Öztürk Alıntı
Φ Muallim-i Âli Gönderi tarihi: 26 Nisan , 2008 Yazar Gönderi tarihi: 26 Nisan , 2008 Niyet denilince, aklımıza öncelikle namaz yahut oruç gelir. Bu ibadetleri yaparken Allah rızasına ermeyi talep ederiz. Ve bunu işin başında hemen dile getiririz. Rızanın zıddı riyadır. Rıza Hak içindir, riya ise halk içindir. Birincisinde İlâhî teveccühe ve rahmete ermek esastır; ikincisinde ise insanlara hoş görünmek, onların takdirlerine ve alkışlarına can atmak. Bu ise bence dilenciliğin bir başka türlüsüdür. Herkesin kendi nefsini beğendiği bir dünyada, riya yolunu tutmamız ve kendimizi başkalarına beğendirme sevdasına kapılmamız büyük bir gaflettir. Ama gel gör ki, nefis aldanmaya can atıyor ve bu çıkmaz sokağa bilerek ve severek giriyor. Dünyada mesut bir hayat sürmemiz ve ölümle başlayan ebediyet yolculuğumuzda saadet yurduna varmamız, öncelikle, niyet şartına bağlıdır. İbadetlerimizde niyet Allah rızası olduğu gibi, dünya işlerine çalışmamızda da niyetimiz ?helal kazanmak, aile fertlerimize helal lokma yedirmek, örnek bir zengin olarak başkalarını da helal dairesinde çalışmaya teşvik etmek, memleketimizin maddî kalkınmasında rol üstlenerek düşmanlarımız karşısında ülkemizi daha güçlü kılmak? gibi yüksek gayeler olmalıdır. Bu niyetle yaptığımız dünyevî çalışmalarımız ahiretimize mal olabilir. Nur Külliyatından Dördüncü Sözde şöyle buyrulur: ?Namaz kılanın diğer mübah dünyevî amelleri güzel bir niyet ile ibadet hükmünü alır.? Yukarıda bu güzel niyetlerden bir kaçını saymış olduk. ?Başkalarına üstün gelmek, parmakla gösterilmek, rakiplerimizi kıskandırmak, alkış ve taktir toplamak? gibi nefsin hoşuna giden niyetler o çalışmalarımızın faydasını sadece bu dünyada bırakır. O kadar yorulmamıza rağmen ahiretimize bir şey götüremeyiz. Üstat Bediüzzaman Hazretleri, ?Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabb?inize ibadet ediniz ki takva mertebesine nail olasınız.? mealindeki âyetin tefsirinde, çok önemli bir noktaya işaret eder: İnsan, Rabbine, öncelikle, Rabbi olduğu için ibadet etmelidir. Bu ibadetin sonunda ereceği makamlar ve lütuflar ikinci derecede kalırlar. Bunun bir küçük misâlini, büyüklerimize hürmet noktasında yaşamıyor muyuz? Babamıza niçin hürmet ederiz? Babamız olduğu için; yoksa, bize hediyeler vereceği, yahut miras bırakacağı için değil. Zira bu ikinci halde, sevgimize menfaat karışmış, safiyeti kaybolmuş ve bulanmış olur. İşte, âyet-i kerimede, ?Allah?a ibadet edin.? yerine ?Rabbinize ibadet edin.? buyrulmakla bu inceliğe dikkat çekilmektedir. Rabb?imize, Rabb?imiz olduğu için ibadet edeceğiz. Bedenimizin planını bir damla su içine yerleştiren, o damlayı terbiye ederek insan haline getiren ve ruhumuzu duygularla donatan Rabb?imize sonsuz şükür borcumuz vardır. Ve ibadet, bu borcu eda etmenin en güzel ifadesidir. Bir mü?min, ibadete başlarken Allah?ın rızasını niyet etmekle bu mânânın şuurunda olduğunu da dile getirmiş oluyor. Nur Külliyatında niyet ruha benzetilir. ?Niyet, bir ruhtur. O ruhun ruhu da ihlastır.? (Mesnevi-i Nuriye ) Amellerin görünen kısmı beden gibidir; gayesi ise ruh. Beden ruhla hayata kavuştuğu gibi, ameller de niyet ile canlanır ve hayatlanırlar. Niyetin ruhu ise ihlastır, yani ibadetin sadece Allah rızası için yapılması, bir başka gaye gözetilmemesidir. Allah yolunda cihat eden insanla, ganimet için harp eden insan görünüşte aynı işleri yaparlar. Ama birincisi ölürse şehit olur, kalırsa gazi. İkincisi ise şehitlik şerefini peşinen kaybetmiştir. Onun için, ganimetten öte bir nasip de söz konusu değildir. ---- Önemli bir nokta: İnsan, işlediği cüzi bir ameli niyet ile küllileştirebilir. Namazda, ?Ancak sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz.? demekle niyetimizi küllileştirmiş oluyoruz. Nurlarda bu bahis işlenirken üç cemaata dikkat çekilir: Bu âyeti okurken bütün müminleri niyet edebiliriz. Yahut vücudumuzda vazife gören bütün hücrelerimizi, bütün organ ve duygularımızı kastedebiliriz. Veya kendilerine verilen vazifeleri yerine getirmekle ibadetlerini yapan bütün mahlûkatı niyet edebiliriz. ------- Niyet konusunda üzerinde önemle durulması gereken bir husus da şu: İbadetler gibi virtler, tespihler de ancak Allah rızası için olmalıdırlar. Ancak bu takdirde ihlas mührünü taşır ve makbul olurlar. İnsan bir duayı veya bir tesbihi dünya işlerinin iyi gitmesi için yaparsa ihlas bozulur ve umduğu o neticeye de ulaşamaz. ?O faideler, o evradların illeti olamaz ve ondan, onlar kasden ve bizzât istenilmeyecek. Çünki onlar fazlî bir surette, o hâlis virde talebsiz terettüb eder. Onları niyet etse, ihlası bir derece bozulur. Belki ubudiyetten çıkar ve kıymetten düşer. (Lem?alar) Alıntı
Φ Muallim-i Âli Gönderi tarihi: 26 Nisan , 2008 Yazar Gönderi tarihi: 26 Nisan , 2008 “İbadet iki kısımdır: Bir kısmı müsbet, diğeri menfî. Müsbet kısmı malûmdur. Menfî kısmı ise, hastalıklar ve musibetlerle musibetzede za’fını ve aczini hissedip Rabb-ı Rahîmine ilticakârane teveccüh edip, onu düşünüp, ona yalvarıp hâlis bir ubudiyet yapar. Bu ubudiyete riya giremez, hâlistir. Eğer sabretse, musibetin mükâfatını düşünse, şükretse, o vakit herbir saati bir gün ibadet hükmüne geçer. Kısacık ömrü uzun bir ömür olur.” Lem’alar Allah Resûlünün (asm.) en mükemmel mânâda gerçekleştirdiği kulluk vazifelerinden biri de sabırdır. O (asm.) sabır imtihanını da hicretlerle, harplerle, nice musibet ve sıkıntılarla en ilere mânâda kazanmıştır. Namaz müminin miracıdır. Musibet ve hastalıklar ise bir başka yükseliş merdivenidir. Bir Müslüman, Allah’ın her emrini dinledikçe ve her yasağından sakındıkça manen yükselir. Bu yükselmenin bir başkası da musibet ve hastalıklara sabır yoluyla gerçekleşir. Maruz kaldığı musibetler insana aciz bir kul olduğunu, ve trafik kazalarından sellere, fırtınalara kadar hiçbir hadiseyi önleyecek güce sahip olamadığını tam ders verir. Hastalıklar da aynı dersi insanın iç aleminde tekrarlar. Harici tesirler gibi kendi bedenindeki olaylara da söz geçiremediğini çok iyi anlayan insan, tedavi için gerekli tedbirleri aldıktan sonra, kendine malik olamadığının şuuru ile Rabbine tevekkül eder ve şifayı Ondan bekler. Bu hal mümin için büyük bir terakkidir. Bir ömür boyu böyle değişik tecellilerle farklı imtihanlar geçiren insanlar, bu kısa dünya hayatının ardından ebediyet yurduna göç edeceklerdir. Bu gölgelerin asıllarına kavuşacak, marifet ve muhabbet nimetini de kemaliyle orada bulacak ve tadacaklardır. Prof.Dr. Alaaddin Başar Alıntı
Φ Muallim-i Âli Gönderi tarihi: 26 Nisan , 2008 Yazar Gönderi tarihi: 26 Nisan , 2008 Eğlence Ne Demektir, Oyun ve Eğlencede Dikkat Edilmesi Gerekenler Eğlence denince ilk akla gelenler, neşeli ve hoş vakit geçirmeye, gönül eğlendirmeye yarayan oyun, yarış ve müzik gibi şeyler oluyor. Eğlence meşru ve gayrimeşru olarak tasnife tabi tuttuğumuzda ise, ‘meşru eğlence’ ile ‘fıtrî olarak hem nefsin, hem de kalb ve ruhun zevk aldığı şeyleri; gayrimeşru eğlence ile ise Rabbimizin emirlerine aykırı olan ve kalb ve ruhun rağmına sadece nefsin zevk aldığı, yani meşru özelliğini kaybederek haram şekle dönüşen eğlenceleri kasdediyoruz. Bu tasnifi açıklar mahiyette, Bediüzzaman, eğlence anlamında neş’eyi ikiye ayırır. “Birisi” der, “nefsanî heveslere (şehevî duygulara) teşvik eder; ikinci neş’e ise nefsi susturur, ruhu, kalbi, aklı ve sırrı yüceliklere, asıl yerlerine sevk eder.” Sünnete baktığımızda, meşru oyun ve eğlencenin belli başlı üç kısımda anlatıldığını görürüz. Birincisi, bir gayeye, faydaya, ve bir ihtiyaca yönelik eğlencelerdir. İkincisi, örf, âdet ve gelenekte mevcut olan tören ve merasim türünden eğlencelerdir. Üçüncüsü de, yorulan, usanan, bıkkınlık duyan insan duygularının meşru dairede tatmin edilmesi, dinlendirilmesi ve keyiflendirilmesidir. Birinci kısım olan, bir gayeye mâtuf oyun ve eğlence türüne, sünnetten şu örnekler verilebilir: • Peygamberimiz özel olarak yarış için hazırlanan atlar ve yük beygirleri arasında ayrı ayrı yarışlar düzenler ve galip gelenleri ödüllendirirdi. • Develer arasında yapılan yarışlara zaman zaman Peygamberimizin devesi de katılır ve çok zaman birinci gelirdi. • Ok atma ve mızrak kullanma müsabakaları, Medine devrinin önemli yarışlarındandı. Bir hadiste bildirildiğine göre, atış müsabakaları ile at yarışları meleklerin de hazır bulunduğu bir eğlence türüdür. • Koşu ve yarış yapmak ve güreş tutmak gibi eğlenceler bizzat Peygamberimizin özel hayatında da yer alıyordu. • Yüzme de Peygamberimizin teşvik ettiği bir spor ve eğlence şeklidir. • Avcılık ve savaşa hazırlanma bakımından atıcılık faydalı eğlencelerdendir. Av köpeği, doğan, ok, mızrak gibi av âletleriyle avlanmak meşru görülmüştür. Bu hususta daha başka örnekler vermek de mümkündür. Sünnet dairesinde ve meşru çerçevede örf, âdet ve gelenekte mevcut olan tören ve merasimlere örnek olarak ise, şunlar zikredilebilir: • İslâm öncesi Medineliler Nevruz ve Mihrican günlerinde eğlence düzenlerlerdi. Hicretten sonra bunların yerini Ramazan ve Kurban bayramları aldı. • Peygamberimiz Bayram günü def çalıp mersiyeler söyleyen cariyelere izin vermiş ve Habeşlilerin mızraklarla yaptıkları gösteriyi Hz. Âişe ile birlikte seyretmişti. Bu hadis-i şerifi canlı bir örnek olması bakımından aynen yer veriyoruz: Hz. Âişe anlatıyor: “Resûlullah, benim yanımda iken iki cariye Buas savaşı ile ilgili hamasî türküler söylerken çıkageldi. Gidip yatağın üzerine (yan üzeri uzandı ve yüzünü de aksi istikamete) çevirdi. Derken (babam) Hz. Ebu Bekir girdi. Derhal beni azarladı ve: ‘Resûlullah’ın evinde şeytan çalgısı ha!” dedi. Bunun üzerine Resûlullah ona yönelip: ‘Bırak onları, söylesinler’ buyurdu. (Onlar sohbete dalıp bizden) dikkatlerini çekince, ben cariyelere göz işareti yaptım, kalkıp gittiler.” Hz. Âişe devamla der ki: “Bir bayram günüydü. Siyahîler mescidde kılıç kalkan oyunu oynuyorlardı. Ben mi Resûlullah’tan talep etmiştim, yoksa o (kendiliğinden) mi; (bilemiyorum). ‘Seyretmek ister misin?’ buyurdular. ‘Tabiî’ dedim. Kalktı, beni geri tarafına aldı, yanağım yanağının üzerinde olduğu halde durduk (bir müddet seyrettim): ‘Yeter mi?’ buyurdular. ‘Evet’ dedim. ‘Öyle ise git’ dediler.” (Buhârî, İydeyn: 2, 3; Müslim, İydeyn: 19) Bir sahabe düğününde de benzer bir eğlence şekli yaşanır. Peygamberimiz bu düğünde hazırdır. Yapılan merasime müsaade eder, hatta kendisi hakkında söylenen bir övgü şekline müdahale ederek düzeltir. Halid bin Zekvan anlatıyor: “Rubeyye binti Muavviz bin Afrâ şöyle anlattı: ‘Ben evlendiğim zaman Resûlullah(a.s.m.) geldi ve, senin şu oturduğun gibi, yatağımın üzerine oturdu. Bizim cariyelerimiz def çalıp Bedir günü şehid olan atalarımız hakkında mersiyeler okumaya başladılar. O anda cariyelerden birisi: ‘Bizim aramızda yarın olacakları bilen peygamber var’ mealinde bir mısra okudu. Bunun üzerine Resûlullah(a.s.m.): ‘Hayır, bunu söylemeyiniz. Yarın olacakları bilen Allah’tır, deyiniz’ buyurdu.” (İbn Mâce, Nikâh: 21). Daha sonraki zamanlarda düğünlerde şenlikler ihmal edilmiş olacak ki, İyaz el-Es’arî, “Neden Resûlullah’ın huzurunda oynandığı gibi siz de oyunlar oynamıyorsunuz, şaşıyorum” demişti. (İbn Mâce, İkame:163) İbn Kuteybe, eğlence isteğinin insanın yaratılışında var olduğunu, yaratılış ve huylara ise karşı gelinemeyeceğini söyler ve delil olarak şu hadisi nakleder: “Resûlullah, ‘Müslümanlar da şakalaşsınlar’ diye şaka yapmış, kılıç kalkan oynayanlara, ‘Oynayın ey Erfideoğulları! Yahudiler dininizde müsamaha olduğunu anlasınlar’ demiştir.” (Müsned, 6: 116) Es’ad bin Zürâre kızını evlendirirken Peygamberimiz, Ensar’ın eğlenceyi sevdiğini düşünerek def çalan ve şarkı söyleyen muganniyelerin (kadın şarkıcıların) gönderilip gönderilmediğini sormuştu. Ayrıca, sünnette düğünlerde şeker, hurma gibi şeylerin halkın üzerine serpilmesi ve bunun kapışılması şeklinde uygulanan başka bir eğlence türüne de rastlanmaktadır. (Üsdü’l-Gâbe, 3:488) Abdullah bin Abbas, sünnet ettirdiği oğlu için eğlence düzenlemiş ve bunun için ücretle erkek oyuncular tutmuştur. (DİA, Dr. Nebi Bozkurt, “Eğlence” maddesi.) Düğünlerde def çalarak eğlenme geleneği Dört Halife döneminde de devam etmiştir. Hz. Ömer’in, kulağına gelen bir şarkı ve def sesinin evlenme veya sünnet merasimine ait olduğunu öğrenince, bunu yasaklamadığı bilinmektedir. (Abdürrezzak es-San’anî, el-Musannef, 11:5) Düğünlerde eğlenme hususunda Efendimizin verdiği ruhsatı ve müsamahayı kullanma konusunda tereddüt göstermeyen bazı sahabilerin, özellikle Bedir ashabından iki zâtın uygulaması bu meselenin—tabir caizse—son hududunu çiziyor. Âmir bin Sa’d anlatıyor: “Bir düğün sırasında Karaza b. Ka’b ve Ebu Mes’ud el-Ensârî’nin yanına vardım. Bir kısım cariyeler şarkı söylüyorlardı. Dayanamayıp: ‘Sizler Resûlullah’ın Bedir ashabından olun da, yanınızda şu işler yapılsın, olacak şey değil’ dedim. Bunun üzerine, onlar: ‘Dilersen bizimle dinle, dilersen git. Bize düğünde eğlenme ruhsatı verildi’ dediler.” (Nesâi, Nikâh: 80) Sünnette eğlencenin üçüncü şekli ise, yorulan, usanan, bıkkınlık duyan insan duygularının meşru dairede tatmin edilmesi, dinlendirilmesi ve keyiflendirilmesi şeklidir. Meselâ, Peygamberimiz seferlerde günlerce süren yorucu yolculuklarda monotonluktan kaynaklanan sıkıntıyı gidermek için gençler arasında yarışlar düzenlemiş, böylece kafileye bir rahatlık ve ferahlık temin etmiştir. (İbn Hacer, el-İsâbe, 3:311) Efendimizin dizi dibinde yetişen hadis deryası Ebu’d-Derdâ ise “Hak şeylerin talebinde daha şevkli, daha gayretli olabilmek için kalbimi hak olmayan şeyle dinlendiriyorum” demiştir. (Canan, Kütübü Sitte Muhtasarı Trc., 1:514.) Takvasıyla meşhur Hz. Ebû Dücâne de, meşru dairede keyifli bir eğlence ile meşgul olduğu bir sırada, birisinin kendisini bir açıdan boş sayılan mâlâyâni şeylerle meşgul olduğunu hatırlatması üzerine, “Maâliyata (yüce duygulara) gitmek için ruhumu mâlâyâniyatla dinlendiriyorum” tarzında cevap vermiştir. İmam Gazalî İhyâ’da bu konuya dair önemli açıklamalar getirirken, oyun ve eğlencenin kalbi rahatlatacağını, ağırlık ve sıkıntıyı gidereceğini belirterek şöyle der: “Gönül ağırlaştığı zaman körleşir ve tembelleşir. Gönlü yatıştırmak ve huzura kavuşturmak ise onu yeniden harekete geçirir. Meselâ haftanın her günü devamlı ders okumak insanı yorar ve bıktırır; fakat Cuma günü yapacağı bir tatil ona yeniden şevk verir. Devamlı ibadet de kişiyi tembelleştirir; bu durumda dinlenme insanın neşe ve azmini artırır. Bu sebeple oyun ve eğlence ciddi çalışmaya da yardımcı olur. Devamlı bir şekilde hep ciddiyet üzere olmaya ve acı gerçeklere ancak peygamberler dayanabilir.” Gazalî, eğlenceyi yorgunluk ve tembellik hastalığına karşı kalbin devası olarak görürken, “Ne var ki” der, “Bütün şakalar, oyun ve eğlenceler ölçülü ve mubah olmalı, ifrata kaçmamalıdır. Hastalıkları tedavi eden ilaçların fazlası zararlı olduğu gibi, oyun ve eğlencelerin fazlası da zararlıdır. Ölçüye uyularak yapılan eğlenceler asıl ibadetlerin ifası için bedene dinçlik, ruha şevk kazandıracağından nafile ibadettir.” (İhyâ Trc., c. II, 710). Günümüz şartlarını iyi bilen ve gözlemleyen, özellikle iletişim teknolojisinin yeni yeni yaygınlaşmaya başladığı yüzyılın ilk yarılarında radyo aracılığıyla eğlence türlerinin etkisiyle insanların bu cazibeye kapıldığını gören Bediüzzaman, geniş kitleleri rahatlatan bir açıklama getirir: İnsanlık hakikate muhtaç olduğu gibi, bazı keyifli heveslere de ihtiyacı var. Fakat bu keyifli hevesat, beşte birisi olmalı. Yoksa, hava unsurunun (radyo dalgalarının) yaratılış hikmetine ve sırrına aykırı düşer. Ayrıca beşerin tembelleşmesine, sefahete düşmesine ve önemli görevlerin eksik bırakılmasına sebep olarak insanlık için büyük bir nimet olması gerekirken büyük bir azap olur, insana lâzım olan çalışma şevkini kırar. (RNK, Emirdağ Lâhikası, s. 1837) Bir başka mektubunda, Bediüzzaman meşru dairede eğlence için ‘beşte bir’ ölçüsünü getirerek; insanlığın faydasına kullanılması gereken bazı iletişim vasıtalarının onda ikisinin meşru dairede eğlenceye tahsis edilmesi gerekirken, onda sekizinin keyif, oyun, eğlence yolunda kullanıldığı için insanları tembelliğe ittiğinden söz eder. (Emirdağ Lâhikası, s. 1851) Bediüzzaman’ın sözünü ettiği keyifli hevesler, meşru ve mübah anlamdaki eğlence türleridir. Bu ifadeleri maksadını aşacak bir biçimde anlayıp harama sürükleyen eğlencelere kapı açmak ise, bir yanlış değerlendirmeden başka bir şey olmasa gerektir. Çünkü, yine Bediüzzaman’a göre meşru daire keyfe kâfidir, harama girmeye lüzum yoktur. İstifade edilecek eğlencelerin de helâl, meşru ve mubah çerçevede kalması gerekir. Mehmet Paksu Alıntı
Φ Muallim-i Âli Gönderi tarihi: 26 Nisan , 2008 Yazar Gönderi tarihi: 26 Nisan , 2008 ALLAH ismi ve Esmaül Hüsna'dan Farkı Allah ismi, bütün ilâhî isimleri câmidir, yani hepsini içine alır. ?Bütün isimler Allah?ın isimleridir,? denilir, ama ?Allah, Rahmân?ın ismidir, Rahîm?in ismidir...? denilmez. Bütün isimleri içine alan ism-i âzamın hangi isim olduğu hakkında kesin bilgi bulunmamakla birlikte, İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu bu mübarek ismin, ism-i âzam olabileceğini söylemişlerdir. Bunun için, bir kul ?Allah? dediği zaman bütün ilâhî isimleri ve sıfatları birden yâd etmiş olur. ?Lâ ilâhe illâllah? kelamı, esmâ-i hüsnanın adedince kelamları tazammun ediyor... ?Lâ Hâlıka illâllah,? ?Lâ Fâtıra, Lâ Râzıka, Lâ Kayyûme illâllah? gibi... (Mesnevî-i Nuriye ) Rahmân, Rahîm, Rezzak, Ğaffar gibi ?cemâlî isimler? ruhumuzda şükür ve senâ mânâlarını canlandırırken, Ehad, Samed, Kayyûm, Kadîm, Bâki gibi ?kemâlî isimler? kalbimizi hayret ve takdir hisleriyle dolduracak, Kahhâr, Cebbâr, Kadîr, Muntakim gibi ?celâlî isimler? ise bize noksanlığımızı, aczimizi, fakrımızı hatırlatarak nefsimize takva şuurunu kazandıracaktır. Allah ismi, bütün esmâ-i hüsna gibi, bütün kemâl sıfatları da câmidir. ----- Allah diyen bir kul, bütün ilâhî sıfatları ve bütün esmâ-i hüsnayı birden zikrettiğini bilerek, kendisini ilâhî isimlerin en parlak tecellisi ve ilâhî sıfatlardan haber veren bir hilkat mucizesi olarak yaratan Rabbine sonsuz hamd ve senâ eder. Lafza-i Celâl denilen bu ism-i âzamı okuyan bir mü?min, ?uluhiyet? hakikatini düşünür ve ondan ?ubudiyet?, yani kulluk hakikatine intikal eder. Bu ise saadetlerin en büyüğüdür. Prof.Dr. Alaaddin Başar Alıntı
Φ Muallim-i Âli Gönderi tarihi: 26 Nisan , 2008 Yazar Gönderi tarihi: 26 Nisan , 2008 Kur’an-ı Kerim’de Yer Alan Dualardan Örnekler 1 – “Onların sözleri, sadece şöyle demekten ibaretti: Ey Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı bağışla; ayaklarımızı (yolunda) sabit kıl; kâfirler topluluğuna karşı bizi muzaffer kıl!”(1) 2 – “Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru ! Ey Rabbimiz! Doğrusu sen, kimi cehenneme koyarsan, artık onu rüsva etmişsindir. Zalimlerin hiç yardımcıları yoktur. Ey Rabbimiz! Gerçek şu ki biz, "Rabbinize inanın!" diye imana çağıran bir davetçiyi (Peygamberi, Kur'an'ı) işittik, hemen iman ettik. Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, ruhumuzu iyilerle beraber al, ey Rabbimiz! Rabbimiz! Bize, peygamberlerin vasıtasıyla vâd ettiklerini de ikram et ve kıyamet gününde bizi rezil-rüsva etme; şüphesiz sen vâdinden caymazsın!”(2) 3 – “(İnsanların) dirilecekleri gün, beni mahcup etme.”(3) 4 – “Onlardan bir kısmı da: Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru! derler.”(4) 5 – “(Bu nimetler) "Ey Rabbimiz! İman ettik; bizim günahlarımızı bağışla, bizi ateş azabından koru!" diyen; Sabreden, dürüst olan, huzurda boyun büken, hayra harcayan ve seher vaktinde Allah'tan bağış dileyenler (içindir). Onların sözleri, sadece şöyle demekten ibaretti: Ey Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı bağışla; ayaklarımızı (yolunda) sabit kıl; kâfirler topluluğuna karşı bizi muzaffer kıl!”(5) 6 – “Ve şöyle derler: Rabbimiz! Cehennem azabını üzerimizden sav. Doğrusu onun azabı gelip geçici değil, devamlıdır.”(6) 7 – “Orada Zekeriyya, Rabbine dua etti: Rabbim! Bana tarafından hayırlı bir nesil bağışla. Şüphesiz sen duayı hakkıyla işitensin, dedi.”(7) 8 – “Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namazı devamlı kılanlardan eyle; ey Rabbimiz! Duamı kabul et.”(8) 9 – “(Rabbimiz!) Ancak sana kulluk ederiz ve yalnız senden medet umarız. Bize doğru yolu göster. Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu; gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil!” (9) 10 – “Ey Rabbimiz! Bizi sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize ibadet usullerimizi göster, tevbemizi kabul et; zira, tevbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak sensin. Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden senin âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder. Çünkü üstün gelen, her şeyi yerli yerince yapan yalnız sensin.”(10) 11 – “(Onlar şöyle yakarırlar:) Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize tarafından rahmet bağışla. Lütfu en bol olan sensin.”(11) 12 – “(Havârîler:) Rabbimiz! İndirdiğine inandık ve Peygamber'e uyduk. Şimdi bizi (birliğini ve peygamberlerini tasdik eden) şahitlerden yaz, dediler.”(12) 13 – “Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de (iman ettiler). Her biri Allah a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. "Allah'ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş sanadır" dediler. Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar. Herkesin kazandığı (hayır) kendine, yapacağı (şer) de kendinedir. Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işler de yükleme! Bizi affet! Bizi bağışla! Bize acı! Sen bizim mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!”(13) 14 – “Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namazı devamlı kılanlardan eyle; ey Rabbimiz! Duamı kabul et! Ey Rabbimiz! (Amellerin) hesap olunacağı gün beni, ana-babamı ve müminleri bağışla!”(14) 15 – “Ve şöyle derler: Rabbimiz! Cehennem azabını üzerimizden sav. Doğrusu onun azabı gelip geçici değil, devamlıdır.” “(Ve o kullar): Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl! derler.”(15) 16 – “Biz insana, ana-babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşınması ile sütten kesilmesi, otuz ay sürer. Nihayet insan, güçlü çağına erip kırk yaşına varınca der ki: Rabbim! Bana ve ana-babama verdiğin nimete şükretmemi ve razı olacağın yararlı iş yapmamı temin et. Benim için de zürriyetim için de iyiliği devam ettir. Ben sana döndüm. Ve elbette ki ben Müslümanlardanım.”(16) (1) Al-i İmran, 3/147. (2) Al-i İmran, 3/193-194. (3) Şuara, 26/87. (4) Bakara, 2/201. (5) Al-i İmran, 3/16-17; 147. (6) Furkan, 25/65. (7) Al-i İmran, 3/38. (8) İbrahim, 14/40. (9) Fatiha, 1/5-7. (10) Bakara, 2/128-129. (11) Al-i İmran, 3/8. (12) Al-i İmran, 3/53. (13) Bakara, 2/285-286. (14) İbrahim, 14/40-41. (15) Furkan, 25/65, 74. (16) Ahkaf, 46/15. Alıntı
Φ Muallim-i Âli Gönderi tarihi: 26 Nisan , 2008 Yazar Gönderi tarihi: 26 Nisan , 2008 Bütün varlıkları Allah yarattı. Öyleyse (haşa) Allah'ı kim yarattı? Zamanımızda saf zihinleri bulandırmak, körpe dimağları ifsat etmek için ortaya atılan sorulardan biri de "Bu mahlûkatı Allah yarattı, peki ya Allah'ı -hâşâ- kim yarattı?" sorusudur. Aynı soru müşrikler tarafından bizzat Peygamber Efendimize (asm.) sorulmuş ve bu soru üzerine Cebrail (as.), Allahü Azîmüşşân'dan İhlâs Sûresini cevap olarak getirmiştir. Bu sûre ile şirkin bütün nevileri kökünden kesip atılıyor, tevhidin bütün mertebeleri en güzel bir şekilde izah ve ispat ediliyordu. Resûl-i Ekrem (asm.) Efendimiz de bu soruyu soran kimselere yine İhlâs Sûresi ile cevap verilmesini beyan buyurmuşlardır.(1) Biz de Resûlulluh?a (asm.) ittiba ederek bu soruya İhlâs Sûresi ile cevap vereceğiz. Cenâb-ı Hak İhlâs suresinde kendisini kullarına şöylece bildirmektedir: "De 'ki O Allah'dır, bir tektir. (O) Allah'tır, Samed'dir. Tevlid etmediği gibi, tevellüd de etmemiştir. Hiçbir şey O'nun dengi (ve benzeri) değildir." Bu sûre Allah'ın varlığının, birliğinin, eşi ve dengi olmadığının en güzel, en cami, en güzel bir ifadesidir ve Kur'ân-ı Kerîm'in tevhid noktasında bir özeti gibidir. Bu konudaki diğer âyet-i kerîmeler, bir bakıma bu sûrenin tefsiri hükmündedirler. ?De ki: O Allah'tır, Ehad'dir.? Âyet-i kerîmedeki Allah lâfzı Cenâb-ı Hakk'ın zâtına işaret etmekte, Ehad ise, O'nun birliğini ifade etmektedir. Burada şunu belirtmek gerekir ki, Ehad ism-i şerifi "adet olarak" bir demek olmayıp, "yegâne birdir", "tek birdir", "şeriksiz birdir", "kendinden başkası hep mahlûk olan bir" manasına gelir. Yâni O'ndan başka bütün birler adet olarak birdirler, mahlûkturlar, mümkindirler. Cenâb-ı Hakkın zâtının bir olduğunu, kudsî mahiyetinin hiçbir mahiyete benzemediğini, mekândan ve zamandan, cisimden ve cisme ait bütün özelliklerden münezzeh olduğunu ifade eder. Cenâb-ı Hakk'ı "Ehad" olarak bilen bir insan O?nu kimin yarattığı gibi bir sorunun ne kadar saçma olduğunu hemen anlar. Böyle bir mü'mini hiçbir vehim ve vesvese şüpheye ve tereddüde düşüremez. "Allah Samed'dir." Yâni, O hiçbir şeye muhtaç değildir, herşey O?na muhtaçtır. Bütün istek ve arzulara cevap veren, bütün ihtiyaçları gideren yegâne merci O'dur. "Lem yelid? Yani, Ehad ve Samed olan Allahü Teâlâ, evlâd sahibi olmaktan, doğurmaktan ve bölünüp - parçalanmaktan münezzehtir. "Allahü Teâlâ, Ehad, Samed olduğu için tecezzi etmez, O'ndan ne bir cüz, ne bir cevher, ne bir madde kopup ayrılmaz, çıkmaz ve O'nun cinsi, nev'i, benzeri olmaz, hiçbir ihtiyacı eksiği, gediği bulunmaz. Ancak O'nun ilminde bulunan mümkinattan dilediği O'nun yaratmasıyla husule gelir. 'Ol' demesiyle olur."(2) O Vahid-i Ehad bölünme ve parçalanmadan münezzeh olduğu için, kendi zâtından bir ilâh sudur etmesi muhaldir. Mahlûkatını ilmi, iradesi, kudreti ile yaratır. Yarattığı mahlûkatın O'na denk yahut O'ndan güçlü olması muhaldir. ?Ve lemyuled? Yâni, bir başkasından doğmamıştır, sonradan olmamıştır; evveli yoktur, ezelîdir. O'nun olmadığı bir zaman tasavvur edilemez. Bu ayet, Allahü Teâlâ hakkında babalığı, analığı, başkasından doğmuş olmayı reddetmekle, başta Hıristiyanların "teslis" akidesi olmak üzere her türlü velediyet fikrini reddeder. ?Ve lemyekün lehu küfüven ehad.? Yâni, hiçbir şey O'nun dengi (ve benzeri) değildir. Merhum Elmalılı Hamdi Efendi, bu âyetin tefsirinde şöyle buyurur: "Ne evvelinde doğuran bir sabıkı, mafevki, ne de âhirinde doğmuş, doğacak bir lâhiki, matahtı olmadığı gibi, O'na kadr ü şânında beraber olacak hiçbir vech ile hiçbir denk, ne zâtta, ne sıfatta hiçbir müsavi, hiçbir mümasil; ne zıtlaşacak, ne birleşecek hiçbir eş, ne arkadaş, ne rakip hiçbir şerik ü nazır olmamıştır ve olamaz. Yâni, ezelde olmamıştır. Ondan başka bir Vâcib-ül Vücûd daha yoktur, ezelde olmayınca sonradan lâyezelde olması muhal bulunduğunu da ihtara hacet yoktur. Çünkü sonradan olanda ne kadar kemâl farzedilse mümkün, hadis, mahlûk olacağı için O'na müsavi, O'na beraber olamaz." (3) Sûrenin önceki âyetleri tevhidin bütün mertebelerini özet olarak ifade ettiği gibi, bu âyet-i kerîme de Cenâb-ı Hakk'ın Zâtında benzeri, fiillerinde ortağı ve sıfatında benzeri bulunmadığını beyan ile şirkin akla gelebilecek bütün türlerini reddetmektedir. İhlas suresinin kısa bir açıklamasını verdirten sonra söz konusu soru hakında şunları da ifade etmekte fayda görüyoruz: Şu varlık aleminin yaratıcısı ancak ve ancak vücudu vâcib, ezelî ve ebedî, zâtında ve sıfatlarında benzeri bulunmayan Allah'dır. Elbette, O Zât-ı Akdes hakkında böyle bir soru sorulamaz. Çünkü kim yarattı sorusu ancak mahlûkat için sorulabilir. Allahü Teâlâ Ehad?dir; birdir, zatında şeriki yoktur. Allahü Teâlâ Samed'dir. Bütün mahlûkat yaratılmalarında, devam ve bekalarında, idare ve tedbirlerinde her an O'na muhtaçtır. Hiçbir şeye muhtaç olmayan O Ehad ve Samed hakkında böyle bir soru sormak O'nu tanımamanın, bilmemenin bir ifadesidir. Allahü Azîmüşşân doğmadan ve doğurulmadan münezzehtir. Ezelî ve ebedî olan ve kendisinden üstün bir varlık tasavvur edilmeyen O Zât-ı Zülcelâl'in, bir başkasının tesiri ile, vücuda gelmesi nasıl tevehhüm edilebilir? Allahü Teâlâ'nın eşi, benzeri, dengi ve küfüvvü yoktur. Ne ulûhiyyetinde, ne rubûbiyetinde, ne mabudiyetinde, ne hallâkiyetinde ve ne de hâkimiyetinde O'na denk ve misil olacak hiçbir varlık düşünülemez. Zerre kadar aklı olan bir insan böyle bir Zât hakkında bu çelişkili sorunun sorulamayacağını bilir. Evet, "Cenâb-ı Hakk'ı -hâşâ- kim yarattı?" sorusunda açık bir çelişki vardır. Şöyle ki: Allahü Teâlâ Hazretleri'nin vücudu zâtidir. Ezelî ve ebedîdir. Eşi ve benzeri yoktur. Herşeyi yaratan ve herşeyin kendisine muhtaç olduğu bir Zata yaratılma izafe edilirse çelişki ortaya çıkar. Hakikatlerin zıddına dönüşmesi gerekir. "İnkılâb-ı hakâik, ittifaken muhaldir ve inkılâb-ı hakâik içinde muhal-ender muhal, bir zıddın kendi zıddına inkılâbıdır. Ve bu inkılâb-ı ezdad içinde bilbedahe bin derece muhal şudur ki: Zıt, kendi mahiyetinde kalmakla beraber, kendi zıddının aynı olsun."(4) Soru bu hakikatin ışığında incelendiğinde şu tezatlar ortaya çıkar: Allahü Teâlâ'nın -hâşâ- yaratıldığı vehmedilirse o halde, O Zât-ı Mukaddes'in hem ezelî, hem hadis (sonradan yaratılmış), hem Hâlık, hem mahlûk, hem sonsuz kadir, hem sonsuz âciz, kısacası, hem ulûhiyetin sonsuz kemâl sıfatlarına, hem de mahlûkiyetin sonsuz eksik sıfatlarına sahip olması lâzım gelir. Soru böyle sonsuz çelişki ve zıtlıklar taşıdığı gibi, birçok imkansızlıkları da içine almaktadır. Bunlardan sadece birisi olan "Teselsülün muhaliyeti"ni nazara vermekle yetineceğiz. Bir an için O Vâcib-ül Vücud hakkında böyle bir soru sorulduğu farzedilse, o zaman bu soru o noktada kalmaz. Yâni Cenâb-ı Hakk'ı yarattığı vehmedilen o halikın da bir halikı, onun da halikı... sorulur. Böylece soru silsile haline sonsuza kadar gider. O hâlde bu sorunun mahiyeti muhale, imkânsızlığa dayanır ve böyle bir soru sorulamaz. Teselsülün muhal olduğuna dair bazı misaller takdim edelim: On-onbeş vagonlu bir tren düşününüz. Bu vagonlardan herbirisini bir önceki vagon çeker. Ve nihayet iş lokomotife dayandığında artık "lokomotifi kim çekiyor?" diye bir soru sorulamaz. Zira, çekip fakat çekilmeyen bir lokomotif olmazsa bu nizam bozulur ve hareket meydana gelmez. Aynı şekilde, bir şekerin nasıl yapıldığını sorsak, bize cevaben, şeker fabrikasında yapıldığı söylenecektir. Şeker fabrikasmdaki âletlerin nerede yapıldığını sorduğumuzda onların da tezgâhları gösterilecektir. Sonunda mes'ele bir zatın ilmine, iradesine ve kudretine dayanmazsa, tezgâhın da tezgâhı sorulacak ve teselsüle gidilecektir. Diğer taraftan bir elma, tabiri caiz ise, elma fabrikası olan ağacında yapılmaktadır. Bu ağaç ise kâinat fabrikasında inşa edilmiştir. Eğer elma ağacının da, kâinatın da yapılması sonsuz bir ilim ve kudret sahibine verilmezse, kâinat fabrikasına da bir fabrika, o fabrikaya da bir fabrika gerekecek ve çıkmaza girilecektir. Bir nefer emri onbaşıdan, o da yüzbaşıdan ve başkumandan da padişahtan alır. "Ya padişah kimden emir alıyor?" şeklinde bir soru sorulamaz. Zira padişah da birinden emir alsa, o da raiyyet derecesine iner ve emir aldığı zât padişah olur. Bu durumda birinci şahıs padişah değildir ki: "Padişah kimden emir alıyor?" diye bir soru sorulabilsin. Padişah denilince, emir veren, fakat emir almayan bir hükümdar akla gelir. Bu misâllerden anlaşıldığı gibi, bu kâinatın yaratılışının; zâtı, esması ve sıfatlarıyla ezelî ve ebedî olan Allah?ın ilim, irade ve kudretine dayanması zaruridir. "Cenâb-ı Hakk'ı -hâşâ- kim yarattı?" diye firavunâne soru soranlar ?teselsülün muhal oduğunu? bilmediklerini ve nefisleriyle bir demogoji yaptıklarını açığa vurmuş olurlar. -------------------------- Dipnotlar: (1) Hak Dini Kuran Dili, 9/6272; Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu?l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/554-555.; Suyûtî, Lübâbun-Nukûl, 11,199-211; Alusi, XXX, 27O-27I (2) Elmalılı Hamdi Yazır H.D.K.D., Cilt 9, s. 6321 (3) Elmalılı Hamdi Yazır a.g.e., s. 6333 (4) Said Nursî, Sözler s. 65 Mehmet Kırkıncı Alıntı
Φ BrainSlapper Gönderi tarihi: 26 Nisan , 2008 Gönderi tarihi: 26 Nisan , 2008 Muallim sana kolay gelsin. Sen kendinden geçmiş bir şekilde forum alanlarını bir yerlerden kopyaladığın metinlerle dolduruyorsun. Saygılar. Alıntı
Φ Muallim-i Âli Gönderi tarihi: 26 Nisan , 2008 Yazar Gönderi tarihi: 26 Nisan , 2008 Allah bize şah damarımızdan daha yakın olduğuna göre Ona yaklaşmayı nasıl anlamamız gerekiyor? Soruda geçen “yakın” ve “yaklaşma” ifadelerinin mesafe ve mekânla bir ilgisi yoktur. Allah’ın kuluna yakın olması, onun her türlü ihtiyaçlarını bizzat görmesi, bütün hücrelerinde her türlü icraatı kudret ve ilmiyle yapması, ona kendi nefsinden daha merhametli olması gibi manalar taşır. Kulun Allah’a yaklaşması ise onun razı olduğu bir kul olma vadisinde attığı adımlarla ilgidir. İmanındaki inkişaf, ilmindeki terakki, amelindeki ihlas onu Allah’a yakınlaştıran vasıtalardır. Uzak, yakın, geçmiş, gelecek gibi ifadeler zaman ve mekânla ilgilidir. Maddî olan ve bir mekânda yer tutan varlıklar birbirlerine göre yakında veya uzakta bulunurlar. Maddeden ve mekândan münezzeh olan Allah, mekânın her yerindeki mahlûkatına onların nefislerinden daha yakındır. Keza, zamandan münezzeh olan Allah, zaman nehrinde akıttığı her bir varlığa onun nefsinden daha yakındır. Allah’ın, mahlûkatına yakınlığı ve mahlûkatın ondan uzaklığı zaman ve mekân ölçüleriyle izah edilemez. Bir misal: Siz okuduğunuz kitaba ondan daha yakınsınızdır; o kendisinde nelerin yazıldığını bilmez, siz bilirsiniz... Ve kitap sizden çok uzaktır, yani sizi anlamanın, tanımanın, seyretmenin çok gerilerindedir. Kitabın ilk sayfasındaki bir kelime ikinci sayfadakine yakındır, onuncu sayfadakine ise uzaktır. Ama onları yazan ve bilen müellif, bunların hepsine aynı derecede, aynı seviyede ve aynı ölçüde yakındır. Hepsi, onun ilminde birlikte bulunurlar. Yakınlık ve uzaklığın bir başka cihetini bize ders veren bir hadis-i kutsî: “Kulum bana nafilelerle yaklaşır...” Yakınlaşmanın mânevî olduğunu, kalbî ve ruhî olduğunu bu kutsî hadis ders veriyor bize... Nafile; farz ve vacipleri işledikten sonra kulun rabbine daha fazla yakınlaşmak, kalbini ulvî feyizlere daha ziyade açmak ve ömrünü rıza yolunda daha verimli harcamak niyetiyle yaptığı ibadetler, tefekkürler, ilticalar, şükürlerdir. Böyle bir kul, Rabbine yaklaşma konusunda her gün biraz daha mesafe kat eder... Kat ettiği bu mesafeler de mânevîdir, rabbine yaklaşması da... Büyük bir âlim düşünelim. Bu zâtın öğrencilerinin hepsi aynı mekânda bulunsunlar ve sıra ile ondan ders alsınlar. İlme henüz başlamış bir talebe, onun huzurunda oturup dersini aldığı zaman, o yakınlık içinde bir uzaklık vardır. Çünkü o genç adam, o büyük imamı, o dâhi âlimi anlamanın çok ötelerindedir. İlmi ilerledikçe hocasına daha çok yaklaşacak ve ona olan hürmeti, takdiri, hayreti gittikçe artacaktır... Tahsilinin her safhasında, hocası o talebeye yakındır, onu yetiştirmekte, ilerletmektedir... Burada uzaklık hoca için değil, talebe için söz konusudur. Kâmil bir velîye mürit olmuş noksan bir insan da öyledir... Mânen terakki ettikçe onun ruh dünyasından, gönül âleminden daha fazla istifade edecektir. O büyük velî ise, o müridini mânevî terakkisinin her basamağında takip etmekle ona daima yakındır. Uzaklık mürşit için değil, mürit içindir. Misallerden hakikate geçelim: Allah, kulunun madde ve mânâ âlemini daima terbiye etmekle, o kuluna onun nefsinden daha yakındır. Kul ise ancak belli sınırlar arasında iş görebilen noksan sıfatlarıyla, bütün sıfatları sonsuz olan Allah’ı hakkıyla anlamaktan çok uzak. Prof.Dr. Alaaddin Başar Alıntı
Φ Muallim-i Âli Gönderi tarihi: 26 Nisan , 2008 Yazar Gönderi tarihi: 26 Nisan , 2008 Tebliğde Uslubumuz Nasıl Olmalı Hz. Peygamber’in (s.a.s) Tebliğinde Göze Çarpan Hususlar Kâinatın Efendisi, Cenâb-ı Hakk'ın ifadesiyle mü'minler için en mükemmel örnek (Ahzab, 33/21) olduğundan; O'nun İslâm'ı tebliğ usûl ve şekilleri biz mü'minler için de baş vurulacak yegâne kaynaktır. Zira Allah Resûlü (s.a.s.) İslâm'ı tebliğ ederken, "Şeriat-ı Tekviniye" dediğimiz, kâinatın akışı içerisinde cereyan eden genel prensiplere göre davranmış ve daha sonraları karşılaşabilecekleri her türlü durumda ümmeti için bir model ortaya koymuştur. O isteseydi, Rabbisine yalvarır ve istediği dünyalığı elde edebilirdi; isteseydi ve hikmet-i İlâhiyeye uygun düşseydi, belki de bütün müşrikler helâk olur veya İslâm'a girebilirlerdi. Ama bütün bunlar mûcize kabilinden gerçekleşeceği için, O bir örnek, takip edilecek bir model olamazdı. Allah Resûlü'nün (s.a.s.) her konuda örnek olması sebebiyle, tarihin seyri içerisinde O'nun gönül verdiği dâvâ uğrunda "kandan-irinden deryaları geçip gitmeye azimli ve kararlı; varıp hedefine ulaştığında da her şeyi Sahibine verecek kadar olgun ve Yüce Yaratıcı'ya karşı edepli ve saygılı gönül erleri" yetişmiştir. Hz. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) insanları İslâm'ı davet misyonunu ele aldığımızda, onda, daha pek çok ve önemli hususiyetin yanı sıra, şu prensiplerin de birer esas olduğunu söyleyebiliriz: 1. Sabır, 2. Yumuşak Davranma ve Hoşgörü, 3. Tedrîcilik, 4. Neticeleri Allah'tan bilme, 5. İç derinliği, 6. Tevazu, 7. Muhasebe. 1. Sabır Kâinatta en büyük belâ ve musibete hep peygamberler dûçâr olmuşlardır. Fakat bütün bu belâ ve musibetlere karşı en büyük sabrı da yine onlar göstermişlerdir. Hz. Nûh'un, Hz. Lût'un, Hz. Musa'nn, Hz. İsa'nın, Hz. Yahya'nın ve Kâinatın Efendisi'nin (s.a.s.) başına gelenler, az çok bütün mü'minlerin malûmudur. Fakat bütün bu belâ ve musibetler onları dâvâlarını anlatmaktan alıkoyamamış, aksine onlar sabır ve sebatla Allah'ı ve O'nun emirlerini tebliğde berdevam olmuşlardır. İşte peygamberlere ait bu umumî gaye ve vazife Kur'ân'da şöyle dile getirilir: "Onlar öyle seçkin kimselerdir ki, Allah'ın buyruklarını tebliğ ederler, O'nu sayıp, O'ndan çekinir ve O'ndan başka kimseden çekinmezler. Hesaba çeken olarak Allah yeter." (Ahzab, 33/39) Bu hususta Peygamber Efendimiz'e de Cenab-ı Hak, tebliğle alâkalı olarak şöyle buyurur: "Ey Peygamber! Rabbinden sana indirilen buyrukları tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan risalet vazifesini yapmamış olursun. Allah seni, zarar vermek isteyenlerin şerlerinden koruyacaktır. Allah kâfirleri hidâyet etmez, emellerine kavuşturmaz." (Mâide, 5/67) "Allah Resûlü'nün, bu ulvî vazifeyi yüklendikten sonraki bütün hayatı dini tebliğle geçti. O kapı kapı dolaşıyor ve mesajını kendilerine tebliğde bulunabileceği âşina sima ve gönüller arıyordu. "Karşı cephenin infiâli evvelâ ilgisizlik ve boykot şeklinde oldu. Daha sonra istihza ve alayla devam etti. Son sahada ise işkencenin her çeşidiyle sürüp gitti. Geçeceği yollara dikenler serpiliyor, namaz kılarken başına işkembe konuyor ve kendisine her türlü hakaret reva görülüyordu. Ne var ki, Allah Resûlü bunların hiçbiriyle yılmadı ve usanmadı. Çünkü O'nun dünyaya geliş gayesi buydu. Can alıcı hasımları dahil herkese defaetle uğradı. Ve ilâhî mesajı sundu. Evet, Ebû Cehil ve Ebû Leheb gibi din ve iman düşmanlarına bile kim bilir kaç defa gitti, hak ve hakikati anlattı..! O panayırları dolaşıyor, bir kişinin hidâyetine vesile olabilmek için çadır çadır geziyor; gittiği her kapı yüzüne kapanıyor; fakat O bir başka sefer yine aynı kapıya varıyor, aynı şeyleri tekrar ediyordu.. "O, Mekke daha fazla ümit vermeyince Taif'e gitti.. Taif mesîrelik bir yerdir. Rahat ve rehavetin şımarttığı Taifliler, Mekkelilerden daha baskın çıktı. Bütün sefîh ve ayak takımı toplanıp Resûl-i Ekrem'i; evet O, meleklerin dahi yüzüne bakmaya kıyamadığı güneşler güneşini taşlayarak Taif'ten kovdular. Allah Resûlü'nün yanında, evlâdım deyip bağrına bastığı Zeyd b. Hârise vardı. Zeyd, gelen taşlara vücudunu siper ederek, Efendiler Efendisini korumaya çalıştı ama, yine de mübarek vücuduna isabet eden taşlar her yanını kanlar içinde bıraktı. "Bu müsamahasız atmosferden sıyrılıp bir ağacın altına iltica etmişlerdi ki, birdenbire Cibrîl-i Emin beliriverdi. Ve eğer izin verilirse, çevredeki bir dağı, bu azgın insanların başına geçirebileceğini teklif etti. Allah Resûlü çok rencide olduğu bu dakikalarda bile, böyle bir teklife "hayır” diyordu. Evet O, çok ileride bile olsa, eğer bunlardan bazıları imana uyanacaksa, onlara gelebilecek belâlara karşı "hayır!" diyordu... Ve, sonra ellerini açıp Rabb'ine niyazda bulundu: Allah'ım, güçsüzlüğümü, za'fımı ve insanlar nazarında hakir görülmemi Sana şikâyet ediyorum. Ya Erhamerrahimîn! Sen hor ve hakir görülen biçarelerin Rabbisin. Benim de Rabbimsin.. Beni kime bırakıyorsun? Kötü sözlü, kötü yüzlü uzak kimselere mi, yoksa işime müdahil düşmana mı? Eğer bana karşı gazabın yoksa, çektiğim mihnetlere, belâlara hiç aldırmam. Ancak afiyetin arzu edilecek şekilde daha ferah-feza, daha geniştir. İlâhî, gazabına giriftâr yahut hoşnutsuzluğuna düçâr olmaktan, Senin o zulmetleri parıl parıl parlatan dünya ve âhiret işlerinin medâr-ı salâhı Nûr-u Vechine sığınırım. İlâhî, Sen razı olasıya kadar Senin affını muntazırım! İlâhî, bütün havl ve kuvvet sadece Senin elindedir. "O böyle duâ ederken, yanlarına sessizce biri yaklaşır; bir tabağa koyduğu üzüm salkımını Allah Resûlü'nün önüne uzatır ve "Buyurun, bundan yiyin." ricasında bulunur. İki Cihan Serveri elini tabağa uzatırken, Allah'ın adıyla mânâsına "Bismillâh" der. Üzümü ikram eden Addas ismindeki köle için bu, beklenmedik bir hâdisedir. Hayretle sorar: "Sen kimsin?" Allah Resûlü cevap verir: "Son Peygamber ve son Resûlüm!" Addas üzerine abanır ve öpmeye başlar.. senelerce gökte aradığını şimdi yerde, hem de hiç beklemediği bir anda karşısında bulmuştur.. ve iman eder (İbn Hişam, Sire, 2:60-63; İbn Kesir, el-Bidaye, 3:166; nakl: M. Fethullah Gülen, Sonsuz Nur 1997, 1: 70-73). Günümüzde de İslâm'ı tebliğ ederken karşılaşacağımız zorluklara karşı en birinci sığınağımız yine sabır olmalıdır. Kur'ân-ı Kerim'de seksenden fazla yerde sabır zikredilerek, mü'minlerin ona ittibaları emredilir. "Ey iman edenler! Sabır göstererek ve namazı vesile kılarak Allah'tan yardım dileyin. Muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara, 2/153) âyeti bunlardan sadece biridir. Bizler birer mü'min olarak sabrı hayatımızda üç kategoride tatbik edebiliriz: a) Belâ ve musibetlere karşı sabır. Bu, insanı sabredenler ve tevekkül edenler arasına katar. Günahlardan kaçınmada sabır. Bununla insana takvaya erer, müttakîlerden olur. c) Allah'a ibadet ve itaatte sabır. Bu sabır da, insanın Allah'ın sevdikleri arasında girmesine sebeptir. (Bediüzzaman, Sözler, 353) a) Belâ ve musibetlere karşı sabretmek, öfkeyi terk etmek, istenmeyen elem verici durumlarla karşılaştığında müşteki olmamaktır. Günahlardan kaçınmada sabır ise, kötülükleri bırakmak, isyandan kaçınmak ve bu hususlarda sebat etmekle olur. Bu da, daimî bir iman ve güçlü bir azmi gerektirir. Çünkü günah, imanı zayıflatır, bulandırır, nurunu ve parlaklığını giderir. c) Allah'a ibadet ve itaatte sabır, ibadette devam edip, ihlâslı olmak ve İslâmî ölçülere uygun hareket etmektir. (A. Zeydan, İslâm Davetçisinin Esasları, 2:69). Fethullah Gülen Hocafendi, bu sabır çeşitlerine şunları da ilâve eder: Dünyanın cazibedar güzelikleri karşısında yol-yön değiştirmeden Kur’ânî çizgiyi koruma adına sabır. Zaman ve vakit isteyen işlerde zamanın çıldırtıcılığına sabır. Emre bağlılıktaki inceliği kavrayarak “ircî” fermânına kadar vuslat iştiyakına karşı sabır. Müslüman, Allah'a itaat edip O'nun rızasını kazanmak için sabreder. Bu çeşit sabır, Allah'ın muhabbet ve rızasına vesiledir. Böyle bir sabırda ihlâs esastır. İhlâs, yapılan işin sadece ve sadece Allah rızas için yapılmasıdır (Bediüzzaman, Lem'alar, 21.Lem'a). İnsan, harama karşı da aynı sabırla mukabele etmelidir. Günaha ilk toslandığında gösterilecek mukavemet ondan gelecek kötü şerareleri kırar, insan da o oku böylece atlatmış olur. Onun içindir ki Efendimiz, Hz. Ali'ye "İlk bakış lehine gerisi aleyhinedir." buyurmuştur. Yani insann gözü günaha kayabilir. Ama o hemen gözünü kapar, yüzünü çevirirse, bu onun için günah olarak yazılmaz. Hatta harama bakmadığı için kendisine sevap bile yazılabilir. Bunun gibi, insan her zaman bir çeşit şekilde günaha düşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. O, günaha girmeme konusunda direnç gösterdikçe, takvaya ve takvada daha üst derecelere ulaşır. İmtihan, hayatta Allah'ın kulları için bir sünnetidir. Allah (c.c.), insanların istidat ve kabiliyetlerini ortaya çıkarmak için onları imtihan eder. Böyle bir imtihanla insanlara bahşedilen irade ve tercih kabiliyetinin ne yönde kullanıldığı tebeyün eder. Allah kullarından dilediğini, dilediği zamanda ve dilediği şekilde imtihan eder. Kişi, en yakınlarıyla bile imtihan olabilir. Onun için insan, düşmanlarıyla olduğu gibi dostlarıyla da imtihan olunabileceğini düşünmeli ve Hakk'ın elinde bir imtihan unsuru olarak kullanılan dostlarına karşı mürüvvetli olmalıdır. 2. Yumuşak Davranma ve Hoşgörü Hoşgörü ve hilim (yumuşak huyluluk), Efendimiz'in İslâm'ı tebliğinde en mühim köşe taşlarından birisidir. İnsanlara mülâyemetle yaklaşarak dâvâsını anlatan Peygamber Efendimiz'e, yaptığı işin doğruluk ve mükemmelliğini tebcil mânâsına Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "O vakit, Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şayet sen, kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Şu hâlde onları affet; bağışlanmaları için duada bulun! (Umuma ait) işlerde onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da Allah'a dayanıp güven! Çünkü Allah, kendisine tevekkül edenleri sever."" (Âl-i İmran, 3/159) Hilm, Allah Resûlü'ne verilmiş ayrı bir altın anahtar durumundadır. O, bu anahtarla pek çok gönlü açmış ve onlara taht kurmuştur. Eğer O'nun bu hilmi olmasaydı, pek çok hazımsız gönül bir kısım sertliklerle karşılaşacak ve şimdi olduğunun aksine, kimileri İslâm'a cephe alacak, kimileri de belki bir hisle O'ndan uzaklaşacaktı. Ancak Allah Resûlü'nün hilmiyle ki, bütün bunların önü alındı ve koşan koşana herkes gelip İslâmiyet'e dehalet etti. Âyetten de anlaşıldığı üzere hilm, rahmetten gelir. Eğer Allah Resûlü, kaba ve haşin olsaydı -ki, asla değildi- etrafında bulunanların hepsi dağılıp gidecekti. Cenâb-ı Hakk'ın engin rahmetidir ki, O'nu yumuşak huylu kıldı. Yani O'nun mayesini öyle mükemmel ve mâhiyetini de öyle halîm kıldı ki, O'na dokunan eller dahi hiçbir zaman incinmedi ve diken bekledikleri anlarda gül buldular (Gülen 1997, 1:398). Burada merhametle ilgili birkaç hadis-i şerif zikretmeyi faydalı buluyorum. Allah Resûlü (s.a.s.), şöyle buyuruyor: İnsanlara merhamet etmeyene Allah merhamet etmez. (Buhâri, "Tevhid", 2; Müslim, "Fezâil," 66) Yerdekilere merhamet ediniz ki, göktekiler de size merhamet etsin. (Hâkim, el-Müstedrek, 4:277) Merhamet etmeyene merhamet edilmez. (Buhâri, "Edeb," 18; Müslim, "Fezâil", 65) Hz. Peygamber (s.a.s.), kendisinin dişini kıranlara, başını yaranlara karşı bile hep müsamahalı davranmıştır. Mekke'nin fethinden sonra durumlarının ne olacağını merakla bekleyen Mekkelilere, kendisini yurdundan yuvasından mahzun ve yaşlı gözlerle çıkarmış olmalarına bakmaksızın, "Gidiniz, hepiniz serbestsiniz." buyurmuştur. Ebû Süfyan'ı affetmiş ve Müslüman olması için gönlünü yumuşatmıştır. Ciğerinin parçası olan amcasının katili Vahşi'yi ve Ebû Cehil'in oğlu İkrime'yi de affetmiştir. Daha bunlar gibi nicelerini affederek bağrına basmış, işledikleri daha nice kötülüklerden dolayı onları muaheze etmemiştir. İnsanların kusurlarını yüzlerine vurmamış, yaptıkları hatalardan dolayı onları suçlayarak toplum nazarında hor-hakir görüp küçük düşürmek yerine, doğru ve güzellikleri öncelikle kendi hayatında yaşayarak insanlara örnek olmuştur. Bazen O'nun karşısına çıkıp kaba-saba hareket eden ve hakarette bulunan insanlar olurdu. O, parmağını indirip kaldırsaydı yüz kılıç birden o adamın kellesi üzerinde iner kalkardı. Ancak, bu kaba-saba hareketleri hep mülâyemetle karşılamış ve bütün bu hareketlere hilmle mukabelede bulunmuştur (Gülen, 1997, 1:403). Buhari ve Müslim, Ebû Said el-Hudrî'den rivâyet ediyorlar: Zü'l-Huveysira adında birisi Resûl-i Ekrem'e (s.a.s.) geldi. Allah Resûlü, o esnada ganimet malları taksiminde bulunuyordu. Efendimiz'e hitaben küstahça şöyle dedi: "Ya Muhammed, adaletli ol!." (Bu söz bizden birisine söylenmiş olsaydı, zannediyorum ciddî bir sarsıntı geçirirdik. Oysa ki biz, hakikaten adaletsizlik de etmiş olabiliriz. Fakat kendisine bu söz söylenen Zât, dünyaya adaleti getirmeye memur edilmiş bir peygamberdi.) O sırada orada bulunan Hz. Ömer, bu saygısızca hitap karşısında birden kükrer ve: "Bırak beni şu münafığın başını alıvereyim, yâ Resûlellah!" der. Allah Resûlü (s.a.s.), Hz. Ömer'i ve onun gibi düşünenleri teskin ettikten sonra bu adama döner ve sadece şunu söyler: "Yazık sana! Eğer ben de âdil olmazsam, başka kim âdil olabilir ki? (Buhari, "Edep", 95; Müslim, "Zekât", 142) Efendimiz'in bu mukabelesi, başka rivâyetlerde şu mânâya da gelebilecek şekildedir ki, bu da, onun nasıl bir muhasebe duygusuna sahip bulunduğunu gösterir: "Ben adalet etmezsem vah bana, ben mahvoldum demektir. Benim adaletsizliğimden dolayı vah sana, çünkü sen, peygamber olarak benim arkamdan geliyorsun!" (Gülen, 1997, 1:405-406) Müsamaha ve hoşgörüyle alâkalı şu düsturlar da yol gösterici mahiyettedir: Aç herkese açabildiğin kadar sîneni, ummanlar gibi olsun! İnançla geril ve insana sevgi duy; kalmasın alâka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül..! İyileri iyilikleriyle alkışla; inanmış gönüllere karşı mürüvvetli ol; inançsızlara öyle yumuşak yanaş ki, kinleri, nefretleri eriyip gitsin ve sen, soluklarında daima Mesih ol..! Kötülükleri iyilikle sav; görgüsüzce muamelelere aldırış etme! Herkes, davranışlarıyla kendi karakterini aksettirir. Sen, müsamaha yolunu seç ve töre bilmezlere karşı âlicenap ol..! Sevgiyi sevip düşmanlığa düşman olmak, inançla coşan bir kalbin en mümeyyiz vasfıdır. Herkesten nefret ise, ya gönlü şeytana kaptırmışlık veya bir cinnet eseridir. Sen, insanı sev; insanlığa hayran ol..! (Gülen, Ölçü veya Yoldaki Işıklar, s. 101) 3. Tedricilik Kâinatta cereyan eden genel hâdiselere baktığımız zaman bir tedricilik görürüz. İşte bu tedricilik, İslâm'ın tebliğinde de en önemli noktalardan birisidir. Efendimiz'in (s.a.s) İslâm'ı tedricen ve merhale merhale tebliğ ettiğini ve Kur’ân-ı Kerim'in de tedricen 23 yılda inzâl buyurulduğunu biliyoruz. Hicretle iki döneme bölünen bu 23 yılın, bilindiği gibi ilk devresi Mekke dönemi, ikinci devresi ise Medine dönemi olarak anılır. Mekke döneminde de bazı dönemlerden bahsetmek mümkünse de, bunları, davetin henüz gizli yapıldığı ve açığa çıktığı iki dönem hâlinde ele almak mümkündür. Mekke'deki davet ve şekli konusunda şu âyet hayli mânidardır: "Sen insanları Allah yoluna hikmetle, güzel ve makul öğütlerle davet et, gerektiği zaman da onlarla en güzel tarzda mücadele et. Rabbin, elbette, yolundan sapanları en iyi bildiği gibi kimlerin doğru yola geleceğini de pek iyi bilir." (Nahl, 16/125) Mekke döneminde nâzil olan âyetler, genel itibariyle, imanî esasları, ahlâkî prensipleri, davranış kriterlerini ve öğütleri muhtevidir. Medine dönemi ise, bir yandan İslâm hukuk sisteminin vaz’ edilip oturduğu, diğer yandan kul ile Allah arasındaki engellerin bütünüyle ortadan kaldırılmaya çalışıldığı bir dönem olmuştur. (Bûtî, S. Ramazan, Fıkhu's-Sîre s. 95). Kâinatın Efendisi (s.a.s.), bütün bu merhalelerde her döneme uygun bir şekilde tebliğde bulunmuş ve tabir caizse 10 kg. taşıma kapasitesi olan birisine 40 kg yük tahmil ederek o kişinin çatlamasına veya sakatlanmasına sebebiyet vermemiştir. Herkese durumuna göre muamelede bulunmuş ve insanların İslâm'a ısınmasına, kalblerine imanın girmesine zemin hazırlamıştır. Allah Resûlü'nün bu düsturu da Kıyamet'e kadar mü'minlere örnek olacak baş düsturlardandır. 1900'lü yılların başında Japonya'yı ziyaret eden ünlü Seyyah Abdürreşid İbrahim, başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatıyor: "Benim İslâm'ı anlatmamla Müslüman olan bir Japon'a önce namazların sadece farzlarından bahsettim, O da, o şekilde kılmaya başladı. Fakat bir gün benim sünnetleri kıldığımı görünce bana dedi ki, bu kıldığın nedir? Ben de Peygamber Efendimiz'in sünneti olduğunu söyledim. 'Pekiyi, bunları bana daha önce neden söylemedin?' diye sordu. Ben de, 'İlk Müslüman olduğunda bunları sana söyleseydim, o zaman nefsine ağır gelebilirdi' cevabını verdim. 'Haklısın' dedi ve o günden sonra namazların sünnetlerini de eda etmeye başladı (Abdürreşid İbrahim, Japonya'da İslâmiyet, 1:156). 4. Neticeleri Sadece Allah'tan Bilme Efendimiz (s.a.s.), esbap dairesinde yapılması gereken her şeyi yapar ve gerisini Cenab-ı Hakk'a bırakırdı. Cenab-ı Hakk'ın ihsan etmiş olduğu başarılarla böbürlenmez, aksine her iyi neticenin O'ndan geldiğini ve O'nun yardımı olmadan hiçbir şeyin olamayacağını sık sık ifade ederdi. Efendimiz'in (s.a.s.) yolunu takip eden kara sevdalılar da hep başarı ve muvaffakiyeti ondan bilmişler ve kazandıkları zaferlerle, sarhoş olup nâdanlık yapmamışlardır. Mü'min kendi vazifesini yapmalı ve Allah'ın "vazifesi"ne karışmamalıdır. Bu hususla alâkalı dikkatimizi çeken can alıcı bir misal şöyledir: Meşhurdur ki, bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz'in ordusunu müteaddit defa mağlûp eden Celâleddin Harezmşah harbe giderken, vezirleri ve komutanları ona demişler: "Sen muzaffer olacaksın, Cenâb-ı Hak seni galip edecek." Celâleddin Harezmşah, onlara şunu söylemiş: "Ben, Allah'ın emriyle cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenab-ı Hakk'ın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlûp etmek O'nun vazifesidir. (Nursî, Lem’alar, 17. Lema) Tabii ki anlayış bu olunca, insanların gurur ve kibire kapılmaları ve her başarıda "ene"lerini devreye sokmaları da söz konusu olmamaktadır. 5. İç Derinliği Hz. Peygamber (s.a.s.), iç derinliği itibariyle de en zirve noktayı tutmuştur. Zira O, zahidlerin en zahidi, âbidlerin en âbidiydi. Allah'tan öyle korkardı ki, âdeta kalbi duracak gibi olurdu. O kadar hassas, o kadar duyarlı idi ki, göz yaşlarının akmadığı ve ürpermediği zaman çok azdı; coşarken âdeta bir derya, dururken de umman gibiydi. İçe doğru derinlik, zühd ve takva ile olur. Bunları hayatında en güzel tatbik eden de Peygamber Efendimiz'dir (s.a.s.). Zühd, dünya ona verilse sevinmeme, bütün dünya elinden gitse üzülmeme hâlidir. Bu hâl, Allah Resûlü'nde doruk noktadadır. Bütün dünya onun olsaydı herhalde bir arpa tanesi bulmuş kadar sevinmezdi. Bütün dünya elinden gitse, bir arpa tanesi kaybetmiş kadar üzülmezdi. O, dünyayı kalben bu şekilde terk etmişti. Ancak bu terk, hiçbir zaman kesben de dünyayı terk etmek değildir. Zira kazanç yollarının en mantıklısını ve en güzelini bize gösteren O'dur. Peygamberimiz (s.a.s.), dünyaya hiç ehemmiyet vermezdi. Hz. Ömer (r.a.), bir gün Allah Resûlü'nün huzuruna girdi. Efendimiz, yattığı hasırın üzerindeydi ve yüzünün bir tarafına hasır iz yapmıştı. Odasının bir yanında işlenmiş bir deri, bir diğer köşesinde de, içinde birkaç avuç arpa bulunan küçük bir torba vardı. İşte Allah Resûlü'nün odasında bulunan eşyalar bundan ibaretti. Hz. Ömer (r.a.), bu manzara karşısında rikkate geldi ve ağladı. Allah Resûlü niçin ağladığını sorunca da Ömer (r.a): "Ya Resûlellah! Şu anda kisralar, krallar saraylarında kuş tüyünden yataklarında yatarken, (kâinat, yüzü suyu hürmetine yaratılmış olan) Sen, sadece kuru bir hasır üstünde yatıyorsun ve o hasır, Senin yüzünde iz bırakıyor. Gördüklerim beni ağlattı." cevabını verir. Bunun üzerine Allah Resûlü, Ömer'e (r.a.) şu karşılıkta bulunur: "İstemez misin ya Ömer, dünya onların, âhiret de bizim olsun." (Buharî, "Tefsir", 21) Başka bir rivâyette ise Efendimiz şöyle buyururlar: "Dünya ile benim ne alâkam olabilir? Ben bir yolcu gibiyim, bir ağaç altında gölgelenip, sonra da orayı terkederek yoluna devam eden bir yolcu." (Tirmizî, "Zühd", 44; İbn Mâce, "Zühd", 3) O, dünyaya bir vazifeyle gelmişti. Duygu ve düşüncede insanlara diriliş solukları getirmişti. Vazifesi bittiği zaman da dünyayı terk edecekti. Dünya ile bu kadar alâkasız bir insanın, dünya adına bazı şeylere temayül edeceğine ihtimâl vermek aklın kabul edeceği şeylerden değildir. Evet, O, asla dünyaya meyletmedi ve O, hiçbir zaman inhirafa yelken açmadı... (Gülen 1997, 2:473-474) Evet O, ümmetine tebliğ edeceği hususları öncelikle kendi hayatında yaşayarak temsil ediyor ve her hâliyle ümmetine örnek oluyordu. Aslında, O'nun yaşadığı gibi bir hayat yaşamaya kimse güç yetiremezdi. Ferdî ibadetlerinde, kendine karşı çok disiplinli ve nefsine karşı da çok ciddiydi. Âdeta O'nun bütün hayatı, ibadete göre programlanmış gibiydi.. Tabii ki ibadeti sadece bildiğimiz, namaz, oruç vs. şeklinde sınırlandırmamak lâzım. O, yaptığı her işi ibadet şuuruyla yapıyordu (a.g.e., 2:478) Defalarca, dünya O'na temessül etmiş, kendini kabul ettirmek istemişti de O, her defasında elinin tersiyle onu itmişti. (İbn Hanbel, Müsned, 2:231) İşte asrımızın hizmet erleri de, Efendisini kendisine örnek alarak içe doğru derinleşmeli ve dış fethin yanında iç fethi ihmal etmemelidir. Eğer, insanın nefsi ve arzuları kendi hâline bırakılırsa onun dünyaya bağlılığı ve ilgisi artar. Hatta dünya onun en son emeli ve hayatının gayesi hâline gelir. Hâlbuki, Kur’ân'ın ifadesiyle "Dünya zevki pek azdır, âhiret ise günahlardan sakınanlar için sırf hayırdır ve size kıl kadar olsun haksızlık yapılmaz." (Nisa, 4/71) O hâlde mü'min içe doğru derinleşmeye bakmalı ve âhiret azığı hazırlamada ihmalkâr davranmamalıdır. Davranışlarıyla ruhun emrinde olan talihliler, hep Yaradanın hoşnutluğuna, insanlık ve fazilete doğru gideceklerdir. 6. Tevazu Allah Resûlü'nün mahviyet ve tevazuu da, bir yanda fetanetinin, diğer yanda tebliğinin ayrı bir buudu olarak yıldız gibi parlamaktadır. O, herkes tarafından tanınıp, kabul edildikçe mahviyeti daha da derinleşmiştir. Tevazu ve mahviyet âdeta O'nunla beraber doğmuş gibiydi… Ömrünün sonuna kadar da gelişerek devam etti. Bir gün melek geldi ve sordu: "Kul peygamber mi, melik peygamber mi olmak istersin?" Cibril kulağına fısıldadı: "Rabb'ine karşı mütevazı ol!" Ve, Allah Resûlü cevap verdi: "Bir gün aç yatıp tazarru eden, diğer gün tok olup şükreden bir kul peygamber olmak isterim..." (Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 9:19-20.) O, her zaman kendisini insanlardan bir insan olarak görmüş ve hiçbir zaman kendini onlardan ayrı tutmamıştır. Yine bir gün karşısında titreyen adama baktı ve şöyle buyurdu: "Kardeşim titreme! Ben de senin gibi kuru ekmek yiyen bir kadının çocuğuyum..." (İbn Mâce, "Et'ime", 30) Evet, birer Müslüman olarak bizler de Efendimiz'i örnek almalıyız. Dünyevî makam ve mevkiler, mal ve mülkler insanı şımartmamalı ve ona kendini unutturmamalıdır. İnsanın üzerine tevdi edilen mükellefiyetin keyfiyeti onu başka bir varlık hâline getirmez. Dolayısıyla da insan, her zaman ve zeminde kendisini insanlardan bir insan olarak kabul etmelidir. Kâinatın Efendisi Mekke'ye muzaffer bir komutan olarak girerken de, oradan çıkmaya zorlandığı andaki tevazu ve mahviyeti devam ediyordu. Başını o kadar eğmişti ki, Arş'a değen o mübarek baş, orada semerin kaşına değecek kadar eğilmişti... Hz. Aişe Validemiz'den rivâyet edilen bir hadis bize şunları anlatır: "Allah Resûlü, evinde herhangi bir insan gibi davranırdı. Kendi elbisesini yamar, ayakkabılarını tamir eder ve ev işlerinde hanımlarına yardımda bulunurdu." (Tirmizi, "Şemâil", 78) O, bunları yaptığı sırada, O'nun adı cihanın pek çok yanında anılıyor; herkes O'ndan ve getirdiği dinden bahsediyordu. O, zamanını öyle ayarlamıştı ki, bu kadar mühim sorumlulukları arasında, bu gibi işlere de fırsat bulabiliyordu. O, her güzel hasletin zirvesine taht kurmuştu. Tevazu zillet olmadığı gibi, kibir de vakar değildir. Tevazu ve kibirle alâkalı olarak, Kâinatın Efendisi (s.a.s.), şöyle buyurur: "Allah için bir derece tevazu eden kimseyi Allah Teâlâ da bir derece yükseltir. Tâ ki onu Firdevs Cenneti'nin en yüksek yerine çıkarır. Allah'a karşı bir derece kibir gösteren kimseyi de Allah Teâla alçaltır. Tâ ki onu Cehennem'in en alçak derecesine indirir." (Münziri, et-Tergîb, 4:339) 7. Muhasebe Hayatını sürekli bir muhasebe ve mes'ûliyet duygusu içerisinde yaşayanların en zirve ismi de yine Kâinatın Efendisi'dir. O, kulluğun ne kadar ağır bir yük olduğunu biliyor ve bu bilinçle kendisini her zaman hesap gününe hazırlamanın gayreti içerisinde bulunuyordu. Bu hususla alâkalı olarak da ümmetinin şöyle dikkatini çekiyordu. "Hesaba çekilmeden evvel kendinizi hesaba çekiniz." Elbette ki büyük hesap çok çetin olacaktır. O güne kendimizi hazırlamamız lâzımdır. Bu hususla alâkalı olarak Efendimiz'le Hz. Âişe Validemiz arasında geçen bir konuşmayı arz etmek istiyorum. Kâinatın Efendisi (s.a.s.), birgün Hz. Âişe Validemiz'in yanına geldiklerinde onu ağlar bir vaziyette bulunca, "Ya Âişe, seni ağlatan nedir?" diye sorar. Hz. Âişe Validemiz: "Ya Resûlellah, Mahşer Günü'nü düşündüm de, o günün dehşeti beni ağlattı. O günde ehlinizi hatırlar mısınız?" der. Allah Resûlü ise şöyle cevap verir: "Üç yer var ki ya Âişe, kimse kimseyi hatırlamaz. Bunlar, amel defterleri dağıtılırken, ameller tartılırken ve Sırat'tan geçerken." Zira herkes, "acaba amel defterim sağımdan mı verilecek yoksa solumdan mı veya arkamdan mı?" diye merak içerisindedir. Ameller tartılılırken, "acaba sevaplarım mı galip gelecek yoksa günahlarım mı?" diye, Sırat'tan geçip, Cennet'e ve Cemâlullah'a vâsıl olabilecek miyim, yoksa ayağım kayıp Cehennem'in derinliklerine mi düşeceğim?" diye merak içerisinde olacaklardır. İşte bu dehşetli güne hazırlanmayla alâkalı olarak da Efendimiz (s.a.s.), kendi yakınlarının şahsında bütün ümmetinin dikkatlerini şöyle çekmektedir: Ey Abdimenafoğulları! Allah'ın elinde rehin olan nefislerinizi kurtarmaya bakın, zira Ben sizin için bir şey yapamam. Allah Resûlü halkayı biraz daha daraltır ve kendi kabilesine hitaben şöyle devam eder: Ey Haşimoğulları siz de Allah'ın elinde rehin olan nefislerinizi kurtarmaya bakın, zira Ben sizin için de birşey yapamam. Efendimiz (s.a.s.), daireyi biraz daha daraltır ve amcası Abbas, halası Safiyye ve kızı Fâtıma için de aynı şeyleri söyler. Bunlardan anlıyoruz ki, âhirete gitmeden önce âhiret için hazırlık yapmamız lâzım. Zira Cennet ve Cemâlullah, Cennet'te değil dünyada kazanılır. Efendimiz'in mübarek beyanlan içerisinde "Dünya âhiretin tarlasıdır." (Aliyyülkârî, el-Masnû' 1:135; el-Aclûnî, Keşfü'l-hafâ 1:1320) Dünya tarlasına ne ekersek, âhiret harmanında onu hasat edeceğiz. Kulluğun ağır yükü altında inim inim inleyen İki Cihan Serveri, "Beni Hûd, Vâkıa, Mürselât, sûreleri ihtiyarlattı." buyurmuştur. Hûd Sûresinde O'na: "Emrolunduğun şekilde dosdoğru ol." (Hûd, 11/112) buyurulur. Bu doğruluk, Cenâb-ı Hakk'ın, Habibi için çizdiği doğruluktu. Ve O'ndan, bu çizginin korunması isteniyordu... Mürselât, Cennet ve Cehennem için insanların zümre zümre ayrıldığını, onların dehşet içinde iki büklüm olduğunu anlatıyordu. Vâkıa, yine bu zümreleri gösterip teşhir ediyordu. Bu sûrelerde anlatılanlar, Allah Resûlü'nü dehşette bırakıyor ve ihtiyarlatıyordu... (Gülen 1997, 2:475) Mes'ûliyet ve hesap duygusu altında âdeta kemikleri çatırdayan Sahâbe-i Güzin efendilerimiz, kılı kırk yararcasına titiz bir hayat yaşadılar ve her şeyleriyle bize örnek oldular. Hz. Ebû Bekir (r.a.) halife seçildikten sonra bile komşularının koyunlarını sağarak geçimini temine devam etmişti. Ancak Hz. Ömer ve diğer önde gelen sahabi efendilerimizin ısrarları üzerine devlet işlerini aksatmamak için cüz'î bir maaşa razı olup koyun sağmaktan vazgeçmiştir. Vefat ettiği zaman, "Benden sonraki halifeye verilsin." diye bir nameyle küçük bir küp brakmıştı. Küpü açtıklarında içinden küçük küçük paracıklar ve yazılı bir not çıkmıştı. Notta şöyle yazıyordu: "Bana tahsis ettiğiniz maaş bazı günler fazla geldi. Bunu harcamaktan Allah'a karşı haya ettim, zira bu, halkın malıdır." Hz. Ömer, bu durum karşısında ağlamış ve "Bize yaşanmaz bir hayat bıraktın." demişti. Hz. Ömer de bihakkın örnek bir hayat yaşamıştı. Onun hayatı gayr-i müslimler için bile numûne-i imtisal kabul edilmişti. O'ndan asırlar sonra gelen Hindistan'ın kurucusu Mahatma Gandi milletine şöyle sesleniyordu. "Ey halkım, ben size Müslümanların Ömer'i gibi adaletli bir yönetim vaad ediyorum." (Sırma, İ. Süreyya, İslâm Tarihi Ders Notları) Onlar, hayatlarını bu şuur ve idrak içerisinde dolu dolu yaşadılar ve bizlerin yollarını aydnlattılar. Bize düşen de, birer mü'min olarak o aydınlık yoldan yürüyüp ilerlemek ve onların mirasına sahip çıkmaktır. Mehmet Kazar Alıntı
Φ Muallim-i Âli Gönderi tarihi: 26 Nisan , 2008 Yazar Gönderi tarihi: 26 Nisan , 2008 Allah niçin kullarını bir yaratmadı? Kimini kör, kimisini topal olarak yarattı? Bu soruya iki şekilde cevap vermek mümkündür: 1- Allah mülk sahibidir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Kimse Ona karışamaz ve Onun îcâdına müdâhale edemez. Senin zerratını yaratan, terkibini düzenleyip insanî hüviyeti bahşeden Allahtır (c.c). Sen bunları sana lûtfeden Allaha daha evvel bir şey vermemişsin ki, Onun karşısında bir hak iddia edebilesin.. Eğer sen, sana verilenler mukâbilinde Allaha bir şey vermiş olsaydın, "Bir göz değil iki göz ver, bir el değil iki el ver!" gibi iddialarda bulunmaya; "Niye iki tane değil de bir ayak verdin?" diye itiraz etmeye belki hakkın olurdu. Halbuki sen Allaha (c.c) bir şey vermemişsin ki -Hâşâ ve Kellâ Ona adaletsizlik isnadında bulunasın. Haksızlık, ödenmeyen bir haktan gelir. Senin Ona karşı ne hakkın var ki yerine getirilmedi de haksızlık irtikap edildi!.. Allah-u Teâlâ hazretleri seni yokluktan çıkarıp var etmiş: hem de insan olarak... Dikkat etsen; senden çok daha aşağı yaratılan birçok mahlûkat var ki, pekâlâ onlara bakıp nelere mazhar olduğunu düşünebilirsin. 2- Cenâb-ı Allah, bazen insanın ayağını alır; onun karşılığında ahirette pek çok şey verir. Ayağını almakla o kimseye aczini, zaafını, fakrını hissettirir. Kalbini kendisine çevirtip, o insanın duygularına inkişaf verirse, çok az bir şey almakla, pek çok şeyler vermiş olur. Demek ki zâhiren olmasa bile, hakikatte bu ona, Allahın lûtfunun ifâdesidir. Tıpkı şehit edip cenneti vermesi gibi... Bir insan, muharebede şehit olur. Bu şehâdetle mahkeme-i Kübrâ ve Allahın huzurunda, sıddîklerın, sâlihlerin gıpta edeceği bir makama yükselir. Onu gören başkaları "Keşke Allah bize de harp meydanında şehâdet nasip etseydi" derler. Binâenaleyh, böyle bir insan parça parça da olsa çok şey kaybetmiş sayılmaz. Belki aldığı şey ona nispeten çok daha büyüktür. Çok nâdir olarak, bazı kimseler, bu mevzûda küskünlük, kırgınlık, bedbinlik ve aşağılık duygusu ile inhiraf etseler bile, pek çok kimselerde bu kabil eksiklikler, daha fazla, Allaha teveccühe vesile olmuştur. Bu itibarla haşarât-ı muzırra nevinden bir kısım kimselerin, bu meseledeki kayıplarının serrişte edilmesi yerinde değildir. Bu mevzûda esas olan, ebede namzet insanların ruhlarında o âleme âit iştiyâkı uyarmaktır. "Her işte hikmeti vardır, Abes fiil işlemez Allah. . " Erzurumlu İ. Hakkı Hazretleri M. Fethullah Gülen Alıntı
Φ Artropod Gönderi tarihi: 26 Nisan , 2008 Gönderi tarihi: 26 Nisan , 2008 Hiç böyle bir monolog görmemiştim.Aslında monolog da değil galiba,birnevi tatmin olma mı desek?Yöntemi de kopyala yapıştır.Sağdan soldan,yandan yandan! Diğer müslüman arkadaşlar da tatmin oluyorlar mı dinen acaba? Bir forumda yazmanın amacı karşılıklı fikirleri tartmak olmalıydı ama fazla iman bazılarında yan etki yapıyor galiba. En sonunda umarım ''Çürütemediniz kiiiii,çürütemediniz kiiii!'' yazılıp forum terkedilmez!!! Alıntı
Φ Muallim-i Âli Gönderi tarihi: 26 Nisan , 2008 Yazar Gönderi tarihi: 26 Nisan , 2008 Temizlik niçin imandan sayılmıştır? Cenâb-ı Hak, kâinata büyük bir temizlik kanunu koymuş ve bütün mahlûkatın bu kanuna itâat etmelerini emretmiştir. Çevremize şöyle bir göz gezdirdiğimiz zaman, atomlardan güneşlere, zerrelerden yıldızlara kadar bütün varlıklarda, bu temizlik kanununun hükmettiğini görürüz. Kandaki alyuvarlar, vücuda giren zararlı mikrop ve maddeleri yok ederek bu emre uyarken, her zaman içimize alıp verdiğimiz nefes de kanı temizleyerek aynı kanuna tâbi olduğunu gösterir. Göz kapakları, gözleri siler. Sinekler, kanatlarını süpürüp temizlemekle o emri dinledikleri gibi, gökyüzündeki koca bulut ve hava da dinler. Hava, yeryüzüne konan toz topraktan ibaret süprüntülere üfler, temizler. Bulut, ıslak bir sünger gibi zemin bahçesine su serper, toz toprağı yatıştırır. Sonra kendisi de (âdeta) gökyüzünü kirletmemek için süprüntülerini toplayıp intizam içinde çekilir, gider. Göğün güzel yüzünü ve gözünü silinmiş, süprülmüş parıl parıl parlar halde bırakır. Bütün bunlar, Allah'ın kâinata koyduğu temizlik kanununun ne derece intizam içinde işlediğinin örnekleridir. Kâinattaki bu umumî temizlik hakikatı, Cenâb-ı Hakk'ın KUDDÛS isminin bir cilvesidir. Atomlardan yıldızlara kadar bütün varlıklar, Allah'ın, Kuddûs ismine dayanan kâinattaki bu muazzam temizlik kanununa itâat edip temizliklerine son derece dikkat ederlerken, elbette insanın bu umumî kanundan, İlâhî âdetten uzak kalması düşünülemez. Nitekim Cenâb-ı Hak, kâinata koyduğu temizlik emrine, mahlûkatın en eşrefi ve en mükerremi olan insanı da muhatap kılmış, onu maddî ve mânevî temizlikle mükellef tutmuştur. Canlı - cansız bütün varlıkların boyun eğdiği böyle ulvî bir kanuna, insanın lâkayd kalması, yerler ve gökler Rabbinin emrine karşı gelmesi; elbette büyük bir gaflet ve isyandır. Hem Allah'ın, hem de mahlûkatın hukukuna karşı işlenmiş büyük bir zulümdür. İşte temizlik hakikatı Kuddûs ismi gibi İsm-i A'zamdan sayılan bir isme istinad ettiği içindir ki, hadîs-i şerîfte temizlik îmanın nûrundan ve kemâlinden sayılmıştır. Âyetlerde de maddî ve mânevî temizlikler, Allah'ın sevgisini ve rızasını kazanmağa vesile gösterilmiştir. Mehmet Dikmen Alıntı
Φ Muallim-i Âli Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 Yazar Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 Sünnet nedir? Sünnetin sözlük anlamı, “yol, gidiş, tabiat, prensip, kanun” demektir. Terim anlamı ise, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) söz ve fiillerinin ve takrirlerinin tümü mânâsına gelir. Takrir, bir konuda sükût etmekle o işi reddetmemek demektir. Hadis-i Şerifler, âyetleri açıklarlar. Âyetlerde kısa ve öz olarak beyan edilen İlâhî maksatları izah ederler. Kuranda yer almayan bir konuda ise hüküm ortaya koyarlar. “Namaz kılın!” emri öz hâlindedir; ayrıntısı ise hadislere bırakılmıştır. Namazların rekat sayıları, kılınma biçimleri âyette ayrıntıları ile verilmiş değildir. O halde, sünnet olmasaydı, “Namaz kılın!” emri nasıl yerine getirilecekti? “Ben namazı nasıl kılıyorsam siz de öyle kılın.” Hadis-i Şerif. Aynı şekilde, “Zekât verin!” emrinin de tafsilatı ve teferruatı hadis-i şeriflerle sabit olmuştur. Nur Müellifi Bediüzzaman, hadis-i şerifler için “Kuranın birinci tefsiri” ifadesini kullanır. Allah Resulünün (a.s.m.), Kuran âyetleri hakkında yaptığı açıklamalar “ilk tefsir” olduğu gibi, sorulan fıkhî sorulara verdiği cevaplar da ilk fetvalardır. Keza, yaptığı içtihatlar da ilk içtihatlardır. Allah Resulü (a.s.m.) ümmetine her hususta rehber olduğu gibi bu noktada da öncülük etmiştir. “İşittikleri haberi, Peygambere veya yetki sahibi kimselere götürselerdi, onların arasından hüküm çıkarmaya gücü yetenler, onun ne olduğunu bilirlerdi.” (Nisa Sûresi, 83) Her maksada farklı yoldan gidilir. Zengin olmanın yoluyla, alim olmanın yolu birbirinden ayrıdır. Birincisinde, ekonominin kendine has kurallarına harfiyen uyulacak ve bu sahada muvaffak olmuş kimseler taklit edilecektir. İkincisinde ise, ilim sahasında söz sahibi zatlara talebe olunacaktır. İlâhî hakikatlere ermek de, ancak, bu sahanın yetkili ve vazifelisi olan zatların izinden gitmekle mümkün olabilir. “Hak ve hakikat, nübüvvet içindedir ve nebîler elindedir. Dalâlet, şer ve hasâret, onun muhalifindedir.” (Lemalar) Sünnete tâbi olmayı Allah sevgisinin şartı olarak takdim eden bir âyet-i kerime: “De ki, Allahı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayan ve esirgeyendir.” ( Al-i İmran Sûresi, 31) Resulûllah Efendimiz (a.s.m.), Allahın sevdiği ve razı olduğu örnek insandır. Ona uymayan kimsenin Allah sevgisi, sözde kalmaya mahkûmdur. Hakikat bu iken, sadece âyetle amel etme vehmine kapılarak sünnetten yüz çevirmek, Allahın sevdiği zata benzemeyi terk etmek demektir. Bir insan, Kuran-ı Kerimi hadislerin ışığında değil de kendi fikriyle yorumlamaya kalkışırsa, ortaya çıkacak yol Allah Resulünün (a.s.m.) değil, o adamın şahsî yolu olacaktır. Bu yolun ise nereye çıkacağı bellidir. Kuranı anlamaktan maksat onu yaşamak ve yaşatmaktır. Bu noktada, en büyük rehber Allahın Resulüdür (a.s.m.). Bu gerçeği bizzat Kuran âyetlerinden okuyalım: “Peygamber size neyi verdiyse onu alın, Ve size neyi yasakladıysa ondan da sakının. Allahtan korkun, çünkü Allahın azabı çetindir.” ( Haşir Sûresi , 7) “O, kendiliğinden konuşmaz. Onun konuşması ancak indirilen bir vahiy iledir.” (Necm Sûresi, 3-4) “Kim Resule itaat ederse, Allaha itaat etmiş olur.” (Nisa Sûresi,80 ) İttiba-ı sünnet denilince, Allah Resulünün (a.s.m.) izinden gitmeyi ve böylece her konuda istikamet üzere olmayı anlıyoruz. Şimdi, kendi nefsimize şu soruyu soralım: Bir mümin, asr-ı saadete kavuşsaydı ne yapacaktı? Elbette ki, Allah Resulünü (asm.) her hususta adım adım takip edecekti. Öyle değil mi? İşte bugün, Onun (asm.) sünnetlerine harfiyen uymak da aynı mânâyı taşır. Nur Külliyatında, sünnetler üç ana guruba ayrılır: “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i Seniyesinin menbaı üçtür: Akvali, efali, ahvalidir.” ( Lemalar) Demek oluyor ki, Resulullah Efendimizin (a.s.m.) o mukaddes sünnetleri, “mübarek lisanından dökülen nurlu cümleler” “icra ettiği işler” ve “hâliyle insanlık âlemine sergilediği örnek ahlâk”tan oluşuyor. Bir Müslüman, O Nebiler Nebisini (a.s.m.) taklit etmeğe, farzlardan başlar. Allahın emirleri farz olmakla birlikte, Allah Resulünün (a.s.m.) onları işlemesi cihetiyle, aynı zamanda sünnettirler. Yani, Allahın emirlerine harfiyen uyan ve yasaklarından hassasiyetle kaçınan bir mümin, sünnetin farz kısmını yerine getirmiş olur. Farzları yerine getiren bir mümin, manevî terakkisini nafile ibadetlerle sürdürür. Nafile denilince, farz ve vacip dışında kalan ibadetler anlaşılır. Namazların sünnetleri nafile ibadet gurubuna girdiği gibi, kuşluk namazı, tahiyye-i mescit namazı, gece namazı gibi nice nafile ibadetler de vardır. “Âdât-ı hasene” ise, Allah Resulünün (a.s.m.) yeme, içme, oturma gibi beşerî fiilleridir. Bunların her biri, insanlar için güzel birer örnektir. Bir mümin, adet olarak her gün icra ettiği bu gibi işleri, Allah Resülünün (a.s.m.) yaptığı şekilde yapmaya çalışırsa, ayrı bir feyiz kaynağı daha bulmuş ve dünya işlerinde bile huzuru yakalama imkânına kavuşmuş olur. “Sünnet-i Seniyyeye ittibaı kendine adet eden, âdâtını ibadete çevirir, bütün ömrünü semeredar ve sevapdar yapabilir.” ( Lemalar) Ahval grubuna giren sünnetlere gelince, bunlar “takvadan, muhabbetten, güzel ahlâkın bütün şubelerinden, insanî seciyelerin en üstünlerinden ve beşerî karakterlerin en sağlamlarından” örülmüş ve dokunmuş muhteşem bir tablo teşkil ederler. Kalbin Allah sevgisi ve Allah korkusuyla dolu olması da hâl grubuna giren sünnetlerdendir. “İçinizde Allahı en çok seven benim. Ve Ondan en fazla da ben korkarım.” Hadis- Şerif Prof.Dr. Alaaddin Başar Alıntı
Önerilen İletiler
Katılın Görüşlerinizi Paylaşın
Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.