Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

İzlenimler


editor

Önerilen İletiler

Türkiye’ye her dönüşümde değişen ve değişmiyeni izler, 40 yılı aşan ayrılığın penceresinden parça parça gelen görüntüleri birleştirip bir bütün yapmaya uğraşırım. Bunun çok zor bir şey olduğunu bilmeme rağmen, bu alışkanlıktan bir türlü vaz geçememişimdir.

 

Ülkede iki aya yaklaşan ve bir hafta önce sona eren ziyaretimden bazı izlenimleri sizlerle paylaşmak isterim.

 

İnsan İlişkileri: Türk kültürünün en iyi özelliklerinden biri, insanların “sıcaklığı” ve misafirperverliğidir. “İlişkilerin eskisi gibi olmadığı” sık sık ve üzüntüyle dile getirilen bir sitem olmasına rağmen, insan ilişkilerinde Amerika’yla kıyas edilemeyecek bir sıcaklık ve samimiyet vardır. Türkiye’yi bu ziyaretimde de, yukardaki siteme rağmen, insanlarımızın sıcak kişiliklerini koruduklarını mutlulukla izledim.

 

Uzun yıllar önce bizim şehrin Ulusların Festivali’nde genç bir Alman bayan Türkiye’de gördüğü sıcaklığı ve misafirperverliği düşündükçe, Almanlar’ın Türklere karşı tavrının kendisini ne kadar utandırdığını söylemişti. Türklerin “sıcaklığını” Türkiye’yi gezen Amarikalı arkadaşlar da vurgular. Umarım ki kültürümüzün temellerinden biri olan bu özellik, “modernleşmenin” bir kurbanı olmaz.

 

Komple Teorileri: Türkiye dünya komple teorilerinin bir odak noktası olarak göründü bana. Bizim toplum, dünyada her olan bitende (zelzele gibi doğal afetler dahil) Amerika’nın parmağını görüyor. Bu teorilerin çoğu, esasında Türkiye’de ortaya atılmış değil, fakat, gördüğüm kadarıyla, bizim insanlar bu teorileri çok benimsemiş.

 

Bana ilginç gelen bu kompleler arasında SARS’ın Amerikalılar tarafından geliştirilen bir mikrop olduğu, Bingöl zelzelesinin nedeninin Irak’a atılan bombalar olduğu, 11 Eylül’ü Amerikalıların kendileri yaptığı, ve tezkerenin geçmemesinin bir Amerikan planı olduğu vardı. Baştan bunları pek önemsememiştim ama, ülkenin ileri gelen bir gazetesinde okurların komple teorilerini yayınladığını görünce, üzüldüm. Zelzelelerde yerle bir olan binalar yapan inşaatçıların avukatı olsaydım savunmayı şöyle yapardım: “Kardeşim, yaptığımız binalar zelzeleye dayanıklı, fakat Amerikan bombasına ne dayanır!”

 

Şehirler Arası Otobüsler ve Dolmuşlar: Bence, Türkiye’yi ve Türkleri tanımak demek, otobüsle ve/veya dolmuşla yolculuk yapmak demektir; özellikle hava alanı olmayan yerlere. Otobüs yolculuklarında ülkemizin her kesiminden gelen 35-40 kişinin kaderi, geçici olsa bile, birleşir. Kişiler arasındaki sohbet, okunan gazeteler, ve muavinin hüzünlü bakışlar ve alçak gönüllülükle yaptığı servis, toplumumuza açılan bir pencere gibidir.

 

“Dinlenme tesislerinde” sıralanan son model otobüsler ve ilkel köy yollarıyla günlük çaba içinde olan dolmuşlar, ülkemizin yetersiz yollarına meydan okur gibidir. Bütün güçlüklere rağmen taşımacılıkta bu kadar ileri olmamız, enerjimizin ve yaratıcılğımızın bir simgesidir.

 

Okumamamız: Bir ülkede komple teorilerin çokluğu, belki de o ülkenin okumayla pek arası olmadığının bir belirtisidir. İzlediğim kadarıyla, televizyon veya başkalarından (özellikle inanılan komple teorilerine uyuyorsa) duyduklarına soru sormadan inanmak halkımızın göze batan bir özelliği olmuş. “Televizyondan duydum“, “filmini gördüm”, veya “bir arkadaş söyledi”, tanıdıklarımın inandıklarını doğrulamak amacıyla en çok tekrarladıkları sözlerdi. Örneğin, Oliver Stone’nın “Geceyarısı Ekspres’ini” saçma bulan arkadaşlar, aynı kişinin yaptığı “Kennedy” filmine içten inanmışlardı.

 

Okumada zorluk çeken köylü akrabalarımla, üniversite mezunu arkadaşlarım arasında dünya olayları açısından büyük bir görüş ayrılığı yoktu. Değil madalyonun her iki tarafına da bakmak, izlediğim kadarıyla, madalyonun tek bir tarafına bile bakmaya üşenen bir toplum olmuşuz.

 

Tarih ve Doğa: Türkiye’nin zengin tarihi herhalde ülkenin muhteşem doğasına borçludur. Türkiye’nin doğası, her türlü saldırıya rağmen, hala güzelliğini koruyor. Doğanın bu direnişi, bütün yolsuzluklara rağmen ülkenin hala ayakta kalmasına benzer. Ekonomide olduğu gibi doğa konusunda da bir ikilem var. Yolsuzluktan şikayetçi arkadaşlar, yaşamları için kendilerinin de “biraz da olsun” yolsuzluk yapmaları gerektiğini savunuyorlar. Doğanın betona kaybedildiğden şikayet edenler, fırsat buldukça aynı betonlaşmayı kendileride yapıyorlar.

 

Türkiyenin, kalıntılarla belirlenen, en az on bin yıllık bir tarihi vardır. Bu kalıntılardan birini, Hasankeyf’i, ilk kez bu defa gördüm. Beldedeki sessizliğin nedeni yakında sular altında kalacağının bilinçliliğiydi? Yoksa Hasankeyf, tarihin her döneminde sessiz kalmayı mı seçmişti?

 

Hasankeyf’i üzüntüyle hatırlarken, yeniden canlanan Pamukkale’yi görünce ümitlendim. Bu sevincim, Hasankeyf’in “kurtarılmasının” düşünüldüğünü okuyunca daha da arttı. Adıyaman’daki Nemrut Dağı kalıntıların da onarıldığını duyunca sevincim iyimserliğe dönüştü. Türkiye’nin doğa ve tarihene bakıpta kötümser olmak bence mümkün değidir.

 

Televizyon: İleri gelen bir Romanya’lı yazar, biz Batı kültürünün özünü bilmeden, havasını civasını kopyalıyoruz demiş. Bu deyim, tam anlamıyla bizim televizyonları tanıtır. Genelde, Amerikan televizyonlarının kötü programlarının kötü taklitleriyle dolu televizyonlarımız, bu programlara “yerli” yıldızlarımızın anlamsız yaşamlarını sergiliyerek günü dolduruyorlar. Amerika’da bu tür programlar genelde akşam yemeğinden önce gösterilir, Türkiye’de ise, inadına bu programlar yemekten sonra.

 

Ekonomik kriz nedeniyle kıvranan halkımızın, “falan yıldızın çılgınca” eğlendğini görünce neler düşündüğünü merak ederim. Uzun yıllar önce bazı İran’lı arkadaşlar, İran fakirlik içindeyken Şah’ın St. Tropez’den gelen kayak görüntülerinin kızgınlıkla karşılandığını söylemişlerdi. Bizim halkımız da, kendilerine sunulan ve kendi yaşamlarıyla hiç ilgisi olmayan bu tür programlara iyi niyetle bakmaya devam edecek mi?

 

Gürültü: Gençliğimde “cadde üstünde” oturmak Türkiye’de modaydı. Fakat şimdi cadde üstünde oturmak, nerdeyse sabaha kadar uyuyamamak demektir. Yaz aylarında davul zurnalı düğünler gece yarısına kadar her yeri titretir. Gece yarısından sonra belediyelerin çöp kamyonları, davul zurnayla yarışırcasına saatlerce etrafı dolaşır. Zaten gecenin her saatinde korna çalmayı bir milli görev sayan sürücülerimiz, Türkiye’yi gürültü zenginliğinde dünyanın ileri ülkelerinin arasına sokmuştur. Düğünler ve gece yarısından sonra başlayan belediye servisleri bizi bu konuda, eminimki, dünya birincisi yapmıştır.

 

Dolayısıyla, bu sefer de Türkiye’deki ilk bir iki haftam, bu gürültüye alışmak (kabullenmek) çabasıyla geçti. Her zaman olduğu gibi, Amerika’ya geri döndüğümde bu sefer de mahallemin sessizliğine alışmam bir hafta tuttu. Türkiye’nin gürültüsünü özlemiyorum desem yalan olur.

 

Türkiye’yi sevmek ve özlemek bir terazide olumluyla olumsuzu karşılaştırmakla olmaz. Umudum, Türkiyenin, bizi ona bağlayan güzelliklerinden büyük bir ödün vermeden modernleşmeye devam etmesidir.

 

Sevgiler

Hicri Köroğlu

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.