Gönderi tarihi: 5 Aralık , 2007 17 yıl İnsanın “kutsal” saydığı kavramlarla ve inançlarla çağlar boyunca yakın ilişkileri oldu. Bu ilişki on binlerce yıl eskiye, hattâ daha da gerilere gider. Kısaca, “tapınma” kavramının çok uzun tarihi var. Musa’nın İÖ 2.250’li yıllarda yaşadığı kabul edildiğine göre, tek-Tanrılı dinler de en azından 4.250 yıllık. İlk Çağlar’da Mezopotamya’da (Mazda) ve Mısır’da (Aton) örgütlenip yayılamamış tek-Tanrılı din girişimleri de vardı. Dinsel inançların bu denli uzun ve yaygın çerçevede birbirine benzemeyeceği belli. Hiçbirinin kendini herkese kabul ettirememesi de doğal. Ne var ki, insanlar için yol gösterici saydıkları ilkeler, kutsal savıyla öne sürdükleri ana kitaplar, onları pekiştiren ek metinler, çekici tapınaklar, görkemli törenler, seçilmiş günler ya da aylar, dinsel yönden ayrıcalıklı anıtlar ve kentler gibi ortak yanları da eksik değil. Aktöresel yönden beklentileri Yahudilikte “On Buyruk”, İslâm’da “Beş Şart” ve Hindular’da “Sekiz Yol” gibi birtakım düzgülere (düstur) bağlı. Ortak özelliklerin yanı sıra, bu inanç kümeleri kendi içlerinde de, birbiriyle de çatıştılar ve kan döktüler. Haçlı Seferlerinin dokuzuncusu sona erdikten yıllar sonra, İngiliz Generali Edmund Allenby Kudüs’ü Osmanlılardan 1917’de aldığında, “Haçlı Seferleri işte şimdi sona erdi” demişti. Ama 2003’de ABD’nin Irak’a saldırısının ardında din ögesi de bulunduğundan, din çatışmaları bugün de sürüyor. Evangelistler ve benzeri köktendinciler için Baasçı Irak İsrail oğullarını tutsak eden Mezopotamya’nın günümüzdeki biçimi ve Saddam Hüseyin de modern Nebukadnezar’dı. Britanya Birinci Dünya Savaşı yıllarında “Hak”kı simgelediğini savını yayıyor, Gilbert ve Sullivan müziğinin “İleri, Hıristiyan Erleri!” (Onward, Christian Soldiers) sözleri yolları çınlatıyordu. Son Rus Çarı İkinci Nikola’nın sevgili eşi Çariçe Aleksandra da oturduğu yerden kabine üyelerinden biri ile konuşurken (bir yanıyla Tanrı’nın Oğlu dediği) İsa’nın kendinin ta yanı başında, hem de ayakta durduğuna inanıyordu. Batı “Konstantinopolis” dediği kentin 1453’de elden çıkışını içine hâlâ sindiremedi. Batılılar Haç ve Hilâl diye kitaplar yazdılar. Ünlü Fransız ressamı Délacroix’nın “Haçlıların İstanbul’a Girişi” konulu görkemli bir yağlıboya tablo yapması bir rastlantı değildi. ABD Başkanı Ronald Reagan’a göre, Sovyetler Birliği dinsel anlamda Şeytan İmparatorluğuydu. Humeynî de aynı benzetmeyi ABD için yineledi. Başkan George W. Bush Irak’a Amerikan askerlerini yollarken, 1917’de Kudüs’e doğru yürüyen İskoç din yayıcısı ve savaş alanları papazı Oswald Chambers’ın yaptığı konuşma metinlerini okuyup duruyordu. Samuel P. Huntington’un ileriye yönelik “önbilisi” (kehaneti) unutulmuş değil. İncil yorumlu “Tanrı ile Şeytan arasındaki savaşta”, Batı’nın tekelci sermayesi ve onun vurucu gücü olan ordusu (kendi gözünde) hep Tanrı’yı simgeliyor. Aynı dinden olanlar kendi aralarında da çatıştılar ve savaştılar. Orta Çağlar’da Müslüman devleti içinde Halife Ömer’den sonra (644), Yavuz S. Selim-Şah İsmail çekişmesinde (1514) ve 1980’lerde Irak-İran Savaşında Sünnî-Şiî ayrımı iyi biliniyor olmalı. Hıristiyan dünyası da uzun yılları kapsayan din ve mezhep savaşlarına tanık oldu. 1640’ların İngiliz İç Savaşı, 1776 Amerikan Ayaklanması ve 1861-65 ABD İç Savaşında (az bilinen ama gerçek) mezhep çatışması ögesi de vardır. Hıristiyanlık özellikle ABD’nde siyasetin içinde sürekli olarak yer almış, Cumhuriyetçi Partiyi bir din savaşımı aracı durumuna sokmuş, Hıristiyan köktendinciliği de 2000 seçimleriyle Beyaz Saray’a girip oturmuştur. Bu tarihsel gelişmeye bakınca, din etkisinin küçümsenmemesi gereken biçimde derin ve yaygın olduğu anlaşılıyor. Ancak, gerçekçi ölçülerin dışına çıkarak küçümsenmiştir de. Karl Marx’ın emeğin sömürülüşü ekseninde ekonominin altını kalın çizmesi, bilimden kaynaklanan modernizmin temposunu gittikçe arttırarak yayılması, Aydınlatmacı düşüncelerin dal budak sarması, lâik insancallığın geçerlilik kazanması ve pazar ekonomisinin sözde belirleyiciliği gibi zamana ve yere bağlı birtakım nedenler dinin ağırlığını, ikincil olsa da, gözden ırak tuttu. Öte yandan, dinle bağdaştırılan kimi inançların savaşlarda, genişlemede, doğal kaynakları ele geçirmede ve çevreyi kirletmede işe yaraması dinlerin önemini azaltmadı, arttırdı. Bu arada, din kurumları örgütlendi, üye kazanarak büyüdü, kendi sermayesini kurdu ve siyasete girdi. Yalnız Anadolu’daki tarikatlar değil, ABD’ndeki Evangelist, Methodist, Pentacostal, Jehova’nın Tanıkları, Mormonlar ve Katolikler de aynı şeyi yaptılar. Her birinin üyeleri milyonlara erişti. Aralarında yarıştılar, rekabet ettiler, çatıştılar da. Ama başka dinlerle bile ortaklık aramaktan geri kalmadılar, çünkü tümünün ortak düşmanı vardı: Lâiklik… Artı, kuşkusuz ondan doğan bilimsel düşünce. Bu durumda, Washington’da Başkanlığın, Vatikan’da Papalığın ve İstanbul’da Ortodoks Patrikliğinin Fethullahcılarla el ele vermesi şaşırtıcı değil. Hem örgütleniyor, hem de birbiriyle uyumlu eylem yürütüyorlar. Hem Hıristiyan Amerikalı köktendinciler, hem de Türkiye’dekiler dincileri her karar yerine getirmede anlaşmış durumdalar. Amerikan dincileri eğitimin, bilimin, tıbbın ve savaşın din inançlarına bağlı olarak yapılmasından yanalar. Pakistan’da da okullar için hazırlanan yaşambilim (biyoloji) kitaplarının bile Kur’an ile çatışmamasına özen gösteriliyor. Amerika’da da satışları milyonlara varan yayınlar da İncil öğretilerini yayma peşinde. Ama bundan ötürü, Çin’de bakelorya sahipleri içinde mühendislik gibi dallardan diplomalıların sayısı Amerika’dakilerin üç katı. Ya da Amerika’dakiler dünya ortalamasının altında. Tüm dünya için bilimsel birikime gelince: Suyun ana madde olduğunu söyleyerek bilimsel düşünce penceresini aralayan Milet’li Thales, tıbbın babası Hippokrates, değişimi temel alan Heraklitus ve atom kuramcısı Demokritus gibi ilk öncüleri bir yana koyarsak, bilimin kısa geçmişi ancak 300 yıla çıkar. Hızlanma süresi ise, yaklaşık 150 yıl. Bu süre, içeriğinin yaratıcı görkemi bir yana, şu ya da bu biçimde dinin kapsadığı yüzyılların yanında çok kısadır. Ama boş inançlara, masallara ve büyü safsatasına darbeler indirmiştir. Bunların en ağırlarını Rönesans’ın kültürel-insancıl tavrı, sanayi açılımı ve teknoloji devrimi vurmuştu. Böylece, 17’nci yüzyılın sonuna gelindiğinde, insanın doğa içindeki yeri göreceli olarak gerçeklere oturmuş, dünyanın ve kişinin uzayın merkezi olmadığı anlaşılmış ve insanın bilimsel düşünceyle ilerleyebileceği umudu yerleşmiştir. Ancak, Hiroşima’da (bilim sayesinde) attığı adımı (yani, atom bombasını) genelleştirip uygulayacak olursa, kendi soyunu da sona erdirmesi olasılıklar yelpazesi içindedir. ABD’nin eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’in bir kitabında (avunma diye) yazdığı gibi, Amerika nükleer bombayı kullanmasa da, onun elindeki varlığından yararlanarak dilediğini yaptırabilir. Aydınlıkçı düşüncenin insana önem verişi önüne engel çıkmayan bir süreç değildi. Örneğin, modern bilimin doğuşuna belki herkesten çok hizmeti geçmiş olan Galileo dünyanın ve öteki gezegenlerin güneşin çevresinde döndüğünü (Kopernikus’a arka çıkarak) söyleyip Katolik Kilisesine karşı durunca, ömür boyu ev hapsi yargısından kurtulamadı. Hapisteyken Hollanda’daki yayımcıya kaçırdığı ve Kopernikus’u gene destekleyen ikinci kitabı aynı zamanda modern fiziğin ilk adımıydı. Charles Darwin’in Evrim Kuramı da dine dayalı hikâyeler anlatanlara dolaylı yanıtlar vermiş oldu. Türlerin değişmesine Jan Lamarck ve başkaları da değinmişlerdi. İsa’dan yaklaşık yüz yıl önce yaşamış olan Lukretius insanın doğanın bir ürünü olduğunu yazmıştı. Ondan da yüz yıl önce, Romalı gövdebilimci (anatomist) Claudius Galen insanla kimi maymun türleri arasında benzerlikler bulmuştu. Katolik Engizisyonu buna inanan Lucilio Vanini’yi kazığa bağlayıp yaktı. Giordano Bruno da öyle yakıldı. Ama gene de İsveçli Carl Linnaeus insanı (Homo) hayvanlar dünyasının içine koymaktan geri kalmadı. Lamarck da 1809’da çıkardığı Hayvanbilim Felsefesi adlı kitabında modern canlıların bugünkü durumlarına bir “evrim” sonucu geldiklerini yazdı. Darwin’in katkısı evrimi doğal ayıklama kuramıyla anlatmış olmasıdır. Çevreye “en uygun olanın yaşamını sürdürmesi” sözcükleri de gerçekte Herbert Spenser’e aittir. Ama onun Türlerin Kökeni başlıklı yapıtı yaşama bakışı değiştirdi. Marx Kapital’in (ölümünden sonra yayınlanan) ikinci cildini ona ithaf edeceğini söylemişse de, Darwin’in Evrim Kuramı birçok tepkiler aldı. Örneğin, 1925’de ABD’nde Tennessee’de John Scopes adlı bir öğretmen derste Darwin’i anlattı diye muhakeme edildi, cezaya yedi. Savcı Dışişleri Bakanlarından ve Başkan adaylarından William Jennings Bryan’dan başkası değildi. Mahkemede eline İncil’i almış ve “bütün gerçekler işte bunun içinde!” diye bağırmıştı. (Öyle bağırdı ki, kalp krizinden düştü ve öldü.) O ülkede aynı konu artık ücra bir köşeyle sınırlı değildir. Darwin’in okutulmamasını isteyen Amerikalılar bugün milyonlarcadır. Türkiye’de de beyin cerrahı olan bir profesör her canlının Tanrı’nın “Ol!” buyruğuyla ayrı ayrı oluştuğunu bana ısrarla söylemişti. Ülkemizde ve Amerika’da tarlasında ekine zararlı olan böceklerin tarım ilâçlarına zamanla bağışıklık kazandıklarına gözüyle tanık olan kırsal bölge insanı aynı anda canlıların evrim yoluyla değiştiğine inanmadığını söylüyor ve aradaki çelişkiyi görmemekte direniyor. İngiltere’de ve Amerika’da Darwin’in yorumunu paylaşmayanlar, öte yandan, “Sosyal Darwincilik” diye bir düşüncenin öncülüğünü yaptılar. Buna göre, doğada değil ama insan toplumunda çevreye en iyi uyabilenin yaşamayı sürdürmesi gerekiyordu. Bu çelişkinin ardında toplumda daha çok ekonomik yönden güçlü olmanın emeği dilediği gibi sömürmesi ve bu olayı “doğal” göstermesi gibi bir tasarı vardı. Bitki ve hayvan dünyası ile özgürlük, eşitlik ve adalete yasal yollardan dayalı insan toplumu kuşkusuz aynı olamazdı. Ama Darwin’i doğa için reddeden benzer bir kuranı Darwin’in katılmadığı başka bir alana kendiliğinden uygulanmış, bunun için bir düşünce sistemi bile uydurulmuştu. Amerika’da bunun başını John Fiske, Josiah Strong ve Benjamin Kidd gibileri çektiler. Gitgide örgütlenen dinci kümeler bir yandan köktendinci yaklaşımlarda direnir ve öte yandan da bilimsel buluşları kendilerine göre yorumlarken, bilimin kendi A. Einstein’in (Newton’un Yerçekimi Kuramından da yararlanarak) geliştirdiği Görecelilik Kuramı, atom düzeyindeki güçlerle ilgili kuantum mekaniği ve Stephen Hawkins’in Zaman Tarihi adlı kitabında ipuçlarını verdiği (ve ikisini birleştirme amacındaki) Büyük Birleşme deneyimiyle yeni ufuklara doğru zenginleşti. Hawkins bu ikisini uyumlaştırarak uzayın nasıl oluştuğunu anlamamıza yarayacak anahtarı bulmayı umut etmektedir. Bu arada, bilim başlı başına gelişmemekte, endüstri ve tarım gibi günlük yaşamın parçası olan her alanda kendini göstermektedir. Bir yanda elektronik bilgisayarlar ve öte yanda nükleer güç yaşamın ve çalışmanın her alanına girmektedir. Bilim sanayi ile maddesel üretim de bilimle iç içedir. Uzay araştırma gündeminde önemli bir başlık da güneş sistemi karanlığa gömülmeden önce dev boşlukta yeni yerleşme yerleri bulmaktır. Bilimin göreceli olarak kısa ama çok verimli geçmişi, dinciler dahil, birçok çevrenin dikkatini çekti. Bilimsel yayınlar ve günlük basın yeni buluşları okuyucuya ilettiler. Modern bilimin başarıları görmezden gelinecek gibi değildi. Büyük bir balığın yuttuğu peygamberlerden birinin bu deniz hayvanının midesinde önce yaşamını sürdürüp sonra da çıkıp gitmesi gibi dinci çevrelerin inançlarındaki saçmalık da, bu arada, gün gibi ortaya çıktı. Yeni koşullarda, dinciler ya Bryan gibi eski görüşlerde ayak dirediler ya da din metinlerinin yerinel (alegorik) olduğunu, yani gerçek anlamın bir simge ardında gizlendiğini savundular. Kimi bilimciler küresel ısınmanın yaşamı tehdit eden olası sonuçlarını (ozon tabakası delinmesinin ilk saptandığı) 1985 yılında haber verdiler ve bunun fosil kaynaklı yakıtların çok kullanımından oluştuğunu, önlem alınmazsa bu gidişin küresel ısınmaya, yer yer çölleşmeye, aşırı su azalmasına ve kıtlıklara neden olacağını söylediler. Hıristiyan dincilerin bir tepkisi iklime Tanrı’nın karar verdiği oldu. Yerli dinciler de yağmur duası önerdiler. Sorunun yağmur duasıyla çözülmeyeceğini söyleyenlere karşı da, o zamanki İstanbul Belediye Başkanı ve şimdi Başbakan RCE “denenmiş yollardan dönülmez” diye bir hikmet savurdu. Oysa, Newton’un başına düşen elma ağaçtan koptuğunda her zaman ve her yerde yere düştüğü içindir ki, ona dayalı olarak bir Yerçekimi Kuralından söz edilmesi gerek. Yüzlerce yıldır her duada yağmur yağmış olsaydı ve hiçbir istisnası bulunmasaydı, bundan da bir kural çıkarılırdı. Eski dincilerden kimileri, örneğin Pierre Teilhard de Chardin (ö. 1955), geçmişin kalıplarından o denli uzaklaşmak zorunda kaldılar ki, kendi kiliselerinden koptular. Güney Afrika Cumhuriyeti’nde ve Namibya’da kilise adamlarının bir bölümü ırkçılığa, ırk ayrımına ve sömürgeciliğe cephe aldılar. Ama sayı olarak onlardan daha fazlası adaletsiz, özgürlüklerden uzak ve aşırı sağa çeken düzenin hizmetine girdiler. Günümüzde Amerika’da nüfusun önemli bir oranı İsa’nın yeryüzüne ikinci kez geleceğine, geldiğinde “dini bütünleri” anında çekip alarak Cennet’e götüreceğine inanıyorlar. Bu seçenek düzeni düzeltme kapılarını da kapıyor. Bilim kalıpçı, örtünmeci ve gerinin çürümüşlüğüne özlemci değil, onarıma sürekli olarak gereksinim duyan bir yapı gibidir. Kuşkucudur, deneyimcidir, denetlemecidir ve gerektiğinde değişimden yanadır. “Bugün hükûmetin önünde duran ama Hıristiyan din kitaplarının ele almadığı tek bir konu bile yoktur” diyen Amerikan Senatörü (ve Çevre-Bayındırlık Kurulu üyesi James Inhofe) ABD ve dünya gericiliğinin simgesidir. Prof. Dr. Türkkaya Ataöv
Gönderi tarihi: 5 Aralık , 2007 17 yıl Darwin’in katkısı evrimi doğal ayıklama kuramıyla anlatmış olmasıdır. Çevreye “en uygun olanın yaşamını sürdürmesi” sözcükleri de gerçekte Herbert Spenser’e aittir. Ama onun Türlerin Kökeni başlıklı yapıtı yaşama bakışı değiştirdi. Marx Kapital’in (ölümünden sonra yayınlanan) ikinci cildini ona ithaf edeceğini söylemişse de, Darwin’in Evrim Kuramı birçok tepkiler aldı. Örneğin, 1925’de ABD’nde Tennessee’de John Scopes adlı bir öğretmen derste Darwin’i anlattı diye muhakeme edildi, cezaya yedi. Savcı Dışişleri Bakanlarından ve Başkan adaylarından William Jennings Bryan’dan başkası değildi. Mahkemede eline İncil’i almış ve “bütün gerçekler işte bunun içinde!” diye bağırmıştı. (Öyle bağırdı ki, kalp krizinden düştü ve öldü.) O ülkede aynı konu artık ücra bir köşeyle sınırlı değildir. Darwin’in okutulmamasını isteyen Amerikalılar bugün milyonlarcadır. Türkiye’de de beyin cerrahı olan bir profesör her canlının Tanrı’nın “Ol!” buyruğuyla ayrı ayrı oluştuğunu bana ısrarla söylemişti. Ülkemizde ve Amerika’da tarlasında ekine zararlı olan böceklerin tarım ilâçlarına zamanla bağışıklık kazandıklarına gözüyle tanık olan kırsal bölge insanı aynı anda canlıların evrim yoluyla değiştiğine inanmadığını söylüyor ve aradaki çelişkiyi görmemekte direniyor. Prof. Dr. Türkkaya Ataöv Prof. Dr. Türkkaya Ataöv'un yazisindan hoslandim. Enteresan buldum. Mamafih, yukarda belirttigim hatasi ona yakismamis. Yazisina gore William Jennings Bryan muhakemede bagirarak olmus gibi gozukuyor. Dava 21 Haziran , 1925 de sona erdi. Bu dava ve Bay William Jennings Bryan oldukca meshurdur. Batida cogunlukla insanlar bu Davayi "Scopes Monkey Trial" olarak bilirler. Muhakeme bittikten sonra, bir kac konusmalar verdi diger sehirlerde. 26 Haziran, 1925 Bay Jennings Bryan baska bir sehirde, ve uykusunda oldu.
Katılın Görüşlerinizi Paylaşın
Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Hesabınız varsa, hesabınızla gönderi paylaşmak için ŞİMDİ OTURUM AÇIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.