Zıplanacak içerik
View in the app

A better way to browse. Learn more.

Tartışma ve Paylaşımların Merkezi - Türkçe Forum - Turkish Forum / Board / Blog

A full-screen app on your home screen with push notifications, badges and more.

To install this app on iOS and iPadOS
  1. Tap the Share icon in Safari
  2. Scroll the menu and tap Add to Home Screen.
  3. Tap Add in the top-right corner.
To install this app on Android
  1. Tap the 3-dot menu (⋮) in the top-right corner of the browser.
  2. Tap Add to Home screen or Install app.
  3. Confirm by tapping Install.

EmiLY_pandora

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

EmiLY_pandora tarafından postalanan herşey

  1. ÖZLERİN SÖZE DÖNÜŞTÜĞÜ BİR YERDE YAŞAMAK MI-"SÖZ"LERİN SÖZDE KALDIĞI BİR HAYATA TAHAMMÜL ETMEK Mİ ! Hayatın lüzumsuz savuruşları vardır insanları. Kestiremezsin neyin iyi olacağını kendin için. Garip, tarifsiz bir boşluk oluşur içinde- tekerlek büyüklüğünde, sanki duyguların çalınmıştır.DEĞİŞİR TEPKİLERİN ORTAMLA BİRLİKTE. Korumaya çalışırsın özünü "öz"ün ne olduğunu bilmeden.Hayatını adadığın konular üzerine bir "aceba" iliştirirsin, sapmaya başlar hedeflerin. Söylemek istediklerin bir türlü çıkamaz dışarı. Alakasız sohbetlerin aranan insanları arasında alırsın yerini. Kendinden uzak yeni bir "ben"yaratırsın.İki bilinmeyenli bir denklemde sende bir bilinmez olursun sonunda. Bildiklerini tüketirsin. Bilinenlerin ve bilinmeyenlerin denk olduğu bir yaşamda kendini sınayacak bir tahterevalli bulamamanın sıkıntısıdır ruhunda yaşanan aslında. Uzakta olmak istersin -yakınlaşmayı beklerken.Mesafe kavramını yitirsin Zırvalamak istediğin zamanlar, ağır basar davranışların -ağır olman gereken yerde de zırvalamaya başlarsın.Hayatın küçük oyunlarında piyon olduğunu unutup şah olmaya kalkarsın. Matematiğe de vuramazsın ki yaşamı. Yoktur sağlaması davranışların.Bölemezsin duygularını,çarpamazsın sevincini.Geriye bir tek çıkarma kalıyor,O da zaten hep kaybettiklerine eşit. Bir şizofrenin penceresinden bakmak zordur sokağa. Devrik cümlelerin aranan kadını olupta, tecrübeden uzakta- mastar ekleriyle konuşulan bir yaşamda, farazi çıkarımlar yapmak ne kadar da kolay olurdu oysaki. Fazla uzuyor bugünlerde düşüncelerim, traşlamak lazım diyorum bu kendime-tutamıyorum kendimi. ÖZLERİN SÖZE DÖNÜŞTÜĞÜ BİR YERDE YAŞAMAK MI-"SÖZ"LERİN SÖZDE KALDIĞI BİR HAYATA TAHAMMÜL ETMEK Mİ ! Kendine ezik bir zihinin kime faydası olur ..... Bir delinin gülümseyişi, bir kedinin mırıltısı, bir zihnin zırvalayışı, bir topuk sesi... birde kültablasında kendini tüketen insanlar. Tırmarhaneden tımar olmadan sokağa salınanlar... tımarlanmayı bekleyenler... birde tımar tutmayanlar. Herkesin biraz sıyırdığı bir yaşam..... Kurşun kalem kurşun askere karşı. Kolay gelsin
  2. EmiLY_pandora şurada bir başlık gönderdi: Şiir Forumu
    Ben tek başına ne yapabilirim Diye düşündü biri Ve hiçbirşey yapmamaya karar verdi Ben tek başına ne yapabilirim Diye düşündü bir öteki Ve yalnızlığının kuytuluğuna çekildi Ben tek başına ne yapabilirim Diye düşündü bir üçüncü Ve tek başına düşünmeyi sürdürdü Ben tek başına ne yapabilirim Diye düşündü yüzbinler Ve tek başınalıklarını sürdürdüler Ben tek başına ne yapabilirim Diye düşündü milyonlar Milyonlarcaydılar Ve tek başınaydılar Bu arada birileri Onlar adına Karar vermekteydi Tek başına olduklarını sananlar Topluca ortadan kaldırıldılar....
  3. DaHa FaZLa GiTMe. Geç kalmış olmalıyım, bunları sana yazmak için.En çok küskün halini severdim biliyor muydun? Küsünce seni daha çok sevdiğimi hissederdim.Gittiğinden beridir ne şarkılar ezberledim, ne türküler söyledim, ne şiirler yazdım.Hep sanaydı yollarım, hep sana taştım,hep sana aktım.Tüm bunları biliyor muydun? Bilseydin sever miydin beni? Yoo..Yok, sanmam... Sinemaya bile tek başına gittim.Kafelerde yalnız, yollarda bile tektim.Herkes çiftken tek yaşamak,sensiz yaşamak bana çok koyuyor bunu da biliyor musun? Kimlerle vakit geçiriyorsun? Mutlu musun? Mutlusundur umarım, mutsuz değilsen ki benimle mutlu oluyorsan eğer.. Yoo..Yok, sanmam... Mutlu olsan benim yanımda kalırdın, gitmezdin değil mi? Fotoğrafın da yok bende, e ben seni hep özlüyorum ama..İyi ki aklımı yitirmemişim seni daima hatırlıyorum.İstediğim an, istediğim saatte hatırlama gücüne sahibim.Sana şarkılar yazmak ne güzel, bir gün dinleteceğim diye avutmak kendimi.Bazen küserdin, kendini geriye çekerdin, kapatırdın kalbini.Olsun ya ! Hiç ama hiç dert etmezdim,çünkü bilirdim yine geri döneceğini.Şimdi gittikçe uzaklaştın.Kaç yıl, bilmem kaç ay geçti ? Toplasan kaç gün eder sensizlik ? Hiç hesapladın mı? Öyle ya şimdi dönmek zor geliyor,kendimden biliyorum..Belki de tek yolumuz görüşmemek, kabullenmek yokluğunu, yokmuş gibi yaşamak, anlamak yalnızlığı şiirler yazmak daima..Gittikçe uzaklaşıyorsun, dur artık ne olur ! Daha fazla gitme...
  4. EmiLY_pandora şurada bir başlık gönderdi: Diğer Edebi Türler Forumu
    HaYaT Sizce nedir hayat? Bir sınavdır hayat, hepimiz için değişik soruları ve cevapları olan büyük bir sınav. Her yaşımızda ayrı sınavlar veririz yaşam boyunca. Bazısında başarılı ,bazısında ikmale kalırız,bazısında ise sınıfta kalırız,Ama hep savaştır hayat.Acısıyla tatlısıyla son nefesimize kadar süren bir savaş.... Bir bebek dünyaya geldiğinde başlar savaşa . Annesinin memesini almak için gösterdiği çaba,emeklemesi,ilk yürüyüşü,ilk kelimeleri hepsi birer savaştır.Sonra okul yılları ,sınavlar,sınavlar,sınavlar................. Sonra iş hayatı,sevgiler,heyecanlar,aşklar. Aşklar ki bazısı platonik,sevdiğini bilmezler,kalbin çarpar yanakların kızarır,gece uykuların kaçar,tatlı heyecanlar.Sonra evlilik,sevdiğini bulmuşsundur yada bulduğunu sanmışsındır. .Bu yeni savaş ,senin annen benim babam,eşinin ailesini kendi ailen gibi göremezsen zaten savaşı baştan kaybetmişsindir.Sonra çocuğun veya çocukların olur,onları yetiştirmek adam gibi adamalar yetiştirmek ,gurur duyacağın en büyük savaş. Bu arada bir çok kayıplar ,sevdiklerini,yakınlarını,dostlarını,ananı babanı ve belki de evladını kaybetmek , buna rağmen yaşamak....İnsanları sevmek hep sevmek,hayvanları sevmek tabiatı sevmek,hatalarını sevmek ve olgunlaşmak.Maddi ve manevi hep savaş. Her savaştan yenik de çıksan galip de çıksan olgunlaşarak bir yenisine başlamak.Bitmez nefesinin sonuna kadar bitmaz.çünkü sen sınavdasın,ruhunu yüceltmek ,olgunlaştırmak için bütün zorluklara göğüs germelisin.Hayat bedenini terk ettiğn an bitiyormu?HAYIR asıl hayat ondan sonra başlıyor.Yalanlar ,riyakarlıklar,sahtekarlıklar en önemlisi de acılar bitiyor ve yücelmiş ,olgun,tecrübeli bir ruhla hayat başlıyor, ta ki olgunlaşmış ruhun yeni bir bedene girip yeni savaşlara başlayana kadar. Kolay Gelsin
  5. EmiLY_pandora şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Şiir Forumu
    ahmet arif lawike bunlar beni bu gece çok üzdü ya yoruldum da
  6. Bu arabayı buraya çıkarmak baya maharet ister
  7. Evet buydu güzel gerçekten ben gidince sen biteceksin demiş kimbilir kim neden yazdı bunu
  8. EmiLY_pandora şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Havadan Sudan Konular
    HaKaN YeŞiLYuRT - AMaN ŞiMDi (birisine )
  9. ne tuhaf, bazen ben beni alıp götürüyorum bilmediğim yerlere bilmediğim dediğim bildiğimden daha dürüst, daha bildik ne zaman bir yola düştüysem ardımada kendimi bıraktım ne zaman aynı şimdiki gibi başladı içimden "içimden gelmiyor" demelerim yıkıldığım anlardı, aslolansa kendimi yıktığım anlardı bir mevsimin getiri bunlar biliyorum, her yağmur sonrasında toprak kokmaya çalışmak ve bunu başaramamak sonra birden, öyle aniden kendine bakmak öyle ulu orta bir durakta bu şehrin yada yaban bir yerin ne fark eder desem de ediyormuş biliyomuşum bildiğim şehir bana daha bir acımasızmış, elimden tutup denize atarmış bu zamanlarda şimdi aklımda bir sürü, sonu gelmeyen bitmez hikayelerim peşim sıra geliyor ardıma bakıyorum, daha dündü gittiğim yer ama elim kadar yakın bana bakıyorum da burası bir ada sanki, ne kadar gitsem de aslında gitmiyorum gitsem de gidemiyorum kendimden uzaklara bir gemi geliyor yüreğimin gitmek istediği yerden alsın beni istiyorum buradan, benden, kendimden dönüyor, diyor, gitmek istemediğin yere aklına bir soru takılıyor, biliyorum, diyor ben şaşkın bakarken sorunun adı benim kendim, bunu gemi giderken farkediyorum 24:28, 24 Kasım 2005 "Kasım'a dair son parçam gitsin istiyorum bu yağmurlar artık benden geçmesinler uzun zaman buharlaşmak istiyorum öyle ansızın bir gün ben de yağmalıyım diyerek, şimdi bu vakitlerde..."
  10. EmiLY_pandora şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Müzik Cafe
    Aynı yerden devam UĞuRLaMa ( YoRuM ) bu kente yanlızlık çöktüğü zaman uykusunda bir kuş ölür ecelsiz alıpta başını gitmek istersin karanlık sokaklar kör sağır dilsiz ey sevda kuşanıp yolara düşen bilesin bu yollar dağlar dolanır yare ulaşmadan düşersen eger yarina sesinin yankısı kalır gecenin ucunda gün aralanir yar sevdasi ile yürek bilenir sizili bir irmak ugurlar seni su olup akarsin, kir çiçeklenir ey sevda kusanip yollara düsen bilesin bu yollar, daglar dolanir yare ulasmadan düsersen eger yarina sesinin yankisi kalir... Kolay Gelsin
  11. Birazdan "buraya kadar" olduğunu fark edeceksin. Eski evimin duvarlarındaki Bir çatlakla sıkıştırıp anıları... Çekip perdeleri, çarpıp kapıları İhanetini köhne bir evde Cezalandırmak olacak son yapabildiğim ki,... Yüzüne dünyamın kapılarını kapayışım bu. Ölümü ***** bir yüreğin seven bir yürekte ki, Yok pahasına satılacak senli zamanlar, Hiç olup kalacaksın, Az sonra... Ben gidince... Sen biteceksin... Birazdan, buraya kadar vukuatım olacaksın bu yolda. Kalan ayak izlerimi yiğitce yağmurlarla silip arkamdan, Patiska misali mendil yapıp fersudeliğimi, Duvarlarda yüzümü eskiterek, Gitmek olacak son bırakabildiğim ki,. Bu kent, bu dört duvarlar Çoğaltmayacak artık hüzünleri, Yansıtmayacak aynaların gözü yıkılmışlığımı, Dudak ısırığımı ki,. Kızıl damlalarda görülesi Hiçbir şey kalmayacak yaptığına dair... Az sonra... Ben gidince... Sen biteceksin... Çünkü! Göz tanıklık edemeyecek kadar dolu, Yara tedavi edilemeyecek kadar derin, Dil şaşılası kadar şaşkın,.. Ve,.. sen lanet aşkım. Az önce,.. Battın... Kolay Gelsin
  12. Ben biliyodum dedim zaten şevval yapmaz hep *NATALIA* dedi bırakır ( iftiraya bak )
  13. EmiLY_pandora şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Şiir Forumu
    AY KARANLIK Maviye Maviye çalar gözlerin, Yangın mavisine Rüzgarda asi, Körsem, Senden gayrısına yoksam, Bozuksam, Can benim, düş benim, Ellere nesi? Hadi gel, Ay karanlık... İtten aç, Yılandan çıplak, Vurgun ve bela Gelip durmuşsam kapına Var mı ki doymazlığım? İlle de ille Sevmelerim, Sevmelerim gibisi? Oturmuş yazıcılar Fermanım yazar N'olur gel, Ay karanlık... Dört yanım puşt zulası, Dost yüzlü, Dost gülücüklü Cıgaramdan yanar. Alnım öperler, Suskun, hayın, çıyansı. Dört yanım puşt zulası, Dönerim dönerim çıkmaz. En leylim gecede ölesim tutmuş, Etme gel, Ay karanlık... Ahmet ARiF Kolay Gelsin
  14. Eski günlere geri dönmek ne güzel... Salaş bir kahvede oturup insanları gözlemlemek çayı yudumlarken... Elimde kalem kağıt seni yazmak... Seni kelimelere dökmek... Kelimelere bürümek gözlerini... Hem yokluğunu hem de varlığını yaşamak aynı anda... İnsanlarda izlerini aramak... Çay bardağını tutuşunu benzetmek belki... Ya da konuşmalarında geçen birkaç kelimeyi seninle özdeşleştirmek... Kalbimi dinlemek sigaramın dumanını izlerken... Sigarayla fal bakmak... Eskiye dönmek ne güzel... Gelmeyeceğini bile bile seni beklemek eskiden olduğu gibi... Yine de belki gelirsin ümidi taşımak... İnsanların, yalnız başına oturmuş yazı yazan bir kadına bakmalarına aldırmadan yazmak ne güzel... Ne güzel sadece geçmişi yaşamak... Kabuk bağlamış yaraları kanatmadan hatırlamak bazı şeyleri... Geleceği silmek, bir anda olsa... Yaşamın sadece geçmiş ve şimdisini yaşamak... Ne kadar özlemişim meğer böyle anları... Kendimle yüzleşmeyi özlemişim... Kendimle yüzleşirken yazmayı belki de... Sigara üstüne sigara yakmayı... Ve kimsenin çok sigara içiyorum diye karışmamasını... Geçmişe dair hatırladığım, daha doğrusu hatırlamak istediğim birkaç parça anıyı seçip onu yaşamak... Hüzünlenmek için değil, sadece ders almak için... Tekrar tekrar aynı yoldan geçmemek için... Eski günlere dönmek ne güzel... Kolay Gelsin
  15. Dimi ama ne olur ne olmaz Ama yok şevvalim dosttur ölür de bırakmaz yere çakılayım dimi kız şevval ( bu şimdi yok der bende rezil olurum iyimi )
  16. *NATALIA* benden bıkmış şevval tutmaz şimdi bende yanarım ben iyisimi paraşüt takayım bak şevvalim bana kuşmu diyorsun sen şimdi saol valla ne diyim bari kuğu olam nolur
  17. Uçan uçana bende uçucam kafa üstü inmekte var ama olsun risk göze almalı insan değilmi hemde paraşütsüz atlamayı denerim şevval tutar beni
  18. tedaviye ihtiyacımız var diyorsun yani lena vah vahh çok yaşamazmıyız sence ben bitmişim allah yardımcımız olsun ne diyim Y-O-R-U-M-S-U-Z... SEVGİLİ KRALX GÜZEL YAKALAMIŞSIN TEBRİk EDERİM
  19. Çocuktur bu ayrıcalık istemez Çocuktur bu ne yağmur ne de yaş demez Çocuktur bu neyin iyi neyin kötü olduğunu bilmez Doğruyu yanlışı anadan öğrenir çocuklar Dayak ile çocuk ıslah olurmu Kötü sözle doğru yola gelirmi Çocuktur bu dur demeyi bilirmi Her an sevgi ilgi ister çocuklar Nice körpe kuzu kalmış anasız Nice masum çocuklar da vardır yuvasız Kimisi yetim kalmış kimisi de öksüz Geleceğimizin umudu olan çocuklar Acep nasıl büyürler bu garip çocuklar Bilinçsiz bilgisiz nerde kalırlar Aç-susuz yuvasız nasıl yaşarlar Çalan çarpan sokakta yatan çocuklar..... Şimdi bu yurtta büyüyen bir çocukla sokakta büyüyen çocuğun arasında çokmu fark var.Bence yok belki sokak daha güvenli bile denebilir kendine bir grup edinir ama öyle ama böyle hayatla baş etmesini öğrenir. Çocuk yuvası varmı var.Varlar cumhuriyeti diyordu yılmaz erdoğan bir oyununda hakikaten var da var. Var anladıkta hiç olmasaydı keşke üzeri çatı olan heryer ev mi bir evi ev yapan bir yuvayı yuva yapan içindekiler değilmi. Bilinçsiz insanları çocukları eğitmeleri için bu çatının altına sokarsanız olacağı budur işte ki bu belkide görünen yüzleri olayların.Kimbilir daha nelere maruz kalıyorlardır. Aslında söyleyecek bir çok şey var ama ne diyeyim allahlarından bulsunlar ki allahları varsa ....
  20. ya şöyle de olur ben hatırlıyorum bayramlarda annem babamın elini öpüyodu ama babam para vermiyordu . Çünkü hepsini bana vermiş oluyordu
  21. Mavioğlu: "12 Eylül vahşeti telafi edilemez" gönderen: İstanbul Indymedia - BBM Friday October 07, 2005 at 08:05 AM Ertuğrul Mavioğlu kalbi solda çarpan bir gazeteci yazar. Yaşama, yaşamı sorgulayarak yaklaşagelmesi de, çoğumuzun bildiği ama görmezden geldiği ‘derin’ deneyimler yaşatılmış olması da bundan belki. Bu söyleşi, 12 Eylül darbesi sürecinin doğrudan değil dolaylı sonuçlarını deneyimlemekte olan İstanbul Bağımsız Basın Merkezi (Indymedia İstanbul) Kollektifi’nce gerçekleştirilmiştir. DARBE DÖNEMİNDE DOĞANLAR BUGÜNÜN GENÇLERİ İŞTE…” - Gençliğiniz 1978ler’in girdabında geçti; o günkü ortalama bir gencin ve bugünkü ortalama bir gencin fotoğrafını çektiğinizde gördüğünüz farklar ya da benzerlikler neler? O günlerle bugünü kıyaslamak için öncelikle yaşanan zemini kıyaslamak gerekir. O günlerde hayatın her alanında çok yoğun bir antifaşist mücadele söz konusuydu. Sola karşı kanlı operasyonlar (Susurluk skandalı sonrasında da gündeme geldiği gibi) Balgat, Bahçelievler, 1 Mayıs… katliamları yaşandı, kimsenin can güvenliği yoktu. Sonra 12 Eylül darbesi geldi. Solu yok etmek üzere tezgahlanan faşist saldırılar o günün gençlerini yani bizleri çok hızlı büyütmüştü. Bugün 17-18 yaşlarında olanlara bakıyorum, hâlâ çocuklar. Onları büyüten, büyütecek bir sosyal zemin yok. Bu aynı zamanda sistemin edindiği bir deneyimin sonucudur. Gençlerin sosyal duyarlılıklarının gelişmesi istenmiyor ve yaşanan gerçekliklere uzak tutuluyorlar. Dolayısıyla onlar da kolay kolay büyüyemiyorlar. Biz amatördük, kendimizi toplumsal haksızlıkların hızla giderilmesine odaklamıştık. Kendimizi biraz da karşıtımızla ifade ediyorduk dolayısıyla. Başka bir adalet sistemine duyduğumuz ihtiyaç yakıcı bir hal almıştı. Biz bu ihtiyacımızı yüksek sesle dile getirmeyi biliyorduk ama bugünden baktığımda, bunun nasıl gerçekleşeceği konusunda düşüncelerimizin yeterince olgun olmadığı da ortadaydı. Sorunuza gelirsek, o günkü gençliğin üzerinde durduğu zemin ile bugünkü gençliğin zemini çok farklı kısacası. Bu durumun bir sonucu olarak bugünün gençliği, kendi kaderine, geleceğine el koyma iddiasından yoksun. Bu, 12 Eylül sonrası yaşanan depolitizasyon sürecinin dolaysız bir sonucu. Darbe döneminde doğanlar bugünün gençleri işte… “KOLORDUNUN SORGULAMASI 300-500 METRE İLERİMİZDEYDİ. BİZİM UZAĞIMIZDAYDI, AMA KARARGÂHTAN ORADA YAPILAN İŞKENCELERİN DUYULDUĞU SÖYLENİYORDU. ORADA DA ADLÎ MÜŞAVİR VARDI. BUNLARI BİLİYORLARDI” (sf. 167 – 168) - Tamam, Türkiye için böyle olabilir fakat dünyadaki gelişmeler de çok farklı bir yönde olmadı ki? Dünya da mı yaşadı 12 Eylül darbesini? - Elbette 12 Eylül darbesi dış gelişmelerden bağımsız değildi. Buna ek olarak 1990’larda SSCB’nin çözülmesi dünyada tek taraflı ideolojik bir bombardımanın da önünü açtı. Bu ise kuşkusuz Irak’a düşen bombalardan çok daha büyük tahribata neden oldu. Söz konusu olan sosyalizmin düşünsel (ideolojik) hegemonyasını yitirmesiydi. 12 Eylül söz konusu sürecin daha derinlere işlemesine neden oldu bu ülkede. Bakın Latin Amerika’da sol adına umut veren kıpırdanmalar var, Almanya’da – çizgisini benimseyelim ya da benimsemeyelim – Sol Parti yükseliş içinde. Türkiye’de ise sol adına yaprak kımıldamıyor. Bu âtıllıkta darbe süreci çok etkili oldu. - Yolda yürürken Kenan Evren’le karşılaştınız; yüz yüze geldiniz diyelim. Ne yapardınız? - O son derece kanlı bir dönemin, sola, sosyalizme saldırının simge ismi. O gün de, bugün de ben gider istediğim bir çay bahçesinde oturur ve çay içerim. Kenan Evren gibiler bunu yapamazlar. Ben halkın içinde oldum hep, ama onlar buna cesaret edemez; karşılaşma olasılığımız çok düşük yani. Yine de karşılaşsak ne derdim? Yazdıklarımdan çok daha fazlasını herhâlde. Kimi yaşananların telafisi mümkün değildir. 12 Eylül sürecinde yaşanan vahşet de telafisi mümkün olmayanlardan. Emir-komuta adaleti çerçevesinde verilmiş olan ağır cezaların adaletsizliğini anlatırdım, işlettiği cinayetleri… İdam cezalarının ya da daha doğru bir deyimle devlet eliyle işlenen taammüden cinayetlerin sorumlusu olduğunu söylerdim yüzüne. “TÜRKİYE’DEKİ HER ASKERÎ DARBENİN RADYODAKİ BİLDİRİLERİNDE DUYULAN İLK TÜMCE “NATO’YA BAĞLIYIZ.” OLMUŞTUR.” - Burada bir ayraç açmak istiyorum. Darbeyi ordu yaptı, fakat asıl ipler darbecilerin mi, yoksa ABD, NATO gibi daha tepedeki oluşumların mı elindeydi. Bunu şu Mehmet Ali Birand’ın bir kitabında geçen (sonraları ABD’lilerce tekzip edilse de tekzibin yalan olduğu anlaşılmış) bir simge tümceye de dayanarak söylüyorum: “Our boys have done it” [“(Darbeyi) bizim çocuklar yaptı.”] ABD’nin Ankara’daki bir diplomatının ağzından dökülen sözcüklerdi bunlar, Birand’a göre. - Türkiye aslında ‘küçük Amerika’. Devlet mekanizmasının ABD’nin taleplerine direnen değil, uyum gösteren bir yapıya sahip olduğunu biliyoruz. Bunu askeri hibe ve krediler, ekonomik borçlar, standardizasyon vb. oldukça fazla kanalla gerçekleştiriyorlar. Bu yönüyle düşünürsek darbecilerin asıl kimliği elbette ki ABD ile işbirliği ve NATO ilişkileri çerçevesinde şekillendi. Fakat Türkiye’de yaşananları uzaklarda birilerinin sırtına atmak, bana pek aklî gelmiyor. Çok somut: Türkiye’de 12 Eylül darbesini emir-komuta zinciri içinde ordu yaptı. Askerî cezaevlerinde yattı o insanlar, askerî mahkemelerde yargılandılar. Ama diğer yandan, Türkiye’deki her askerî darbenin radyodaki bildirilerinde duyulan ilk tümce “NATO’ya bağlıyız.” olmuştur. Bu da, işbirlikçi karakteri, biz vurgulamasak bile, net bir biçimde gösterir. - Ordunun bağlı olduğu salt NATO vb. değil sermaye sınıfıydı da. DİSK kapatılırken, - - - Kızılay ve OYAK’la birlikte TÜSİAD da sapasağlam ayakta kaldı darbeden sonra. Aslında darbenin sınıfsal karakterdeki en iyi ve ilk tahlilini sermaye sınıfının bir sözcüsü, hiçbir solcunun yapamadığı denli açık ve net yaptı. O zamanlar Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu’nun başkanı olan Halit Narin “Gülme sırası bizde.” diyordu darbeyi izleyen günlerde. En belirgin sınıfsal tahlildir. İkinci en çarpıcı tahlil de yine sermaye sınıfının bir başka duayeninden Vehbi Koç’tan gelmiştir. Koç’un Kenan Evren’e gönderdiği akıl veren o ünlü mektup ibretliktir. - Tam da bu noktada sormak istiyorum, bugün egemen basın organlarında 12 Eylül’e ilişkin yoğun bir yargılama / olumsuzlama süreci söz konusu. Fakat bu olumsuzlayanlar, sermaye sınıfının gazetelerinde yapıyorlar bu yargılamayı. Yani Darbe süreci ile serpilen holdinglerin iletişim aygıtları, iş işten geçtikten sonra kendisine güzel günler getiren darbecileri eleştiriyorlar. Bu bir çeşit ikiyüzlülük değil mi? - Bir anlamda evet. Basın olayı ‘…öyle kötü günler yaşandı, bitti...’, ‘…ordu buna mecburdu…’ söylemiyle veriyor daha çok bana sorarsanız. Diğer yandan ‘öyle kötü günler’ bugün de sürmekte, 12 Eylül günümüze önemli oranda taşınmıştır. Örneğin Asılmayıp Beslenenler adlı kitabımda da ele alınan F-tipi cezaevi zorbalığı gökten zembille inmedi, 12 Eylül’den bu yana gerek ceza yasası gerek cezaevlerindeki uygulama süreci ilmek ilmek dokunarak f-tipi cezaevlerini getirdi önümüze. Ya da örneğin Ermeni Konferansı’nın idarî mahkeme tarafından inanılmaz bir biçimde iptal edilmesi girişimi: Bunu ‘emir-komuta adaleti’ olgusunu göz ardı ederek nasıl izah edebiliriz ki? Bunlar ‘adalet’e olan inancı kökten sarsacak gelişmelerdir. Öyle ki, Türkiye’de yaşananlar “adalet” kavramını sınıfsal arka planıyla birlikte ele alanlar açısından oldukça zengin örnekler sunuyor. Apoletli Adalet’in giriş yazısında da belirttiğim gibi, iktidarın olduğu yerde zorbalık da var ve adalet dediğiniz egemen olanın adaletinden başka bir şey değil. Hemen her şey güçlerin karşılıklı savaşımı üzerinden yürüyor Türkiye’de de, dünyada da. “KOCA BİR KUŞAK KIYMA MAKİNESİNDEN GEÇİRİLDİ, KİMİSİ KIRILSA DA KEMİK GİBİ DURMAYI BECERDİ, KİMİSİ ET GİBİ EZİLDİ.” - İlk sorumuz ‘78 kuşağı gençliği ile bugünün gençliğinin karşılaştırılması üzerineydi; aynı soruyu bugünün solcusu ve o günün solcusunun karşılaştırılması biçiminde değiştirerek sorsak? - Koca bir kuşak kıyma makinesinden geçirildi, kimisi kırılsa da kemik gibi durmayı becerdi, kimisi et gibi ezildi. 16 Mart 1978’de Eczacılık Fakültesi’nin önünde gerçekleştirilen derin destekli katliamın ardından DİSK 19 Mart 1978’de bir ‘faşizme ihtar’ eylemi örgütledi. DİSK fabrikalarda, bizler de okullarımızda bu eyleme katıldık. İstanbul Üniversitesi’ni geceden işgal etmiştik. Sonra yürüyüş başladı. Yürüyüş kolunun bir ucu Sirkeci iskele meydanını doldurduğunda, yürüyüş kolunun diğer ucunda İstanbul Üniversitesi’nin bahçesi hala hınca hınç doluydu. Bu insanlar 12 Eylül 1980 sonrasında kayboldu. Bu nasıl oldu? Şöyle oldu: 1)12 Eylül sürecinde (1980 – 1985) bir milyonun üzerinde insan gözaltına alındı (resmî rakamlar 650 bin olduğunu söylüyor, fakat buna kırsal kesimde ve köylerde gerçekleşen toplu gözaltıları da, tahminî olarak - ekliyorum). Bunların 230 bini hakkında örgüt üyeliği ‘suçu’ndan dava açıldı. O gözaltı travması insanlar üzerinde onarılması çok güç tahribata yol açtı. Cinsel organlarına ip bağlananlar mı istersiniz, çırılçıplak soyulup dolaştırılanlar mı, yoksa kadınların uğradığı cinsel tacizler mi… 2) Emniyet/karakol/kışla süreci: Burada da göz altı ile başlayan işkenceler sistemli bir şekilde sürdürüldü. “Nereye gitti bu insanlar?”ın sorusunun yanıtı böyle verilebilir. İnsanlar bir daha işkence görmeme adına sessizleşti, suskunlaştı... Sokaklarda iki kişiden fazlasının yan yana yürümesi bile yasaklandı. İnsanlar birbirleri ile görüşmemek için yolda yürürken kaldırım değiştirir oldu. 25 yıl olmuş darbe yapılalı fakat bu ağır bir travmaydı, bu travma o günlerde çocukluğunu yaşamakta olanların bir bölümünü tepkicil olmaya yöneltti. 1989 – 1990’da yükselen memur-işçi ve öğrenci muhalefetini de biraz böyle algılıyorum; ne ki gerek dünyada Doğu Bloku’nun çöküş süreci, gerek 1989 – 1990’da yinelenen soruşturma/işkence/gözaltı/yargısız infaz dalgası ile bu dalga da sönümlendi. Bugün orta yaş kuşağını oluşturan insanlar 1980’lerde genç olanlar, çocuk olanlar. Darbe travmasını yaşamasalar da gözlemlediler çoğu. Çocuklarını buna göre yetiştirdiler. Bakın bugünkü gençliğe, ne suya ne sabuna dokunma yanlısı çoğu… toplumsal yarar gözetme kaygısı, bir ideal peşinde yürüme duygusu yok çoğunda. Çünkü darbe travması, kapitalizmin küresel hegemonya oluşturma amaçlı saldırısıyla birleşti ve amaçsız, değerleri olmayan bir gençlik çıktı işte ortaya. 1978’de sol vardı; ama bugün sol ne kadar etkin, bu tartışılır. HEPSİ AYNI FABRİKADAN ÇIKMIŞLARCASINA BİR ÖRNEKTİ. BUNLARIN ÇOĞU CIA TARAFINDAN AKTARILAN, ÖĞRETİLEN YÖNTEMLER.” - Az önce işkence/travma sürecinden söz ettiniz. Bunlar salt Türkiye’ye mi özgüydü sizce? - Geçenlerde İsabelle Allende’nin Şili’deki cunta dönemini de anlattığı Ruhlar Evi’ni okudum. Uygulanan işkence yöntemleri, mantık bire bir aynı. Kalemlerin Gecesi’ni seyrettim, Arjantin’deki cunta sürecini anlatan bu filmde olanlar da Türkiye’de yapılanların hemen hemen aynısıydı. Keza Olympia Garajı adlı filmde aktarılanlar…. Sonra Duvardaki Sarmaşık. Uruguay’daki işkence/cunta süreci… hepsi aynı fabrikadan çıkmışlarcasına bir örnekti. Bunların çoğu CIA tarafından aktarılan, öğretilen yöntemler. Türkiye’de bu pisliklere alet olanların hiçbiri yargılanmadı. Evren’i yargılayamazsınız, anayasadaki geçici 15. maddeden ötürü. Kaç kişi sokakta öldürüldü sorgusuz sualsiz ‘derin’ güçlerce, hiçbiri cezalandırılmadı. İşkence yapanlar göstermelik olarak yargılandılarsa da, hemen hiç ceza almadılar. Çok çarpıcı olduğu için, İsmail Hakkı Adalı, Kemal Soğukpınar, Reha Şen ve Fevzi Yalçın’ın hunharca katledildiği 7 Ekim 1988 Tuzla katliamından söz edeceğim. TİKKO militanı olduğu savlanan bu dört kişi için İstanbul Siyasi Şube’nin neredeyse tüm görevlileri Tuzla Köprüsü’ne mevzilenip beklemeye başlıyorlar. Bu kişilerin oradan geçeceği biliniyor, istihbarat önceden alınmış. İçinde bulundukları yabancı plakalı araç durduruluyor. Buraya kadar da bir sorun yok. Kolaylıkla dışarı çıkarıp enterne etme imkanları varken bunu yapmıyorlar. Köprünün üzerinde mevzilenen bütün polisler silahlarını bu dört gencin üzerinde deniyorlar. “YETMİYOR BİR ŞARJÖR DAHA, BİR ŞARJÖR DAHA.” Yetmiyor bir şarjör daha, bir şarjör daha. Araç ve içindekiler delik deşik oluyor. Vahşet bu boyutta olmasına karşın, bu olaydan da ceza alan kimse olmadı. “Adalet” dediğiniz iki yüzü olan bir olgu kısacası, ezilenlere asla güven vermez. “Güçler ayrılığı” deniliyor, hikaye! 12 Eylül sonrasında kurdurulan Danışma Meclisi, askerî mahkemelerde alınan herhangi bir idam kararına “Hayır” dedi mi? Sonrasındaki MGK süreciyle birlikte yaşananlar hafızalarda taptaze. Ve bugün yaşananlar… Şu ânda da böyle oluyor, “Ermeni Konferansı istemiyoruz” diyor Adalet Bakanı, “Elimde olsa bu konuda dava açardım” anlamına gelecek sözler söylüyor; tak diye iptal ediyor idarî mahkeme, ya da hükümetin işine gelecek bir biçimde konferansın yeri değişiyor falan… “SONUNDA ÖĞRENDİK Kİ (İLGİLİ KOMUTAN) ERDAL ATABEK İLE İLGİLİ TUTUKLAMA KARARI VERMEYİ KABUL EDEN BİR HAKİMİ NİHAYET BULMUŞ.” sf. 62) Ne idüğü belirsiz raporlar geliyor bir yerlerden, mahkeme bunu kanıt kabul ediyor kişileri cezalandırmak, cezalarını artırmak için. İşkence yapıldığına ilişkin raporlar hazırlanıp konuyor mahkeme dosyalarına, birileri çıkartıyor onları. Diğer yandan Abdullah Çatlı’nın belgeleri arşivlerden, dosyalardan çıkartılıyor, bu ilk kez Apoletli Adalet adlı kitapta apaçık anlatıldı. Yargılama dediğiniz tiyatrodan ibaret kısacası. Kitapta da dendiği gibi “avukatlar tuzluk” görevi görüyor. Âdet yerini buluyor, yoksa yargılama çoktan yapılmış, kararlar çoktan verilmiş… “12 EYLÜL SÜRECİNDE TOPLU DAVALAR AÇILMASI İSTEMİNİN ‘YUKARI’DAN GELDİĞİNİ AKTARIYOR VE TEKİL DAVALAR AÇILMAMASININ CUNTADAKİ ‘BAKIN DÜŞMAN ÖRGÜTLÜ VE ÇOK GÜÇLÜYDÜ’ İZLENİMİ UYANDIRMA AMACINI TAŞIDIĞINI BELİRTİYOR.” - Burada şimdiye kadar es geçilmiş çok önemli bir noktadan bahsediliyor kitapta. Emekli Hakim Albay Refik Karaa 12 Eylül sürecinde toplu davalar açılması isteminin ‘yukarı’dan geldiğini aktarıyor ve tekil davalar açılmamasının cuntadaki ‘bakın düşman örgütlü ve çok güçlüydü’ izlenimi uyandırma amacını taşıdığını belirtiyor. Birbiriyle alakasız yüzlerce, binlerce insan bu nedenle belirli toplu davalarda yargılandı. “KEZA 12 YAŞINDA BİR ÇOCUĞU DA YAKINLARIYLA GÖRÜŞTÜKTEN SONRA BIRAKTIRDIM. SUÇ NE? ÇOCUĞUN EVİNİN BAHÇESİNDE SİLAH YAKALANMIŞ. 12 YAŞINDAKİ ÇOCUK BÖYLE BİR SUÇTAN SORUMLU TUTULABİLİR Mİ?” (sf. 138) - 12 Eylül sürecinde ilkeli ve onurlu davranmış az sayıdaki yargıçlardan biri Atilla Rişvanoğlu’ydu. Rişvanoğlu, onunla görüşmenizden kısa bir süre sonra yaşama veda etmiş… - Evet, üzücü… Daha ilginç bir şey İzmirli avukat Fehmi Çam ile görüşecektim bu kitapla ilgili. Hıdır Aslan’ın avukatıydı. Görüşmemize bir gün kala beyin kanaması geçirdi. Asılmayıp Beslenenler adlı kitabımda görüşlerine yer verdiğim Nazif Kaleli ne yazık ki vefat etti… Bunlar oldukça insan düşünmeden edemiyor, 12 Eylül’ün muhasebesini bizler geciktirdikçe, bu konuda bilgi sağlayabilecek insan da kalmayacak. “BUYURSUNLAR, SAĞCILAR DA SİSTEMİN ETEKLERİNE SIKI SIKIYA YAPIŞMAK YERİNE BENZER ÇALIŞMALAR ÜRETSİNLER.” - Kitabınız için görüştüğünüz kişiler genellikle ‘kalbi solda çarpanlar’ olmuş. Oysa, daha az sayıda da olsa birkaç sağcı da ‘apoletli adalet’ten nasibini almıştı. Siz, sağ kesimle görüşmemişsiniz. Bu durum eserinizin nesnelliğine halel getirmiyor mu? - Durduğum yere göre yazdım o kitabı. ‘Aman herkes olsun’ kaygısı gütmedim açıkçası. Sözlü tarih yöntemi ile geçmişe ışık tutacak bir derleme, araştırma idi yaptığım. Hayatta tek ‘patron’ olduğum yer, yazdığım kitapların içeriğine ilişkindir ve bunun adı öznellikse, ben de bunun bilinçli bir tercih olduğunu söyleyeceğim. Buyursunlar, sağcılar da sistemin eteklerine sıkı sıkıya yapışmak yerine benzer çalışmalar üretsinler. “BU ÜLKEDE DARBECİLERİN DE ADALETE GEREKSİNİMİ VAR”. - Bir de verilen cezaların hepsinin de sembolik anlamları vardı. Örneğin mahkemede slogan atıp “Yaşasın bir Mayıs.” dedikleri için idam cezası müebbete çevrilmeyenler, örneğin ABD’li Kommer Türkiye’ye geldikten hemen sonra infaz edilen idam cezaları… keşke hepsinin teker teker hesabı sorulabilse. Bu cellatlar için de iyi olurdu, belki cezalandırılsalar, bir nebze olsun vicdanlarını temizlemiş hissederlerdi kendilerini… Absürd bir tanımlama ile; Ali Elverdi’ler, Kommer’ler, Evrenler de kolay yetişmiyor (!) bu dünyada, ve Kenan Evren hakkında dava açtığı için görevden alınan onurlu savcı Sacit Kayasu’nun da dediği gibi “bu ülkede darbecilerin de adalete gereksinimi var”. - Kitabınızın önemli bir bölümü darbe sürecinde Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananlara ayrılmış… - Çünkü en çıplak işkenceler, cezalandırmalar, katliamlar orada yaşandı. Bizler Ankara’daki, İstanbul’daki, Doğu dışındaki başka yerlerdeki hapisanelerde bir biçimde de olsa sesimizi duyurabiliyorduk. Diyarbakır’da bu yoktu ve olmadı. Orada herşey, mahkemelerde olsun, gözaltına alınma sırasında olsun, hapisanelerde olsun çok daha sert ve başka türlü yaşandı. “UZUN TUTUKLAMALAR, BİR ANLAMDA YIĞINLARI ENTERNE ETME YÖNTEMİNE DÖNÜŞTÜRÜLMÜŞTÜ.” - Kitapta idama götürülen kişilerin ardından gözyaşı döken subaylardan da söz ediliyor örneğin… Askerî de olsa bir insanî boyut söz konusu olmadı mı sizin 12 Eylül sürecinde yaşadıklarınızda? - Atilla Rişvanoğlu bana savcılık yapmadı; Refik Karaa benim davalarıma bakan yargıç değildi… 12 Eylül’ün burgacından geçirilen çoğu kişi insanî bir şeyle karşılaşmadı. Süreç özet olarak şöyle işletildi: Sizi gözaltına aldıklarında ve tutukladıklarında iki yıl mahkemeye çıkartılmayı bekliyordunuz neyle suçlandığınızı ya da suçlanacağınızı bilmeksizin. Bu iki yılın sonunda çok ufak bir olasılıkla, birkaç kişi tahliye edilebiliyordu. Çoğunluk için ise teatral yargı süreci başlıyordu. Gelsin eylem dosyaları… Diyelim bir suçlama yöneltiliyor size; suçun asgari cezası 4 azami 12 yıl; hemen hiçbir zaman üst limiti yeğlemekten vazgeçmedi savcılar. Zaten yargının hızı malûm; toplam 12 yıl hapiste kalabiliyordunuz tutuklu olarak ve sonuçta mahkeme sizi suçsuz bulabiliyordu. Zaten suçlu bulsa da verilebilecek en uzun süreli cezayı hapiste, yargılanmanızı bekleyerek geçirmiş oluyordunuz; hiç şüphesiz planlı bir eylemdi bu. Uzun tutuklamalar, bir anlamda yığınları enterne etme yöntemine dönüştürülmüştü. Aslolan sizin için askerlerin ve onlara göbekten bağlı yargının verdiği peşin hükümdü; sonrasında âdet yerini bulsun bir süreç işletiliyordu. “İŞİN İRONİK YANI, ŞİMDİKİ ‘SİVİL’ MAHKEMELER O ZAMANLARDAKİ SUÇLAR BENZERİ SUÇLAR İÇİN BUGÜN ÇOK DAHA AĞIR CEZALAR TALEP EDİYORLAR.” İşin ironik yanı, şimdiki ‘sivil’ mahkemeler o zamanlardaki suçlar benzeri suçlar için bugün çok daha ağır cezalar talep ediyorlar. Hâlâ devam eden davalar var, Dev-Yol, Dev-Sol davaları sürüyor; yargılamayı sürdürenler binlerce klasör tutan dosyadan da habersizler. Savcı 163 kişi hakkında ağırlaştırılmış müebbet cezası istemiyle (geçmişteki idam cezasına denk) 146/1’den mütalaa hazırlıyor ama bu kişilerden dördünün ölü olduğunu bile bilmiyor. - Kitabınızda 12 yıl boyunca idam edilmeyi beklemiş Ahmet Erhan da var. ‘Nasıl bir psikoloji böyle bir durumu kaldırabilir?’ diye soruyor kişi kendine ister istemez… - Evet, korkunç bir süreç. Böyle durumlarda kişi kendinden çok başkalarına odaklanıyor, başkalarını düşünüyor ve kendine güçlü bir ideal belirliyor; örneğin ‘biz insanlığı temsil ediyoruz’ diye düşünüyor belki de haklı olarak; bir misyon ifadesi söz konusu oluyor ve bu, kişinin direnmesine yardımcı oluyor. Deniz Gezmişler sürecinde de böyle olmuştu. Motivasyon ve bununla birlikte sizi yaşama bağlayacak tutamaklar önemli. ‘Yoldaş’larını düşünüyor kişi içeride, kendini geçmişteki benzer mücadeleleri vermiş kişilerle özdeşleştiriyor; bu ve bunun gibi şeyler onun dayanma gücünü artırıyor. “POLİSLER, BANA VE BİRKAÇ ARKADAŞIMA BUGÜN BİLE ANLAMLANDIRAMADIĞIM ÇOK AŞIRI BİR ŞİDDETLE UYGULADI. O GÜN AKŞAM SALIVERİLDİK.” - Babanız da 12 Eylül sürecinde avukat olarak çok dirsek çürütmüş birisi. Sizin davalarınıza da o bakmış. Nasıl bir ilişki vardı aranızda; siz cezaevine girince ne yönde bir evrilme oldu? - Babamla 1980 yılında cezaevine girince yeniden tanıştık. Haftada iki kez birer saat görüşebiliyorduk, bu yaklaşık sekiz yıl boyunca süren bir sohbetler dizisine ve babamla ilişkimizin yeniden tanımlanmasına yol açtı. Benim gözaltına alınmamın ve sonrasında başıma gelenlerin ondaki devlet fikrini kökten değiştirdiğini biliyorum. 1978’de, henüz yaşım 17 iken bir sokak gösterisinin ardından gözaltına alındım. Polisler, bana ve birkaç arkadaşıma bugün bile anlamlandıramadığım çok aşırı bir şiddetle uyguladı. O gün akşam salıverildik. Eve gelip üzerimdekileri çıkarttığımda çok şaşırdım, çünkü sırtım ve her yanım cop yaraları ve çürükleri ile doluydu; o gün babamın değerler dünyasında bir deprem oldu sanırım, ve ondaki ‘devlet işkence yapmaz’ görüşü değişti. “SANA HER GÜN PARA GÖNDERECEĞİM, EĞER İŞKENCE GÖRMEMİŞSEN PARAYA İHTİYACIN OLMADIĞINI BİR NOTLA İLETİRSİN, YOK İŞKENCE GÖRMÜŞSEN “PARAYA İHTİYACIM VARDI” DER TEŞEKKÜR EDERSİN.” DEDİ. Daha sonra, 12 Eylül sürecinde siyasi şubeye düştüğümde şube müdürüne subay olan amcamla birlikte ziyarete geldiler. Siyasi şube müdürünün işkenceyi savunan söyleminden başıma gelecekleri hem ben hem de babam hissettik. Ayrılırken kulağıma gizlice “Sana her gün para göndereceğim, eğer işkence görmemişsen paraya ihtiyacın olmadığını bir notla iletirsin, yok işkence görmüşsen “paraya ihtiyacım vardı” der teşekkür edersin.” dedi. Babamın bunu düşünmesi yaşanacaklara ilişkin öngörüsünü de ortaya koyuyordu; yani artık o da devletin işkence yapabileceğini kabul etmişti. Nitekim dediği gibi yaptım ve ikinci günden sonra ağır bir işkence başladı ve bunu anlaştığımız şifre ile ilettim ona. Daha sonra Sıkıyönetim Komutanlığı’na başvurularda bulunarak “şu, şu günlerde Ertuğrul Mavioğlu’na işkence yapılmıştır…” ifadelerini içeren ayrıntılı dilekçeler sundu; sıkıyönetim komutanları, kapalı kapılar ardında yapılan işkencelere ilişkin bilginin dışarıya nasıl sızabildiği konusunda şaşkına dönmüşlerdi. Asılmayıp Beslenenler kitabını yazmadan önce babama “Seninle de konuşacağım bir kitap için…” demiştim, fakat o “Hoşlanmıyorum.” diyerek bu önerime olumlu yaklaşmamıştı. Asılmayıp Beslenenler yayınlandıktan sonra birden konuşmaya karar verdi. Onunla yaptığım görüşme Apoletli Adalet kitabının da ufkunu belirledi bir anlamda. Yani kitabın onunla yaptığım röportajla başlaması, babama torpil geçtiğim için değildir. Kolay Gelsin
  22. ÜZÜM ÜZÜM ÜZÜLÜRSÜNÜZ! Denizli’de açılışlara katılan Başbakan yine “ulema”dan bahsetmiş. AİHM’ne “türban” için “ulemalara sor” diyerek akıl öğretmeye kalkan bir Başbakan tarafından yönetiliyoruz. AİHM’sini eleştirirken “din ulemalarına danışsınlar” dediği için kendisini eleştirenleri “cahillikle” suçluyor. “Cehalet içinde olan” bizleriz. Cahilliğimize kızıyor. Ona göre “ulema” kelimesini “gündemde” tutmak isteyen biz cahiller lügate bakmadan konuşuyoruz. Ulema; alimlerin çoğul haliymiş. Eleştirenlerin hassasiyeti üzüm yemekte değil, bağcıdaymış. Üzüm yemek istemeyenler karşılığı olarak biz cahillerden söz ettiği belli. Bağcı kim? Başbakanın lügatine göre; “ulema” sözünü; ne biz cahiller ne de AİHM deki yargıçlar anlıyor. Anlamıyorsunuz. Başbakan üzüm yemek istiyor. Sizde üzüm yemek isteseydiniz, din alimlerinin çoğulundan bahsederken “ulema” denilmesi gerektiğini anlardınız. Cahiller… Hatta konuyu bilmeden AİHM kararını veren yargıçlar ve üzüm yiyen başbakanı eleştiren cahiller olarak “bağcı” konusunda hiç “hassas” değiliz… Öyle ya bizim mürekkep yalamışlığımız da yok!... AİHM kararının ne anlama geldiğini bilmeyen bir çok siyasiyle karşılaştık. Hukuksuz, politikacılar gördük. Kuran’ı Kerim okuyup hatim indirenlere af çıkarmayı düşünen Adalet Bakanlarımız oldu. İç hukukumuzda dava açılırken avukatlara verilen “vekaletname” yerine, sadece “yetki belgesi”ni başvuru için yeterli sayan AİHM’sini “ciddiyetsizlikle” suçlayanlar oldu. Böyle eleştirenler siyasi partileri kapatılınca AİHM’ne büyük bir ciddiyetle başvurdular. Gerek Anayasa ve gerekse Siyasî Partiler Kanununun birçok maddesinde yazılı olan Cumhuriyetin temel niteliklerinden sayılan “lâiklik ilkesi”nden ne anlaşılması gerektiğini öğrenmek istiyorlarsa; Refah Partisi hakkında verilen Anayasa Mahkemesinin 1997/1 (Siyasî Parti Kapatma) Esas ve 1998/1 Karar sayılı ve 16.1.1998 tarihli kararına baksınlar. Mürekkep yalamışlar ve üzüm yemek istiyorlar sözüm ona… Ama henüz öğrenememişler. “Lâiklik”, ortaçağ dogmatizmini yıkarak aklın öncülüğü, bilimin aydınlığı ile gelişen özgürlük ve demokrasi anlayışının, uluslaşmanın, bağımsızlığın, ulusal egemenliğin ve insanlık idealinin temeli olan uygar bir yaşam biçimidir. Lâik düzende din, siyasallaşmadan kurtarılmıştır. Kamusal düzenlemelerin dinî kurallara göre yapılması düşünülemez. Düzenlemelerin kaynağı dinî kurallar olamaz. (…) Demokrasi, şeriat düzeninin karşıtıdır. Çağdaşlığın göstergesi olan bu ilke, Türkiye Cumhuriyeti’nde “ümmet”ten, “ulus”a geçmenin de itici gücü olmuştur. Hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü ilkesi, gücünü lâiklikten alır. Lâiklik, din ve devlet işleri ayrılığı biçiminde daraltılamaz. Boyutları daha büyük, alanı daha geniş bir uygarlık, özgürlük ve çağdaşlık ortamıdır. Türkiye’nin modernleşme felsefesi, insanca yaşama biçimi ve insanlık idealidir. Lâik düzende, özgün bir sosyal kurum olan din, devlet kuruluşuna ve yönetimine egemen olamaz. Devlete egemen ve etkin güç, dinsel kurallar ve gerekler değil, akıl ve bilimdir. Dinin, devlet işlerinde yasal düzenlemelerin kaynağı ve dayanağı olması düşünülemez. Kararda bu gerçekler var. AİHM; Anayasa Mahkemesinin kararında belirtildiği gibi, Refah liderlerinin düşünce ve tutumlarının, dini kurallara göre şekillenen bir Devlet ve toplum modeline ilişkin belirgin bir resmi yansıttığı, şeriatın Sözleşmede öngörülen temel demokrasi ilkeleriyle bağdaşmadığı yönündeki AİHM 3.Dairenin görüşüne katılarak şöyle bir sonuca varmıştı: “ ..Mahkeme, Anayasa Mahkemesi gibi, dinin öngördüğü dogmaları ve ilahi kuralları yansıtan şeriatın durağan ve değişmez nitelikte olduğunu düşünmektedir. Siyasi alanda çoğulculuk ya da kamu özgürlüklerinin sürekli evrilmesi gibi ilkelerin şeriatta yeri yoktur. Mahkeme, birlikte dikkate alındığında, şeriatın getirilmesine açıkça atıf içeren söz konusu ifadelerin demokrasinin temel ilkeleriyle bağdaşmadığına dikkat çeker. Bir yandan özellikle ceza hukuku ve ceza yargılaması usulü, kadınların hukuki statüsüne ilişkin kuralları ve özel ve kamusal yaşam alanlarına dini buyruklar uyarınca müdahale etme biçimi bakımından Sözleşme değerleriyle açıkça farklılık gösteren şeriata dayalı bir rejimi desteklerken bir yandan da insan haklarına ve demokrasiye saygılı olduğunu söylemek zordur... Mahkemeye göre, Sözleşmeye taraf bir Devlette eylemleri, şeriatı yerleştirme amacı taşıyan bir siyasi parti Sözleşmenin bütününü vurgulayan demokratik idealle bağdaşan bir oluşum olarak görülemez.” AİHM Büyük Daire kararındaki saptamaya göre “..köktendinciliğe dayalı geçmişteki siyasi hareketlerin bazı Devletlerde siyasi iktidarı ele geçirdiğini ve arzuladıkları toplum modelini kurma fırsatını elde ettiklerini göz ardı edemez. Mahkemeye göre, her bir Sözleşmeci Devletin Sözleşme hükümlerine uygun olarak tarihteki deneyimler ışığında bu tür siyasi hareketlere karşı koyabileceğini düşünmektedir. Mahkeme Osmanlı yönetiminde bir İslami teokratik rejimin geçmişte mevcut olduğunu da gözlemlemektedir. Önceki teokratik rejim yıkılarak cumhuriyet rejimi kurulduğunda Türkiye, İslami ve diğer dinleri özel dini uygulama alanıyla sınırlandıran laiklik tipini seçmiştir.” Hassasiyetlerinin “üzüm yemek” olduğunu söyleyip, “..bunların hassasiyeti üzüm yemekte değildi, bağcıda” diyerek AİHM yargıçlarının “ulemaya” danışmasını isteyenlere anımsatırım. Anayasa Mahkemesinin, AİHM 3.Daire ve Büyük Daire’nin Refah Partisi hakkındaki kararını yeniden okusunlar. Sizler “mürekkep yalamış” insanlarsınız. Bizler lügatsiz , sözlüksüz cehalet içinde olan cahilleriz... Sonra laik demokratik hukuk devleti toprakları üzerinde yaşayan siz politikacılara biz cahiller çok acırız. Hukuk istersiniz. AİHM’ne başvurmak zorunda falan kalırsınız… Unuttunuz galiba; ulema eksikliğinden eleştirdiğiniz AİHM başvurusu sizin zihniyetinizden doğdu. Davanızı AİHM’de kazanmalıydınız. Çok güçlü başvurunuza karşılık hükümet olarak savunmanız çok zayıftı. Neden? Yoksa ulemalara sormadınız ve onlardan İslami bilirkişi raporu almadan mı başvuru ya da savunma yaptınız?.. Bilmiyorsanız öğretelim: Üzüm üzüme baka baka kararır… Sonra da üzüm üzüm, üzülürsünüz!... Av. Fikret İLKİZ... YoRuMSuZ Kolay Gelsin
  23. EmiLY_pandora şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Politika Bilimi
    tehdit...... tehdit......... tehdit......... Fasa fiso bunlar cevap bulamayınca açık tehditler başlıyor .
  24. Bir Eskicide Bıraktım Yüreğimi Tükenmeyen yollarda,bilinmeyen geleceklere Yürüyerek geçiyor yaşam. Uyandığımda bitecek bir rüya gibi. Hiç durmadan,koştururcasına yürüyorum, Durursam uyanacağım, Yaşam bitecek sanki... Ardıma bakmadan gidiyorum Bir daha geçmeyeceğimi bildiğim yollardan. Her adımda dağılıyorum. Bir parçam,ellerimden düşer gibi, Kayıp gidiyor benden... Bir köşede gülüşümü bırakıyorum. Bir gece yıldızlara bakarken,gözlerimi. Sokak lambalarında, sessiz gölgelerimi. Günbatımının kızıllıklarında çocukluğumu, Gündoğumlarında,sabah çiğlerine karışan gözyaşlarımı... Siyah beyaz bir fotoğrafta düşlerimi... Oysa düşlemek ne güzeldi çocukken. Nerden bilirdim yaşamın Böyle parçalanarak süreceğini Ve ömrümün,kendimi toplamakla geçeceğini... Bir yap-bozum sanki, Tek parçamı bile bulamadan, Yeniden dağılıveriyorum. Nerede başladı bu... Hatırlamadığım kadar uzakta kaldı ilk kırıntılarım. Her yiten parçada sessiz bir çığlık attı yüreğim, Sel olup aktı da,kimseler görmedi. Sessizce gelip toplamasını bekledim O hep beklenen,ama hiç gelmeyenin... Yüreğimde bir telaş,bir heyecan; -Beni tamamla artık ! -der gibi çırpınan... O değil miydi daha yolun en başında Bin parçaya bölünüp dağılan... İstesem de bulamam yüreğim. Bir daha geçmeyeceğim bir yolda, Bir eskiciye bıraktım seni,paramparça... Çığlıkların paçalarımdan süzülüyor, Kimseler görmüyor... İşte böyle sürüyor yaşam Yolun birinde eksilip, Bir başkasında biraz artan... Kim geri getirebilir, Bir daha geçmeyeceğim bir yolda, Bir eskicide kalan , O bir parçası hep eksik yüreği... Kolay Gelsin

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.

Configure browser push notifications

Chrome (Android)
  1. Tap the lock icon next to the address bar.
  2. Tap Permissions → Notifications.
  3. Adjust your preference.
Chrome (Desktop)
  1. Click the padlock icon in the address bar.
  2. Select Site settings.
  3. Find Notifications and adjust your preference.