Yorgun_Demokrat tarafından postalanan herşey
-
SAVAŞ VE BARIŞ...
Hasan Cemal'den Yaşar Büyükanıt'a; Başka çaremiz yok Büyükanıt Paşa! Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt demiş ki: “İnsanlığın değer verdiği değerlerden biri insan hakları, ikincisi demokrasi, üçüncüsü özgürlük, dördüncüsü barış… Biz bu değerleri terörle mücadelede elimizden kaçırdık.” Sormak lazım: Neden kaçırdınız bu değerleri? 1980’lerin Diyarbakır Askeri Cezaevi örneğinde olduğu gibi, Felat Beyler’e dışkı yedirilirse, insan hakları elbette kaçar elinizden… Bir Kürt sözcüğü, Kürdistan sözcüğü yüzünden insanlar terörist diye birkaç yıl hapse atılırsa, özgürlük elbette kaçar elinizden… Kürtçe’yi yasaklar, kamuya açık yerlerde Kürtçe dilinin konuşulmasını cezalandırırsan, demokrasi elbette kaçar elinizden… Kürt ana babadan doğan bebeklere Kürtçe isim konulmasını yasaklarsan, insan hakları elbette kaçar elinizden… Mezraların, köylerin yüzyılların ötesinden gelen Kürtçe isimlerini Türkçe’yle değiştirirsen, insan hakları elbette kaçar elinizden… “Kürt yok, Türk var!” ırkçılığını ve saçmalığını yıllar boyu devletin resmi politikası olarak izlersen, ders kitaplarına bile yazarsan, barış elbette kaçar elinizden… Yüzbinlerce insanı zorla evinden barkından edersen, onlara kendi yurdunda sürgün acısını yaşatırsan, insan hakları elbette kaçar elinizden… Yüzbinlerce insanın mezrasını, köyünü zorla boşaltıp yıkarsan, yakarsan, barış elbette kaçar elinizden… Kürtçe şarkı söylenmesini, Kürtçe radyo televizyonu, Kürtçe yayını yıllar boyu yasaklarsan, özgürlük ve demokrasi elbette kaçar elinizden… Sarı-kırmızı-yeşil renkleri bile Kürt renkleri diye tehlikeli sayarsan, bu renklerle giyinip kuşanıp mendil sallayarak eğlenen düğün salonlarını basarsan, hatta böyle düğünlerin sahiplerini karakola çekersen, barış elbette kaçar elinizden… “Devlet bazen rutin dışına çıkar!” zihniyetiyle terörle mücadelede hukuk dışılığa bulaşıp faili meçhulleri ya da Susurluk’ları hoş görürsen, insan hakları ve demokrasi elbette kaçar elinizden… 12 Eylül döneminin Diyarbakır örneğinde olduğu gibi hapishaneleri işkencehanelere dönüştürürsen, insan hakları ve barış elbette kaçar elinizden… Terörle mücadele adına hukuk dışılığa prim tanırken gazetecileri, insan hakları aktivistlerini ‘andıç’larsan, insan hakları elbette kaçar elinizden… Ne yazık ki öyle. Bütün bunlar yaşandı. Frene basmak ve yaşananları soğukkanlı biçimde eleştiri süzgecinden geçirmek lazım. Bu bir görev! Geçmişin acıları bazen olgunlaştırır insanları. Geçmişten alınabilecek derslerle geleceğin barışını kurmak kolaylaşır. Daha fazla kan akmasın. Daha çok gözyaşı dökülmesin. Yeter bu kadar şehit cenazesi ve taziye çadırı. Artık silahı değil, siyaseti düşünmenin zamanıdır. Eğer barış ve demokrasiyi, insan hakları ve özgürlükler düzenini amaçlıyorsak, bir daha elimizden kaçırmak istemiyorsak, Başka çaremiz yok Büyükanıt Paşa… 14/12/2007
-
Kürt Sorunu ve Türkiye'nin geleceği hakkında
Kürt sorunu yoktur..! Türk sorunu vardır...
-
Alparslan Türkeş Mason'muş!
Teşekkür ederim Mavi. Bunu bende okumuştum.
-
DARBELERLE/DARBECİLERLE HESAPLAŞMAK VEYA
Hangi belgelerle maskeleri düşecek acaba? Onu merak ediyorum...
-
BURADA HER SORUYA CEVAP VERİLİR
Soru Var, Sorucuk Var...
-
***** Baykal...
Baykalın sloganları çok seviliyor kanımca.. Diyorki biz Cumhuriyeti kurduk. Sanki Cumhuriyet sadece onların tekelnde. Cumhuriyeti Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşları kurdu demiyor(lar)...
-
ERGENEKON'DAN VEKİLLERİMİZE....
Veli Küçük, Allah Büyük...
-
Alparslan Türkeş Mason'muş!
Acaba kaç ülkücü bu resimle karşılaşmıştır? Ve acaba bunu bilen kaç ülkücü bunun çok büyük bir yanlış olduğunu bilmekte..? Oysaki bunlar Müslümanlığa çok değer veriyorlardı.? Not: Fotoğraf Photoshop Değildir.. İncelendi...
-
Yazarlar... Çeşitlemeler...
Şimdi ben Kürdüm öncelikle onu belirteyim. Bu sana göre demek oluyorki ben *******? Evet diyeceksen, o zaman bende sana ıspatla diyeceğim. Hadi kabul onuda geç ben Türküm! Ama ben kendimi Kürt hissediyorsam ve ben Kürdüm desem bana, milliyonlarca insana böyle yüzyıllarca işkencemi çektireceksin? Demokrasi bumu oluyor senin için? Eğer sana göre buysa üstü kalsın istemez, senin bu demokratlığın sana kalsın.. Herkes *****, birtek sen ve senin gibi düşünenler akıllı. Belli oluyor.. DostçaKal
-
Yazarlar... Çeşitlemeler...
Mustafa Kemal, Selanik’te değil de Musul’da doğmuş bir Osmanlı paşası olsaydı, Kurtuluş Savaşı’nı Türklerle ve Kürtlerle birlikte gerçekleştirdikten sonra kurulmasına önayak olduğu cumhuriyetin adını “Kürdiye Cumhuriyeti” koysaydı, kendisi de Meclis kararıyla “Atakürt” adını alsaydı... Kürdiye Cumhuriyeti’nin bütün vatandaşlarına “Kürt” deneceği için hepimiz “Kürt” sayılsaydık, Taksim’e, Kadıköy’e, Kızılay Meydanı’na, Kordon’a “Ne mutlu Kürdüm diyene” pankartları asılsaydı... “Kürdiye’de” Türk olmadığı, herkesin aslında Kürt olduğu söylenseydi, kendilerini Türk sananların aslında “deniz Kürdü” oldukları iddia edilseydi... Kürtlerin “yedi bin yıllık” bir tarihi bulunduğunu, Anadolu’nun esas sahiplerinin Kürtler olduğunu, Moğolların, Hunların, Etrüsklerin aslında Kürtlerin atası sayıldığını, Osmanlıdaki Kürt paşalarının kahramanlıklarını derslerde okusaydık. Teoman, Cengiz, Atilla, Osman gibi isimler almamız yasaklansaydı, Berfin, Beruj, Tiruj, Nevruz gibi isimler almak zorunda kalsaydık... Türkçe televizyon kurulması yasak edilseydi, bütün televizyon yayınları Kürtçe yapılsaydı... Romanlarımızı, hikayelerimizi, şiirlerimizi Kürtçe yazmak zorunda kalsaydık, yalnızca Kürt şarkıları dinleseydik, gazetelerimizi Kürtçe çıkarsaydık... Okullarımızda yalnız Kürtçe okutulsaydı ve Türkçe okutulması yasaklansaydı... “Biz Türküz, bizim bir tarihimiz, bir dilimiz var” dediğimizde sorgusuz sualsiz hapislere atılsaydık. İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de, Bursa’da, Edirne’de polis sürekli olarak bizi izleseydi, “özel timler” bizim “Kürdiye Cumhuriyeti’ni” parçalamak isteyen “ayrılıkçılar olmamızdan” kuşkulanıp hepimize sürekli “suçlu” muamelesi yapsaydı, sırf Türk olduğumuz için hakaretlere uğrasaydık. 12 Eylül darbesinden sonra bütün batı bölgesindekiler hapishanelere doldurulsa, inanılmaz işkencelerden geçirilse, boğazlarına kadar çamurların içine battıkları hücrelere konsa, tazyikli sularla iç organları perişan edilse, azgın köpeklerle bacakları parçalansaydı... Evlerimiz basılsa, ayrılıkçı “Türk teröristlere” yardım ettiğimiz iddialarıyla apartmanlarımız yakılsa, biz evimizden bir eşya bile alamadan çıkarılıp, Diyarbakır’a, Hakkari’ye sürgüne gönderilerek, çadırlarda yaşamak zorunda bırakılsaydık... Biz Türkler buna razı olur muyduk, “işte hepiniz Kürdiye Cumhuriyeti’nin vatandaşı olarak birer Kürtsünüz, ayrıca Türklük diye niye tutturuyorsunuz, isterseniz başbakan bile olabilirsiniz” sözlerini bir hakkaniyet işareti olarak kabul eder miydik? Yoksa, Türk kimliğimizin, dilimizin, kültürümüzün, bu ülkenin “eşit” vatandaşları olarak kabul edilmesinde ısrarcı mı olurduk? Bu ülkenin Türk ve Kürt vatandaşları var ve tarih “Türk” çizgisinden yürümüş, bugün bizim “Türk” olarak kabul edemeyeceklerimizi Kürtlerin kabul etmesini istemişiz, bu yersiz istek sonunda patlamış, ülke önce teröre arkasından bir iç savaşa yuvarlanmış. Türkiye’nin bu kanlı karmaşadan “demokrasiyle” ve Kürt vatandaşların “kimliklerinin” kabulüyle kurtulacağına inanan insanlar, bu düşüncelerini dile getirdiklerinde, bizim yöneticilerle taraftarları hep aynı soruyu soruyor: - Nedir demokratik çözüm, nedir Kürt kimliği? Biz Türkler, bir “Kürdiye Cumhuriyeti’nde” yaşasaydık ne isteyeceksek, bu isteklerin bugün Kürtler tarafından dile getirilmesini kabul etmektir demokrasi. Kendimiz için isteyeceğimizi, bizimle eşit oldugunu kabul ettiğimiz insanlara vermemek için bu kadar kan dökmeye, ülkeyi bir çıkmaza sürüklemeye değer mi? Değmez diyenler “demokrasi” istiyor işte. Demokrasiyi getirmek çok mu zor zanaat..? Ahmet Altan 17-4-1995, Milliyet Gazetesi
-
Yazarlar... Çeşitlemeler...
Bütün bu yazıların cevabı en yukarda Ahmet Altan'ın tarafından veriliyor, zira o sorduğu soruların cevabını alamıyor, neden acabaa..? Çünkü Dürüst Değiller...
-
BURADA HER SORUYA CEVAP VERİLİR
Hoşbulduk Sevgili BirVarmışHiçYokmuş.. Beni böyle hoş bir şekilde karşılamanız mutlu etti. Ve sanırım cevabımı aldım. Bilim Adamına gerek yok burada sanırım.. Yinede bu haberi sizlerle paylaşmak istedim. Tabii aynı bu haberden varmı yokmu bilemiyorum ama yinede paylaşıyorum.. Bilim dünyası Allah'ın var olduğunu tekrar ıspatladı... Saygı Ve Sevgiyle, DostçaKalın
-
BURADA HER SORUYA CEVAP VERİLİR
Acaba burada Bilim Adamı varmı..?
-
***** Baykal...
Erime hızla devam etmekte...
-
***** Baykal...
Einstein ne demiş? Baykal'ı ve CHP kurultaylarını düşünüyorum. Ve Einstein'ın bir sözü aklıma takılıyor. "Aptallığın en açık kanıtı, aynı şeyi defalarca yapıp değişik sonuç almayı beklemektir" demiş büyük bilim adamı... Baykal'ı düşünüyorum. İşine geldiği vakit 'değişim'den, 'yenilenme'den dem vuran, ama çabucak unutan Baykal'ı... Sloganları seven... Sadece kürsülerden en hırçın üslubuyla bu sloganları bağırmaktan hoşlanan... Ama bundan öteye gidemeyen... Siyaseti birtakım slogan ve klişelerin ötesine götüremediği için de derinleşemeyen... Bu yüzden bir türlü inandırıcı olamayan, güven veremeyen lider... Baykal'ı düşünüyorum. 1995'te Londra'ya gitmiştik birlikte. Tony Blair'le buluşmuştu. O zaman İngiliz İşçi Partisi'nin yeni sol programına merak sarmıştı Baykal. Blair 43 yaşındaydı. Önce partisini değiştirmiş, sonra iktidara yükselmişti Blair... Yıllar geçti daha hâlâ başbakanlık koltuğunda oturuyor Blair. Bu yılki seçimi de kazanacağı kesin gibi. Baykal'a gelince... 70'ine doğru yol alıyor. Ama hem muhalefette, hem seçim kazanamıyor bunca yıldır. 1995'te yüzde 10 barajını kıl payı geçmişti. 1999'da baraja takıldı. 2002'de de, uzun muhalefet döneminden, ekonomik tarihimizin en büyük '2001 şubat krizi'nden ve Kemal Derviş dopinginden sonra bile yine muhalefette kalmıştı. Baykal 1999'da baraja takılınca şunları yazmıştım: "CHP tam dört yıldır muhalefetteydi. Çetelere bulaşmadı. Ama yine de oyunu artıramadı. Üstelik baraja takıldı. Yani yüzde 10'un altında kaldı. Niye? CHP yeniden doğuşa geçebilir mi? Yoksa tabela partisi olarak tarihin arşivine mi kaldırılır?" Hâlâ kuşku, hâlâ soru işareti. Defalarca denenmiş olanı, acaba diyerek daha hâlâ denemeye kalkışmak... Ne yazık! Biraz daha geriye gidelim. 1980'lerin Baykal'ı. İspanya'ya gitmiştim 1985 yılında. Franco'dan kurtuluşun ve demokrasiye geçişin onuncu yılı kutlanıyordu. İspanya'da Sosyalistler üç yıldır iktidardaydı. Ülkeyi demokratikleştiriyor, Avrupa Birliği'ne taşıyorlardı. Sosyalistlerin lideri Felipe Gonzales başbakandı, 43 yaşındaydı. Alfonso Guerra, partide ve hükümette iki numaraydı, 44 yaşındaydı. Önce mühendis olmuş, sonra felsefe ve edebiyat okumuştu. Jose Marawall 43 yaşındaydı. Partinin ideoloğu ve Eğitim Bakanı'ydı. İngiltere'de, Oxford Üniversitesi'nde hukuk ve sosyoloji doktorası yapmış, Franco zindanlarında yatmıştı. Miguel Boyer 44 yaşındaydı ve Felipe'nin iç kabinesindendi. Ekonomi ondan soruluyordu. Başbakan Gonzales dışında hepsiyle uzun sohbetler yapmıştık, Cumhuriyet Madrid muhabiri Nilgün Cerrahoğlu'yla. İzlenimlerimi uzun uzun yazmıştım. Daha yaşı 45'e vurmamış gerçekten genç İspanyol sosyalistlerinin ülkelerini nasıl kalkındırdıklarını, nasıl demokratikleştirdiklerini, nasıl Avrupa'yla bütünleştirdiklerini anlatmıştım. Türkiye'ye dönünce belki de ilk telefon Baykal'dan gelmişti. Ankara'da kendisiyle buluşup 'İspanyol modeli'ni konuşmuştuk. On yıl sonra Londra'da 'Blair modeli'nde olacağı gibi, on yıl önce de Gonzales modeli konusunda heyecanlanmıştı Baykal... Ama o kadar. Değişen bir şey olmadı. Baykal yine sloganlarda, kendi dar çevresinde yaşamaya, yaşlanmaya devam etti. Taşra kokan tarzından ve kendi ezberlerinden hiç kurtulamadı. Cilası bazen parlardı. Ama şöyle bir çizikle herhangi bir derinlikten yoksun olduğu hemen anlaşılırdı. Onun içindir ki: Arada bir etkilenir gibi olduğu Gonzales'lerin, Blair'lerin ufuk genişliğini, entelektüel takım oyunu zihniyetini, değişim iradelerini kavrayamadı. Ya da böyle bir kumaştan değildi. Farklı bir kumaştan dokunduğu için de, böyle yolları 1990'ların ilk yarısında kendisine göstermeye çalışan bir İsmail Cem'i, 2000'lerin hemen başında yine bu yolları kendisine içtenlikle anlatmak isteyen bir Kemal Derviş'i vitrin süsü olarak kullanmaktan öteye gitmedi, gidemedi Baykal. Geçelim. Aklımda Einstein'ın sözü: "Aptallığın en açık kanıtı, aynı şeyi defalarca yapıp değişik sonuç almayı beklemektir." Ben Baykal'ı artık daha fazla düşünmek istemiyorum. Siz hâlâ düşünüyor musunuz, CHP'nin sayın kurultay delegeleri?.. Hasan Cemal tarafından yazılan bu makale, 26 Ocak 2005 Çarşamba günü yayınlanan Milliyet Gazetesindeki köşe yazısıdır...
-
Yazarlar... Çeşitlemeler...
Ne olursa olsun, hastalanmış yakınlarınıza, dostlarınıza kızmayın. Onlar için üzülün. Onlar cinayetlerin zavallı kurbanları için üzülmeseler de... Ahmet Altan
-
Mavi olmayan gökyüzü'ne...................
Hoşbulduk Mavi. Bu hoş karşılama için sana çok teşekkür ederim. Memnun oldum. Beraber Hoşça Zaman geçirmek dileğiyle.. DostçaKalın
-
Yazarlar... Çeşitlemeler...
Hoşbulduk, sağol arkadaşım, hoş karşılaman için...
-
AHMET KAYA!
Ben Altı yaşındayken başladım, babamın bana Altı yaşındayken bir bağlama almasıyla başladı, aslında problem esas ordan başladı, belkide bu konuda en fazla suçlu babamdı. yani iyi şarkı söyleyen çocukken iyi şarkı söyleyen insandım ama pek fazla iyi kafa tutan bir insan değildim açıkçası. Kimlik sorunu yalnızca insanın milliyeti yada milleti ile ilgili değildir, yani kişilik sorunu ilk önce insanın ben varmıyım yokmuyum diye başlar. Yani hayatın içinde varsanız hayat için birşey yapıyorsanız bunun çok ağır bedelleri vardır, bu benim içinde geçerli işte bu ülkenin yöneticileri içinde geçerlidir, bakkalı için’de yani eczacısı içinde geçerlidir, ama sanatçı halkın sesi halkın gözüdür yani çağın tanığıdır, ve çağın bire bir tanığıdır yani bütün cinayetlerin tanığıdır görür ve anlatır, halk görür anlatamaz halk susar. Sanatçının işi gördüğünü anlatmaktır korkmadan anlatmaktır yiğitçe anlatmaktır. Ben o zaman aslında önemli bir şeyler açıklamak adına değil yani bir Kürt asıllı bir insan olarak bir kaset yaptığımı ve bir tek Kürtçe kaset yaptığımı değil, bir kaset yaptığımı ve Kürtçe bir şarkı söylediğimi, çok iyi bir niyetle söyledim, orda yani ben bu kadar tepkinin geleceğini aslında bilmiyordum tahmin bile etmiyordum. Ve, Kürtler Ve Türkler 1500 senedir binlerce yıldan beri birlikte yaşayan bu halkın gerçekten kardeş olduğuna inanıyorum, yani bunu böyle istediğim için, Kürt asıllı olduğum için, böyle bir şarkıyı söylemek istediğim için yaptım. Yani işte madem sen işte Kürtçe bilmiyorsun bu Kürtçe’yi nasıl söyleyeceksin diye sordular? Yani bunun cevaı çok kolay, Türkiye’de bugün Portekizce İspanyolca İngilizce Şarkıcılar nasıl söylüyorsa bende böyle söyleyeceğim yani. Ben her yerde şunu söylüyorum; ben yaşamın hiç bir döneminde hiç bir aşamasında, orda büyüdüğüm orda yerleştiğim orda yediğim orda içtiğim, birlikte hayatı paylaştığım insanlara şrefsiz demedim, ve bunu demeyecek kadar koskocaman dev asa bir yüreğimin olduğunuda herkes çok iyi bilir. Hiçbir yanlış adım atmamış bir Ahmet Kaya’nın yanlızca Kürdüm dediği için başına bu kadar felaketlerin gelmesi doğalmıydı! Beni Annemden Beni Kardeşlerimden Beni Ailemden Beni Ülkemden Beni Dostlarımdan Beni Çocuklarımdan Beni Eşimden Ve en yakınımdaki insanlardan ayırmak için bir sebepmiydi gerçekten bu! Onları vicdanlarıyla ve yürekleriyle baş başa bırakıyorum. o kadar kenar mahalle, şehrin varoşlarından şehrin damarlarından çıkıp Istanbul şehrinin Bizans’ın ortasına gelen bir Ahmet Kaya olarak bugün böyle bu tür sürgün işlerinde yaşamayı hazmedemiyorum açıkçası. Ya intikamcı duygulardan arınmış ve gerçekten Türkiye’de iç barış isteyen, artık insanların kıçının dibinde yani bombaların patlamasını istemeyen, artık turistlerin rahatlıkla gittiği, insanların artık ben köyüme gidip köyümün çeşmesinden bir bardak su içmek istiyorum, oraya gitmek istiyorum diyen insanı rahatlıkla bugün gidebileceği bir Türkiye yaratmak için kolları bir kere sıvadım. Doğru, Namuslu Bir İnsan Olarak yaşamanın tek bir koşulu tek bir şartı vardır; Hiç bir zaman, Sanat, Şöhret, Para, Pul, Ar, Namus, Herşey ama Herşey İnsanın Kültürel anlamdaki Siyasal anlamdaki Ulusal Anlamdaki Kişiliğinden çok daha önemli DEĞİLDİR.. Daha önce söylediğim bir şey vardı, yani meraklısına duyurulur; Benim kefenim arka cebimde duruyor, hiç sırtımıda duvarlara yaslamadan dolaşıyorum, sırtım açık, bir şarkıda söylediğim gibi Beni Bir Çocuk Bile Vurabilir, boynuna bakıldığı an ensesi görünecek kadar şeffaf bir insanım Ahmet KAYA
-
Yazarlar... Çeşitlemeler...
İnsanın doğru bir yolda ilerleyip ilerlemediğini arada sırada kontrol etmesi gerekir. Başkalarını bilmiyorum ama benim bu konuda bir ölçüm vardır. Eğer tartıştığınız kişiler, yalandan başka bir şey söyleyemiyorlarsa, doğru yoldasınız demektir. Ben size bir iki örnek vereyim. Biz Ergenekon çetesiyle ilgili çeşitli belgeler yayınlıyoruz ve bu çetenin bütün bağlantılarının ortaya çıkmasını istiyoruz ya... Bizim bu yaklaşımımıza gelen cevaplar ne? Psikolojik savaş elemanı gibi çalışan gazetecilerin hakkımızda söyledikleri. Bir tanesi, bizim gazetenin Zaman Gazetesi’nin matbaasında basıldığını söyledi. Basılabilir de, neticede bir yerde bastıracağız bu gazeteyi. Ama söylediği yalandı. Sadece bizim gazetenin künyesine bakması yeterdi gerçeği görmesi için. Orada yazıyor gazetenin hangi matbaada basıldığı. Ama o yalan söylemek istiyordu ve utanmıyordu. Bir tanesi, bu gazetenin sahibinin “çocuğunu” parasızlık yüzünden kolejden alıp devlet okuluna verdiğini yazdı... Hâlbuki gazetenin sahibi iki kardeşin de çocuğu yok. Bir başkası, genç kuşağın en ilgi çekici edebiyatçılarından biri olan, bizim gazetenin yazarlarından Leyla İpekçi’nin “Amerika’ya Fethullah Gülen’in bursuyla” gittiğini yazdı. İpekçi açıklama yaptı. “Hayatımda Amerika’ya gitmedim.” Yalanı söyleyen utandı mı? Yoo... Zaten bu çocukların “görevli” olduklarından kuşkulanmamın nedeni bu inanılmaz arsızlıkları... Bu kadar utanmazca davranabilmek için “görevli” olmak gerekiyor bence... Ancak özel bir eğitimle insan bütün vicdanını ve utanç duygusunu böylesine kaybedebilir çünkü. Bizim gazetenin “Fethullahçılar’dan” para aldığını da ileri sürdüler. Böyle bir para aldığımıza dair “belge” değil, en küçük bir kuşku yaratacak “bağlantı” göstersinler gazeteyi kapatacağız... Bunu söyledik. Bizim bu söylediğimize bir cevap verebildiler mi?.. Hayır. Yalan söylemeye devam ediyorlar mı? Evet. Niye peki? Yalandan başka sığınacakları bir yer yok çünkü. Geçen gün de ayda 30 milyar maaş aldığımı okudum. Yılda 360 milyar lira ediyor. Bu parayı bir yerde harcıyor ya da biriktiriyor olmalıyım. Benim ayda bu kadar para aldığımı kanıtlayan herkese bu parayı da, bundan sonra kazanacağım bütün paraları da bağışlayacağım. İşte zengin olma fırsatı. Böyle biri çıkacak mı? Hayır. Niye yalan söylüyorlar? Yalan söylemekten başka ne yapabilirler ki? Sadece bu adamlar değil, “sureti haktan” görünen bazı eski dostlar da bizim için “para kaynaklarını açıklasınlar” diyorlar. “Para kaynağı,” bu gazetenin sahipleri... Epeyce zorlanıyorlar... Bu zor durumda sadece Mehmet Betil yardım etti, gerekirse de ortak olacak... Başka bir kaynak olduğunu gösterin, gazeteyi kapatalım. Benim söylediklerimin doğru olmadığını gösteren tek bir belge ya da tek bir “işaret” bulun, bir daha gazetecilik yapmayayım. Bu yazdıklarımdan sonra yalanlarından vazgeçecekler mi? Sanmam... Çünkü görevleri yalan söylemek... Ve utanmamak. Şimdi bizi böyle yalanlarla geriletmeyi aklından geçirenlere söyleyeyim. Biz, böyle yalanlarla gerilemeyiz. Bütün hesaplarımız açık. Siz, cesaretiniz yetiyorsa kendi gazetelerinizin ve patronlarınızın hesapları hakkında aynı açıkyüreklilikle yazsanıza... Batırılan bankaların, kendi bankasından kendi şirketine aktarılan paraların, devlet eliyle zenginleşmenin hesabını versenize. Kendi patronlarınızın paraları nerelerden bulduğunu açıklasanıza. Birinizin bile böyle bir yazı yazmaya yüreği yetmez. Patronlarınıza “parayı nerden buldun” diye soramazsınız. Onlar da zaten açıklayamaz. Hadi, bütün gazete patronları hesaplarını açıklasın... Biz varız... Siz var mısınız? Yetiyor mu cesaretiniz? O yazıları basan patronlarınızın cesareti yetiyor mu? Cesaretleri yetiyorsa, hodri meydan. Siz yalancısınız... Dürüst tek kelime yazma yeteneğiniz ve gücünüz yok. Şimdi bizimle ilgili yalanlara açıklık getirdiğimize göre... Üç günden beri sorduğum ve bir türlü kimseden cevabını alamadığım soruyu bir daha sorayım. Zamanında Susurluk’a karşı çıkan gazetelerle yazarlar şimdi neden Ergenekon’u savunuyorlar? Susurluk’un varlığı konusunda onları ikna eden kanıt neydi ki o kanıtı Ergenekon için bulamıyorlar? İşte bu soruya cevap veremiyorlar. Bütün bu yalanlar da bu soruya verilemeyen cevabı saklamak için zaten. Ahmet Altan