Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Türk

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    44
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Türk tarafından postalanan herşey

  1. Türk

    IMF nin MARİFETLERİ

    IMF Politikaları Yoksullaştırıyor İçinde yaşadığımız sistem büyük bir zenginliği küçük bir azınlığa sunarken büyük çoğunluğu ise açlık ve sefalete itiyor. Birleşmiş Milletler'in hazırladığı 1998 yılı İnsani Kalkınma Raporu, dünyadaki gelir dağılımı eşitsizliğinin korkunç boyutlara eriştiğini gözler önüne seriyor. Rapora göre, dünyanın en zengin üç işadamının (Bill Gates, Paul Allen, Werren Buffet) servetlerinin toplamı 48 ülkenin milli gelirine eşit hale geldi. Zenginlerin dünya gelirinden aldıkları pay yüzde 70'den yüzde 85'e çıkarken yoksulların payı Yüzde 2.3'ten yüzde 1.4'e geriledi. Zenginle yoksul arasındaki 30 katlık fark 60 katına çıktı. Gelir dağılımında yaşanan bu bozulmanın temel nedeni şimdi Türkiye'de de dayatılan IMF, Dünya Bankası kaynaklı ekonomik politikalardır. Emperyalist sistemin önemli kuruluşlarından olan IMF ve Dünya Bankası özellikle yoksul ülkelerin sınırlı kaynakların batılı sermayedarlara aktarılması ve böylece bu ülkelerde yoksulların daha kötü koşullara düşmesine neden olmaktadır. Kapitalizmin barbarlığını gözler önüne seren IMF Dünya Bankası uygulamalarının en çarpıcı güncel örneklerden biri Mozambik. Geçen ay bir sel felaketi ile karşılaşan Mozambik'te en az 1000 kişi öldü, 1 milyondan fazla insan evsiz kaldı. Buna karşın Mozambik IMF ile imzaladığı yapısal uyum programı çerçevesinde her hafta 1.4 milyon dolarlık dış borç geri ödemesi yapıyor. Sel nedeniyle oluşan yaraların sarılması için kullanılabilecek bu para, "yoksul ülkelere yardım etmek" söylevi ile ortaya çıkan IMF, Dünya Bankası ve batılı bankerlerin cebine akıtılıyor. Mozambik'in her yıl ödediği dış borç eğitime yatırdığı paranın 8, sağlığa ayırdığı paranın ise 16 katı. IMF ve Dünya Bankası'yla yapılan anlaşmalar gereği Mozambik hükümeti kamu harcamalarını kıstı, gıda maddelerinin fiyatlarına uyguladığı desteği kaldırdı ve 900'ün üzerinde kamu kuruluşunu özelleştirdi. Sonuç ortada, Mozambik'te doğan her dokuz çocuktan biri 5 yaşına gelmeden ölüyor. IMF ve Dünya Bankası ise acımasız harcama kesintileri ve özelleştirme taleplerine devam ediyor. Bu kurumlar, fakir ülkeleri kalkındırmayı bırakın daha da fakirleştiriyor. IMF ve Dünya Bankası'nın asıl amacı mümkün olan en fazla zenginliği yağmalamak ve kendi konrolleri altına almak. Bu kuruluşların Türkiye ekonomisine etkisi de yoksulluğu artırıcı yönde. Türkiye tarihinde başarıyla uygulanabilen tek IMF programı olan 24 Ocak 1980 istikrar paketi bunun en çarpıcı kanıtı. IMF paketi öncesi 1979'da Türkiye'de gerçek işçi ücretleri 100 iken 1989'a gelindiğinde bu rakamın 68.8'e düştüğünü görüyoruz. Memur maaşları ise aynı 100'den yıllarda 53.3'e düşüyor. 24 Ocak kararları öncesi Türkiye'nin dış borç geri ödemesi 1.1 milyar dolarken bu rakam 1983'te 3.3 milyar dolara çıktı. Yine 24 Ocak öncesi dış borç faiz ödemesi 600 milyor dolarken üç yıl içinde 1983'te bu rakam 1.1 milyar dolara çıktı. Şu anda Türkiye'nin dış borçları 100 milyar doları aşmış durumda. Bu istatistiklere baktığımızda memur-işçi ücretleri düşerken dış borç ödemelerinin arttığını rahatça görebiliyoruz. IMF ve Dünya Bankası gibi kurumların önerdiği politikalar yoksulların yaşam standartlarını düşürüp, sosyal devlet anlayışını yok ederken zengini daha zengin yapıyor. Bu nedenle Türkiye yönetici sınıfı IMF politikalarını uygulamaya çok hevesli. Ama bu politikalar bizler için daha fazla açlık, daha fazla sefalet anlamına geliyor. Bu gidişe dur demek isteyen muhaliflerin IMF'ye karşı mücadelesi sürüyor. Bir çok ülkede 16 Nisan'da Washington'da IMF ve Dünya Bankası'nın yapacağı toplantıyı protesto gösterileri inşa ediliyor. Biz de Türkiye'de bu protestoların bir parçası olmalı IMF ve onun yaratıcısı kapitalizme karşı mücadele etmeliyiz. Not: http://www.antikapitalist.net/yeni/makaleler/imfyok.html
  2. Türk

    enver paşa

    çok güzel söylemişsin hasan kardeşim fakat sonunda tarih haklıyı haksızı ergeç ayırt eder.vatan haini gösterilen başka bir büyüğümüzde sultan vahdettin han dır
  3. UNUTULMAZ KAHRAMANLAR : OSMAN BATUR - CANIMHAN HACI Türk olan her Türkistanlının mukaddes bir vazife bildiği , Türk'ün ana yurdu Türkistan'ın; istiklali için savaşta bütün Türkistanlılara önder olan, ve bu uğurda hiç bir fedakarlıktan çekinmeyen Türkistan'ın milli kahramanı Osman Batur ve onun mücadele arkadaşı , Doğu Türkistan'ın sabık maliye bakanı Canımhan HACI ; Nisan 1951 de Doğu Türkistan'ın merkezi Urumçi'de Çin Koministleri tarafından alçakça kurşuna dizilmişti. Her iki kahraman da hayatları boyunca Türkistan'ın istiklali için savaşmışlardır .Osman Batur , Türkistan'ın istiklal düşmanlarıyla silahla savaşırken , Canımhan Hacı da fikir cephesinden mücadele ediyordu. Türkistan'ın istiklali uğrundaki bu mücadelede çok sistemli çalışan Canımhan Hacı Osman Batur'a her zaman gizli olarak direktifler veriyordu. Bu hareketinden düşmanlara en ufak bir şüpheye dahi düşmemişlerdi. Bütün Doğu Türkistanlılar tarafından son derece sevilen Canımhan Hacı'yı ellerinde bazen koz olarak kullanmak ve onu emellerine alet (!) etmek isteyen Çinli gafiller Osman Batur , zafer kazandıkça , onu da yüksek mevkilere çıkarıyorlardı. . Osman Batur'un dillere destan ve kahramanlık sembolü olan savaşlarını , sadece Altay'ın Çinli valisine karşı olduğunu zanneden veyahut da böyle zannetmek isteyen Çinliler 1940 senesinde Canımhan Hacı'yı Altay'ın vali muavinliğine getirdiler. Osman Batur ve Canımhan Hacı'lar bu jestin samimiyet derecesini gayet iyi anlıyorlardı. Biri açıktan açığa silahla , diğeri de gizli olarak mücadelelerine devam ediyorlardı. Bundan sonra Canımhan Hacı'nın Çinliler nezdindeki mevkii , Osman Batur'un zafer kazanıp kazanmamasına bağlı kalmıştır. 1942 senesinin sonlarına doğru Osman Batur , biraz yenilgiye uğrayınca Canımhan Hacı , hemen tevkif edilerek Urumçi'deki diğer aydın Türkistanlılar gibi hapis ederek öldürmeye hazırlandılar. 1944 ve 1945 senelerinde Osman Batur ve Türkistan'ın diğer milliyetçileri , modern silahlara ve sayısız Çin askerlerine rağmen düşmanlarını sadece iman kuvvetiyle mağlup etmeye başlayınca Çinliler tekrar Canımhan Hacıyı hapisten çıkararak bu sefer daha da yükselterek onu Doğu Türkistan Maliye Bakanlığına tayin ettiler . Ve böylece ilk defa olarak bir Türkistan'lı Türk Çinlilerin "Sınkiang Doları" dedikleri Türkistan parasını maliye bakanı sıfatıyla imza etmiş oldu. Türkistanın istiklali uğruna savaşn ve bu uğurda şehit olan Osman Batur ve Canımhan Hacı'nın milli vazifelerini ifa etmek uğrundaki hizmetlerini anlatmak için cildlerce kitaplar yazmak icap eder . Osman Batur ve Canımhan Hacı dünyada Türkistanlılar yaşadıkça Türkistanlı milliyetçilerin önderi ve Türkistan istiklalinin sarsılmaz sembolüdür. Hiç şüphe yok ki , Türk'ün tarihi düşmanı Çin ve Rus komünistleri Türkistan'ın milli kahramanı Osman Batur ve Canımhan Hacı'yı akla ve hayale gelmedik işkencelerle şehit etmekle Türkistanlıların milli davalarına en ağır darbeyi indirmişlerdir. Fakat buna rağmen milli kahraman Osman Batur ve Canımhan Hacının şehit olması , Türkistan milliyetçilerinin davalarına bağlılıklarını sarsmamış , bilakis büyük önderlerin vatan için şehit olmaları onların davaya bağlılıklarını bir kat daha arttırmıştır. Orkun kitabelerinde yazıldığı gibi "Yukarıda gök basmadıkça ve altta yer delinmedikçe Türk senin türeni kim bozar ?" bu insanlar insan olarak yaşamak istedikçe , hürriyet ve istiklal insanların vazgeçilmez kutsal hakkı olarak kaldıkça , komünist ve benzeri emperyalistlere Türkistan'da hüküm sürmek yok . Şu halde , unutulmaz milli kahramanlarımız müsterih olarak nur içinde yatın. Kanlarınızla suladığınız Urumçi'nin yaslı toprakları üzerine heykellerinizi dikip , sizi saygı ile selamlayacağımız günler yakındır. Ayrıntılı bilgi www.ulkuocaklari.gov.tr
  4. Türk

    türk globalizmi

    TURAN ( TÜRK GLOBALİZMİ ) Dünya egemen güçleri tarafından bütün insanlara sıkı sıkıya belletilmeye çalışılan bir kavram var; Globalizim, Yani Globalleşme veya Türkçe söyleyişle Küreselleşme. Daha açık bir ifadeyle dünyanın bir köy haline gelişi. Bunun siyasal,sosyal ve ekonomik bir sürü boyutu vardır. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra, Dünyanın tek kutuplu hale gelişi Amerika'yı globalleşen yani bütün dünyanın bir köy haline gelişinin muhtarı yapmıştır. Tabiiki buna bağlı olarak uluslar arası sermayenin egemen olduğu bir dünya kurulmuş bunun efendiliğini Amerika yapmaya başlamıştır.Kendi mantığı içinde, sermaye ve onun simgesi olan marka bazında dünyayı, tüketiciyi ve tüm insanları yönlendirmektedir. Şurası unutulmamalıdır ki globalleşen dünya içerisinde milletler kendi menfaatlerini en üst düzeyde koruyabilmek için mahallileşmektedirler. Küreselleşmenin hüküm sürdüğü Avrupa'nın ortasında (Yugoslavya, Bosna-Hersek, Makedonya gibi) mikro milliyetçilik dalgası hızlı büyümektedir.Biz globalleşmeye karşı olup nehirleri tersine akıtacak değiliz.Önce kendi köyümüzü kurup o köyde muhtar olduktan sonra küreselleşmeye gitmenin devlet ve millet olarak tarihi geçmişimize faydası olduğuna inanıyoruz. Ezelden kurgulanan genlerimizle, sosyal ve felsefi boyutumuzla, biz fert olarak dünya yüzünde, bir Türk, yada biz Türkler, ya da şimdiki küreselleşmeye göre ifade edelim bütün Turani boy ve oymaklar ne ifade ediyor. Geleceğe ne bırakmayı umut ediyoruz. Netice olarak bu dönemde Turancılık ne anlama gelmektedir? Önce bu kavramları "maceracılık veya tehlikeli kavramlar" diye nitelemeleri tartışalım. Atsız Çok haklı olarak 40 yıl önce şöyle diyordu: "Tehlikesiz yaşamak isteyenler intihar etsin. Hayat ve kâinat tehlikelerle doludur. Tehlike fertler için de, milletler içinde, topraklar içinde vardır. Korkunç bir deprem birkaç saatte Anadolu'yu suların altına gömebilir. Dünyaya yakın geçen bir kuyruklu yıldızın boğucu gazları birkaç milleti birden yok edebilir. Dünyayı yörüngesinden Çıkaracak büyüklükte bir göktaşı küremize çarparak dünyanın kıyametini koparabilir. Birkaç millet birleşerek bir gece Türkiye'nin üzerine 500 hidrojen bombası fırlattıktan sonra özel giyimli askerlerini yurdumuza sokabilir.Bütün bu ihtimaller var diye uyuşuk uyuşuk oturup yalnız fabrika kurmak, futbol maçları seyrederek bağırmak, defile ve güzellik müsabakaları yapmak, üniversitelerde bir takım bayağıların eserlerini tahlil etmekle mi vakit geçireceğiz? Bunlarla millet yaşamaz. Millet bir hayvan sürüsü değildir. Millet milli bir hedef ister. Ancak o hedefi gördüğü zaman sürü olmaktan çıkıp insanlaşır, bencil olmaktan kurtulup fedakârlaşır. Bizim için en kutlu hedef Turancılıktır. Eskiden nasıl bir idiysek yine birleşeceğiz diye kendisini bir ülküye adamaktan daha kutlu ne olabilir? Bütün Türkleri birleştirmek hakkımız ve görevimizdir, bizden zorla koparılanı zorla geri almak adaleti yerine getirmektir. Turancılık bir büyüklük düşüncesidir. Büyüklük düşüncesi asil bir düşüncedir." Ebetteki Turan yolunda önümüzde birçok problem vardır. Hatta bunların en büyükleri kendi içimizdeki açmazlardır. Turan yolunda sıralanan problemlerin başında son yıllarda ufuklarını kaybeden yöneticiler gelmektedir.Ayyûka çıkmış ahlâksızlıklar, ihânetler, çapsızlıklar öğürtü veriyor. O cücelerden en ufak bir ümidimiz bile yok. Yeni Turan düzeninde yok olacaklarını çok iyi bildiklerinden var güçleriyle beynelmilel tuzak olan küreselleşmeye sarılıyorlar, milli yapıyı yok ediyorlar. Böylece mukadder âkıbetlerini geciktirmeye çabalıyorlar.Ama korkunun ecele faydası yoktur! Yok olup Gidecekler! Onun için gelin biz onları o içinde debelendikleri çirkef havuzlarıyla baş başa bırakalım. Biraz gerilere uzanalım. Sonra daha yükseklerden ilerilere bakarız. Tarihte Turan birliği defalarca kurulmuştu. Oğuz Hanın kurduğu ilk Turan birliği idi sonra Büyük Hun Devleti tam bir Turan devleti idi. Bünyesinde yüze yakın millet yer almıştı. Cengiz imparatorluğu zaten Turan devletinin en büyük ve kısa yaşayanı idi. Atilla Hunları Macarları Finlileri Bulgarları ve daha nice onlarca Turani boyu birleştirip Roma'yı bu Turan devletinin haraç veren paryası haline getirmişti. Bu konuda son Büyük Türk İmparatorluğu bizce Tarihin en büyük Turan devletlerinden biri olan Osmanlı Devletidir ki şu anda o coğrafya üzerinde (Osmanlı Coğrafyası) kırka yakın devlet kurulmuştur.Önümüzde duran Türk Dünyasının bütünleşmesi, Turan birliği, Siyasi birlik şeklinde ifade edildiğinde. Dünyayı korku basıyor. Neymiş, Türkler 'Turan Devleti kurarlarmış. Fakat onlar tarihimizde "Turan" adlı bir devletin yokluğunu, bilakis Turan'ın Terminolojisinin dünyanın yarısı civarında yaşayan Türkleri birleştiren ; Onlarca devleti bir ad ile anlatan adı Turan olmayan nice Turan devletlerinin ve Medeniyetinin olduğunu bilmeleri gerekir. Ne komiktir ki Turan korkusu altında kalanlar, Türklerin küçük memleketlerde bile kendilerinin han, bey olarak yaşadığını, bu yüzden hep kendi aralarında savaştıklarını da iyi bilirler. Bir tek Türkistan üç hanlığa bölünmüştü.. Bu durumda Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan apar-topar bütünleşmeye gidemezlerdi. Bu da önemli bir gerçek idi. Ama dünyadaki bu Turan Korkusu niye? Çünkü büyük bir milletin medeniyeti, Tarihi tabanının birleşmesi, Kendine dönüşü (onları göre tehlike) olabilirdi. Bizim bildiğimiz ise; "Türk tarihi ve milletinin bir bütün olduğunu, beş bin yıl önceki Oğuz Hanın bir çerisi ile bu günkü halktan birinin mahiyet farkının olmadığını. Onu farklı kılanın yüreğindeki kızılelmayı yitirmiş olması yada Büyük Turan düşüncesini beyninden atmış olması olabileceğini, Yüreğimizdeki Kızılelma ülküsü ve beynimizdeki Büyük Turan düşüncesi ile Kuzey Sibirya'dan Mançurya'ya, ya da Amerika'nın öteki ucunda bulunan Turan Soylu bir Kızılderili şefinden, Yemen illerinde kalmış Türkçe konuşmakta inat eden Anadolu Türkü Şeyh efendiye kadar biz büyük ama çok büyük bir millet olarak düşünmek elbetteki Büyük Turan yolunun başlangıcıdır. Büyük Turan Devleti denince de zaten bu büyük milletin (her nerede yaşıyorsa) bulunduğu mekan ve yüreğindeki Kızılelma anlaşılması gerekir" Rusya'nın çöküşünden dört yıl sonra Türk Cumhuriyetleri'nin Cumhur reisleri İstanbul'un Çırağan Sarayında iki gün Türk Dünyasının problemlerini hep Rus dilinde, başka bir medeniyete ait bir milletin dilinde konuşarak çözmek istediler, ve önemli problemlerde birbirlerini anlamadılar. Bu doğal bir hâl idi. Çünkü Türkler arasında diğer bir medeniyet aracılık yapmakta idi. Yeni Turanda aşılması gereken en büyük mesele Dil kısmetini çözmektir. Dil meselesi aşıldığında neler olmaz ki; Bir düşünün, bütün yer yüzünde var olan Turani halkın çocuklarının mesela: "Ulu Tanrı, Güzel Tanrı, Gök Tanrı" diye başlayan OĞUZ ATAMIZIN Biz Evlatları için ettiği duayı her sabah okuyarak güne başladıklarını,ebediyete kadar var olacak olan Turan Birliği o gün kurulmuş olacaktır ayrıntılı bilgiwww.ozturkler.com
  5. Müslüman Olmayan Türklerin Akibeti Türkler islamiyeti kabul etmeselerdi hiç şüphesiz tarihteki milletler mezarlığına gömülürlerdi. İslamiyeti kabul etmeden çeşitli uzakdoğu dinlerinin etkisi altında kalan Türkler, bu dinlerden olumsuz şekilde etkilenmiştir.<İslamiyeti kabul etmeyen Türk boyları, tarih boyunca milli kültürlerini kaybetmeye mahkum olmuşlardır. Nitekim Budizmi eden Tabgaçlar, Museviliği Hazarlar bugün Türklüklerini tamamen kaybetmişlerdir. Allah’ın insanlığa son mesajı olan Kuran’ın yolunu izleyen hiçbir boyu benliğini kaybetmemiştir.> Türklerin islamiyeti kabulünden çok önce M.S 375 yılında Avrupa’ya ayak basan ilk Türkler olarak tarihe geçen Hunlar, siyasi ve askeri açıdan uzun yıllar kendinden söz ettirmiş ancak çeşitli uzakdoğu dinlerinin etkisi altında kaldıkları için Türklüklerini kaybetmişlerdir. Büyük bir kısmı Hristiyanlaşan bu Hun Türkleri sosyal asimilasyona uğrayarak milli varlıklarını kaybetmişlerdir. Dün olduğu gibi bugün de Müslüman olmak ve islamiyetin gereklerine uygun bir yaşam sürmek Türk Milleti’nin varlık şartı olarak önemini korumaktadır. (Süleyman Kocabaş, Adil Türk İdaresi, s.17) ayrıntılı açıklama www.turk-islamkulturu.com
  6. Türk

    suikastçi başbakan

    bugün amerikada büyük holding başkanlarının toplantısı vardı. Sayın başbakan orda şöyle bir açıklama yapmış"Dini siyasete alet edenler insanlıga en büyük suikasti yapar" diye.Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu demek geliyor insanın içinden Küçük bir not bu toplantıda tek yabancı sayın başbakan tabi o olacak amerikanın en büyük müttefikiyiz değil mi ya
  7. madem zararlı avrupada niye bir çok insan sünnet oluyor saglık için sana bu cevap yeter
  8. Türk

    TÜRK DESTANI

    BOZKURT DESTANI Destan Hakkında bilgi: Bilinen en önemli iki Göktürk Destanından birisidir. Bir bakıma, M.S. altıncı yüzyıldan sekizinci yüzyıl ortalarına kadar egemen olmuş bu Türk Devletinin Göktürklerin soy kütüğü ve var olma hikâyesidir. Ayrıca, Türk ırkının yeni bir dal hâlinde dirilişi de diyebileceğimiz Bozkurt Destanı, Bilge Kağan'ın Orhun Âbidelerindeki ünlü vasiyetinin ilk cümlesi olan: "Ben Tanrıya benzer, Tanrıdan olmuş Türk Bilge Kağan, Tanrı irade ettiği için, kağanlık tahtına oturdum" cümlesi ile birlikte düşünülecek olursa soyun ve ırkın nasıl bir şekilde ilahileştirilmek istenildiğini de anlatmaktadırlar. Destan Çin kaynaklarında kayıtlıdır. Değişik söyleyişler durumunda ise de, çizgileri aynı fakat isimler üzerinde, anlatıştan doğma veya Çinlilerce yazılırken isimlerin Çince söylenmesinden meydana gelme değişikler yüzünden ayrı görünen belli üç söylenti şeklinde yazılmıştır. Birinci söyleyiş: Hun Ülkesinin kuzeyinde So adı verilen bir ülke vardı. Burada, Hunlarla aynı soydan olan Göktürkler otururdu. Bir gün Göktürkler So Ülkesinden ayrıldılar. Bu sırada başlarında Kağan Pu adlı bir yiğit vardı. Kağan Pu'nun on altı kardeşi bulunuyordu. On altı kardeşten birinin annesi bir kurttu. Annesi Göktürklerce en kutsal yaratıklardan biri olarak bilinen ve böyle kabul edilen bir kurt olduğu için delikanlı, rüzgârlara ve yağmura söz geçirir, bu iki kuvveti buyruğu altında tutardı. Bununla beraber, So Ülkesindeki yurtlarından ayrılan Göktürkler düşmanlarının baskınına uğradılar. Bu baskında düşmanlar bütün Göktürkler'i yok ettikleri gibi on altı kardeşten sadece birisi kurtulabildi. Kurtulan delikanlı annesi kurt olan idi. Bu delikanlının da, birisi yaz diğeri de kış ilâhının kızı olan iki karısı vardı. Baskından sonra her ikisinden ikişer oğlu oldu. Zamanla kalabalıklaşıp çoğalan halk, çocuklardan en büyüğünü kendilerine Hakan seçtiler; o zamanki adı Göktürk dilinde değildi. Hakan seçilir seçilmez Göktürkçe olmayan bu adını bıraktı ve Türk adını aldı. Ondan sonra Türk on kadınla evlendi, bir çok çocukları oldu. içlerinden Asena adını taşıyan biri hakanlık tahtına geçince boyun adı da Aşine oldu. İkinci söyleyiş: Hunların bir boyu olan ve adına Aşine denilen Türk boyu Hazar Denizinin batı taraflarında yerleşmişti. Türklerin ilk atası olarak biliniyordu. Rahat ve huzur içinde otururlarken bir gün ansızın düşmanların baskınına uğradılar. Baskının sonunda kimse sağ kalmadı. Her nasılsa küçücük bir çocuk bu baskından sağ kalmış bir köşeye sığınmıştı. Düşmanlar onu da gördüler. Fakat, cılız ve küçük bir çocuk olduğu için kimse ondan korkmadı ve ona aldırmadı. Hattâ içlerinden acıyanlar bile çıktı. Ama düşman yine de her ihtimali düşünüp, çocuğu öldürmektense kolunu bacağını kesip orada öylece bırakmayı uygun gördü; düşündükleri gibi yaptılar. Kolunu bacağını kesip, yan ölü hâle getirdikleri çocuğu alıp bataklıkta bir sazlığa attılar; bırakıp gittiler. O sırada, nereden çıktığı bilinmeyen bir dişi Bozkurt göründü, geldi, çocuğu emzirdi. Yaralarını yalayıp iyi etti. O günden sonra da, avlanıp getirdiği yiyeceklerle çocuğu besleyip büyüttü, gücünü kuvvetini arttırdı. Zamanla Bozkurd'un beslediği çocuk gürbüzleşti. Günlerden sonra bir gün, baskın yapıp Asine soyunu yok eden düşman başbuğu, kolunu bacağını keserek sazlığa attıkları çocuğun yaşadığını öğrendi. Adamlar gönderip durumu öğrenmek, sağ kaldı ise öldürtmek istedi. Düşman başbuğunun gönderdiği asker geldiğinde, kolu bacağı kesik gencin yanında bir dişi Bozkurt gördü. Dişi Bozkurt tehlikeyi sezmişti, dişleriyle gerici yakaladığı gibi denizin öte yanına geçirdi; orada da durmayıp Altay Dağlarına doğru götürdü. Orada, her tarafı yüksek dağlarla çevrili bir yaylada bir mağaraya yerleştirdi, onunla evlendi; on oğlan doğurdu! Mağaranın bulunduğu yayla yeşillikti; serin gür suları, meyve ağaçlan, av hayvanları vardı. Oğlanlar orada büyüdüler, orada evlendiler. Her birinden bir boy türedi. Bunlardan birinin adı da Asine boyu idi. Asine, kardeşlerinin içinde en akıllı, en gözü pek, en yiğit olanı idi. Bu yüzden Türk Hakanı o oldu. Soyunu unutmadı. çadırının önüne her zaman, tepesinde bir kurt başı bulunan bir tuğ dikti. Aradan çok yıllar geçti. Aşine boyuna Asençe adlı bir başka yiğit hakan oldu. Bunun zamanında ise Aşine boyu, bulundukları yerden çıkıp daha güzel yurtlara yerleştiler. Üçüncü söyleyiş: Bir not halindedir. Çin devlet adamlarından Cjan-Ken'in, Milattan önce 119 yılında, Çine göre batı ülkelerinde yaptığı gezi sonunda gördüklerini ve duydukların yazıp o zamanki Çin împaratoruna sunduğu notlan arasında kayıtlıdır. Notu, Abdülkadir înan'ın, Türk Dili Araştırmalan Yıllığı (1954) ndaki Türk Destanlanna Genel bir bakış adlı yazısından olduğu gibi alıyoruz: "Hun Ülkesinde bulunduğum zaman duydum ki Usun Hanı, Gunmo unvanını taşıyor. Gunmo'nun babası, Hunlann batısındaki bir ülkeye sahipti. Gunmo'nun babası bir savaşta Hunlar tarafından öldürüldü. Yeni doğmuş olan Gun-mo'yu kırlara attılar. Kuşlar çocuğu sineklerden koruyor; bir dişi kurt sütüyle besliyordu. Hun Hakanı buna şaştı. Bu çocuğu saydı. Onu kendi terbiyesine aldı, büyüttü. Babasının ülkesini ona geri verdi." AYRINTILI BİLGİ www.ulkuocaklari.org.tr
  9. Türk

    Şeyh Şamil

    İMAM ŞAMİL İmam Şamil 1797 yılında Dağıstan’ın Gimri köyünde dünyaya geldi. Babası bölgenin yerli halklarından Avarlara mensup Dengau Muhammed’dir. 15 yaşında iken at binerek kılıç kuşandı. 20 yaşına geldiğinde iki metreyi aşan boyu ile atlama, ateş etme, güreş, koşu, kılıç gibi spor dallarında üstün yetenek sahibi olmuştu. Öğrenimine bilgin Said Harekani’nin yanında başladı. Daha sonra kayınpederi olan Nakşibendi Şeyhi Cemaleddin Gazi Kumuki’nin öğrencisi oldu. Kendinden önce İmamet makamında bulunan Gazi Muhammed ve Hamzat Beg’in müşavirliğini yaptı. Son derece sade ve kanaatkar bir hayatı vardı. İmam Şamil, muhtelif zamanlarda beş defa evlenmiş ve bu izdivaçların bazıları dini ve siyasi sebeplerle olmuştu. Şamil’in Fatimat, Cevheret, Zahidet, Emine ve Şovanat ismindeki zevcelerinden Ahmed Cemaleddin, Muhammed Gazi, Muhammed Said, Muhammed Şefi, Cemaleddin ve Muhammed Kamil isimli altı oğlu ile Fatimat, Nafisat, Necabat, Bahu-Mesedu ve Safiyat isimli beş kızı oldu. Şamil, İmam yani devlet başkanı seçildikten sonra ilk iş olarak iç işlerini ele aldı. Ruslara karşı daha etkili savaşmak için lüzumlu idari ve askeri teşkilatları yeni esaslara göre tanzim etti. Bir taraftan askeri tedbirler alıp düşmana karşı savunma savaşları verirken, diğer taraftan da muntazam adli ve idari sivil bir devlet mekanizması geliştirmiş, medreselerde eğitime önem verdirmiş, fikir ve sanat alanında da büyük adımlar atılmasını sağlamıştır. Döneminde tophaneler, baruthaneler, silahhaneler yapılmış, muntazam birlikler halinde askeri teşkilat kurulmuştur. Güçlü hitabeti, kararlı tutumu ve eşsiz askeri dehasıyla büyük başarılar kazanmış, ünü kısa zamanda yayılarak, otoritesi Dağıstan civarında yaşayan geniş topluluklar tarafından kabul edilmiştir. Yaygın olarak bilinenin aksine, Şamil asla bir "Şeyh" değildi; "mürid" konumundaki bu mücadele adamı "siyasi otorite" yi temsil eden "İmamet" makamında bulunuyordu. İmam Şamil, idare sistemini yeniden düzenlerken, ülkeyi naiplik ve vilayetlere ayırarak bunların başına hem askeri hem de sivil yetkilerle donatılmış naipleri getirdi. Üç veya dört naiplik bir vilayet idi. Vilayetlerin başındaki naibin rütbesi daha yüksekti. Ayrıca, her biri birer savaş kahramanı olan bu yüksek rütbeli naiplerden Ahverdil Muhammed, Kabet Muhammed, Şuayıb Molla, Taşof Hacı, Danyal Sultan, Nur Muhammed, Hitinav Musa, Sadullah, Duba Hacı, Hacı Murat ve Şamil’in büyük oğlu Muhammed Gazi, gazavat’ın adı anılması gereken başlıca kahramanları oldular. Şamil imam seçildiği 1834 yılından 1859 yılına kadar Rusya’nın büyüklüğü ve kudretine rağmen yılmadan mücadeleyi sürdürdü. Kendinden önceki iki imamın döneminde de fiilen 10 yıl savaşlara iştirak ettiğinden durup dinlenmeden cihad ettiği süre tam 35 yılı bulmuştur. Bu süre zarfında Rus kuvvetlerine büyük zayiatlar vermiş ancak kısıtlı sayıdaki asker sayısı da günden güne erimiştir. 1839’da Ahulgo Tepesinde 3.000 mürid ile General Grabbe komutasındaki 10.000’i aşkın üstün donanımlı Rus ordusunun kuşatmasına 80 gün süreyle direnişi harp tarihine geçmiştir. Şamil bu savaşta eşi Cevheret’i, oğlu Said’i ve kızkardeşi Mesedo’yu kaybetmiş, 8 yaşındaki oğlu Cemaleddin’i Ruslara rehin vermek zorunda kalmıştır. Bu dehşet verici savaşlarda sadece insan kaybı olmadı. Ruslar, ancak aylar süren savaşlar sonunda işgal edebildikleri bölgelerde, ağaçları, ormanları yakıp, bir tek canlı yaratık bırakmadan ilerlerdiler. Savaşlara iştirak eden Rus komutanlarından Milyutin, 80 gün devam eden Ahulgo savaşı hakkında hatıratında şu satırlara yer verir; "Artık muharebenin sevk ve idaresi kumandanların elinden büsbütün çıkmıştı. Hiddetlerinden köpürmüş, adeta çıldırmış bir hale gelen dağlılar, ulu orta askerlerimizin üzerine saldırıyor, süngü ucunda can verinceye kadar dövüşüyorlardı. Kadınlar bile kendilerini kudurmuş gibi müdafaa ettiler ve silahsız oldukları halde sıra sıra süngülerimizin üzerine atıldılar. Lakin muvaffakiyet için her türlü fedakarlığı göze almış olan Rus kumandanlığı inatla taarruzlara devam etti. Teslim olmayı katiyyen reddeden dağlılar, hiçbir ümitleri kalmadığı halde kahramanca dövüştüler. Kadınlar, çocuklar ellerindeki kamalarla Ruslara hücum ediyor, süngülerin önünde göz kırpmadan can veriyorlardı. Bazıları ise kendilerini ve çocuklarını korkunç uçurumlara atıyorlardı. Yaralılar bile inanılmaz şekilde dövüşüyordu." Dost ülkelerden hiçbir yardım göremeyen İmam Şamil’in, nihayet elindeki bütün kuvvet kaynakları tükenir ve 1859’un 6 Eylül’ünde Gunip’te Prens Baryatinsky komutasındaki 70.000 kişilik Rus ordusuna, yanında birkaç yüz kişi kalıncaya kadar direndikten sonra teslim olur. İmam Şamil, aile efradı ve 40 kadar adamı Petersburg’a Çar’ın sarayına götürülür. Rus Çarı II.Aleksandr tarafından sarayın kapısında hayrete düşülecek derecede nazik karşılanır. Çar, babası 1.Nikola’ya ve ihtişamlı ordularına tam otuzbeş yıl Kafkasya’yı zindan eden, zamanının bu en büyük kahramanını karşısında görür görmez, yüzünden ve sakalından hayranlıkla öpmekten kendini alıkoyamaz. İmam Şamil bir ay kadar sarayda misafir edildikten sonra, saygın tutsak olarak esaret yıllarını geçireceği Kaluga’ya gönderilir. Ancak Şamil ve ailesine esaret çok ağır gelir. İki yıl içinde Şamil’in simsiyah saçları beyazlar. Büyük kızı Nafisat ile gelini Muhammed Gazi’nin karısı Kerimet üzüntüden vereme yakalanarak ölürler. Aradan ancak on yıl geçtikten sonra Çar, onun Hac’ca gitmesine izin verir. Ancak bir tedbir olarak oğlu Muhammed Şefi’yi alıkoyar ve Hacc’ı ifa ettikten sonra derhal Rusya’ya dönmesini şart koşar. Şamil, 1870 yılında maiyetindeki adamları ile birlikte Rusya’dan ayrılarak önce İstanbul’a uğrar. Sultan Abdülaziz tarafından karşılanarak sarayda ağırlanır. Şamil’in İstanbul’a uğradığı haberi duyulduğunda şehirde yer yerinden oynamış, halk bu büyük kahramanı görebilmek için saray kapılarına akın etmişti. Şamil, aşkına düştüğü son menzile bir an evvel varmak için Sultan’ın kendisine tahsis ettiği gemi ile yola koyulur. Cidde limanında Mekke Emiri, şehrin ileri gelenleri ve mahşeri bir kalabalık tarafından törenlerle karşılanarak Mekke’de Peygamberimizin torunlarına ve sülalesine ait bulunan Şürefa dairesinde misafir edilir. Hac farizası sırasında orada bulunduğunu duyan, dünyanın dört bir yanından gelmiş yaklaşık yüzbin müslümanın onu görmek için yarattığı izdiham sonucu, hükümet makamları İmam Şamil’i Kabe’nin üstüne çıkarmak suretiyle bu hayran kalabalığın arzusunu tatmin edebildi. Şamil, hac farizasını yerine getirdikten sonra Medine’ye geçer. Medine günlerinde son derece takatten düşer, çektiği büyük ızdırap artık tahammül edilmez bir hal alır ve hastalanarak yatağa düşer. Bütün hayatını ülkesinin milli bağımsızlığına adayan, askeri dehasını bütün dünyaya ve bizzat ebedi düşmanı Rus yüksek makamlarına dahi kabul ettiren, adını dünya tarihine "gelmiş geçmiş en büyük gerilla lideri" olarak yazdıran İmam Şamil 4 Şubat 1871’de 74 yaşında iken hayata gözlerini yumar.
  10. Türk

    üstat NECİP FAZIL

    Hayatı ve Eserleri Maraş'lı bir soydan gelen Necip Fazıl'ın çocukluğu, mahkeme reisliğinden emekli büyük babasının İstanbul Çemberlitaş'taki konağında geçti. İlk ve orta öğrenimini Amerikan ve Fransız kolejleri ile Bahriye Mektebi'nde (Askeri Deniz Lisesi) tamamladı.Lisedeki hocaları arasında dönemin ünlülerinden Yahya Kemal,Ahmet Hamdi(Akseki),İbrahim Aşki gibi isimler vardı. İstanbul Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nü bitirdikten (1924) sonra gönderildiği Fransa'da Sorbonne Üniversitesi Felsefe Bölümünde okudu. Paris'te geçen bohem günlerinden sonra,Türkiye'ye dönüşünde Hollanda,Osmanlı ve İş Bankalarında müfettiş ve muhasebe müdürü olarak çalıştı. Bir Fransız okulu,Robert Kolej,İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi, Ankara Devlet Konservatuarı,Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde hocalık yaptı(1939-43).Sonraki yıllarında fikir ve sanat çalışmaları dışında başka bir işle meşgul olmadı. Şairliğe ilk adımını on yedi yaşında iken,annesinin arzusuyla başladı ve ilk şiirleri Yeni Mecmua'da yayımlandı.Milli Mecmua ve Yeni Hayat dergilerinde çıkan şiirleriyle kendinden söz ettirdikten sonra,Paris dönüşü yayımladığı Örümcek Ağı ve Kaldırımlar adlı şiir kitapları onu çok genç yaşta çağdaşı şairlerin en önüne çıkararak edebiyat çevrelerinde büyük bir hayranlık ve heyecan uyandırdı.Henüz otuz yaşına basmadan çıkardığı yeni şiir kitabı Ben ve Ötesi (1932) ile en az öncekiler kadar takdir toplamayı sürdürdü. Şöhretinin zirvesinde iken felsefi arayışlarını sürdürüp içinde yeni bir dönemin doğum sancısını hisseden Necip Fazıl için 1934 yılı gerçekten de hayatının yeni bir dönemine başlangıç olur.Bohem hayatını en koyu rengiyle yaşadığı günlerde Beyoğlu Ağa Camii'nde vaaz vermekte olan Abdülhakim Arvasi ile tanışır ve bir daha ondan kopamaz.Necip Fazıl'ın hemen tümünde üstün bir ahlak felsefesinin savunulduğu tiyatro eserlerini birbiri ardına edebiyatımıza kazandırması bu döneme rastlar.Tohum, Para, Bir Adam Yaratmak gibi piyesleri büyük ilgi görür.Bu eserlerden Bir Adam Yaratmak,Türk tiyatrosunun en güçlü oyunlarındandır. Necip Fazıl'ın şairliği ve oyun yazarlığı kadar önemli yönü,çıkardığı dergilerle düşünce hayatımıza kattığı zenginlik ve bu dergilerde çıkan yazılarla sürdürdüğü mücadeledir.Haftalık Ağaç dergisi(1936,17 sayı) dönemin ünlü edebiyatçılarının toplandığı bir okul olmuştur.Büyük Doğudergisinde çıkan yazılarıyla İsmet Paşa ve tek parti (CHP) yönetimine şiddetli bir muhalefet sürdürmesi sonucu hakkında açılan çok sayıda davada yüzlerce yıl hapsi istendi,163. maddeye aykırı bulunan yazıları ve kimi zaman da bulunan bahanelerle birkaç yılda bir hapse mahkum oldu.Cinnet Mustatili adlı eserinde hapishane anıları yer alır.Sık sık kapatılan ve çeşitli bahanelerle toplatılan Büyük Doğu'nun çıkmadığı sürelerde günlük fıkra ve çeşitli yazılarını Yeni İstanbul, Son Posta, Babıalide Sabah, Bugün, Milli Gazete, Hergün ve Tercüman gazetelerinde yayımlandı. Büyük Doğu'da çıkan yazılarında kendi imzası dışında Adıdeğmez, Mürid, Ahmet Abdülbaki gibi müstear isimler kullandı.1962 yılından itibaren de hemen hemen tüm Anadolu şehirlerinde verdiği konferaslarla büyük ilgi topladı.Başta İdeolocya Örgüsü (1959) olmak üzere düşünce eserleriyle kültür hayatımıza verdiği büyük hizmet, diğer tüm yönlerini bile geride bırakacak üstünlüktedir. 1980'de Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü'nü, 'İman ve İslam Atlası' adlı eseriyle fikir dalında Milli Kültür Vakfı Armağanı'nı (1981),Türkiye Yazarlar Birliği Üstün Hizmet Ödülü'nü (1982) almış beratla 'Sultan-üş Şuara' (Şairlerin Sultanı) ünvanını kazanmıştır. VASİYETİ 1- Bu vasiyet çoluk-çocuğumun ve şahsi yakınlarımın dar ve hususi kadrosundan ziyade,onların da içinde olduğu geniş ve umumi zümreyi muhatap tutuyor.Başta gerçek Türk'ün ruh köküne bağlı yeni gençlik, şu kadar yıllık mücadele hayatımda beni okumuş veya dinlemiş her fert,kısaca Allah ve Resulüne perçinli herkes...Onlara hitap ediyorum ve dileklerimin yerine getirilmesi için gerekli çalışmayı işte bu yeni gençliğe ısmarlıyorum! Eğer üzerilerinde bir hakkım varsa,Hesap Gününde tek tek sorumludurlar. Emanetim, beni seven ve İslam davasında bir hak sahibi olduğumu kabul eden herkese... 2- Fikir ve duyguda vasiyete lüzum görmüyorum.Bu bahiste bütün eserlerim,her kelime,cümle,mısra ve topyekün ifade tarzım vasiyettir. Eğer bu kamusluk bütünü tek ve minicik bir daire içinde toplamak gerekirse söylenecek söz "Allah ve Resulü;başka herşey hiç ve batıl"demekten ibarettir. 3- "Büyük Doğu Yayınları" kitabevi kuruluncaya kadar şunun bunun neşrettiği eserlerim arasında mukaddes ölçülere karşı küçük ve hafif çapta laubali,dikkatsiz ve ciddiyetsiz,hürmet ve haşyetten mahrum ve ne varsa -isterse nokta veya virgül olsun-onları reddediyor, malım olmaktan çıkarıyor ve bütün sorumluluğumu,bundan böyle kendi idare, murakabe ve firmam altında çıkaracağım eserlere bağlıyorum.İnşallah Hak bana onları dünya gözüyle bütünleşmiş ve tamamlanmış gösterir, arkamdan gelecekler de bu örneklere göre devam ederler,virgül oynatmaktan bile çekinirler.İslama pazarlıksız ve sımsıkı bağlanmadan önceki şiirlerim ve yazılarım arasında hatta küfre kadar gidenler ise,çoktan beri eser çerçevem dışına çıkarıldığı,herbirinden ayrı ayrı istiğfar edildiği ve çöp tenekesine atıldığı için nereden nereye geldiğimi göstermekte bile kullanılmamalı ve onlarla müminleri benden çevirmek isteyeceklere -çok denenmiştir- şu cevap verilmelidir: "Koca Hz.Ömer bile Allahın Resulünü öldürmeye davranmış ve peşinden bütün sahabilerin, derecede ikincisi olmak gibi bir şerefe ermiştir.Hiç ona bu ilk davranışından ötürü sonradan dil uzatan olmuşmudur? Belki o noktadan bu noktaya gelmekte faziletlerin en büyüğü vardır." Eserlerim mevzuunda vasiyetim kısaca şu:İlk yazılarımdan birkaçı asla benim değil;sonrakiler de en dakik şeriat mihengine vurulduktan,yani nasip olursa tarafımdan bütünleştirildikten sonra benim...Bir kısmını şimdiden tamamlamış bulunduğum eserlerim üzerinde bu ölçüyü devam ettirmek ve en titiz murakabeyi sürdürmek borcu ise,mirascılarımın ve manevi mirasçım gençliğin...Ben öldükten sonra kim ve ne suretle eserlerimin üzerinde gizli bir tasarrufa kalkar da ölçüyü hafifçe bile olsa örselerse,tezgahını başına yıkınız! En büyük korkularımdan biri,nice müellifin başına geldiği gibi,ölümümden sonraki tahriflerdir. 4-Beni,ayrıca hususi vasiyetimde gösterdiğim gibi,İslami usullerin en incelerine riayetle gömünüz! Burada,umumi vasiyette de belirtilmesi gereken bir noktaya dokunmalıyım: 1935 yılında,Mürşidim ve Kurtarıcım Esseyyid Abdülhakim Efendi Hazretlerine, bir yazımı okumuştum.Bu yazı,kendilerini tanıdıktan sonraki dünya görüşüme ait olarak,zamanenin bize aykırı,meşhur bir gazetesinde çıkmıştı ve Türkün tarih muhasebesini İslami tefekkür noktası etrafında çerçeveliyordu. Yazıyı ellerine aldılar,kalem istediler ve üstüne öz elleriyle "altın ile yazılacak yazı"buyurdular. İşte hususi zarfında duran bu kesilmiş makaleyi,bütün eserlerimin tasdiknamesiolarak kefenime iliştirsinler... 5-Nasıl,nerede ve ne şekilde öleceğimi Allah bilir.Fakat imkan aleminde en küçük pay bulundukça,biricik dileğim Ankara'da Bağlum nahiyesindeki yalçın mezarlıkta, Şeyhimin civarına defnedilmektir. Elden gelen yapılsın... 6-Cenazeme çiçek ve bando muzika gönderecek makam ve şahıslara uzaklığımız ve kimsenin böyle bir zahmete girişmeyeceği malum... Fakat bu hususta bir muziplik zuhur edecek olursa, ne yapılmak gerektiği de beni sevenlerce malum...Çiçekler çamura ve bando yüzgeri koğuşuna... 7-Cenazemde, namazıma durmayacaklardan hiç kimseyi istemiyorum! Nede, kim olursa olsun, kadın...Ve bilhassa, ölü simsarı cinsinden imam! Ve "bid'at" belirtici hiçbirşey!... Başucumda ne nutuk,ne şamata, ne medh,ne şu,ne bu...Sadece Fatiha ve Kur'an... 8-Mezarımda ilahi ve ulvi isim ve sıfatlardan ve benim beşeri ve süfli isim ve sıfatlarımdan hiçbir iz bulunmayacak...Mevlid de istemem!... Onu,uhrevi rüşvet vasıtası yapanlara bırakınız! Sadece Kur'an... 9-Şimdi sıra en büyük dileğimde...Müslümanlardan,Eğer bu davada hizmetim geçtiğine inanan varsa,şunları istiyorum: Her ferdin,herhengi bir kifayet hesabına yanaşmaksızın,benim için "Necip Fazıl'ın kaza borcuna karşılık" niyeti ile bir günlük (Beş vakit) namaz kılması ve yine birgün oruç tutması... Mevtanın ardından, onun için kaza namazı Şafii içtihadında caizdir ve aynı içtihat Hanefilerce de rahmettir. Her ferdin,en aşağı yüz Tevhid kelimesi okuyup sevabının mislini bana hediye etmesi...70 bine dolması lazım...Bir de,üzerimde hakkı olanların bunu Allah rızası için helal etmeleri... Ölünceye dek,üzerimdeki Allah ve kul haklarından mümkün olanını ödeyebilmek için elimden geldiği kadar cehdetmek azmindeysem de ne olacağını,nereye,hangi noktaya varabileceğimi bilmiyorum ve yardımı müslümanlardan bekliyorum. "Şey'en lillah"tabiriyle bana Allah için birşey veriniz!Yardımınızı esirgemeyiniz! 10-Allahı,Allah dostlarını ve düşmanlarını unutmayınız! Hele düşmanlarını!... Olanca sevgi ve nefretinizi bu iki kutup üzerinde toplayınız! 11-Benide Allah ve Resul aşkının yanık bir örneği ve ardından bir takım sesler bırakmış divanesi olarak arada bir hatırlayınız AYRINTILI BİLGİ www.ulkuocaklari.org.tr
  11. UNUTMAYIN KOMÜNİSTLERDE DEVLETİ ELE GEÇİRMEYE ÇALIŞIYORLARDI AMA HEM DEVLETİN HEM MİLLETİN KARŞISINDAYDILAR.BEYENMEDİĞİNİZ ÜLKÜCÜLERE DUA ETMELİSİNİZ
  12. Türk

    Korkunc olan ne?

    KAHROLSUN KOMÜNİZM KAFASI EZİLMESİ DEĞİL KOPARILMASI GEREKEN BİR YILANDIR KOMÜNİZM
  13. BURADA SÖYLENİLMEK İSTENEN İSLAMA ÖZGÜRLÜKTÜR YAHUDİ BAŞINDA KİPASIYLA BENİM ÜLKEM DE RAHATÇA GEZEBİLİYORSA BENİM BACIM DA BU ÜLKEDE TÜRBANIYLA HER HAKTAN YARARLANABİLMELİDİR.ORTA ÇAĞA GELİNCE HRİSTİYANLIK BOZULMUŞ BİR DİNDİR YANLIŞLARININ OLMASI MUHTEMELDİR FAKAT İSLAM KIYAMETE KADAR BOZULMAYACAK TEK HAK DİNDİR.BU YÜZDEN İSLAMA KARŞI BİR REFORM, BİR MÜCADELE SÖZ KONUSU DEĞİLDİR BU BÖYLE BİLİNSİN İSLAMI BOZUK BİR DİN OLAN HRİSTİYANLIKLA KIYASLAMAYA ARTIK BİR SON VERİN
  14. ENVER PAŞA ... Asıl adı İsmail Enver'dir. İstanbul Divanyolu'nda doğdu, Doğumu ile ilgili olarak Türkçe ve Almanca otobiyografilerinde farklı tarihler verilmektedir (23 Kasım 1881 Çarşamba, 6 Aralık 1882 Çarşamba). Ailesi Manastırlı olup babası, önceleri Nâfıa Nezâreti fen memurluğu yapan, daha sonra surre emini olan sivil paşalık rütbesine yükselen Ahmed Bey, annesi Ayşe Hanım'dır. Küçük yaşta gösterdiği aşın İstek sebebiyle henüz üç yaşında iken ibtidâi mektebine kaydedildi. Ardından Fâtih Mekteb-i İbtidâisi'ne girdi. Bu okulun ikinci sınıfında iken babasının Manastır vilâyeti Nâfia fen memurluğuna tayini üzerine öğrenimine bu şehirde devam ettikten sonra yine aynı yerde askeri rüşdiye ve askerî idadi tahsilini tamamlayarak Mekteb-i Harbiyye-i Şâhâne'ye girdi. Daha o sıralarda, yüksek okullarda yaygın olan II. Abdülhamid aleyhten propagandadan etkilendiği otobiyografisinden anlaşılan Enver Bey, Mekteb-i Harbiyye-i Şâhâne'yi dokuzuncu olarak bitirip erkânı harp sınıfı için ayrılan kırk beş kişilik kontenjan içerisine girmeyi başardı. Erkânıharp eğitimi sırasında bir defa Yıldız Sarayına götürülerek sorgulandıysa da hüküm giymedi. Ancak bu dönemdeki İttihat ve Terakki Cemiyeti faaliyetlerine katılmadığı kesindir. Sınıf ikincisi olarak okuldan mezun olduktan sonra 1903 yılı Ocak ayında erkânıharp yüzbaşısı rütbesiyle Manastır'daki 13. Seyyar Topçu Alayı'na tayin edildi. Bu esnada Bulgar çetelerinin takip ve tenkili için yapılan harekâta katıldı, 1903 yılı Eylülünde Koçana'da bulunan 20. Piyade Alayı'nın birinci bölüğüne nakledildi. Nisan 1904 tarihinde Üsküp'teki 16, Süvari Alayı'nda görevlendirildi. Aynı yılın Ekim ayında İştip'teki alaya giren Enver Bey iki ay sona "sunûf-i muhtelife" hizmetini tamamlayarak Manastır'daki karargâhına geri döndü. Burada erkânıharp dairesinin birinci ve ikinci şubelerinde yirmi sekiz gün çalıştı. Ardından Manastır Mıntıka-i Askeriyyesİ Ohri ve Kırçova mıntıkaları müfettişliğine tayin edildi. 7 Mart 1905'te kolağası oldu. Bu görev sırasında Bulgar, Rum ve Arnavut çetelerine karşı girişilen askerî harekâtta üstün başarılar gösterdiğinden dördüncü ve üçüncü Mecidi, dördüncü Osmani nişanlan ve altın liyakat madalyası ile ödüllendirildi: 13 Eylül 1906 tarihinde binbaşılığa yükseltildi. Bulgar çeteleri-ne karşı yürüttüğü faaliyet onun üzerinde Milliyetçilik fikirlerinin etkili olmasında rol oynadı. Bu ay içinde Selanik'te kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti'ne on ikinci üye olarak katıldı. Manastır'a dönüşünde cemiyetin buradaki teşkilatım kurma faaliyetinde bulundu. Bu faaliyetleri, Osmanlı Hürriyet Cemiyeti ile merkezi Paris'te olan Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti'nin birleşmesi ve ilk örgütün Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti Dahili Merkez-i Umumisi adını almasından sonra daha yoğun olarak sürdürdü. Terakki ve İttihat Cemiyeti tarafından başlatılan ihtilal girişimlerine katıldı. Faaliyetinin ihbar edilmesi üzerine İstanbul'a davet edildi. Ancak 24 Haziran 1908 akşamı dağa çıkarak ihtilalde öncü rol oynadı. Tikveş'teki örgütlenme faaliyetinden sonra 21 Temmuz 1908'de Köprülü'ye geçen Enver Bey, 23 Temmuz 1908 tarihinde II Abdülhamid'in Meclis-i Mebusan'ı yeniden toplantıya çağıran iradesi sonrasında Selanik'e giderek bu şehirdeki kutlamalara katıldı. Dağa çıkan subaylar arasında en kıdemlisi olduğundan ve Kolağası Niyazi Bey ile beraber en önemli faaliyeti gerçekleştirdiğinden bir anda "kahraman-ı hürriyet" haline geldi ve bu tarihten itibaren yeniden Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti adını kullanmaya başlayan örgüt içindeki askeri kanadın önde gelen isimlerinden biri oldu. 23 Ağustos 1908'de Rumeli Vilayeti Müfettişliği refakatine verilen Enver Bey, 5 Mart 1909'da 5000 kuruş maaşla Berlin askeri ataşesi olarak görevlendirildi. 31 Mart Vak'ası üzerine geçici olarak yurda dönen Enver Bey İstanbul'da Hareket Ordu'-suna katıldıktan sonra tekrar Berlin'e gitti. 12 Ekim 1910 tarihinde Birinci ve İkinci Ordu manevralarında hakem olarak görev yapmak üzere yeniden İstanbul'a geldi ve kısa bir şiire sonra geri döndü. Mart 1911'de İstanbul'a gelen Enver Bey, 19 Mart 1911'de Makedonya'daki çete faaliyetlerine karşı alınacak tedbirleri denetlemek ve bu alanda rapor hazırlamak üzere bölgeye gitti. Enver Bey dolaştığı Selanik, Üsküp, Manastır, Köprülü ve Tikveş'te bir yandan çetelere karşı alınacak tedbirler üzerinde çalışırken öte yandan İttihat ve Terakki Cemiyeti ileri gelenleriyle görüştü. 11 Mayıs 1911 tarihinde İstanbul'a döndü. 15 Mayıs 1911'de Sultan Mehmed Reşad'ın yeğenlerinden Naciye Sultan ile nişanlandı. 27 Temmuz 1911'de Malisör isyanı sebebiyle İşkodra'da toplanan İkinci Kolordu'nun erkânıharp reisi olarak Trieste üzerinden İşkodra'ya gitmek üzere İstanbul'dan ayrıldı. 29 Temmuz'da ulaştığı İşkodra'da Malisör isyanının bastırılması, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin Arnavut üyeleriyle olan meselelerinin hallinde önemli rol oynadı. Daha sonra Berlin'e geçtiyse de İtalyanlar'ın Trablusgarp'a saldırmaları üzerine yurda döndü. 3 Eylül 1911 tarihinde Selanik'te yapılan İttihat ve Terakki Cemiyeti merkez-i umumi toplantısında İtalyanlar'a karşı bir gerilla savaşı yürütmesi fikrini savunan Enver Bey bu görüşünü diğer örgüt üyelerine de kabul ettirdi. 8 Ekim 1911'de padişah ve hükümet yetkilileriyle görüştükten sonra İskenderiye'ye gitmek üzere 10 Ekim 1911'de İstanbul'dan ayrıldı. Mısır'da ileri gelen Arap liderleriyle çeşitli temaslar kurup 22 Ekim'de Bingazi'ye hareket etti. Çölü geçerek 8 Kasımda Tobruk'a ulaştı, l Aralık 1911 'de Aynülmansûr'da askeri karargahını kurdu. İtalyanlar'a karşı yapılan muharebe ve gerilla harekatında büyük başarılar elde etti. 24 Ocak 1912 tarihinde bu görevine ilaveten Bingazi mutaasarrıflığına tayin edildi. 10 Haziran 1912'de kaymakam oldu. Kasım 1912 sonlarında Balkan Savaşı'na katılmak üzere Bingazi'yi terkederek tebdili kıyafetle İskenderiye'ye, oradan de bir İtalyan gemisiyle Brindisi'ye gitti. Viyana üzerinden İstanbul'a dönen Enver Bey, l Ocak 1913'te Nazım Paşa ile görüştü. Harbiye nazırı ile Kamil Paşa'nın istifaya zorlanması ve yerine savaşa devam edecek bir hükümetin kurulması konusunda anlaşmaya vardı. Daha sonda bu fikri, Kamil Paşa'nın görevde kalmasını isteyen Sultan Mehmed Reşad'a da kabul ettirmeye ça-îıştı. Enver Bey ile İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin ileri gelenleri 23 Ocak 1913 tarihinde Bâ-biâli Baskını'nı gerçekleştirdiler. Enver Bey öncü rol oynadığı bu hükümet darbesinde Kamil Paşa'ya İstifanamesini imzalattı. Ardından padişahı ziyaret ederek Mahmud Şevket Paşa'nın sadarete getirilmesini sağladı. 12 Haziran 1913'de Mahmud Şevket Paşa'nın hallinden sonra ülke yönetimine fiilen el koyan İttihat ve Terakki içindeki askeri kadronun da lideri haline gelen Enver Bey, hayati kararların alınmasında etkili oldu. II Balkan Savaşı sırasında 22 Temmuz 1913'te Edirne'ye girişi toplum nezdindeki prestijini daha da artırdı. 15 Aralık 1913'de Miralay, 3 Ocak 1914'te Mirliva, aynı tarihte Ahmed İzzet Paşa'nın yerine Harbiye nazırı oldu. 8 Ocak 1914 tarihinde aynı zamanda Erkan-i Harbiye-i Umumiyye reisliği görevini üstlenen Enver Paşa yeni görevinde büyük bir gayretle, I. Balkan Savaş'nda bozguna uğrayan Osmanlı ordusunun yeniden düzenlenmesine çalıştı. II. Abdülhamid dönemin yaşlı paşalarının tamamına yakın bir kısmı emekli edildi ve genç subaylar orduda önemli göreve getirildi. Enver Paşa'nın mahiyetinde çalışmış olan İsmet İnönü ve Kazım Karabekir gibi subaylar onun bu çabalarının başarılı olduğunu kabul ederler. Enver Paşa'nın bu düzenlemesi bir anlamda Cumhuriyet'in kuruluşunda önemli rol oynayan a kadronun da Osmanlı ordu teşkilatında yükselmesini sağladı. Enver Paşa, Harbiye n sırasında "enverîye" adı verilen askeri ve aynı adla anılan, sesli, sessiz harflerin her harfinin ayrı yazılması ile uygulanan bir yazı gibi yenilikler yaptı. 5 Mart 1914 tarihim Naciye Sultan ile evlenen Enver Paşa, İttihat i Terakki Cemiyeti tarafından Almanya ile ittifak anlaşması sağlamak İçin girişimlerde bulunmak üzere görevlendirildi. Enver Paşa'nın ilk girişim ve teklifleri Alman İmparatorluğu'nun İstanbul Büyükelçisi Hans von Wangenheim tarafından reddedildi. Daha sonra Avusturya-Maceristan yetkililerin de baskıları ile Wangenheim'ın Şansölye Betmann Hollweg'in itirazlarına neden olan Kayser II. Wilhelm'in şahsi emriyle Ağustos 1914 tarihli ittifak anlaşması ile Genel kanaatin aksine, ittifak anlaşması Almanlar'dan gelmediği gibi bu alanda yanaşmamakta uzun süre direnen de Alman İmparatorluğu olmuştur. Dolayısıyla Enver Paşa'nın Osmanlı Devleti'ni bir oldu bitti sı cunda Almanlar'la ittifak anlaşması imzalat zorladığı tezi doğru değildir; ayrıca hiç bir büyük Avrupa devleti tarafından ittifaka ne dahil edilmeyen Osmanlı Devleti'nin Alman ittifakını sağlaması gerektiği konusunda İttihat ve Terakki liderlerinin tamamı aynı kaanati taşıyordu. 10 Ağustos 1914 günü Çanakkale önüne gelen Goeben ve Breslau buharlı Alman savaş gemileri peşlerindeki İngiliz gemilerinden kaçabilmek için giriş izni isteyince kendisiyle görüşen Kress von Kressenstein'in talebiyle Enver Paşa re'sen verdiği bir emirle gemilerin içeri alınmasını ve eğer takip etmek isterlerse İngiliz gemilerine ateş açılmasını emretti. Olayları yaşayan bazı subaylar, 22 Ekim 1914'de Enver Paşa'nın Amiral Souchon'a Karadeniz'deki Rus donanmasına saldırması için şifahi emir verdiğini iddia etmektedirler. Ancak bu konuda yazılı bir emir 25 Ekim 1914'te Enver Paşa tarafından amirale gönderilmişti. 29 Ekim 1914 günü Karadeniz'e manevra gerekçesiyle çıkan Osmanlı donanmasının Rus Çarlığı liman ve gemilerine saldırısı sonrasında Enver Paşa, müttefiklerine tazminat ödeyerek tarafsızlığın korunması fikrini savunan hükümet üyelerine karşı savaşa giriş tezinin en hararetli savunucusu oldu. Savaşa girilmesinden sonra Enver Paşa Harbiye nazırı olarak askeri harekatın yönetimini de ele aldı. Ancak kendisinin tamamen bir Alman kuklası olup onların isteklerini yerine getirmeye çalıştığı şeklindeki görüşler doğru değildir. Bizzat Alman belgeleri, Enver Paşa'nın çeşitli hususlarda Alman askeri yetkilileriyle çatıştığını göstermektedir. Enver Paşa'nın I. Dünya savaşı sırasındaki fiili tek kumandası Kafkas cephesinde olmuştur. 14 Ekim 1918 tarihinde Talat Paşa kabinesinin istifası ile Enver Paşa'nın da Harbiye nazırlığı sona erdi ve 1-2 Kasım 1918'de İttihat ve Terakki'nin diğer yedi lideriyle birlikte Ülkeden ayrıldı. Enver Paşa ülkeden ayrılmadan önce Sadrazam Ahmed İzzet Paşa'ya yazdığı mektupta kullandığı ifadeler, onun Azerbaycan'da müstakil bir Türk hükümeti kurmaya çalışacağı intibasını uyandırmaktaydı. Nitekim Kırım'da Berlin'e giden arkadaşlarından ayrılarak amcası Halil Paşa ve kardeşi Nuri Bey'in denetiminde bulunan Kafkasya'daki ordu birliklerine ulaşmak üzere oraya hareket etti. Ancak kayalara bindiren takanın batması sonucunda bunu gerçekleştiremediği gibi bölgedeki birliklerin etkisiz hale getirilerek kumanda heyetinin tutuklandığım öğrenince de Berlin'e gitmeye karar verdi. Nisan 1919'da Berlin'e gidip Babelsberg semtine yerleşti ve Almanya'da yeniden teşkilatlanmaya çalışan İttihat ve Terakki'nin faaliyetinde rol oynadı; ayrıca İngilizler'le de çeşitli pazarlıklarda bulundu, fakat bu alanda bir anlaşma sağlanamadı. Enver Paşa Talat Paşa ile birlikte 1919 Ağustos ayı sonunda Bolşevik liderlerinden Kari Radek'i tutuklu bulunduğu hücresinde ziyaret etti. Radek İttihat ve Terakki'nin bu iki liderini Moskova'ya davet etti. 10 Ekim 1919 tarihinde Mehmet Ali Sami takma adı ve Rusya'daki Türk Hilal'i Ahmar temsilcisi bir doktor kimliğiyle uçakla Berlin'den Moskova'ya hareket eden Enver Paşa, 13 Ekimde Königsberg'e ve 15 Ekim'de Shiaulai'ye (Litvanya) vardı. Daha sonra Abe-li'ye iniş yapan uçak yolcuları Litvanya yetkilileri tarafından göz altına alındılar ve Kaunas'sa gönderildiler. Enver Paşa Kaunas'taki hapishanede iki ay geçirdikten sonra tekrar Berlin'e döndü. Bu sırada hapisten çıkan Radek'in talebi üzerine bazı İttihat ve Terakki liderleri Moskova'ya hareket ettiler ve 27 Mayıs 1920 tarihinde burada buluştular. Berlin'de kalan Enver Paşa'da çeşitli temaslardan sonra Altman adına düzenlenmiş sahte belgelerle yola çıktı. Ancak bu uçağı yine zorunlu iniş yapınca tekrar yakalandı ve Riga hapishanesine götürüldü. Burada bir komünist, bir Alman yahudisi olarak muamele gören Enver Paşa tekrar serbest bırakıldı. 1920 Ağustos ayının başında üçüncü defa Berlin'i terk eden Enver Paşa Stettin, Königsberg, Mingskve Somalengk üzerinden 16 Ağustos tarihinde Moskova'ya ulaştı. Burada gayet iyi karşılandı ve Kremlin'in büyük duvarına bakan Sopiskaia Naberezhnaya semtindeki bir konuk evine yerleştirildi. Enver Paşa eski ittihatçı arkadaşları ve Orta Asya'dan gelen temsilcilerle görüştü. Ayrıca Çiçerin, Radek, Zinoiev ve Lenİn ile görüşmeler yaptı ve Sovyet-Alman temaslarında arabuluculuk görevini üstlendi. Berlin'den Moskova'ya gelmesinde yardımcı olan eski arkadaşı Hans von Seect'e yazdığı 25 ve 26 Ağustos tarihli iki mektuba göre, Troçki ve temsilcisi E.M. Skliansky'le yaptığı görüşmelerde Anadolu hareketine silah yardımında bulunulmasını istedi ve söz dahi aldı. îslâm İhtilal Cemiyetleri İttihadı adında bir örgüt kurdu. Enver Paşa 1-8 Eylül 1920 tarihinde Bakü'de gerçekleşen Doğu Halkları Kongresi'ne Libya, Tunus, Cezayir ve Fas'ı temsilen katıldı. Ankara hükümeti de kongrede İbrahim Tali (Öngören) tarafından temsil edildi. Ancak bu kongre önemli sonuçlar doğurmadı. Sovyetlerin ihtilalci grupları değil, Mustafa Kemal, Rıza Şah, Çang-Kay-Şek Emanullah Han gibi tarafsız liderlerin yönetimlerini destekleme kararları Enver Paşa'nın işini zorlaştırdı. Ekim 1920 başlarında yeniden Berlin'e döndü ve Lüksgrunewald semtine yerleşti. Daha sonra İsviçre'ye giden Enver Paşa burada Hakkı Paşa ile görüşerek Rusya'dan Anadolu'ya askerî yardım göndermek üzere bir gizli teşkilat kurmaya karar verdi. Komitede H. Von Seect'in eski yaveri binbaşı Fischer ve Alman harb bakanlığında askeri teçhizat sorumlusu yüzbaşı Kress'de bulunmaktaydı. Ancak Moskova'dan gerekli maddi yardım sağlanamadı. Halil Paşa'mn Enver Paşa'ya yazdığı 4 Kasım 1920 tarihli mektuba göre bu alandaki yeni taleplerde Karahan tarafından reddedildi. Enver Paşa 1921 Şubat! ı sonunda yeniden Moskovaya gitti ve burada Çiçerin ve yeni Ankara hükümeti temsilcisi Bekir Sami Bey'le çeşitli görüşmeler yaptı. 16 Temmuz 1921'de Mustafa Kemal Paşa'ya uzun bir mektup yazarak kendisinin faaliyetleri hakkındaki şikayetleri ve Anadolu Hareketine el koyma iddialarına karşı çıktı. 30 Temmuz'da Ankara'ya yönelik Yunan saldırısı başladığında Enver Paşa diğer İttihatçı liderlerle birlikte Anadolu'ya geçme fikriyle Batum'a gitti. Bu sırada Trabzon'daki Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'de onu destekliyordu. 5 Eylül'de burada yapılan ve Halk Şuralar Fırkası Toplantısı olarak ilan edilen İttihatçı toplantısında Ankara'daki T.B.M.M.'ne İttihatçı sürgünlerle soğuk ilişkilerin sona erdirilmesi içinde başvuruda bulunması kararlaştırıldı. Ancak Sakarya zaferi Enver Paşa'nın planlarının bir defa daha bütünüyle değişmesine yo! açtı. Baku'yu terk eden Enver Paşa Tiflis. Aşkabat ve Merv'e uğradıktan sonda Ekim 1921 tarihinde kendisine refakat eden Teşkilat-ı Mahsusa eski liderlerinden Kuşçubaşı Hacı Sami ve diğer bazı İttihattçılarla birlikte Buhara'ya gitti. 8 Kasımda Türk subaylarla birlikte tekrar yola çıktı ve 19 Kasım'da Akbulağ, 21 Kasım'da Başçardak kışlağında ve 24 Kasım'da Gurgantepe'ye ulaştı. Burada Cedidci Alehytarı Lakay İsmalil Bey'in esiri durumuna geldi. Şubat 1922 sonunda buradan kurtulan Enver Paşa Ruslara karşı savaşan Basmacıları örgütlemek için tekrar Duşanbe ilerisindeki kışlaklara gitti. 24 Temmuz'da Rusların Duşanbe'yi alması üzerine geri çekilerek Satılmış Kışlağına vardı. Buradan Belcuvan bölgesindeki Âbıderyâ köyüne geçti ve son karartı; burada kurdu. 4 Ağustos 1922'de karargahta düzenlenen Kurban Bayramı töreninde mahiyetinde kalan askerlerle bayramlaşırken ani bir Rus baskınına uğradı; yanındaki otuza yakın atlıyla yöneldiği Çegan tepesi mevkiinde giriştiği çarpışmada ön safta vuruşurken öldürüldü. Enver Paşa'nın eşyaları müfreze kumandanı Kulikof tarafından Taşkent'e gönderildi. Buradan daha sonra Moskova'daki askeri müzeye nakledildi. Cenazesi Âbıderyâ köyünde toprağa verildi. Enver Paşa'nın siyasi ve askeri kariyeri hakkında değişik ve birbiriyle çelişen yorumlar yapılmıştır. 1908 ihtilalinde oynadığı rol, Trablusgarp Harb'indeki başarıları sebebiyle kamuoyunda büyük prestij kazanan Enver Bey'in aleyhine Mondros Mütearekesi'nin ardından bir kampanya başlatılmış, 1922 sonrasında ise yeni rejim Enver Paşa ve arkadaşlarını gereksiz yere l. Dünya Savaşı'na girilmesinden sorumlu tutmuş, mütareke dönemi faaliyetleride bir maceracı olarak yorumlanmıştır. Belirli dönemlerde leyhine ve aleyhine yoğun yayın yapılmalısı, Enver Paşa hakkında ojektif bir değerlendirilme yapılmasını güçleştiren temel sebep olmuştur. Yetiştirdiği dönemin Osmanlı zabitanı içinde kendini geliştiren Enver Paşa Makedonya'daki çete savaşlarında gösterdiği başarılarla sivrilmiştir. 1908 hareketinde öncü rolü onu halk kahramanı mertebesine getirdiği gibi İttihat ve Terakki Cemiyeti içindeki durumunu da güçlendirmiş, 1913 Babıali Baskınından itibaren gerek bu örgütün askeri kanadının gerekse Teşkilat-ı Mahsusa'nın lideri haline gelmiştir. ş Bu dönemde kendi kaleminden çıkan mektuplar, Enver Paşa'nın Fransızca ve Almancayı iyi düzeyde kullanabilen ve batı düşünürlerin kitaplarını okuyan bir kişi olduğunu göstermektedir. Enver Paşa'nın l. Dünya savaşına girilme-sindeki sorumluğu ve rolü ise son dönemlerinde yayımlanan Alman ve Avusturya belgelerinden anlaşıldığına göre daha ziyade Goeben ve Bresleu zırhlılarının boğazlardan geçirilmesi ve Rus limanlarının bombardımanı emrinin verilmesi çevresinde şekillenmektedir. Onun Mütareke sırasındaki faaliyetleri ise özellikle son dönemlerde yayımlanan belgelerin ışığı altında şahsi girişimler olmaktan ziyade İttihat ve Terakki kadrosunun faaliyetleri olarak değerlendirilmelidir. Ancak Enver Paşa'nın maceracılık boyutlarına varan hareketleri konusunda yorumda bulunulurken içinde yaşadığı çağın da bir macera çağı olduğu hesaba katılmalıdır
  15. Türk

    hz.muhammet türk mü

    BU İDDİANIN sahibi ahmet Yesevi üniversitesi vakfı başkanlarından Namık Kemal Zeybek beydir. BİR ARA bu konuyu bir programdada açıkladı ve bana çok mantıklı geldi araştırmaya göre sümerliler türk asıllıdırlar HZ İbrahim [AS] IN SOYU BURAYA dayanmaktadır ve bilindigi üzre HZ Peygamberimizle kanbağı bulunmaktadır burdan haraketle ortaya bu iddia atılmıştır. Bu iddianın kafa tasçılıkla alakası bulunmamaktadır. Açıklama mesela latin asıllı olsaydı eminim çogu arkadaş olabilir derdi ama Türk denilince hemen kafatasçılık oluyor.Bırakın artık bu hep kendi milletimizi aşagı görme fobisinden HERKESE ESENLİKLER
  16. Türk

    ALLAH YOKTUR MU?

    Elbette çok haklısın zamanında ateizme saplanan kişilerin hazin sonunu örneğin darwin lenin nemrut ebrehe vs... okuyan her insan bilir
  17. Evet çok güzel birkonuya deginmişsin Madem bu ülke özgür bir ülke ve laik ise türban yasaklanamaz eminim yasaklanmalı diyen zihniyetler laikligi gerçek anlamıyla algılayamayan yada algılamak istemeyen beyinler Türkiye müslüman bir devlet degildir fakat nüfusunun yüzde 97 si müslüman bir ülkedir laikligin tanımını merak eden bana başvurabilir
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.