
evaporit
Φ Üyeler-
İçerik Sayısı
180 -
Katılım
-
Son Ziyaret
İçerik Tipi
Profil
Forumlar
Bloglar
Fotoğraf Galeresi
- Fotoğraflar
- Fotoğraf Yorumları
- Fotoğraf İncelemeleri
- Fotoğraf Albümleri
- Albüm Yorumları
- Albüm İncelemeleri
Etkinlik Takvimi
Güncel Videolar
evaporit tarafından postalanan herşey
-
Sevgili gece kuşu, yazınızı dikkatle okudum... gerçekten yukarıda özünü almaya çalıştığım her bir bölümünü tek tek düşündüğümü ve haklılık payı taşıyan endişelerinizi anladığımı söylemeliyim... 1- Sanırım çok konuda aynı duygu ve düşünceleri taşıyor olmamızın, temelde insan oluşumuz ve insani duyguları taşıyor olmamızdan kaynaklanıyor... İnsanın iyi niyet taşımasının dediğiniz gibi yeter bir şart olmadığı, ancak gerek bir şart olduğu üzerinde hemfikiriz... bu aynı coğrafyanın çocukları olarak, birbirimize karşı beslememiz gereken bir his olmalı... Her türlü farklılığımızı kendimize ve bu topraklara ait zenginlik olarak kabul etmek zorundayız... ve asla bu farklılıkları düşman olarak görmeyeceğiz... bu karşılıklı iyi niyet başlangıç için gerekli ama yetersizdir...Bu güzel başlangıçla birlikte sizin hikayenize kadar bir yol haritası çizmek gerekiyor.... 2- ''Hiç kimse bir diğerini değiştirme niyetini taşımayacak...'' Sanırım bu bir çok inanan arkadaş tarafından eleştirilecek bir söz olsa gerek .... Ama ben islamı başkalarını değiştirmek adına kullanılacak bir araç olarak görmüyorum... ''Siz kitabı başkalarına okuyup, kendinizi unutuyormusunuz ?...'' uyarısı, öncelikle itabı kendime okumam gerektiği hususunu yeterince açıklıyor olsa gerek... Eğer toplumsal bir değişimden yana beklentimiz varsa, Tanrı bunun yolunu, öncelikle kendi nefislerimizde olanı değiştirmekle bunun mümkün olabileceğini söylemektedir... İnsan öncelikle kendisini temizleyecektir, her türlü kötülükten... ve iyi bir insan olma çabası içine girerse, ancak allah onu doğruluğa eriştireceğini söylemektedir... Başkalarını okurken, sadece onları zalim, kafir, münafık, cahil, vs olarak görenler, kendilerini okumayı unuturlar diyor Tanrı... Demek ki, kimseyi değiştirme görevimiz yok... herkes kendini değiştirmekle sorumlu... İnsanlar arasındaki ilişkinin nedeni birbirlerini değiştirmek değil, ''Tanımak''tır... '' ...Birbirlerini tanısınlar diye kavim kavim yarattık...'' ayeti birbirimizi tanımamız gerektiğini ifade etmektedir. kuran bütünlüğünde karşılıkı haklara tecavüz etmemek için tanımanın gerekliliğini kavrıyoruz... Bir hindu karşısında inek kesmenin ne kadar kötü ve saygısızca olacağını düşünün.... bu benim için bir özgürlük olduğu halde, komşularımı rahatsız etme düşüncesi, medeni ve toplumcu bir davranış olacaktır... 3- Taliban ya da benzeri tanımlamaları kullanmak istemiyorum, ama tam karşılık olmasa da bilinen geleneksel-klasik islami inanışların egemen olduğu bir toplumda sanırım benim ve düşüncelerimin bile pek yaşama şansı bulacağını sanmazken... endişelerinizde haklılık payı olduğunu biliyorum... böyle bir toplum olmaya doğru mu gidiyoruz ? hayır, hayır... Bir medeniyet doğacağına inanıyorum ben bu coğrafyadan... bu inancımı da hala koruyorum... Bu toplumu şekillendirecek bütün aydınların, bilginlerin ortak bir görevi olduğuna da inanıyorum... bütün farklılıklarına rağmen bütün aydınlarımız, bütün bilginlerimiz, düşünürlerimiz.....İnsanlarımıza umudun ve birarada yaşamanın bilgisini kazandıracaklar... birlikte olmanın-toplum olmanın-ümmet olmanın-medeni olmanın güzelliğini öğretecekler... nefretin ve kinin ve öfkenin insanları mutsuz edeceğini öğretecekler... farklılıklarımıza karşı işlenen her türlü tecavüze ortak bir tavrın nasıl alınacağını öğretecekler... İşkencenin ve baskının insanlık onuruna yakışmadığını öğretecekler... insan olma hakkının sadece ve sadece insanlık ailesine aidiyetle kazanılacağını öğretecekler... İnsanlığımıza sahp çıkmanın yolunun ben Tanrının öğretisi olduğunu söyleyeceğim çevremdekilere.... Siz de ordan söyleyeceksiniz.... siz oradan kıracaksınız cehalet zincirlerini, ben buradan... Memur eylemine neden katılmadığımı soran arkadaşlara, ''Sizi coplamak zorunda bırakılan polislerin haklarını savunmak için eylem yapmadığınız sürece, sizi desteklemeyeceğim'' demiştim... benzer şekilde, kürtlerin hakkını Türkler, Alevilerin hakknı sünniler savunduğu gün toplum olmaya başlangıç yapmışız demektir... 4- ''Peki neden diğer dinlerde terörist çıkmıyor da, İslamda çıkıyor'' sorusu sanırım yukarda Suheylanın ifade etmeye çalıştığı sorunun özü ile çakışıyor... Bunu etraflıca düşünmekte fayda var... Birincisi, İslam topluluklarında tarih boyunca ''hukuk'' biliminin yer etmeyişi ve bunun da çok önemsenmeyişi, islam topluluklarında önemli bir eksiklik olarak karşımıza çıkmaktadır... Özellikle yönetimlerin kraliyet, imparatorluk, padişahlık gibi islama aykırı şekillerde olması, hukukun da bu merkezler tarafından belirlenmesi ve bu merkezlere hizmet etmesi anlayışını doğurmuştur... Tarih boyunca hakkını aramak durumunda kalan müslümanlar, yönetimler tarafından asi ilan edilmiş, cezalandırılmış ve hatta din dışına itilmiştir... iktidar kavgaları adına kardeşler öldürülmüş, katliamlar yapılmış, kan akıtılmıştır... Çok mazlum sadece kendini savunmak adına terörist ilan edilmiş, canından edilmiştir... Hukuk deneyimi olmayan bu toplumlarda, geçer hukuk, feodalite kuralları olmuştur yıllar boyunca...İslam adına padişah hukukunun egemen olduğu bu coğrafya da, halk bilerek hukuktan ve bilgiden uzak bırakılmıştır... Çünkü insanları bir arada yaşatan, toplum yapan, hukuktur... hukuk bir arada yaşamamızın garantisidir... ve bu garanti bugünkü gibi 367 sayısıyla değiştirilemeyecek kadar garantili olmak zorundadır... Bu tarihi hukuksuzluk dönemi islam coğrafyasında bir ''kendi işini kendi halletme'' geleneğini doğurdu... bugünde halen sürüp giden bir gelenek ya... İkincisi, Batı toplumlarının bugün sahip oldukları güç ve teknoloji, istediklerini meşruu, istediklerini terörist ilan etme hakkını vermektedir onlara...bunun için yeterli iletişim gücüne ve organizasyonuna da sahiptirler... Müslümanların ise yapabilecekleri hiç bir şey yoktur... çok zaman kendlerini ifade edecek sözleri bile kalmamıştır... herşeyleri çalınmış ve yağmalanmıştır....''Ölümden öte köy'' aramayışlarının bir nedeni de bu olsa gerektir... Bir insan nasıl ölebilir ve öldürebilir ki ? Tanrıya bile kulaklarını tıkayıp, gözlerini kapatabiliyorsa, bunun bir açıklaması olmalı değil mi ? Muhammede ve onun söylediklerine bakarsanız, bir müslüman asla terörist olamaz .... Peki neden ? bunu birlikte araştırmamız daha önemli açılımlara neden olabilir....
-
Aslınsa ne var bu yazıda, nesine cevap vereceksin ki dedi içimdeki çocuk... Sonra bir başkası seslendi, ''nerden bileceksin, ya öğüt alıp düşünecekse...'' Sevgili muki, dilimizde deyimleşen bu sözler, bazen büyük bir felsefenin ve hakikat bilgisinin küçük bir DNA sı olurken, bazen de büyük bir facianın matematiksel ifadesi olabiliiyor... biz müslümanlar işlerimizi kendimiz yaparız... neticesini ise Allaha bırakırız... Neticeyi yaratacak olan Allahtır... Biz çalışır çaba göseririz... Elimizden gelen gayreti ortaya koyarız... görevimizi hakkıyla yerine getirdiğimize kalbimiz tatmin olunca da neticeyi Allahtan bekleriz.... Allah neyi takdir etti ise ona da boyun eğeriz... Sonuçta başarı da olsa, başarısızlıkda olsa, ikisini de Tanrıdan biliriz... Başarıyı kendimize has kılıp, başarısızlığın suçunu Allaha yüklemeyiz... Başarıyı Tanrının bizi ''Allahtan bilip bilmeyişimizin sınanması, Allaha teşekkür edip etmediğimizin denenmesi'' olarak algılar, başarısızlığı da ''Allahın daha çok çalışmamızı istediği, daha çok Allaha dua etmemizi istediği'' şeklinde anlar, kendimizi en iyisini yapmaya hazırlarız... İşlerimizi değil ama, işlerimizin neticesini Allaha havale ederiz... Bir de ''Misli ile mukabele edemeyeceğimiz'' karşılık veremeyeceğimiz, haksızlıklar olur ki sayın Muki, bu bazen insanlık sınırlarımızı zorlar, edep dışı davranmak yakışmaz, müslümana... Mesala çocukları öldürür, hayranlık duyulan batı medenyetinin bombaları, siz yapamazsınız... onlar insanlığın değerlerini yok eder, siz karşılık veremezsiniz... Onlar alay eder, hakaret eder, insanlık onurunu çiğner, ama siz yapamazsınız... O zaman yapacağınız tek şey ''Allaha havale etmektir..'' sınırların aşıldığı yerde Allaha havale edersiniz... Sonuçları Allahın Yarattığına inandığımız için, yalnızca ondan yardım isteriz... Zalimin zulmüne karşı bu yüzden Allahın yardımını umarız... Çağdaş dünyanın insanları.... çaresiz kaldıklarında, Modern dünyanın bütün kapıları yüzlerine kapandığında, imdat çığlıklarına bütün kulaklar sağırlaştığında, Allahtan başka sesleirni işitecek kimse kalmadığında bilecekler Mazlumların Allahını... Halini arz edecek sözü bile çalınmış olan, geleceği gasbedilmiş bir halkın, üstelik umutlarına bile zincir vurulmuş insanların, çocuklarına verebileceği onurdan ve inançtan başka bir şeyi olmayan bir adamın ''Ahirette yüzümüz güler inşallah'' sözünü, sakın züğürt tesellisi olarak almayınız... O yalınayakların öfkesi büyüyüp sokaklara taşmıyorsa, patlamıyorsa ve hala evlerinizde rahat uyuyabiliyorsanız, bu o insanların inançlarındandır... İnançlarının nefretlerine galip gelmesindendir...
-
Sevgili Hoppa, yukarıdaki hadisi ne için buraya yazdığını anlaşılmamakla birlikte, art niyetli bir tavır algılamıyorum... buna rağmen ben sizin adınıza birazcık soruyu dillendirip okumaya çalışayım, yanlış okuyorsam lutfen düzeltip tamamlayınız .. Acaba sayın Hoppa, ''bakınız Peygamber dönemindeki savaş geleneklerinde, bugünün değerlerine aykırı çok konular var'' işte buyrun bu hadiste de kadınların ve çocukların öldürülmesi onaylanıyor, hem de peygamber tarafından '' mı demek istemiş olabilir acaba , sayın Hoppa.. ve sayın Suheylanın Muhammed hakkındaki zekat yorumu... Muhammedin zekatı fakirlerin desteğini almak için çıkardığı düşüncesi ile sayın hoppanın ifade etmeye çalıştığı iddianın her ikisinin yaklaşımında da ortak bir yan var... Bu iki soruyu düşünmeye çalıştığım zaman nedense ''aynı kişiden mi bahsediyoruz ?'' hissine kapılıyorum.. aynı hissi, üniversite yıllarımda yaşamıştım... En iyi arkadaşım, ''Alevi'' olduğunu söylediğinde, kendimden utanmıştım... çünkü o zamana kadar ''Alevi'' olmanın ne anlam taşıdığını bilmiyordum.. bilgilerimiz hep kulaktan dolma idi ve gerçeği bilmiyorduk... Atalarımız ve okuduklarımız bizi hep kalıplara dökmüştü... sürekli tekrar edilen efsaneler, zihnimizde gerçek etkisi oluşturuyordu... zamanla bize öğretilen şeylerin esiri olmuş ve bilmediğimiz, tanımadığımız insanlara düşman edilmiştik... En azından sevgi besleme duygularımızı yitirmemize sebep olmuşlardı.. Bana Sünni olmamı dayatmıştı, gelenekler, arkadaşıma da alevi olmasını... Oysa biz hiç tanımamıştık ki; bilmiyorduk... O gün aleviliği tanımak için bir başlangıç oldu... Kalbimde bir taraf vardı artık, alevi tarafımı keşfettim, o gün... Sünni olamayacağımı keşfetmiştim, o şoktan sonra... kuranı bir daha okudum, ''Bir kavme olan kızgınlığınız, sizi adaletten uzaklaştırmasın...'' ayeti daha bir anlamlı gelmişti... ''Eğer bir münafık(ajan) size bir haber getirirse, onu tahkik etmeden, uymayın...'' ayeti ise bir yöntem kazandırmıştı... okurken tarafsız olmayacağım, ama objektif olmaya çalışacağım, nefret etmeyeceğim, ötekileştirmeyeceğim...İslam bana ait bir şey değil ki? ben onun içerisinde bir parçayım... savunulacak bir şey varsa o da insan hakları olmalı değilmiydi ? Muhammedi düşünün şimdi.... ama lutfen insaf ve izan çerçevesinde... bütün önyargılarınızı bir an için dışarda bırakınız... Muhammed sizin düşmanınız değil... size istese de kötülük yapamaz...ondan korkmayın ve kapınızı ona bir kere açın... onu sevmeye çalışın demiyorum, sadece anlamaya çalışın... yakın olun demiyorum... ama bırakın yüreğinizdeki buzlar çözülsün... Abdullahın yetimi deyin gene siz... ama ona karşı yapılacak en büyük haksızlık, onu, uğruna mücadele ettiği şeyleri istismar etmekle suçlamak olacaktır... bu aklıma hep şu fıkrayı getiriyor... Hani adamın biri çölde kalmış susuzluktan ölecekken, ordan geçen bir adam ona yardım etmek istemiş de su verip devesine almış... sonra bizimki fırsatını bulunca devenin sahibini devenin sırtından atıp, deveyle birlikte kaçmaya başlamış... YArdım eden adam arkadan kendini yırtarcasına haykırıp duruyormuş... ''Bunu kimseye anlatma, sakın kimseye anlatma'' diye bağırıp duruyormuş.. Bizimki meraklanmış, '''yahu adamın devesini de çaldım ama neden bunu kimseye anlatmamı istiyor ki'' deyip geri dönmüş... Aldığı cevap ilginç, ''Ah evladım ahh... demiş. ve devam etmiş '' eğer bunu anlatırsan bir daha kimse çölde kalmış birine yardım etmez'' diye eklemiş... Eğer muhammede bu haksızlığı yaparsanız, kim yeryüzünde haksızlığa uğratılmış insanlara el uzatacak, kim yetimlerin yardımına koşacak, kim zulüm coğrafyalarına ''Allah Rızası'' için gözyaşı döküp elindekini avucundakini gönderecek ? kim yeryüzündeki kötülük odaklarına karşı duracak ? kim yeryüzünü fesada uğratanlar için dur diyecek ? bugün zekatlarını afrikanın çöllerinde açlıktan ölen insanlara yardım için gönderen müslümanlara haksızlık olmaz mı ? dünyanın dört bir yanında acı çeken insanların yardımına koşan müslüman yüreklere, canlara haksızlık olmaz mı ? kendisine zaten bütün arap yarımadasının kırallığı teklif edilmiyor mu ? hem de bütün yarımadanın ileri gelenleri tarafından...Muhammedin bu teklifi kabul etmesi gerrekmezmiydi ? o toplumdaki ileri geleneleri tarafından teklif edilen iktidarı eilinin tersi ile itecek ve toplumun yalınayaklarının önderliğine soyunacak.... Mustazaf diyor kuran, sizin yoksul-fakir dediğiniz kesim için... Aslında daha geniş bir anlamı var bu kelimenin... Zayıflatılmış demek, ''Proleterya'' sınıfını da kapsayan ve üstleyen derin bir kelime bu... Muhammed eğer bir kral olmak istese idi, herşeyin sahibi olan bir kral... o zaman bu mustazafların desteği yerine, kabile önderlerinin teklifine evet demesi gerekirdi... Ama o, hiç bir zaman yeryüzü krallarından bir kral, ya da despot tiranlarından olmak istemiyordu ki... O Tanrının verdiği görevi biliyordu ve sadece onun peşinde idi... O hiç bir zaman kadınları ve çocukların öldürülmesini emretmedi... Bilakis yasakladı... Yukardaki hadis cımbızla çekilmiş bir hadis... o da kastedilen manayı taşımıyor zaten... Sadece gece baskınlarında kaza ile öldürülen masumlardan soruluyor...Peygamber de bugün bile kalpleri fetheden o sözü kullanıyor... Eğer peygamber o gün kadınların ve çocukların öldürülmesini emretse idi, bugün islam savaş hukukunda peygamberin öğretisi doğrultusunda ''kadınların ve çocukların öldürülmasinin helal olacağı kaydının konulması gerekirdi... Oya hukuk kitaplarında bunun haram olduğu yazar... Demekki peygamber bunu yasaklamış... zaten hadis kitaplarında da bu konu çok açık olarak ifade edilmektedir... onlarca hadis vardır, açıkça bu iddianızı reddeden... ama nedense hep bu hadis ortaya atılıyor ... oysa bu hadisi islam hukukçularından bir kısmı, ''onlar da onlardandır'' ifadesini, ölen düşman askerlerinin hukukuna sahip mirasçıları anlamında yorumlamışlardır... bir kısmı da kazaen öldürülmelerinin kastedildiğini çıkarmışlardır... Bugünkü savaşlarda bombalar, kadın çocuk ve yaşlı ayırt etmiyor... büyük bir ahlaksızlık sözkonusu... Oysa islam ''seninle savaşmayanla savaşmayacaksın'' diyor... sivilleri öldürmeyeceksin diyor... ne kadar kuralsız bir dünya değil mi ? müslüman çağdaş dünyanın savaş değerleri ile nasıl baş edecek ? o zalimler gibi yapamaz... çağdaş savaş yöntemleri cephe gerisinin vurulmasının savaşları daha çabuk bitirdiğini öngörüyor... bu yüzden kentler bombalanır... çocuklar öldürülür... Ama bir müslüman bunu yapamaz... çocukları öldürmek amerikanın yöntemidir... İngilterenin... vahşi batının yöntemi.... Muhammed çocukları kendi namazına bile tercih ederdi.... yetimler onun çocuklarıydı... Fakirler onun sofrasında idi... yüreği o kadar zengindi ki, öldüğünde geriye miras bırakacak tek kuruşu bile yoktu.... O hesabını veremeyeceği hiç bir şeye sahip olmadı... o mazlumların ve zayıfların önderi oldu... arkadaşları ile zorla çıkarıldıkları Mekkeye muzaffer olarak geri döndüğünde bile başını yere eğerek devesinin sırtında secde etmiş, asla büyüklenmemiş bir kişilik... Ömrü böbürlenen, büyüklenen, yeryüzünde tanrılık iddiasındaki sahtekarlarla, insanları köleleştiren sistemlerle mücadeleye adanmış bir insana haksızlık etmeyin, çünkü olur da bir gün çölde kalırsınız da bir yardım eden ararsınız .... Selam ile ..
-
Sayın 4 mevsim, kalbin tatmin olması ölçüdür demiştim... Din sadece toplum ilişkilerini belirlemiyor... kulun rabbi-yaratıcısı ile olan ilişkilerini de düzenlemektedir... bireysel ibadetler kişinin yaratıcısı ile olan ilişkilerine örnektir... mesala namaz-dua-sadaka-tefekkür etme gibi.... kişinin namazı o kişinin kalbinde bir tatmin oluşturmuyorsa görev gibi gelir...kişinin verdiği sadaka kalbini tatmin etmiyorsa, harcama-masraf gibi gelir... yaptıklarının kalpte yankı bulması, eksikleri-unutulanları-yapılmayanları da tamamlar diye inanıyorum...(''Uyuyarak geçirdikleriniz ve unuttuklarınız sizden affedildi...'') Zekat konusuna gelince... Zekat toplumda ekonomik problemler yaşayan alt gelir grupları ile, ekonomik açıdan müreffeh üst gelir grupları arasındaki sosyal barışı sağlamak, kardeşlik duygularını geliştirmek ve kuranın öngördüğü ''dağılım'' modelinin gerçekleştirilmesini sağlamaktır.... bu amaçla, sorumluluk üstlenmiş yöneticiler öncelikle toplumun ekonomik analizini yapmış olmaları gerekmektedir... Bu şu demektir... Toplumun % 15 ' üst gelir grubunda, % 50 si orta gelir grubunda ve % 20 si yoksul, % 15'i de en alt gelir seviyesindedir... gibi bir analiz neticesi elde edilecektir....ve ekonomistler oturup bir standart belirleyecektir... bir ölçü... Acaba bu en alt gelir grubunun standartları hangi önlemler alınarak yükseltilebilir ve bu durumda üst gelir seviyesi sınıflarına düşen görev ne kadar olacaktır ? bu analiz dikkat edilirse basit ve sıradan bir analiz değildir ki, bu yüzden zekat emrinin muhatabı, birey değil devlet-toplum dur... Yönetici kesim gider gruplarını ve oranlarını belirleyecek ve dağılımı gerçekleştirecektir.... bu her topluma ve her zamana göre yeniden belirlenmek zorundadır... çünkü çok değişken bir durumla karşı karşıya olduğumuz apaçık ortadadır... her yıl gelirler ve gruplar değişip durmaktadır... Tamam ? Oysa uygulamaya bakarmısınız ? örnekleyelim hemen; 1- Hz. Osman döneminin en büyük ekonomistlerinden birisidir... Zekat toplama memurlarını dört bir yana gönderiyor... Ama bazıları gittikleri yerler hem uzak hem de üst gelir grubu mükellefleri az olduğu için yeterli miktarlarda gelir toplayamadan geri dönüyorlardı ve çok zaman gönderilen zekat memurlarının masraflarını bile karşılayamıyorlardı... Halife Osman bu tür yerlere artık memur göndermeyeceğini, bu coğrafyada yaşayan zenginlerin devleti beklemeksizin kendi zekatlarını kendlerinin tespit edip, çevrelerindeki alt gelir gruplarına kendilerinin vermelerini emretmiştir... Doğru mu ?...doğru... Ama bu uygulama zamanla hukukta delil sayılacak ve zekatın devlet uygulaması olmasından çıkaılması gündeme gelecekti... Artık zekat miktarı değişmeyecek, oranlara ve analizlere kafa yorulmayacaktı... ekonomideki bu durağanlık (ihtiyacın olmaması da bir neden olmalı) zamanla kabuk bağladı ve bugünlere kadar geliindi.... Zekat artık kanun yapıcının muradını karşılamıyordu... 2- Zekat kavramı içerisinde belirlenen ''Asli ihtiyaç zekata tabii değildir'' ilkesi o dönemin standartlarındaki bir yorumdu... Binekler ve konutlar, asli ihtiyaçlardan olduğu için zekatı verilecek mal ve gelirden sayılmıyordu... ama toplumun üst gelir grubundaki kişilerin sahip olduğu ev ve binitlerle, alt gelir grubundaki kişilerin sahip olduğu binit ve konutlarla aralarında bir kıyasa imkan tanıyordu... oysa günümüzde kıyası dahi mümkün olmayacak bir durum ortaya çıkmıştır... klasik mantıkla düşünürsek 80 gram altını olan, gecekonduda oturan, 73 model Murat 124 ü olan bir garibanın, boğaza nazır villasında, Trilyonluk otomobili olan ama 80 gram altını ve geliri olmayan bu kimseye zekat vermesi gerekecekti... Oysa zekat ayetinin uygulanması ile ortaya çıkması beklenen bu olmasa gerekti...bu yüzden adalet ve barışın tesisi üzerine müslüman hukukçuların kafa yorması gerekiyor... 3- Aklıma helal kılınan bir konu daha geliyor... Ömerin hilafeti döneminde müsüman erkekler, yabancı kadınlarla evlenme konusunda birbirleriyle yarışa girmişlerdi ve Tanrıının da yasaklamadığı bir durumdu bu... Oysa Ömer bu durumu yasaklamş ve müslüman kadınlarla evlenmeyii teşvik etmişti, bir dönem için... Yine ömerin benzer tutumunu, çok konuda ki içtihadlarını biliyoruz.. 4- sadaka toplumsal bir görevin değil bireysel bir görevin ifadesidir... devleti ve toplumu ilgilendirmez.. zorunluluk yoktur.. o kalbin taminiyle ilgilidir... az ya da çok verirsiniz... ya da vermezsiniz... Ama zekat toplumsal br görevdir... devleti-toplumu ilgilendirir... vermezsiniz suç işlemiş sayılırsınız... alt gelir gruplaarının sizin malınızdaki hakkıdır... Devletin görevi de bu hakkı almaktır... Kıtlık dönemlerinde zekat miktarının artırılmadığından söz ediyorsunuz... Bu bir şart değildir... söylediklerimdem bu anlaşılmasın... ben sadece miktarın her yıl ve ekonomik duruma göre yenden tespit edilmesi gerektiğini söylüyorum... o dönem de o toplumsal ve ekonomik şartlarda 1/40 oranı amaçlanan şeyi karşılamaya yetiyordu.. bu bize aynı oranı uygulama emrini vermek için mi anlatılıyor peki ? hayır... elbette bunun bize anlatılması, iyiliğe ve huzura giden yolun nasıl olması gerektiği hususunu öğretmek... ''Mallarınızda, yoksulların da bir hakkı vardır...'' emri ilahisinin pratik edilmesi ve bunun yönteminin anlaşılması, bütün mesele bu .... işte örnek; 5- zekatın dağılımının yapılacağı sınıflardan (alt gelir gruplarından) birisi de; yabancı memleketlerde zor durumda bırakılmış, vergisini ödyemeyen yoksullardı...bunlar müslüman da değildi üstelik... ama kendi krallarının ya da başka güçlerin baskısı altında ezilmiş, sömürülen zavallı halk yığınları idi... Müslümanların bu insanları yaşadıkları baskıdan ve zulümden kurtaracak askeri gücü olmadığı için, onlara ekonomik destek olduklarını görüyoruz... toplanan zekat paralarından bir kısmı da bu ülkelerde yaşayan ''Mustazaf'' kavramı ile tabir edilen halklar için kullanılıyordu, ilk zamanlarda... Ancak zamanla müslümanlar güçlenip asker yönden de muktedir olunca; artık bu kesime kaynak ayrılmaz oldu... Bu Ömerin içtihadı idi ve artık yardım olarak buralara Asker gönderilecekti... çünkü yeryüzünde kötülük odaklarına ve baskı gruplarına karşı tek güç vardı, İslam... Ama sanırım şu anda ömer öncesi uygulamalara geri dönmek zorundayız... doğru mu ? Mesala sizin hollanda ve Almanya da yaşayan insanlara yönelik müslümanlardan bir yardım talebine ilişkin bir yazınız vardı... ne kadar anlamlı olacaktı değil mi, kurban yardımlarının müslüman olmayanlara da ulaştırılması ?Şimdi sayın 4 Mevsim, bütün bu bilgilerin ışığında, şunu söylemek haksızlık mı olur bilmiyorum....''Zaten ortada uygulanabilir bir zekat anlayışı bırakılmamışken''..... daha tutulabilecek yanı kalmamışken, elbette bu deveden eğri islam anlayışları günümüzde uygulama bulamaz... ömer gibi anlayacaksınız dini, peygamberin öğrettiği gibi, tanrıdan geldiği hali ile, orjinalinden.... selam ile
-
Sayın Suheyla öncelikle sondan başlayıp sizin yaklaşımınızı ele alalım.. İki şey karşılaşıp, etkileşince baskın olanın motiflerini ve rengini alıyor... bu özellikle toplumların tarih yürüyüşlerinde böyle oluyor... mesala bizde ingiliz gelenekleri pek görülmez... ama arap, fars ve kürt gelenekleri çok sıktır... çünkü çok uzun yıllar birlikte yaşamışızdır.. şimdi burada dikkatle seçmemiz gereken bir kelime var, İslam ve müslüman kelimeleri... İslam müslümanların inanışları değil, Allahın gönderdiği dinin adıdır... Müslüman ise o dine inandığını iddia eden kimseleri tanımlayan kelime.... basit bir formülmüş gibi görünse de sıklıkla karıştırılıyor.. Şimdi Türklerin şanssızlığı dini peygamberden tanıyıp, öğrenerek İslamı din olarak seçmemiş olmalarıdır.... Peygamber döneminde islamı seçen insanların tek tek, bizatihi peygamber tarafından eğitilmeleri, din hususunda gerçeğin bilgisiine o kadar yakın ve güçlü kişilikli bireyler ortaya çıkmasına neden olmuştur... Oysa islamın yayılmasında tek tek dönemi yerine kitleler dönemi, halklar dönemi başlayınca bu islamla yeni tanışan toplulukların eğitilmeleri mümkün olmamaıştır... sorgulama ve araştırma neticesinde bir islam tercihi olmadığından geniş halk yığınlarında islam geleneklerle karışmış bir yaşam olarak gözleniyordu...Burada normal bir akışın olduğunu hemen söylemeliyim... çünkü din bir yaşam şekli öneriyordu, ama o toplulukların da zaten bir yaşama şekli vardı ve mevcut yaşam şekillerinde neyin, nasıl değiştirecekleri hakkında bir mantık ve yoruma da sahip değildiler... Çünkü İslamın Arap toplumunda neyi değiştirdiği hususunda bilgileri yoktu.. ve islamı kaynaklarından islamın mantığı ve yöntemleri ile değil, kendilerinde islamı gördükleri araplardan kopyeleme yolu ile almayı daha kolay buldukları için tercih etmişlerdi... bu basit halk-kitle-toplum pisikolojisidir...kolay olanı tercih etme... böylece kendi gelenekleri ile arap geleneklerini, bir din gibi taklid ile başlayan yeni islam tarzı, hukukta da kendisini belli etmiştir... Ancak burada şunu kabul etmeliyiz ki, insanların bu kabullerini ''İslama sokmuştur'' kavramı ile açıklamak yanlış olacaktır... çünkü islama bir şey sokmak ya da bir şey eksiltmek mümkün değildir... İsanlar ancak kendi zanlarındaki şeyleri değiştirebilirler... Bugün islam anlayışlarını eleştirebiliyorsak, bu islamın tanrıdan geldiği şekli ile, orjinalinin muhafaza edilmesi ile yapılabilmektedir... Aksi mümkün olamayacaktı...İnsanların bir şeyi anlamak için mantık kuramayışları, akledemeyişlerinin suçlusu, o şey değildir... doğru mu ?Muhammedin kendisine lazım olan ayetleri göderdiği şeklindeki iddianız ise hiç bir mesnede dayanmayan, tamamen sizin subjektif görüşünüzdür... takdiri sizin kalbinize aittir... kalbiniz tatmin oluyorsa en doğru cevabı vermişsiniz demektir... buradan sayın evaporitin sorusuna geçiş yapabiliriz...
-
Sayın 4 mevsim konuyu forumda gördüğüm çok sayıdaki eleştiri ve soruların odaklandığı bir husus olarak gördüğüm için açmayı düşünmüştüm... çünkü hakikaten çok defa inanan arkadaşlarımızn da hataya düştükleri mühim bir konu... Eleştiren arkadaşlar, din diye arap geleneklerini eleştirirken, savunma pisikolojisindeki arkadaşlar çok kez din diye arap geleneklerini savunmaktadırlar... oysa ortada gerçek anlamda Tanrıya dayandırabileceğimiz bir gerçeklik yoktur... Mesala, İslam hukukunda bir ayetin yorumunu reddettiği için kimse kınanmaz ve kafir olmaz, illa ki açık seçik bir ayeti inkar etmesi gerekir... çünkü yorum bize aittir.. gerçek ise Tanrı katındadır... şimdi kuran indiği toplumun gelenekleri ve yaşamndan bağımsız düşünülemeyecek ise, anlaşılamayacak ise, onu tarihselliğin içinde anlamak ve oradan elde ettiğimiz projeksiyonları (özleri) günümüze çevirmeliyiz... Peki bu nasıl yapılabilir ? Sayın 4 mevsim, öncelikle bütün hukuk sistemlerinin dayandıkları ortak ilkeler varıdr... bu ortak ilkeler evrenseldir... temel insan haklarının ele alındığı özgürlüklerdir bunlar... bir de her hukuk düzeninin kendini farklı kılan temel esasları vardır... Örneğin, Kimi özel mülkiyeti koruma esalıdır, kimi örgütsel çıkarları (Devlet) üstün tutar, kimi bir sınıfın merkeziyetçiliğini üstün tutar, kollar... bütün bu hukuk sistemlerinin gücü ve etkisi meşruu olup olmadıklarından beslenir...Anayasaları ne kadar geniş halk kitleleriin özgür rızasına dayanırsa o kadar güçlü ve sağlam ve bir temelde bir hukuk sisteminden sözedilir... İslam hukuk sistemi de, islam hukuk bilginlerinin çabalarıyla bir sisteme oturtulmuştur. bu çalışmaları çok uzun yıllarca 18. yüzyılın ikinci yarısına kadar üniversitelerde hukuk usulü metodolojisi ve Tarih Usulü olarak okutulmuştur... İslam hukukunu incelerseniz diğer hukuk sistemlerinden ayrılan önemli farklılıkları bullunmaktadır... Hukukun ayakta tutmaya çalıştığı değer, temel ilkesidir ve bu ''Adaleti sağlamaktır''. Sosoyal, siyasal ve ekonomik alanlarda ki ilişkilerin adalet kavramı üzerinde kurulmasını sağlamaktır...bunları örnekleyerek açıkladığımız zaman konu daha iyi anlaşılacaktır.. Asıl konumuz şu idi ; Biz kuranı anlarken hangi özleri nasıl ayırt edeceğiz ? ki yanılgıya düşmeyelim... konuya geçmeden hemen şunu ifade etmeliyim ki bu hukuk konusu sayın demirefenin determinizminden daha karmaşık ve zordur... Hatta Bilim atom altı parçacıkların konumunu bir gün belirleyecektir belki de, ama hukuk alanındaki tartışmalar hiç bitmeyecektir... Kanun koyucunun her vaz ettiği kanunda hasıl olmasını istediği bir netice vardır.. hukukçular kanundan maksadın neyi ve nasıl bir durumu ortaya çıkarmasını anlaöaya çalışarak, o kanunun uygulamasını yaparlar...Buna hakimin içtihadı (görüşü) diyoruz... İslamda da bu uygulamalar zamanla ekol halini alarak mezhep (okul) lerin ortaya çıkmasına neden olmuştur... Tanrı bu emirden veya yasaktan neyin ortaya çıkmasını istemiş olabilir sorusu, İslam hukukunda ''hukukun maksatları''nın araştırılmasını ve ortaya konmasını sağlamıştır... Kurandaki özleri çıkarırken yapacağımız okumaları şimdi maddelerndirebiliriz; 1- Kurandaki bu ayet, muhatap olarak kimi alıyor, hangi ilişkiyi hedef alıyor : Tanrı bazen bireyi, bazen toplumu ve bazen de özellikleri nedeniyle birilerini (peygamberi, zenginleri, bilginleri gibi ) muhatap alabilir... burada dikkat etmemiz gereken söz konusu ayetle tanrı, insan-insan ilişkisini mi, insan-allah ilişkisini mi, yoksa insan-toplum ilişkisini mi, ya da toplum-toplum ilişkisini mi ele alıyor ? 2- Kurandaki bu ayet, ne içeriyor ? bir inanış mı içeriyor ?, bir amel-uygulama mı istiyor ? yoksa bilgi mi içeriyor ?; kurandaki ayetlerin büyük bir kısmı geçmiş toplumların hayatlarına dair tarihsel bilgi vermektedir; bu müslümanlara tarihsel boyutu ile mantık oluşturma yeteneği, müslümanca akletme-tefekkür etme eğitimi kazandırır. önceki toplumların yaşamları-inançları-mantıkları-tecrübeleri-mücadeleleri kısaca ''okumaları'' verilir.... Kurandaki ayetlerin diğer büyük kısmı da inanç oluşturma, kalbi tasavvurları ortaya çıkarma konularının verildiği bölümdür... geriye kalan birkaçyüz ayet ise buradaki başlığımıza da konu olan, hukuk biliminin incelediği ayetlerdir... 3- Kurandaki bu hukuk ifade eden ayet, o toplumun o günkü bir problem ile mi ilgilidir, yoksa gelecekte de çıkabilecek olayları da kapsayacak bir genişlik mi ifade ediyor ? İslam hukunda ''Esbab-ı Nüzul'' başlığı altında incelenen bu konu, ayetin hangi olay üzerine ya da indiği ortam ve durumun bilinmesi ile, kapsamı ve niteliği ortaya çıkarılabilir... 4- Karandaki ayetin ele aldığı konunun öncesini ve sonrasını incelendiğinde nasıl bir durum ortaya çıkıyor ? O toplumda bahse konu olan uygulama daha önce nasıldı sorusu, islam öncesi eserlerden ve tarihi notlardan araştırılır... konunun o topluma ait bir sorundan mı yoksa bütün insanlığa ait biir sorundan mı kaynaklandığı ortaya konulabilir... 5- Toplumun islam öncesi gelenekleri ve islam sonrası gelenekleri arştırılarak, hangi yapısal değişimlerin gerçekleştirildiği araştırılarak, konunun arap toplumuna ait geleneklerden kaynaklanıp kayaklanmadığı araştırılır... 6- Kuran ayetlerinde bahse konu olan hususlarda peygamber tarafından nasıl anlaşıldığı va nasıl uygulandığı mercek altına alınrak, mantığı kavranmaya çalışılır... şimdi konuya çok da tartışılacak bir örnekle açıklık getirmek istiyorum... O dönemin ekonomik şartlarında, Toplumsal barış ve kardeşliğin sağlanması için, Zekat emri % 2.5 olarak uygulanmış ve netice elde edlmişti...Benim kurandan anladığım, tanrı gücün (ekonomik güç) bir tek sınıfın elinde olmasını hoş karşılamıyor... zengin olmak övülse de, bu şartlara bağlanıyor ve ''Allah yolunda sarf edilen bir zenginlik'' öngörülüyor...ekonomide özellikle günümüzdeki gibi süper bir zengin sınıf oluşması hedeflenmiyordu...zekat ta amaç zengin sınıfı ortadan kaldırmak değildir, ancak zekatla amaçlanan, bu iki farklı sınıf arasındaki sosyal barışı sağlamaktır... bunu da devlet (hukuk) eliyle sağlamaktır... ben bugün % 2.5 lik bir zekatla sözkonusu adaletin ve barışın sağlanabileceğini sanmıyorum... bu konu yeniden peygamberin öğrettiği şekilde düşünülerek bilginler tarafından ele alınmalı diye düşünüyorum.. benzer çok sayıda konunun o dönemin toplumsal şartlarında anlaşılıp, neyi gerçekleitirmeye çalıştığı iyice kavrandıktan sonra günümüze taşınması gerktiğini söylüyorum... Mesala, Çokça tartışılan konuların başında, nikah ve miras konuları geliyor... kadın haklarını da unutmamak gerek... Mesala kadınların şahitliği konusu... o dönemin şartları içerisinde, geleneksel olarak, kadınlarıın ekonomik hayatın içerisinde olmadıklarını düşünürsek, ticari bir vesikanın şahitlerle ispat edilmesi durumunda, kadının şahitliği bir erkeğin şahitliği gibi kabul edilmese de, günümüz de bırakın eşitliği, öyle kadınlar vardır ki; şahitliği çok erkekten daha üstün bile kabul edilebilir...burada Evrensel olan ilke, şahitliktir, şahitliğin önemidir... hukukta en önemli delildir, şahit... ama şahidin kadın mı erkek mi olduğu hususu o döenemin, o toplumun gelenekleri bağlamında değerlendirilir... Nikah mevzusu da öyle, miras mevzusu da öyle... Dedim ya önemli olan hukuk sisteminin meşruu olup olmaması... Eğer konu bireysel bir düzenleme ile ilgili ise, yani kul-allah ilişkisini düzenleyen bir ayet ise.... o zaman önemli olan kalbin tatmin olup olmamasıdır... ölçü budur... Çünkü ''Allah kalplerdekini bilendir...'' o ne maksatla neyi yaptığımızı ya da yapmadığımızı bilir.... Sarık sarmakla, cüppe giymekle tanrının hiçbir emri yerine getirilmiş olmaz... Örtünmek evrenseldir, ama ne ile ve nasıl örtünüleceği konusu, toplumun birikimleri ve gelenekleri ile ilgilidir... kişinin yapacağı duaların hangi dilde olacağı, tanrıya nasıl hitap edeceği kendi kalbi tercihleridir.... selam ile
-
Kuranın gönderildiği toplumun sosyal-siyasal ve ekonomik durumlarından bağımsız değildi... o toplumun yaşantısı ve değerleri hem inen vahyin konuları arasında yer alıyor ve hem de Tanrı o toplumu elçinin pratiğinde eğitiyordu... Burada göz ardı etmememiz gereken konular şunlardır; 1- O toplumda Muhammed doğmadan önce de bir gelenek, bir yaşam ve bir değerler bütünü vardı... Şüphesiz bu önceki dönemin gelenekleri de Peygamber izleri taşımakta idiyse de, zamanla insanların tahrifatına uğradıkları için bozuk inanışlar ve uygulamalar barındırıyordu... Tanrı bu geleneklerin tamamını reddetmedi, ıslah edilip düzeltilebilecek olan geleneklerin ıslah edilmesini öngörürken, kabul edilebilecek gelenekler ise korunmuştu...Adalet sınırlarını taşan gelenekler ise kaldırıldı... Mesala alışveriş ve nikah konusundaki bir çok sosyo-ekonomik gelenekler ve seçkinci yönetim anlayışını önceleyen geleneklerin reddedilmesi gibi siyasal alandaki bir çok gelenek ortadan kaldırılmıştır.... 2- Vahy ile reddedilmemiş, ya da ıslah edilip vahyin sınırları içerisine çekilmiş geleneklerin durumu ne olacaktı ? Örneğin Vahy o toplumdaki, giyim kuşamdan tutun, yeme-içme ye kadar bir çok konuda ıslah yöntemini belirlemişti... bunda o toplumun, coğrafik şartları, tarihi birikimi, sahip olduğu teknolojik gereçler ve İnsani tercihleri önemli bir yer tutuyordu... toplumdaki genel kabuller ve tarzlar eğer vahyin sınırını taşmıyorsa reddedilmemişti... Erkeklerin bıyıklı-sakallı olması, kadınların örtünme şekilleri, giyimdeki genel görünüm toplumun genel kabulleri arasında yer almakta idi... 3- Peki Vahy eğer bu toplumun gelenekleri içerisinde ise ve bu kadar iç içe geçmişse nasıl evrensel olduğundan bahsedebiliriz ? Vahy evrensel bir düzenlemedir... Temel bir ilke içerir... Bu temel ilke bazı kurallar ve düzenlemelerle gerçekleştirilir... Yani Toplumun belirli bir amaç doğrultusunda eğitilmesidir, .. bunun için Tanrı kanunlar ve kurallar vazeder... Bu kanun ve kurallar, o toplumun gelenekleri ve yaşamı çerçevesinde bir yaşam tarzı oluşturur...bu yaşam örnektir.. Nasıl yapılacağı bizzat tanrı tarafından gönderilen elçi tarafından öğretilmiştir... Bu toplumdaki uygulamalar çok zaman detaylı olarak anlatılır ve pratik edilir ki; ''Müslümanlar vahy deki evrenselliği kavrayabilsinler'', ''akledebilsinler'', ''Tefekkür edebilsinler'' ve kendi yaşadıkları toplumda, kendi zamanlarında vahyin önerdiği yaşam tarzını kuracakları zaman aynı şekilde hareket edebilsinler... 4- Burada evrenselliğin ve vahyin belirlediği temel ilkenin sağlanabilmesi için, tanrı tarafından gönderilen bilgilerde neyin gelenekleri ifade ettiğini, neyin gelenekleri reddettiği ve neyin gelenekleri değiştirdiği hususlarını iyi anlamak ve kavramak gerektiğini düşünüyorum...eğer bu yapılmazsa hem vahyin oluşturmak istediği maksat gerçekleşmemiş olacak, hem de vahy adına zulüm yapılmış olacaktır...ortada din yerine burada çok kimsenin eleştirdiği gibi, o dönemdeki arap toplumuna ait gelenekler dönüp duracaktır... Reddedenler, Tanrının gönderdikleri diye, arapların geleneklerini reddederken, kabul edenler de aynı mantığı tersten okuyup kabul edeceklerdir... Oysa Tanrı yeryüzünde adaleti ve iyiliği hakim kılmak istemektedir... Adalet ve iyilik ise onun tabiri ile ''evlerinize arka kaplarından girmeniz değildir....''' Kuranı eleştiren, onda çelişki arayanların da mutlaka, vahyi o dönemin şartlarında, geleneklerinde okumaları, içerisindeki evrenselliği ise sezemedikleri vakit, bilenlerden sormalarını salıklarım.... Peki vahy, o toplumdaki bir yaşam örneğini nasıl evrenselleştiriyor ? Kadınların örtünme şekli hem önceki peygamberlerin öğretisinden kalan bir gelenekti ve hem de o toplumda uygulanagelen bir gelenekti... Ama tanrı bu hususu emretmekle, gelenekten çıkarıp, evrenselliğe yükseltmiştir... Örtünmenin şekli ve nasıl olacağı ise toplumun kabullerine ve tercihlerine bağlıdır.... Oysa erkeklerin saç-sakal şekli emredilmediği için, bunun her durumu toplumun tercihleri ve kabullerine bırakılmıştır... Zekatın sosyal bloklar arasında bir dayanışma ve paylaşma duygusu oluşturması evrensel bir gerçek iken, değişen toplumsal ve ekonomik şartlarda bunun nasıl sağlanacağı ise toplumun gelenekleri ve düzenlemelere bağlıdır... Bireyin çevresi ve doğa ile olan ilişkileri, kirletmeme ve tahrip etmeme durumu evrensel ilke olarak kabul edilirken, çevrenin nasıl korunacağı hususu toplumsal düzenlemelere bırakılmıştır... gibi örneklemeler artırılabilir... Örneğin Ezan arapça olarak bütün dünyada İslamın evrensel çağrısının ortak bir dili olarak görülürken, dua ederken kendi dilimizde kullanacağımız kelimelerde bireysel tercihlerimize bırakılmış hususlardır... Şüphesiz allah işitendir, bilendir... Her toplum vahyi kendi geleneklerinde ve dillerinde anlayacak, yaşam tarzını o ortak genel geçer ilkeler çerçevesinde oluşturacaklardır... Yani bir bakıma Mekke de, Medine de bize bir şehrin yaşamından öz kazandırıyor... biz de o zamandan, o mekandan bir kesit, bir fotoğraf çekiyoruz... Hayatı birebir kopye etmeden, özünü anlayarak, hissederek okuyoruz... Mekkenin tozlu, sıcak yollarından herkes kendi şehrine, kendi evine bir kesit taşıyor... Kimimiz sevgiyi, kimimiz dostluğu, kimimiz paylaşmayı, kimimiz karşılıksız vermeyi taşıyacak... Haa kimimiz de sarık-cübbe taşıyacak... ben onlara da saygı ile bakılması gerektiğine inanıyorum, taşıdıklarının din olmadığını bilsem de... demokrasi dedikleri şey başka ne olabiliir ki ?Selam ile...
-
yaşanan acılar ve kader sorgulaması
evaporit şunu cevapladı bir başlık içinde Dini Konular - Din - Dinler
Kim nereden okursa... önemli olan okumaktır... Sana sadece kendi okuman için haklı olabilirsin diyebilirim... Ama sadece onunla sınırlı olsa idi, ''Bir sivrisineği bile misal vermekten çekinmeyen'' alemlerin yaratıcısının, kainata ilişkin ayetlerini görmezden gelebilirmiyiz... İnsanın kurandan önce okuması gerekeni peygamberlerden öğreniyoruz.... Kuran elbette bizde bir mantık ve akıl düzlemi oluşturacak ama, öncesinde ''HIRA'' vardır... her peygamberin bir hırası muhakkak vardır... orası evrenin okunduğu yerdir... eşyanın-varlık aleminin okunduğu yerdir... Ama bir yer var ki, çözümsüzlüğün- sıkıntının olduğu son bir nokta gelir çatar... ''Peki Ne ?'' sorusuna gelip dayandığında ''Hıra'' vahyle dolmuştur artık... Vahy bir son değil, yeni bir başlangıçtır... Evreni yeniden okuyacaksınız, varlık alemine yeniden bakacaksınız... ama artık kuranın size verdiği pencereden bakacaksınız... ordan anlamaya, ordan bakmaya çalışacaksınız... Hani derler ya, ''Tanrı evrene sığmaz, ama bir müminin kalbine sığar'' ... sanırım, siz buradan başlamayı düşünüyor olmalısınız ... ehh sonuçta okumak olsun da... kimi kuantum gözlüğü ile, kimi kaos gözlüğü ile, kimi tabiat gözlüğü ile ve kimi hiçlik gözlüğü ile okumaya çalışır.... Kimi de kalbiyle okumaya çalışır... -
Bir başka açıdan Determinizm ve Din
evaporit şurada cevap verdi: evaporit başlık Dini Konular - Din - Dinler
Çikolatalı pasta ve Çilekli pasta örneği sıkça kullanılan bir örnek olduğu için oradan hareket etmeye devam edelim... Şimdi bir insanın pasta tercihlerinin arkasında yatan neden, çocukluğunda yer eden damak zevki ve alışkanlıkları olduğu gibi, daha birbirinden farklı onlarca neden de sayılabilir... Buradaki belirlenemezlik, nedenlerin karmaşıklığından mı, yoksa insan iradesinin nedensellik örgüsünden daha mı güçlü olduğundan kaynaklandığını bilemiyoruz... Örneğin Piyasa koşullarını arz ve talep belirlerken, insanların davranışlarını da Piyasa koşullarının belirlediğini savan bir rektör; üniversitede başörtüsünün yasaklanması ile sağlanacak bir ortamın öğrencilerde hedeflediği değişikliği gerçekleştireceğini düşünüyordu...Benzer şekilde siyasi alanda da bu görüşün yansımasını ''Parti kapatılarak'' ortamın değiştirilmesi neticesinde, o partinin temsil ettiği insan kitlesinin davranışının değiştirilebileceği öngörülmektedir... Ortama ve koşullara baktığımızda Komünist devrimin işçi sınıfının sayıca fazla ve mağdur sınıf olduğu İngiltere ya da Fransada olması beklenirken, köylü toplum egemen Rusyada ortaya çıkması da önemli bir yanılsamadır.... insanın maddeyi yorumlama ve konumlandırma, kendini ve varlık aleminin hiyerarşisini anlaması, bilinen bütün kuralların ötesinde, dışarıdan gelen bir bilgi ile olmaktadır... bu ilahi bilgi insana, Piyasa koşullarının dışında bir ekonomi (Allah yolunda malını feda etmek düşüncesi = İnfak) , tarihi dayatmanın tamamen aksi bir davranış ve gerçeklik önerisi (''Nice az topluluklar vardır ki, sayıca kendileirnden çok fazla olanlara karşı galib ve muzaffer olmuşlardır.''), gibi çok farklı durumlar ortaya koymaktadır... benzer şekilde, ''Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin'' ayetinde, bildiğimiz ölüm kavramının dışında bambaşka bir durumun varlığını haber vermekte olduğu içindir ki; tarih boyunca müslümanlar, ölümü güümseme ile karşılamışlardır...Şimdi sayın Demirefe; ilahi bilgiyi insanın davranışlarından ve hisslerinden kopardığınız an, insanı incelemeye çalıştığınız Armut meyvesine ya da Maymun hayvanına indirgemiş olursunuz... Elde edeceğinizz bilgi de asla, ''kanın rengi neden kırmızı, yaprak neden yeşil, gökyüzü neden mavi ?'' sorularına verilen cevaplar gibi olmayacaktır... Haaa, eğer kalkar da Determinizm İlahi bilgiyi de kabul eder derseniz bu durum başka.... O zaman konuyu farklı bir şekle sokmuş olursunz... -
Bir başka açıdan Determinizm ve Din
evaporit şurada cevap verdi: evaporit başlık Dini Konular - Din - Dinler
-
yaşanan acılar ve kader sorgulaması
evaporit şunu cevapladı bir başlık içinde Dini Konular - Din - Dinler
Nereye gidiyorsunuz Selodayı ? enerjinin kaynağı sorusunu sordunuz, bırakıp gideceksiniz, Öyle mi ? bunu sorduysanız, sizin muhakkak bir önermeniz olmalı, değil mi ? Hadi işe sorunuzu açmakla başlayalım ne dersiniz ? Bir de evren de aramayın sorunuza birazcık değinmekte fayda var... Sevgili selodayı, evren tanrıya biçilen bir mekan değil... Tanrı evreni yarattı, o ise mekansız... zamanı da yarattı, ama o zamansız.... İnsanın tanrıyı aradığı yer, tanrıya mekan izafeti gayreti ile değil, bizatihi onu bulacak, birleyecek aklımızın bu mekan ve zamanla sınırlı olmasından kaynaklanıyor... Yani ona ulaşacak bir yol arıyor insan, bu yol ise evrenden başka bir yerde değil... Evren Allahın ayetlerinin toplamıdır.. İnsan da o ayetlerden birisidir... Tanrı bu yüzden ''İnsan yaratılışını görüp durmaz mı ? ..bir damla sudan yarattık...'' diye bu ayetinin de düşnülmesini ister... dediğiniz gibi insanın bizatihi kendisi de bu ayetlerden birisidir... Ama evren Tanrının ayetlerini bizim için toplandığı büyük bir kitaptır... ''Okuyabilenler için tabiiki, '' mi dediniz ? sevgili selodayı.... -
Bir başka açıdan Determinizm ve Din
evaporit şurada cevap verdi: evaporit başlık Dini Konular - Din - Dinler
konunun sizin beklentinizden çıktığını gözardı etmediğiizi umuyorum...ayrıca konu proflarımızın kaç makale yazdıkları değil yaptıklarıçalışmların ne kadar bilimsel olup olmadığıdır.. Ben ortada bir bilimselliğin olmadığını, çünkü duruşlarının bilime yakın olmadığını, konumlarını sorgulamaları gerektiğini savunuyorum... Siz neden gocunup duruyorsunuz ki ? İnsanların inançlarının bilimle sağlamasının yapılamayacağını savunan benim.... Siz ise sürekli olarak kuranı bilimsel yönden inceleyip, neyin uygun olduğunu ve neyin olmadığını belirlemiyor musunuz ? Ortada ne ajitasyon ve ne de propoganda var... Ajitasyon sizin yaptığınız'' Üniversiteler bugün değil, çok yakın bir zamanda kilise (cami) haline getirilcektir, şüpheniz olmasın... '' cümlenizde değil mi ? camilerle kiliseleri aynı imiş gibi sunmak neyin propogandası oluyor ? Ben size kiliselerin ortaçağ avrupasındaki fonksiyonundan bahsederken, onun akla ve bilime taciz olduğunu onlarca örneği ile ispatlayabilirim... kilise bizatihi kendini bilimin ve gerçekliğin merkezine oturttuğu ve hakim pozisyonunda olduğu için mahkemelerde düşünceyi yargılama hakkını elinde tutuyordu... kilise baskının ve sömürünün merkezi olma durumunda iken, camii hiç bir zaman kilisenin karşılığı olma durumunda kalmamıştır... çünkü ne kilise gibi bir kurum olmuştur ve ne de öyle bir misyon yüklenmiştir... Bunu bugün kilise bile inkar etmezken, sizin kalkıp oraya ''Kilise (Camii)'' yakıştırmasında bulunup, bir de üstüne, ''şüpheniz olmasın, çok yakında'' gibi, kışkırtma ünlemi koyarcasına, YÖK ulemasını çığırtkanlıklarını çağrıştıran ajitasyonunuz karşısında nasıl bir cevap bekliyordunuz ? Saldırganlık sizin tavrınız, biimselliğin değil ama bilimciliğin tavrı bu... Bilimiin arkasına saklanan, kilisenin tavrı da böyle idi... Ama rönesansla kilisenin bilim yapmadığı anlaşıldı... bilimi düzenlerini ayakta tuttuğu ölçüde önemsedikleri ve çarpıttıkları ortaya çıktı... Elbette kiliselerin içinde de inanan, iyi rahipler vardı ve gerçekten çiftçilere ziraatı, tekniği ve sağlık bilimlerini götürmüşler, hatta şehirde sanatın öncüsü bile sayılmışlardı... Ama bu o kurumun iflas ettiği gerçeğini hiç bir zaman örtmedi...Lütfen kullandığınız kelimeleri dikkatli seçin... -
Bir başka açıdan Determinizm ve Din
evaporit şurada cevap verdi: evaporit başlık Dini Konular - Din - Dinler
Üniversitelerimizin kilise olduklarını yıllardır söylüyoruz... Ortaçağ skolastiğinin aynı mantık ve aynı misyonu içerisindeler... bu iddiamızı görebilmeniz için bir nazarınız bile yetecektir.. Üniversiteleri emanet ettiiğimiz insanların hali ortada... ellerinde incir çekirdekleri ortalıkta dolaşıp duruyorlar... sürekli bir bilim dümanlığı yapıldığı hissini ayakta diri tutarak, köhnemiş yapısını gizlemeye çalışmaktadır... Üstelik birilerinin çıkıp artık, birader o elindeki çekirdek boş, tıngırdatıp durma artık deme vakti çoktan geçti bile... ''Eller aya biz yaya'' sözü ile bugüne kadar hep müslümanlar hedef alındı, bu bilimci geçinenler ise hiç üzerlerine bile alınmadılar... tınmadılar bile... Onların ayda ne işi olacaktı ki ? Üniversiteleri yeryüzünnde ve daha da önemlisi kentin en güzel mekanında idi ya... henüz 100 küsürüncü üniversiteyi de açmamıştı ulema hazretleri Ay denilen kasabaya... Eğer ortaya bir şey koyamadıkları eleştirisi gelirse, bahaneleri de hazırdı... ellerinin altında bir abalı vardı nasılsa.... Osmanlıdan beri bilim düşmanı olarak niteledikleri müslümanlar... zihniyetleri bağnaz, çatık kaşlı, ellerinde 99 lu tespihleri... ''Destuuur bre zındıklar, Aya gideceklermiş...'' diyen bir sürü çatık kaşlı, kabasakal var....Ellerinde de kör bağ bıçakları.... Elbette yeryüzünde hiçbir zulüm ebedi olarak kalıcı değildir... sürgit devam etmez.... Bu sünnetullaha aykırıdır... bu yoksul millet nesi var, nesi yoksa, hep bu tür bal yapmaz arı konumundaki kurumlara verdi, müslüman bir toplum kendi kilisesini inşa ettiğini görmedi uzun süre, rahiplerini-papazlarını büyütüp , yetiştirdiğini bilmedi... Ama aradan geçen süre onun görmesini sağladı, kendi domatesini ektiği gibi, kendi buğdayını yetiştirdiği gibi, anadolu kendine döndü... kendi emeğini ve toprağını, kendi değerlerini bilen yeni bir aydın tipi üretti... Şimdi elbette, elbette, o çok sevgili ve değerli balıkadamlarımız çığlık çığlığa aynı şarkıyı söylüyorlar...şarkının sözlerini bilsem de buraya yazsam Demirefe gibi...hep kıskanmışımdır şarkı sözlerini ezberleyen ve bir çırpıda yazıverenleri.... Ama üniversitelerin duvarlarında yankılanıp duruyor olmalı.... -
yaşanan acılar ve kader sorgulaması
evaporit şunu cevapladı bir başlık içinde Dini Konular - Din - Dinler
Sayın Demirefe, konumuz hakikaten tam da istenilen düzeyi ve noktayı bulmuş oldu...Sizin galakilerde gözlemlediğiniz o harika ve muhteşem güzelliği mikroskop altında incelediğim incekesitlerde görmüştüm... ben bu uyum ve ahengin bütün evrende olduğununun müşahade edilebileceğini sanıyorum... gelelim Maddenin oluşumu ve avucumuzdaki henüz çözümlenmemiş o denkleme... Bu denklemi bir müslümanın nasıl düşündüğü hususunun önemli olduğu kanaatindeyim... Aynı soruyu ele aldığımız halde farklı bir bakış ve yaklaşım sergilememiz, bizim zenginliğimiz olmalı...Bu kabulle olmaz yaklaşımı bugün üniversiteleriizin fakirleşmesinin de sebebi, diye düşünüyorum.. Ben evreni okumaya başladığımda iki türlü yaratılış olduğunu görüyorum... bunlardan ilki bir anda olan bir yaratma, diğeri ise bir süreç ile olan yaratma... siz okurken eğer rahatlatacaksa, benim yaratma terimlerimi isterseniz ''oluş'' kelimesiyle değiştirebilirsiniz... Birinci durum kuranda ''OL'' kelimesi ile geçmekte ve ''bir anda'' gerçekleşmektedir... diğeri ise, bir tohumun önce çatlaması, sonra yeşillenmesi ve fidan olması gibi bir süreci kapsamaktadır...bu iki yaratma durumunu şöyle benzetebiliriz.. bir binanın en tepesinde iken ki durum, birdenbirelik durumudur, merdivenlerden oraya tırmanarak çıkmış olmak ise süreçtir... bu ilk durum yani birdenbire yaratma ''İbda'', süreç ile yaratma ise İnşa'dır... ''burada sanki şöyle bir anlam varmış gibi duruyor, Tanrı evreni ilk olarak yarattı ve sonra da süreçlere bıraktı..'' Sayın Demirefe, Allah kâinatı yalnızca bir kere ibda ile, yani yoktan yaratmış da ondan sonra yalnızca inşa suretinde yaratıyor değildir. Yukarda kullandığımız formülü işte burada düşünüyorum ben...İbda şeklindeki yaratma da, inşa gibi, şu an devam etmektedir. Yani, kâinat, sürekli yeniden yeniye yaratılmakta; her an yoktan var kılınmaktadır. Diğer bir deyişle, her an bir kâinat varlık sahnesinden alınıp yerine yeni bir kâinat konmakta; ve bu işlem, kâinatın ilk yaratılış anından beri, sürekli tekrarlanmaktadır. Bizim fotonlar aracılığı ile algılamamız, gördüğümüz herşeyin hakikatte öyle olduğu anlamına gelmediğini biliyoruz...mesala, Bir örnekle açmamız gerekirse; Kainatı bir sinema salonu olarak düşünün, bir film perdesinde film izlediğinizi... Sinemada gözümüz beyaz perdeye takılıp kaldığı sürece, bir ?süreç? görürüz yalnızca; keyif aldığımız bir dizi olaylar zincirini görürüz. Oysa hakikatte bizim izlediğimiz ?kesintisiz? bir olaylar zinciri değildir. Tam aksine, bütün bir film, kesik kesik karelerden ibarettir. bir saniyelik filmin yaklaşık 20 kareden oluştuğunu varsayarsak bir saatte 72 bin kare seyretmiş oluruz...her bir kare arasında (-1) ve her bir karede de (+1) görürüz... bu karelerin ekrana yansıma hızı ve aralarındaki süreklilikten dolayı, kesintisiz bir film izlediğimizi sanırız... ben cepteki o formülün, atomun var kılınma sebebi olduğunu düşünüyorum... Tıpkı bugün evrenin var olması gibi... = 0 olması gereken bir durum... = Herşey olabiliyor... Bu yoktan var etmenin sırrı işte... peynirin içindeki deliklerin de peynirin yarısı kadar olduğunu sanıyorum... Çünkü sonuçta var olacaksa, muhakkak bunun da (-1) olması gerekiyor.... olmayabilir de dediğinizi duyar gibi oluyorum... Tanrı hem bu ilk yaratışı bir süreklilik içerisinde devam ederken, hem de inşa sürecinde yaratılışın aynı anda devam ettiğini düşünüyorum...ikisi iç içe geçmiş ve sürekli olarak birbiriyle devam edip gidiyor... selam ile.. -
yaşanan acılar ve kader sorgulaması
evaporit şunu cevapladı bir başlık içinde Dini Konular - Din - Dinler
bu kabul ile bilim yapılabiliyorsa neden Tanrı inancı olan bir insan bilim yapamasın ki ? -
yaşanan acılar ve kader sorgulaması
evaporit şunu cevapladı bir başlık içinde Dini Konular - Din - Dinler
Sayın gecekuşu, belki de söylediğiniz gibi, yazdıklarımın çoğu, bazı müslümanların kafalarını daha çok karıştıracak ve reddedeceklerdir de... bu benim kuranı anlamam ve ondan oluşturduğum düşünme ve algılama şeklini etkilemez... Kuranı okuma tek başına bir işe yaramaz... Önemli olan evren kitabı içerisinde kuranı okuyabilmektir, anlamaya çaba göstermektir... bunu yaparken hata da yapabiliriz... bu yüzden yanıldıklarımız ve hata ettiklerimiz de olacaktır... çünkü biz mükemmel değiliz, mükemmel olan okuduğumuz kitaptır... herkes okuduğu kitabın çerçevesi kadar düşünebilir... bildiği kadar yani... Kişisel kabullerimiz ve yorumlarımız ise bizi biz yapan, bizi farklı kılan özelliklerimizdir... kabullerimizin ve yorumlarımızın farklı olması bize üstünlük değil, farklılık katar. farklılıkları ise zenginlik bilirsek bilimsel gelişme yapabiliriz...Hani sizin dediğiniz gibi, ''İnsanın bilgi üretmesi için toplum olması gerekiyor''... insanın bilim üretmesi için de farklılıklar gerekiyor... Hala anlaşılmadı mı ? sorusuna gelince sanırım kabul etmemiz gereken şey bizim ne anlatığımız değil, asıl olan karşıdakinin ne anladığıdır.... ve Anlaşılmak ise karşımızdakinin anlayabildiği kadardır... selam ile.. -
yaşanan acılar ve kader sorgulaması
evaporit şunu cevapladı bir başlık içinde Dini Konular - Din - Dinler
Aslında keşke bu konuyu diğer başlık altında konuşabilse idik... Determinizm başlığı altında... Aslında konuşulması gereken o kadar çok argüman olduğunu biliyorum ki, ve sorgulanması gereken bir sürü tarihi bilgi ve kabullerin... Determinizm aslında üzerinde düşünülmesi, kafa yorulması ve çalışılması gereken bir yöntem... Ben Atomaltı parçacıkların hareketlerindeki F(x) = (+1)+(-1) = 0 önermesinin yaratılıştaki yansımasını bir müslümanın nasıl çözmesi konusunda kafa yormayı, kader bağlamında saplanarak değil ve fakat aşkından da uzak kalmaksızın çözülmesi inancındayım... Atomaltı parçacıkların bir var oluş ve bir yokoluşlarında ki durumun bile nihayetinde bir varlık olarak ortaya koyduğunu görebilmek, netice de determinizmin öngörüsü içinde olsa da, bir yaratılışa işaret görürüm... Sanırım ortak bir hareket ve çalışma alanı bulabileceğiz....Evren o kadar geniş işte... -
yaşanan acılar ve kader sorgulaması
evaporit şunu cevapladı bir başlık içinde Dini Konular - Din - Dinler
Şimdi konuya şöyle bir son söz koymak gerekirse, Bilimsel çalışmalar neticesinde cisimler, eşyalar alemine ilişkin öngörülerde bulunabilsek de, insana dair davranışlarda irade ve kader belirlemek, öngörmek mümkün görünmüyor... Mesala bir çiçeğin doğumundan ölümüne kadar geçen evreleri biliyoruz... bir elma ağacının armut verme şansı yoktur... Onun kaderi elma ağacı olmasıdır... İradesi yoktur... Bizim onun evrelerini biliyor oluşumuzdan ötürü elma vermiyor... Kaderi o olduğu için... Siz tercihlerde bulunabiliyorsunuz, iyi ya da kötü olabilirsiniz... iyiliği ya da kötülüğü tercih edebilirsiniz... iyiliğe erişmeyi ya da kötülüğe erişmeyi dileyebilirsiniz... Tanrı neyi tercih edeceğinizi de biliyor... Ama onun bilmesi sizin tercihlerinizi yaratmıyor... Sizin istemenizle, ona azmetmenizle siz irade ediyorsunuz, Tanrı yaratıyor... Evrende mükemmel bir uyum var, tercihlerinizle ya bu uyuma uyarsınız, ya da uymazsınız... Tercihlerinizdeki sorumluluk size ait... Bilim yaparsınız ya da yapmazsınız, bunun tasarrufu size aittir... Bazen deney yaparken sonucunu bildiğiniz halde deney yaparsınız.... Bildiğiniz halde neden aynı deneyi yaptığınızı sormasalar da siz aynı deneyleri tekrerlayıp durursunuz... öğrencileriniz ''Hocam siz bu sorunun cevabını bildiğiniz halde neden bize sorup duruyorsunuz ki ? bizim vereceğimiz cevaba ihtiyacınız mı var ?'' şeklinde bir soru yöneltmeseler de, siz aynı deneyleri tekrarlayıp durursunuz... Öğretmenlern klavyelerinde tüy bitmesinin sebebi de bu olsa gerekmiş...Peki her şeyin maliki olan, yaratıcısı olan Tanrının böyle bir tasarruf hakkı olamaz mı ? bu soruyu sorabilmek ve itiraz edebilmek bile insanın yaratılmışlar içindeki farkını ve iradesini koyması demektir. Tanrıya başkaldırı ve tanrıyı sorgulama bile insandaki iradenin göstergesi değilmi dir ? -
yaşanan acılar ve kader sorgulaması
evaporit şunu cevapladı bir başlık içinde Dini Konular - Din - Dinler
Ortada mantık hatası yok ? fizik kurallarını irade ve kader mevzusuna uydurup algılamaya çalışırsanız ortaya alıntıladığınız görüş çıkıyor... yani Conway'in dediği gibi ''conway şöyle konuştu: "eğer hooft gibi bir insan atomun konumu ve hareketini aynı anda tespit edebiliyorsa, üstün bir zekaya sahip olan bir varlık evrendeki tüm parçacıkların etkileşimini takip edebilir. bir başka deyişle özgür irademizle yaptığımız seçimlerin belirsizliğinin ardında belirleyici bir düzen vardır." Ama evreni okumakla başlarsanız eğer; kuran penceresinden bakarsanız; ''Tanrının bilmesi, insanın iradesini ortadan şüphesiz kaldırmıyor... İnsanın tercihlerini Tanrının bilmesi, bu tercihlerin neticesini oluşturmuyor'' yargısına varırsınız... Sayın .Yersoy benim de klavyem de tüy bitirmeye niyetiniz var galiba... hala anlaşılmadı mı ? -
yaşanan acılar ve kader sorgulaması
evaporit şunu cevapladı bir başlık içinde Dini Konular - Din - Dinler
Gene okumamışsınız... Bilimsel çalışmaları kendi düşüncelerimi desteklemek için değil, tam aksine öyle olamayacağını vurgulamak için yazdığımı anlayamamışsın bile... yazık... takrar oku desem de bir şey değişmeyecek... çünkü senin kaderin anlamamak... sen anlamamayı bir yöntem edinmişsin artık... zaten iradenle sorduğunu da sanmıyorum... Anlamak iradeyi gerektirir.. İrade koyamadığın için, anlamakla anlamamayı neticede bir kabul ediyorsun... Ama irade olmadığı için de bir adım bile öteye gidemiyorsunuz... Bilim yapamıyorsanız, takip edin... Ama takip etmekte bir irade gerektiriyor... Bilim yapmakta... Okuduklarını anlamak ise sadece irade gerektirmiyor... azıcık da başka şeyler gerektiriyor... Şimdi okuduğun o bilimsel çalışmalarda ne yapıldığını görebildiniz mi ? Kader ve İrade konusu sizin anladığınız gibi fizik çalışmalara konu edilmeye çalışılmıştır... Bizim de eleştirdiğimiz bu zaten... sizin bilim adına yapmaya çalıştığınız da bu değil mi ? bu verileri siz anlayasınız diye yazmıştım ama, hata ettiğimi anlamam uzun sürmedi... Bİlim size ait bir alan değildir.... bilim yapıyor olmak demek, bilim yapıyorum demekle olmaz... Bilimin neticelerinden rahatsız olan çevreler kiliseler olmuştur... Bilim yaptığını iddia eden ama aslında filim yapanlar var ya, müslümanların rahatsız oldukları bu kimselerdir. Bilimin neticesinden önce yöntemini ve konusunu tartışmak gerekiyor... Bilimin yöntemi ve konusu da bilimsel olmak zorundadır... Bilim kendi alanın dışına çıkarsa, (yukarda örneklediğimiz New scientist dergisinin haberindeki gibi) sonuç ne olursa olsun bilimdışıdır... Fizik-mekanik bilimine ihanettir... bilimin yöntemi de bilimsel olmalıdır... İki olayın birbirine kıyas edilmesinde aynı deneyler aynı şartlar altında tekrarlanabilir olmalıdır... Siz Su maddesi ile alkolün aynı neticeleri vereceğini düşünüyorsanız, iki maddeye de aynı deneyleri uygulamak zorundasınız... Atomun hareketi gibi insan hareketlerini benzeştirmeye çalışıp, insan kaderini de atomik olarak tayin etmeye kalkışırsanız aynı, ölçüm deneylerini yapmak zorundasınız... Aksi halde yaptığınız şeyi bilim değil balık tutmak olur... bunları takip etmekten de aciz olduğunuzu düşünüp, ''Zaten tanrı da bilmiyor mu bu deneyin neticesini, ne oturup da uğraşacağım'' diye de düşünebilirsiniz... Bu ülkede bilimadamlarına ne yaptıklarını, ne bulduklarını soran bir mercii de yok...sorumluluğu atıverirsiniz tanrının üzerine... Zaten sizin neyi bulup bulamayacağınızı da biliyor... Bence bu ülkenin sorunu bilim yapılması ya da yapılmaması değil ... düşünsenize, bütün Avrupa Birliğnde aktif profesör sayısı 4500 cıvarında... Bizim ülkemizde, sadece tek başına Türkiyemizde 10 000 i geçgin... hadi koyalım bakalım bu 10 bin bilim adamımızın yaptıkları bilimsel çalışmaları, o avrupadaki 4500 karşılıları bilim adamlarının çalışmalarının karşısına... İnsanoğlu gerçekte işini yapamadığı zaman, sembollerle uğraşır, ya dine saldırır, ya dindara, ya düşünürlere, ya düşüncelere... balıkadam mantığı bu... denizde balık bulamayınca, oturup balık taklidi yaparlarmış... bilim yapamayınca yaparmış gibi davranırlar...öyleymiş gibi davranırlar... yani rol yaparlar... Hani filim yaparken yapıyorlar ya... Bizim insanımız da bundan rahatsız olur elbette... çünkü yıllarca ödediği vergilerle, oralarda bilim yapılsın, hayatımız kolaylaşsın, bişeyler üretilsin derken, bizim bilimadamları balıkadam taklidi yapıyorlar... Niye ? İradeleri yok .... Anlamadım ? Tanrı biliyor ya !!! -
yaşanan acılar ve kader sorgulaması
evaporit şunu cevapladı bir başlık içinde Dini Konular - Din - Dinler
Tanrı biliyor ya !!! -
yaşanan acılar ve kader sorgulaması
evaporit şunu cevapladı bir başlık içinde Dini Konular - Din - Dinler
Tanrının bilmesi, insanın iradesini ortadan şüphesiz kaldırmıyor... İnsanın tercihlerini Tanrının bilmesi, bu tercihlerin neticesini oluşturmuyor... İnsan kendi durumunu ve konumunu kendi tercihleri ile belirliyor... Tanrının bu neticeleri bilmemesi, ona acziyet ve eksiklik atfetmektir.. Tanrı şüphesiz her şeyi hakkıyla bilendir... Sorun Bütün bunlar Tanrı tarafından biliniyorsa, Tanrı neden hala bizi imtihan ediyor ? şeklinde, edep ve saygı sınırları içerisinde dile getirilmese de burada Tanrının bilmesi değill, İnsanın bilmeyişi belirliyor bu imtihanın nedenini ... Çünkü Tanrı her şeyin açığa çıkmasını ve itiraz edilmemesi için bunu böyle yaptığını söylüyor... Yaratıcı olarak böyle bir tasarruf hakkına sahip olduğunu düşünüyoruz... Şairin dediği gibi, ''Mal onun, mülk onun gerisi hep angarya, Yüz üstü çok süründün ayağa kalk sakarya'' Tanrının elbette bizim yaptığımız ibadetlere ihtiyacı yoktur... Ona inanmamız da onu var kılmıyor... Yok olduğunu iddia etmenizin onu yok kılmadığı gibi... İbadetlere biz yarattıklarının ihtiyacı vardır... Kalpler ancak Allahı anmakla tatmin olur ve huzur bulur...Aksi takdirde insan oğlu rabbine karşı çok nankördür... bildiği üç beş kelime karşılığında Kendisini bile Tanrı zannedecek kadar zavallılaşabilir... hemen ''ben olsaydım...'' kurgusuna sokar kendini... ''Kendi nefsini ilah edineni gördün mü ?....'' diye sorar tanrı da... Halbuki yeryüzünü fesada veren çok şey bildiğini zanneden insanoğlundan başkası değildir.... Onlar yeryüzünde cennet kurma hayaliyle, bir kısım insanlara cehennem hayatı yaşatırken, yeryüzünü kana ve gözyaşına bularken, bizim aklı evvellerimiz tanrı olup bu fitne ve fesadı durduracaklarını sanıyorlar galiba... Kendi kaderlerinin kendi ellerinde olduğunu göremeyen bu zavallılar, zalimlere karşı ayağa kalkma iradesini gösteremedikleri için, suçu en kolay yolundan (Suheylanın tanımıyla hoooop ) hemen tanrıya yüklemektedirler... çözümü de sadece kendi tanrılıklarında bulacak kadar alçak gönüllüdürler... Oysa irade yeryüzünü fesada uğratan zalimlere karşı ayağa kalkabilmektir... Boyun eğmemektir.. Kemikli olmaktır... Tanrı ölen çocukları da görüyor... Öldürenleri de... Tanrı biliyorsa suçlu tanrıdır diyip suçlulara göz yumanları da... Eskiler ''Tanrının Parmağı yok ki, gözüne soksun'' derlerdi... ve ilahi mesaj yeryüzündeki tüm kötülük odaklarına karşı, irade sahipleri için geliyor... ''Tanrım bize katından bir yardım eden yolla, bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar diyen, zayıflatılmış (hakları ellerinden alınmış kadın erkek ve çocuklar) insanlar için savaşmıyorsunuz ? '' -
yaşanan acılar ve kader sorgulaması
evaporit şunu cevapladı bir başlık içinde Dini Konular - Din - Dinler
Peki Tanrının bilmesi bizim irademizi ortadan kaldırıyor mu ? Tanrı ilkin ve sonun bilgisine sahip ise, insanın iradesinden bahsedilebilir mi ? bu konuda öne sürülen örnekleri ilginç bulduğumu söylemeliyim... özellikle aynı doğrultuda birbirlerine doğru hareket eden iki otomobilin çarpışmaları örneği....yağmur örneği... Sayın 4 mevsimi de Demirefeyi de bu örneklemelerinden ötürü kutlamak gerekiyor... Ama gözönünde bulundurmamız gerken bu fizik gerçeğindeki ''bilmek'' kavramı, Tanrının bilmesi ile aynı değildir... İki otomobilin çarpışmasının bilgisi, insan katında nedenselliklere bağlı olarak öngörülse de, bu çarpışma gerçekleşse de-gerçekleşmese de Tanrının katında oluş şekli ile bilinmektedir ve bu bütün nedenselliklerden bağımsızdır... bu bizim katımızda aslında netice hasıl olduğunda bilinebilse de, Tanrı katında önceden bilinmektedir... bu bizim katımızda olayın oluşundaki sebeplere bağlanırken, Tanrının bilişinde bu nedenlerin hiçbirine ihtiyaç yoktur... Peki insan cisimleirn hareketlerini ve davranışlarını önceden bilebiliyorsa, insanın davranışları da önceden bilinebilir mi ? Tanrı bildiğine göre biz de bilebilir miyiz ? örneğin 1926'da kuantum fizikçisi werner heisenberg belirsizlik ilkesini ortaya atarak, "evrendeki bir atomun yerini ve hareketliliğini aynı anda bilmek imkansızdır" dedi. bu özetle şu anlama geliyordu; "eğer aynı anda bir atomun konumu ve hareketleri ölçülemiyorsa, bu atomun gelecekte nerede olacağı ve nasıl hareket edeceği bilinemez." yani heisenberg'e göre atomlardan oluşan kainattaki nesnelerin hareketleri önceden belli değilse, o zaman kader kavramı da bilimsel verilerle açıklanamaz. ancak nobel ödüllü gerard hooft'un geçtiğimiz günlerde sonuçlandırdığı 10 yıllık araştırma, kader kavramına karşı çıkan bilim adamlarının dayanak gösterdiği teoriyi çürüttüğü öne sürülmüştü. new scientist dergisine kapak olan araştırma kapsamında hooft, "bir parçacığın nerede ve ne hızla hareket ettiğini" aynı anda tespit etme olanağı sağlayan bir model geliştirdi. hooft, bir atomun 43 saniye sonra nasıl hareket edeceğini önceden bilme kapasitesine ulaştı. araştırma bilim dünyasında büyük yankı uyandırdı. new scientist tarafından dünyanın en iyi matematikçileri arasında gösterilen john conway ile simon kochen, araştırmayı "özgür irade" kavramının ölümü olarak yorumladı. princeton üniversitesi'nde görev yapan conway şöyle konuştu: "eğer hooft gibi bir insan atomun konumu ve hareketini aynı anda tespit edebiliyorsa, üstün bir zekaya sahip olan bir varlık evrendeki tüm parçacıkların etkileşimini takip edebilir. bir başka deyişle özgür irademizle yaptığımız seçimlerin belirsizliğinin ardında belirleyici bir düzen vardır." -new scientist- Aynı üniversite'nin felsefe uzmanı hans halvorson ise "ne olursa olsun, kader ve özgür iradeyi sadece fizikle açıklamaya kalkmak doğru olmayabilir. özgür irade konusunda fiziğin de cevap veremeyeceği sorular var" diyerek konunun zamana bırakılması gerektiğine işaret etmektedir... -
yaşanan acılar ve kader sorgulaması
evaporit şunu cevapladı bir başlık içinde Dini Konular - Din - Dinler
İnsan davranışlarının kaynağı kendi iradesimi dir, önceden belirlenmiş bir kader midir ? nedenler midir ? Bu soru daha çok tartışılıp duracak gibi görünüyor... en azından hakikat herkes tarafından aynı ve yakın olarak bilininceye kadar... Daha önceden de belirttiğim gibi insanın bilmesi kendi algılarıyla orantılıdır... Algılayabildiği kadarını bilebilir... Algısının ötesini bilemez... Varlık alemini hayal ederken, göremediklerini gördükleri ile, bilemediklerini bilebildikleri ile kıyaslayarak konumlandırır... Mesala daha önceden hiç görmediğiniz bir şeyi, bir başkasına anlatırken bilinenlerden yola çıkarak, benzeştirerek anlatmaya çalışırsınız... bilinenlerle bunu yapabilirsiniz... Zihninizde de canlandırırken bilinenlere benzeştirirsiniz... Tanrının nasıl bildiği sorusu aklımızda hemen kendi bilişimize izdüşürülüp anlaşılmaya çalışılır... Oysa insanın bilmesi zaman ve mekanla sınırlıdır... Bütün tanımlamalarında zaman ve mekan sözkonusudur... Tanrı ise zamanı yarattığı halde kendisi zamansızlık boyutunda, mekanı yarattığı halde kendisi mekansızlık boyutundadır...zaman sadece bir algıdır..Zaman bir algı. Tanrı boyutunda zaman yok. Öncesi, sonrası yok. Demek ki bizim bilmemiz rölatif algılarımıza bağlı olduğu halde, Tanrının bilmesi bütün bunlardan bağımsızdır...farklıdır...Örneklendirelim, - Sıcaklık soğukluk hissi vardır. Değil mi? Bu bir algı mesela. Yani termometreden bağımsız. Siz termometreyi istediğiniz gibi ayarlayabilirsiniz. İstediğiniz rakamı koyabilirsiniz. Ama sıcaklık, soğukluk hissi değişmez. Yani algılayana bağlıdır. Ama algılayan yoksa, sıcaklık ve soğukluk da yoktur! Zaman da, tıpkı böyle. Yalnızca bir algı ve saatten bağımsız. Evet, zaman geçme hissi var. Ama sizin hafızanız tamamen yok olsa, yani onu kaldırdığınız zaman, zaman mefhumu ortadan kalkıyor. Zaman ve mekan boyutu insan için olan bir şey. Zaman, o kadar rölatif bir şey ki. Hıza bağlı mesela. Yani ışık hızına çıktığınızda, zaman çok yavaşlar. Ya da bir yıldızın yanından geçerken. zaman ve mekan kavramları eğilip bükülür. Ya da kara noktalarda sonsuzluğa doğru gider. Yani tamamen göreceli. Sadece algılayana bağlı. Tanrı ise başlangıcı ve sonu olmayan bir varlık. O zamanı yarattı ama kendisi zamansızlık boyutunda. Yani her şeyi ''Mutlak Olarak Biliyor'' oysa insanın görmesi ışığa (fotonlara) bağlı, dokunma-hissetmesi, elektronların hareketlerine bağlı... Tanrı için öncesi, sonrası yok! Çünkü ??önce?? ve ??sonra?? zaman boyutundaki kavramlar. Klasik kader anlayışından farklı bir şeyden söz ediyorum. Tanrının bilmesinin, yarattıklarından farklı olduğunu ''O hakkıyla bilendir...'' ayetinden, bilinecek ne varsa hakkıyla tanrı tarafından bilindiğini söylemektedir.. O ne yarattığını iyi bilmeltedir ve yarattıklarından da habersiz değildir... O her şeyi bilendir.. "Gaybın anahtarları Allah'ın yanındadır; onları O'ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir; O'nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. O yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır".(En'am 59) İnsanın bilemeyeceği her şeyi bilir... gaybı bilir, Sinelerde gizli olanları bilir... -
Tanrının yarattıklarını uyarmak için gönderdiği bütün elçiler (resuller), yeryüzünde bütün yaratılmışlar arasındaki (insan-evren-toplum) ilişkileri uyum-huzur-barış-adaletin öğretisini pratik etmişlerdir... gönderilen bütün elçilerin görevi ortaktır, bütün insanlığı ve yaratılmışları ortak bir kelimeye çağırmaktır... Bunun adı İslam'dır... Zaman içerisinde insanlar kendilerine gönderileni nefislerindeki ile değiştirdler...Allah da her topluma kendi dillerinde bir uyarıcıyı muhakkak gönderdiğini söylüyor... Bugün bilinenleri Yahudilik, Hristiyanlık ve son olarak da Müslümanlık.... Bu Ehli Sünnette bilinen 4 mezheb gibidir.. bilinen den kasdın takipçilerinin olması ve günümüze kadar ulaşmalarıdır... belki daha yerel, takipçisi kalmadığı için bilinmeyen, ya da tahrif edildiğinden az bilinen başka semavi dinlerin de olduğu söylenebilir... mümkündür... Tanrıdan gelen bütün dinler İslam kelimesi altındadır... Allaha iman etmiş, onun peygamberine (Musa-İsa-İbrahim-Nuh) iman etmiş, bir insan muhakkak Allahın gösterdiği yollardan birine ulaşmış demektir.. Anlaşılmayan husus, dinlerini ''oyuncak edenler'' diye nitelenen sözde teslim olmuşlardır.. Allaha ve onun peygamberine (hangisi olursa olsun) iman ettiğini söyleyip, Allah ve Peygamberine gerçekte iman etmemiş olanlardır... Bu kimselerin müslüman da olsa, hristiyan da olsa, yahudi de olsa, bilmediklerimiz de dahil olmak üzere hangi dinde olursa olsun, Allahın cezasını hak ettikleri anlaşılır... İyilikleri ise mukafatlandırılır... Allah kuranda da ehli kitabı dosdoğru olmaları ve kendilerine gönderilene uymaları konusunda uyarmaktadır... ''De ki; aramızdaki ortak kelimeye gelin....''' Şimdi sanırım bazı arkadaşlar, ehli kitabı kıskanıyor olsa gerek.... kendilerini yalnız mı hisediyorlar nedir ? Onların da Muhammedi inkar ettiklerini söyleyip rahatlama yapıyorlar demek ki... Dinleri ayırırken ''İlahi-semavi dinler'' ve ''Beşeri-yeryüzü kaynaklı-insani dinler'' olarak ayırdığımıza dikkati çekmek gerekiyor... Coğrafya değil, içerik belirliyor yani... Ve hiç bir zorlama da bulunmuyor... İnsanlar bu dinlerden birisine inanabilir... Hiçbirine de inanmayabilir... Kendi icad ettikleri bir dine de inanabilirler... bu da onların hakkı... Ama tek şartla yeryüzünü fesada uğratmayacaklar... İnsanları köleleştirmeyecekler... Bozgunculuk yapmayacaklar.... Herkes dininin gereklerini yerine getirmekte de özgür olacaklardır... Ortak bir Anayasa üzerinde bu husus belirlenmiş olacak... ve bu Anayasanın koruması altında olacaklar.... Hem müslümanlar, hem diğer dinlerin inananları...Devlet hakim olmayacak, aralarında hakem olacak... Bu Modern zamanların kafa yorduğu bir konu.... Farklılıkları nasıl bir arada yaşatacağız sorusu, Medeni dünyanın hakikaten çözümü için çok çaba sarfettiği bir konu olmuştur... İslam ise aslında bütün çağlara ve zamanlara bir medeniyet projesi sunmaktadır.... Bütün farklılıklar, farklı sosyal bloklar, inançlar, ortak bir ANAYASA üzerinde anlaşacak ve yaşayacaklar, ama kendi inandıklarında da özgür olacaklar... Kimse bir diğerine dayatmada bulumayacak...Herkes kendi yaşam değerlerinde özgür olacak... Kimse de ''Ben de Nişantaşı çocuğuyum...'' edebiyatı ile ''Dayatma yapılırsa çok fena kızarım'' demek zorunda kalmayacak.... Bunu lafla sağlamak mümkün olmayacaktır elbette... Forum komiserliği yaparak da ''Dayatma''ların önüne geçemezsiniz... bu bahsettiğimiz medeniyet projesini ancak ve ancak HUKUK la koruyabilirsiniz... Hukuk bir coğrafyada yaşayan insanların tek garantisidir...tek sağlam dayanağıdır... ''Çok Hukukluluk'' ise, Ortak bir Anayasa'nın altında korunan ''Alt Özel Hukuk'' tanımlarına atıf yapmaktadır ki, bu çok zaman başka adlar altında farklı kültürlerde uygulanmaktadır... Müslümanlar peygamberlernden böyle öğrendi ilahi öğretiyi...bazı kerameti kendinden menkul kimseler bunu farklı anlama ve yorumlama kabiliyetine sahip olsalar da Çok Hukuklu Sistem Köleleşmenin ve Totaliterizmin önündeki en büyük engeldir... Hatta ve hatta ne ilginçtir ki ''Teokrasi'' nin de önündeki en büyük engeldir...Şimdi yanlış anlamaların mı, yanlışlığın yanlışlığını mı, yoksa yanılışlarının yanlışlarını mı düzeltmek gerek ? Çok hukuklu sistem baskıyı ortadan kaldırmanın , FAŞİZMİ-IRKÇILIĞI- ortadan kaldırmanın bir arayışı içerisinde önerilmişti... Hukuk çevreleri bu formülün gerçekçi ve geçmişteki tecrübelerinden ötürü önemsiyor ve uygulanabilirliğini tartışıyor... bakalım bekleyip göreceğiz...hukuk bir bilmdir, cehaletin torbasından çektiğimiz harfleri yanyana dizip kelime oluşturma oyunu değildir... Atıp tutamazsınız... Ama ne hazin ki bütün bunlara rağmen Tanrıyı Faşist ve Irkçı iddia etmek, ''Şeriat Öcüsü satmak'' bilimcilerin sıkıştıkça başvurdukları en kolay yol oldu.... hep Burhanın sözlerini işitmek bizi gülümsetse de çok zaman sıkılıyoruz artık, Ben de Nişantaşı çocuğuyum.. Ben de Nişantaşında oturuyorum..''