Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Serdar48

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    35
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Serdar48 tarafından postalanan herşey

  1. Serdar48

    Zavallı Çoban

    Bundan yıllarca önce, köyün birinde yetim bir çoban yaşarmış. Anası, babası, kimi kimsesi yokmuş. Sabahları gün ağarırken kalkar, ekmeğini, soğanını, peynirini, kavalını torbasına koyar, koyunlarını evinin yanındaki ağıldan çıkarır, eline sopasını alır, köpeği Karabaş’ la birlikte erkenden yola çıkarmış. Çimenin, çayırın bol olduğu yerlerde koyunları otlatır, öğle üzeri dere kenarında oturup yemeğini yedikten sonra kendi yaptığı kavalı çalar, türkü çağırırmış. Akşamüstü gün kararırken koyunları toplar, evine geri dönermiş. Bu böyle haftalarca, aylarca sürmüş. Bir gün sabah erkenden koyunlar önde, kendisi arkada giderken yol kenarında sırma saplı, altın yaldızlı bir kaval bulmuş. Kavalı yerden almış, öttürmüş, sesi pek hoşuna gitmiş. “ Bizim köyden kimsenin böyle kavalı yoktu. Herhalde yabancı birisi düşürmüş olacak, diye düşünmüş. Kavalı ben buldum, benim oldu “ demiş. Eski kavalı atmış, yeni kavalı çalmaya başlamış. Daha sonraki günlerde işleri ters gitmeye başlamış. Koyunlarını hastalık kırıp geçirmiş. Elli koyundan iki ay içinde beş koyun kalmış. Zavallı çoban çok sıkıntılı günler geçirmeye başlamış. Koyun sütü içemez, peynir yapıp yiyemez, soğan bile alamaz duruma gelmiş. Ekmeğe su katık eder olmuş. Bizim koyunlar da hastalanmasın diye komşuları gelip gitmez olmuşlar. Bir gün öğle vakti yemeğini yedikten sonra sırma saplı, altın yaldızlı kavalı çalarken uykuya dalmış. Saatler sonra köpeği Karabaşın havlamasına uyanmış. Bakmış kalan beş koyunu kurtlar götürüyor. Sopasını kaptığı gibi kurtların peşine düşmüş, yetişememiş. Yorgun argın, üzgün, perişan bir şekilde uyuyup kaldığı yere dönmüş. Başlamış dövünmeye, söylenmeye: “ Vah benim kara talihim, kötü kaderim, alınyazım. Ne güzel bir sürü koyunum vardı. Ne güzel geçinip gidiyordum. Hastalık aldı götür hepsini.Bari şu beş koyunu kurtlar kapmasaydı. Kuru ekmeğe de razıydım…Vay benim yoksulluğum, vay benim alınyazım..” diye dövünüp ağlarken aniden yan tarafında; “ Zavallı Çoban neden kadere bu kadar isyan edersin? Kader hep kederle gelir, bilmez misin? Yoksulluk alınyazısı değildir “ diyen tatlı bir genç kızı duymuş. Çok şaşırıp ayağa kalkmış, etrafına bakınmış, kimseler yokmuş. “ Öyleyse bu ses nereden geldi? “ diye düşünmüş. Yine aynı genç kız sesi: “ Zavallı Çoban, ben kavalın içindeyim ” demiş. Bunun üzerine çoban: “ Kavalın içinde misin?..Kaval konuşur mu?..Hem oraya nasıl girdin? ” diye sormuş. Genç kız sesi: “ Ben bu ülke padişahının kızı Prenses Nazlı’yım. Saray büyücüsü herkese kötülük yapmaya başladığı için babam büyücüyü saraydan kovdu. Saray dışında gezintiye çıktığım bir gün büyücü intikam almak için muhafızlarımı öldürüp beni kaçırdı. Kara ormandaki kulübesinde bana sihirli şerbetler içirtip büyü yaptıktan sonra beni bu kavalın içine hapsetti. Sonra da “Bu kavalı bulup çalanın işleri rast gitmesin, her şeyini kaybetsin ” diye beddualar etti.Büyücünün büyüyü her gün dua ederek aynı seviyede tutması gerekiyordu.Herhalde benim konuşabilmem büyücünün son günlerde dua etmeyi unutmasından meydana geldi. Bu büyücünün büyük işler peşinde olduğunu, babamı tahtından indirip yerine geçtikten sonra komşu ülkelere saldırıp, savaş çıkarmayı planladığını gösteriyor. Şimdi beni saraya götür..” Zavallı Çoban kaval elinde, yanında köpeği Karabaş’ la beraber günlerce yol yürüdükten sonra başkente varmış. Tahta bir sandığın içine kavalı koymuş. Saraya gitmiş. Prenses Nazlı’ dan haber getirdiğini söyleyince padişahın huzuruna çıkarmışlar. Zavallı Çoban tahta sandığı masanın üstüne koymuş. Sandıktaki kaval konuşmaya başlamış: “ Baba, ben Prenses Nazlı’ yım. Saraydan kovduğun büyücü beni kaçırdı, büyü yaptı ve beni bu sandığın içindeki kavala hapsetti. Kara ormandaki kulübesinde yaşıyor. Büyük kötülükler planlıyor. Ancak büyücünün ölmesi beni eski halime döndürebilir. Bu sandığı odama çıkarın. Zavallı çoban büyü yüzünden çok sıkıntı çekti, her şeyini kaybetti. Kendisini yedirin, içirin, giydirin; iki kese de altın verin, rahat etmesini sağlayın..” Padişahın ilk şaşkınlığı geçtikten sonra komutanına gerekli emirleri vermiş. Komutan askerlerle birlikte gidip büyücüyü kara ormanda yakalayıp öldürmüş. Büyücünün ölmesi ile büyünün tılsımı bozulmuş. Büyü yeni dualarla beslenemediği için Prenses Nazlı birkaç gün sonra altın yaldızlı kavalın içindeki hapis hayatından kurtulmuş. Eski haline dönmüş, genç ve dünya güzeli bir kız olmuş. Zavallı Çoban sarayda okuma-yazma öğrenmiş, bilgi ve becerisini geliştirmiş. Devlet yönetimi hakkında kitaplar okumuş, dersler almış. Sonraki yıllarda yaşlı padişah vefat edince Prenses Nazlı “ Kraliçe “ olmuş, Zavallı Çoban’ a “ Vezir “ lik rütbesi vermiş. Vezirçoban, ülkenin ilerlemesine, yoksulluğun azalmasına, insanların hakça ve mutlu olarak yaşamalarına çalışmış. Yazan: Serdar Yıldırım
  2. THE LITTLE WHALE AND SHARKS The little whale whose mother was killed by whale hunters was swimming in the Atlantic Ocean. Whilst swimming, he was surrounded by a group of sharks that included about twenty members. The leader of the sharks came nearer to the little whale and said ‘ I know you and I can understand how you feel little whale. Being unhappy won’t help you. You can’t get anything living unhappily. People killed your mother. You must get your revenge. You mustn’t swim around doing nothing. We are your friends and we can teach you how to kill people so that you can kill them cruelly and get your revenge. In the near future people will get to know you and they will be afraid of this cruel whale.’ ‘Did people eat my mother?’ asked the little whale. ‘Yes, my little friend they did. People are so cruel. They kill all the living things in the world wildly and also they are really cruel to each other as well. I have seen lots of people fighting with each other on the ships. My grandfather used to say that they were also fighting on the land and the one who beats the other one was becoming a hero.’ answered the leader of the sharks. ‘It means that people are really bad creature, aren’t they? asked the little whale. ‘Yes, they really are.’ said the shark. ‘If they are so, I am going to punish all of them and the ones that killed my mother and made me cry for a long time but I don’t know how to do this.’ the little whale said. ‘You can learn it. Come on honey, follow me. Let’s go my dear friends. Deep waters are waiting for us.’ said the shark. The sharks taught the little whale all the techniques about how to kill people and it took them one month to do this. Their aim was to send the little whale to the beaches where a lot of people swam and to make him kill all the people who were swimming around. Little whale was sure of himself. He was definitely confident that he was able to kill people and he always told the sharks he wanted to kill all the people and pull them to pieces. However, the leader of the sharks thought it was necessary to test the little whale if he really learned how to kill that before sending him to the beach to kill people. So five of the sharks started to look for a person swimming around alone and away from the other people who were doing different activities on the beach. After a short time they realized that there was a little boy swimming alone near the lighthouse. This little boy was going to be their first victim. They didn’t want to go closer to the child as they didn’t want him to be scared. They turned back quickly and showed the little whale his first victim so that the little whale started to swim towards the little boy. The sharks thought that the little boy must be a professional swimmer as the sea was very deep around the lighthouse otherwise he couldn’t swim there because most of the people were afraid of it. At first the little whale took his head out of the sea and then his body and tail appeared. The child realized the whale immediately. The whale took a deep breathe and dived into the sea. Although it was just a baby whale, it was four metres long. It was impossible for the little boy to swim towards the beach because the whale could swim much faster than him so that it could catch him before reaching the beach. He started swimming parallel to the beach but the whale came closer and closer and then the whale started swimming next to him and after a while it suddenly opened its mouth and then closed it. Then it turned back and swam towards the sharks. When he came near them: ‘ I completed my mission. I killed the child.’ he said. ‘ Did you pull him to pieces?’, asked the leader of the sharks. ‘ No, I didn’t pull him to pieces’, said the little whale. ‘ Didn’t you? What did you do, then?’ asked the shark. ‘ I swallowed him.’ replied the whale. ‘Swallowed?’ asked the shark. ‘ Yes, I did. The child is in my stomach now.’ said the whale. ‘ No matter what you did. As a result you killed him. I really appreciate what you did and I want to congratulate you. We are going somewhere far away tomorrow to attend a meeting so that we won’t be here for a few days. I want you to go to the beach and kill as may people as possible. You can either pull them to pieces or swallow them. You must swim around all the beaches and kill all the people you come across. Do not pity on them.’ said the leader of the sharks. After a few days the sharks came back and found the little whale swimming around happily. The little whale told them that he had killed twenty people cruelly and people had been afraid of swimming in the sea since than because they were scared to death and next he boasted them all the people were afraid of him. All the sharks became very pleased when they heard that. The next day one of the sharks saw the boy whom the whale pretended as if he swallowed the other day on the beach near the lighthouse. He went directly beside their leader and told what he had seen so that the leader got furious. He went beside the little whale angrily. ‘You told us that you had swallowed that little boy but we saw him on the beach and he was alive. Nothing has happened to him. He looks so healthy. Are you making fun of us?’ he said. The whale realized that he was being surrounded by the sharks that seemed very angry. ‘Yes, I swallowed him but I couldn’t digest him so I had to vomit him because he started kicking my stomach.’ replied the little whale. ‘Shut up, you liar! you didn’t swallow him and you didn’t attack other people swimming around. They were all lies. You also told us that people couldn’t come to the beach as they were afraid of you but you see all the beaches are full of people and they don’t care about you. All the things that you told us were lies. If you can’t kill them, I will…… said the leader of the sharks. And he couldn’t finish his sentence. ‘What will you do? I got bored of you all. Get out of my sight!’ said the whale angrily and then hit the leader with his head so strongly that it went down the depths of the sea and then he started to swim very fast towards the beach. It was too late to turn back and the sharks were swimming just behind him and they were so close. If they caught him they would pull him to pieces. Little whale reached the beach hardly. It struggled and kicked about while lying on its back for a while and it could manage to move a bit on the beach. When he got weak he let his head on the hot sand. The child recognized the whale and ran beside him. ‘What is happening little whale? You must be in the sea not on the beach!’ said the little boy. ‘Thanks God. Is it you little boy? Sorry I can’t remember your name.2 said the little whale. ‘My name is Mark. I am OK! What are you doing on the beach?’ asked the little boy. ‘My name is Sili. We met a few days ago, didn’t we?’ asked the little whale. ‘Yes, I do. We swam next to each other for a while. When you opened your big mouth I got so frightened because I thought that you were going to eat me but I was wrong. You just opened your mouth widely and then closed it and swam away. I couldn’t understand why you did like that.’ said the little boy. ‘ Did you really think that I was going to eat you. That was just a joke. I am so sorry that I made you frightened. Please forgive me for my behaviour’ said the whale. ‘ OK! I do forgive you. Would you please tell me what is going on now? What is the reason for your being here on the beach instead of swimming in the sea?’ asked the little boy. Little told him everything. ‘As you see my friend all the sharks are chasing me all around and I can not fight them alone because there are twenty sharks that want to kill me. That is why I am here.’ said the whale. ‘Why didn’t you swim away when the sharks went far away for the meeting? You should have asked for help from the other whales.’ said the little boy. ‘If I had swum away, the sharks would catch me easily. I would have no chance to survive because all the sharks in the sea would start looking for me in order to kill me. I wouldn’t have asked for help from other whales because that would cause a cruel war between all the sharks and whales living in the sea. as a result a lot of whales and sharks would die just because of me. I might have died in that war. But now only I am dying and none of the whales is in danger. It is not the end of the world if I die. The world is like a drop in the space and I am not even like a drop in the ocean’ explained the whale. ‘If your mother hadn’t died, the sharks wouldn’t have tried to kill you. You wouldn’t be here and running away from them.’ said the boy. ‘ That is true but people are responsible from my mother’s death. They killed her. What is more I can’t understand the reason why they killed my mother. She didn’t hurt them. Why do you think they killed her, Mark?’ asked the little whale. ‘To earn some money. Some people kill animals to earn some money. They don’t care about what would happen to the babies of those animals that they kill. How can those babies survive without their mothers? They won’t give harm to a child whose mother or father died. Because they respect that child and pity on him. A child whose mother or father died when he was small can understand you very well. I promise you I will never give harm anything on earth.’ promised the child. ‘ I love you, Mark’ said the little whale. ‘ I love you, too Sili’ replied the little boy. Written by: Serdar Yıldırım YAVRU BALİNA İLE KÖPEKBALIKLARI Annesi balina avcıları tarafından öldürülen yavru balina Atlas Okyanusu’nda yüzerken etrafını yirmi kadar köpekbalığı sardı. Başkan köpekbalığı yavru balinanın yanına gelerek: “ Seni tanıyorum ve durumunu çok iyi anlıyorum yavru balina. Ama üzülmekle eline bir şey geçmez. Anneni insanlar öldürdü. Sen bunu onların yanına bırakmamalısın. Annenin intikamını almalısın. Biz senin dostunuz. Sana öldürmeyi öğretip, insanların üstüne salacağız. Çok yakında insanlar yavru balinayı tanıyıp, ondan korkacaklar “ dedi. “ Annemi yerler mi insanlar? “ diye sordu yavru balina. “ Yerler yavrum. İnsanlar acımasızdır. Onlar dünyadaki tüm canlıları acımasızca öldürürler. Hoş, insanlar birbirlerine karşı da acımasızdır. Ben buralarda çok gördüm gemiler içinde savaşan insanları. Dedem insanların toprak üstünde de savaştıklarını söylerdi. Savaşı kazanan kahraman olurmuş. “ “ İnsanlar kötü yaratık desene? “ “ Hem de çok kötü yaratık. “ “ O zaman beni annesiz bırakan, bana günlerce gözyaşı döktüren insanları cezalandıracağım, ama bunu nasıl yapacağımı bilemiyorum. “ “ Öğrenirsen bilirsin. Haydi, yavrucuk peşimden gel. Siz de peşimden gelin köpek kardeşlerim. Derinlikler bizi bekliyor. “ Aradan bir ay geçti. Bu sürede köpekbalıkları bildikleri öldürme yöntemlerini yavru balinaya öğrettiler. Hedef, insanların toplu halde yüzdükleri plajlar olacaktı. Plajlar, insan kanına boyanacaktı. Yavru balina, öldürürüm, parçalarım, diyordu ama onu plaja salmadan önce bir deneme yapmalıydı. Bakalım öldürebilecek miydi? Beş köpekbalığı yalnız yüzen insan aramaya başladı. Deniz fenerinin yakınında bir çocuk yüzüyordu. İlk kurban o olacaktı. Köpekbalıkları sahilden uzak kaldılar. Çocuğu ürkütmek istemiyorlardı. Yavru balina hızla çocuğa doğru yüzmeye başladı. Fenerin oralar derin demişti köpekbalıkları, çocuk demek ki, usta yüzücüydü. Yoksa onun ne işi vardı böyle derin yerde. Yavru balina kafasını suyun üstüne çıkardı, daha sonra gövdesi ve kuyruğu göründü. Çocuk, yavru balinayı hemen fark etti. Derin bir nefes alıp suya daldı. Balina yavruydu ama dört metre boyundaydı. Sahile doğru yüzmeye kalksa bunu başaramazdı, çünkü yavru balina ondan çok daha hızlıydı. Yetişmesi an meselesiydi. Bundan dolayı çocuk sahile paralel yüzüyordu. Yavru balina çocuğa yetişti, bir süre onunla yan yana yüzdü ve aniden dönerek ağzını açıp kapadı. Yavru balina köpekbalıklarının yanına döndüğünde: “ Görevimi başardım. Çocuğun işi tamam “ dedi. “ Çocuğu parçaladın mı? “ diye sordu, başkan köpekbalığı. “ Hayır, parçalamadım “ dedi yavru balina. “ Parçalamadın mı? O zaman ne yaptın? “ “ Çocuğu yuttum. “ “ Yuttun mu? “ “ Evet, yuttum…Çocuk şimdi midemde. “ “ Öyle veya böyle, çocuğu öldürmüşsün işte. Seni kutlarım yavru balina. Biz yarın uzaklara gidip bir toplantıya katılacağız. Birkaç gün yokuz. Sen şu ilerdeki plaja git, yakaladığını ister parçala, ister yut. Sıradan bütün plajları dolaş. İnsanlara acıma yok. “ Köpekbalıkları döndüğünde yavru balinayı buldular. Yavru balina yirmi insanı acımadan öldürdüğünü, insanların plajlara çıkamadığını, etrafa korku saldığını söyledi. Köpekbalıkları bu habere çok sevindiler. Ertesi gün bir köpekbalığı deniz fenerinin yakınındaki sahilde yavru balinanın yuttum dediği çocuğu gördü. Başkanı bularak durumu anlattı. Başkan, bunun üzerine çok sinirlendi. Nefretle yavru balinanın üstüne gitti: “ Hani yutmuştun o çocuğu, bak fenerin oradaymış. Sen bizimle dalga mı geçiyorsun? “ Köpekbalıklarının etrafını sardığını gören yavru balina: “ Şey, yutmuştum ama hazmedemedim, kusuverdim. Çocuk midemi tekmelemişti. “ “ Sus, yalancı seni, çocuğu yutmadın, plajlara saldırmadın, bütün plajlar dolu. Hani plajlara kimse çıkamıyordu, hani etrafa korku salmıştın. Yalan, hepsi yalan. Madem öldüremiyorsun, ölürsün. Şimdi seni…” Başkan köpekbalığı sözlerini tamamlayamadı, çünkü yavru balina: “ Beni ne yaparsın? Sıktın artık, çekil önümden “ dedikten sonra, ona sert bir kafa vurarak denizin derinliklerine yolladı. Yavru balinanın önü açılmıştı. Gücünün yettiği kadar hızlı yüzmeye başladı. Karşısı sahildi. Artık geriye dönüş yoktu. Peşinde sürüyle köpekbalığı vardı. Yakalarlarsa parçalarlardı. Yavru balina kendini sahile zor attı. Debelendi kumun üstünde biraz daha, biraz daha ilerledi. Gücü tükenince başını sıcacık kumun üstüne bıraktı. Çocuk yavru balinayı tanımıştı. Onun yanına geldi: “ Ne oluyor, yavru balina? Neden sahile çıktın? “ “ Oh, sen miydin? Nasılsın çocuk? Adın neydi senin? “ “ Benim adım Mark. İyiyim de burada ne işin var? “ “ Benim adım de Sili. Geçenlerde tanışmıştık, hatırladın mı? “ “ Hatırladım. Bir süre yan yana yüzmüştük, sonra sen gitmiştin. Üstüme gelirken beni yiyeceksin sanıp korkmuştum.” “ Kim? Ben mi seni yiyecektim? O bir şakaydı. Seni korkuttuğum için özür dilerim. Beni affet.” “ Affettim gitti. Anlat bakalım Sili, neler oluyor? Neden denizde değil de buradasın? “ Yavru balina olanları anlattıktan sonra: “ Ya, işte böyle Mark, köpekbalıkları peşimde, sayıları yirmiden fazla. Onlarla yalnız başıma çarpışamam. Acı gerçek ama benim için böylesi daha iyi olacak. “ “ Köpekbalıkları toplantıya gittiğinde kaçıp gitseydin uzaklara veya balinalardan yardım isteseydin? “ “ Kaçsam kısa zamanda yakalanırdım. Kurtuluşu yoktu. Okyanustaki bütün köpekbalıkları peşime düşerdi. Balinalardan yardım isteyemezdim, çünkü bu korkunç bir savaşın başlangıcı olurdu. Yüzlerce balina ve köpekbalığı birbirine girerdi. Arada belki ben de ölürdüm. Oysa şimdi sadece ben ölüyorum, hiçbir balinayı tehlikeye atmıyorum. Bir benim için başkalarının keyfini kaçıramam. Sili ölürse kıyamet kopmaz. Hayat devam eder. Dünya uzayda nokta kadar, fakat Sili dünyada nokta kadar bile değil. “ “ Annen yaşasaydı köpekbalıkları sana sokulamazdı. Bu duruma düşmezdin. “ “ Onun orası öyle de annemi insanlar öldürdü. Asıl suçlu annemi öldüren insanlar. Mark, sence insanlar annemi neden öldürdü? “ “ Kazanç uğruna. Bazıları kendileri kazansın diye can alıyorlar. Öldürürken düşünmezler ki, balinanın yavrusu ne olacak? Yavru annesiz ne yapacak? Örneğin; annesiz, babasız bir çocuk ne olur, ne yapar, nasıl yaşar? Çocukken bunu düşünen biri büyüdüğünde diğer canlıların hayatına saygı duyar, onlara zarar vermez. Tanrı şahidimdir ki, ben insan olsun, diğer canlı varlıklar olsun hiçbirine zarar vermeyeceğim. Yemin ediyorum. “ “ Seni seviyorum, Mark.” “ Ben de seni seviyorum, Sili. “ Yazan: Serdar Yıldırım
  3. KELOĞLAN AND NASREDDİN HODJA Keloğlan had gone to the town to sell chickens. When he arrived at the market, he started to look for a customer for the two chickens. A man offered to pay a gold coin for the chickens. Keloğlan didn’t accept this. He said that he absolutely wanted two gold coins for the chickens. The man saw that Keloğlan would not sell the chickens for a gold coin: “Keloğlan look, I have a treasure map. I am alone, and I’ve already got old. That’s why I couldn’t look for the treasure. I used to work at Zenginoğlu’s mansion. Zenginoğlu gave me this map. Let me have the two chickens, have the map, look for and find the treasure, and be happy all your life” he said. Keloğlan believed the man, and agreed. Keloğlan returned home in the late afternoon. His mother shouted: “Oh my stupid son! Can two chickens be bartered for this piece of paper? You were meant to buy gas and salt after selling the chickens. You have been cheated. Sit in the dark, eat the meals without any salt and make up your mind.” Keloğlan didn’t care, he was only thinking about the treasure. He passed the night in difficulty and got up very early. Keloğlan said: “Mother, I am going to look for the treasure. I have prepared food for winter. Let there be no gas; you will go to bed early in the evenings. Let there be salt; you will get it from the neighbour. If I find the treasure, I will make you live like a sultan”. He kissed his mother’s hand. Seeing that Keloğlan was determined, his mother desperately changed her mind. She saw Keloğlan off saying “Goodbye, Keloğlan. I hope you find the treasure.” Keloğlan crossed mountains and hills, looking for days until finally he found the well on the map. The treasure was meant to be in this well. The stone he threw into the well made a sound like ‘BANG’. Keloğlan understood that there was no water in the well. However, three people who had gone down the well in his village and weren’t able to come out last year came to his mind. “I have a rope, which I brought with me from the village.” He started worrying: “What if I tie the rope to the edge of the well and go down, but then die like them because of the poisonous smoke in the well? That will be a bad state of affairs - first I need a helper who is manly, trustworthy and who is able to remove the danger in the well. Nasreddin Hodja came to mind while thinking where it might be possible to find somebody like this, and he said “Ok, the Hodja will find a way to resolve this matter.” After a long journey he eventually arrived in Akşehir. There he asked to be shown Nasreddin Hodja’s house. He knocked on the door and Nasreddin Hodja opened it. He said “You are most welcome, my son. I am Nasreddin Hodja. Would you like something?” “My Hodja, I am called Keloğlan in my village. I would likr your help for an important matter. I would be very happy if you would be so kind as to listen to me.” Hodja welcomed Keloğlan into his house. Keloğlan told him how he had got the treasure map; he told him that he had said goodbye to his mother and had left the village, had found the well on the map, he told himwhy he hadn’t been able to go down the well. He concluded his remarks by saying, “If we find the treasure, we will share it fifty – fifty, my Hodja. What do you say?” Nasreddin Hodja replied, “Since there is not enough current, this poisonous air gathers in the wells which haven’t been used for a long time and into which poisonous air leaks from the layers of earth around them. If someone goes down into these wells, they will poison and kill that person. As you have told me, the depth of the well is nearly 9 or 10 metres. It is too tiring and troublesome to dig and broaden the hole around the well, we can’t accomplish that. If we try to find a helper, it will spread from ear to ear, and the public will gather at the well. We must find another way Keloğlan. Stay with us for a couple of days as my guest, and I will think and find a suitable way.” Nasreddin Hodja made plans during the following two days, and drew up drafts. He brought the plans to the smith. He admonished him to give the equipment that he had; to make those he didn’t have according to the drawings. The equipment was ready in a week. He had bought a cart which two donkeys pulled. He put the equipment, and necessities like food and drink in the car. He said goodbye to his wife and mounted his donkey. Hodja with his donkey in the front, and Keloğlan in the cart at the back, set off. After a troublesome journey lasting for days, they reached the well in which the treasure was. Hodja scrutinized the well. He took down the big bellows, which they had got the smith to make, next to the well with Keloğlan. They dangled one of the tips of a pipe, which was nearly 10 centimetres wide, into the bottom of the well. They attached the other tip to the bellows. They started to pump the bellows. The still and poisonous air - which had accumulated for years - started to scatter, rise slowly and get out of the well from the effect of the fresh and pressurized air. The rate of poisonous air in the well lessened each time the bellows pumped air. This process was continued the following day, too. On the third day they came to the conclusion that the well had been cleaned. Just to make sure, Nasreddin Hodja put a cat, which he had brought in the cart, into a sack. After tying up the sack with a rope, he lowered it into the bottom of the well. He saw that the cat was alive and kicking after pulling it back two hours later. Tying the rope around his waist, Keloğlan had gone down the well. He took out the stone mentioned on the map. After digging the earth under the stone, he found the chest. He tied up the chest with the other rope near him and called out to Hodja to pull him. When Keloğlan had come out of the well, he pulled up the chest with Hodja. When they broke its lock and opened the chest, to their surprise they saw it was full of bright and shiny gold! They felt very happy. They shared the gold immediately. The next day, Nasreddin Hodja set off to Akşehir on his donkey, and Keloğlan set off to his village in the cart. Keloğlan got a legendary mansion built in his village. He hired maids and manservants. He bought fields, vineyards, gardens. He started to live like a sultan with his mother. The Sultan heard about Keloğlan’s extraordinary wealth. When he was out hunting one day, he stopped by Keloğlan’s mansion. Keloğlan showed respect for the Sultan, and treated him in the best way. The Sultan, who was very pleased with this close interest, invited Keloğlan to his palace for the festival, which was going to be celebrated the following month. Keloğlan went to the palace by coach and with manservants on the festival day. He met the Sultan’s extremely beautiful daughter, Violet, and fell in love. Violet loved Keloğlan at first sight and didn’t want him to leave. After the festival entertainments had finished, Keloğlan returned to his mansion. He told his mother that he had fallen in love with Sultan Violet at first sight and wouldn’t be able to live without her. They thought it over carefully and they decided to ask the Sultan’s consent to marry Violet. Later he went with his mother to ask the Sultan if he could marry his daughter. The Sultan accepted Violet’s marrying Keloğlan. Keloğlan returned to his mansion and started the wedding preparations. On the way he had sent messengers to Nasreddin Hodja to invite him to his wedding. After Nasreddin Hodja had returned to Akşehir with his share, he clothed the poor and the orphans, and spent most of his money on good deeds. And at the same time he heard from his friends’ conversation and from the travellers passing by that Keloğlan had got a mansion built in his village, had hired menservants, had bought fields and started to live like a sultan, and he felt happy about the things he heard. When he heard about Keloğlan’s wedding invitation and that he was going to marry Sultan Violet, he regained a lot of his good humour. He started the preparations to go to the wedding. He bought carpets, furs, and silk cloths. He bought jewellery like earrings and a necklace for Violet. He also bought two coaches, which four horses would pull, and he also hired two manservants. He wore his most valuable clothes and his showiest fur. He set out with his wife a couple of days before the wedding. The Hodja arrived at the palace with his entourage, very ostentatiously. Keloğlan welcomed the Hodja at the door. He kissed his hand. They embraced and hugged each other. The Hodja told a lot of stories about events that he had lived, including witty remarks, until the wedding day. He made the guests have a funny time. Keloğlan and Sultan Violet married among the entertainments with musical instruments and much conversation. There were no words to describe their happiness. They lived happily for many years. THE END KELOĞLAN İLE NASREDDİN HOCA Keloğlan kasabaya tavuk satmaya gitmiş. Pazara gelince elindeki iki tavuğa müşteri aramaya başlamış. Adamın biri tavuklara bir altın vermiş. Keloğlan bunu kabul etmemiş. İlle de iki tavuğa iki altın isterim demiş. Keloğlan’ın tavukları bir altına vermediğini gören adam: “ Bak Keloğlan, bende bir define haritası var. Yalnızım, yaşlandım artık. Bu sebepten defineyi aramaya çıkamadım. Eskiden Zenginoğlu’ nun konağında çalışırdım. Bu haritayı bana Zenginoğlu vermişti. İki tavuk benim olsun, harita senin olsun, defineyi ara bul, ömrünce mutlu ol ” demiş. Keloğlan adama inanmış, değiş tokuş yapılmış. Keloğlan akşamüstü yorgun argın köyüne dönmüş. Anası: “ A benim kel oğlum, kabak oğlum. Hiç bu kağıt parçasına iki tavuk verilir mi? Sen tavukları satıp gaz, tuz alacaktın. Kandırmışlar seni. Şimdi karanlıkta otur, yemekleri tuzsuz ye de aklın başına gelsin ” diyerek bağırıp çağırmış. Keloğlan oralı olmamış, aklı fikri definedeymiş. Sabahı zor etmiş, erkenden kalkmış. Anasına: “ Ana ben defineyi aramaya gidiyorum. Kışlık yiyecek hazırlamıştım. Varsın gaz olmasın, akşamları erken yatarsın. Varsın tuz olmasın, komşudan istersin. Defineyi bulursam, seni sultanlar gibi yaşatacağım ”demiş. Anasının elini öpmüş. Keloğlan’ ın kararlı olduğunu gören anası çaresiz fikir değiştirmiş. “ Güle güle git, Keloğlan. İnşallah defineyi bulursun “ diyerek Keloğlan’ ı uğurlamış. Keloğlan dağ-bayır aşmış, günlerce aramış, sonunda haritadaki kuyuyu bulmuş. Define bu kuyunun içindeymiş. Kuyuya attığı taş tak diye ses çıkarmış. Keloğlan kuyuda su olmadığını anlamış. Fakat geçen yıl köydeki kör kuyuya inen ve bir daha çıkamayan üç kişi aklına gelmiş. “ Yanımda köyden getirdiğim ip var. Kuyunun kenarına bağlayıp insem ya ben de onlar gibi kuyudaki zehirli dumandan boğulur kalırsam halim nice olur, diye düşünceye dalmış. Evvela bana mert, sözünün eri, kuyudaki tehlikeyi ortadan kaldırabilecek bir yardımcı lazım. Böylesi de nerelerde bulunur, diye düşünürken aklına Nasreddin Hoca gelmiş. Tamam demiş Hoca bu işin çaresini bulur. ‘ Az gitmiş uz gitmiş, sonunda Akşehir’ e varmış. Sormuş, Nasreddin Hoca’ nın evini göstermişler. Kapıyı çalmış. Nasreddin Hoca kapıyı açmış. “ Buyurun evladım “ demiş, “ Ben Nasreddin Hoca’ yım. Bir şey mi arzu etmiştiniz? “ “ Hocam bizim köyde bana Keloğlan derler. Sizin önemli bir meselenin çözümüne yardımınızı rica edecektim. Beni dinlemek zahmetine katlanırsanız çok sevinirim. “ Hoca Keloğlan’ ı evine buyur etmiş. Keloğlan define haritasına nasıl sahip olduğunu, anasına veda edip köyden ayrıldığını, haritadaki kuyuyu bulduğunu, kuyuya neden inemediğini anlatmış. “ Eğer defineyi bulursak yarı yarıya paylaşırız, Hocam. Ne dersiniz? ” diyerek sözü bağlamış. Nasreddin Hoca: “ Uzun süredir kullanılmayan veya etrafındaki toprak tabakasından içine zehirli hava sızan kuyularda, yeterli hava akımı olmadığı için, bu zehirli hava birikir. Eğer böyle kuyulara inilirse insanı zehirler, öldürür. Söylediğine göre kuyunun derinliği dokuz on metre varmış. Kuyunun çevresini kazıp genişletmek çok yorucu ve zahmetli, ikimiz başaramayız. Yardımcı bulmaya kalksak kulaktan kulağa yayılır, halk kuyunun başına dolar. Başka bir yol bulmalıyız Keloğlan. Sen bizde birkaç gün misafir kal, düşünüp hal çaresini bulurum. “ Nasreddin Hoca sonraki iki gün planlar yapmış, taslaklar çizmiş. Planları demirciye götürmüş. Bu aletlerin olanını vermesini, olmayanı çizime uygun olarak yapmasını tembihlemiş. Haftasına aletler hazır olmuş. İki eşeğin çektiği bir araba almış. Arabaya aletleri, yiyecek, içecek gibi ihtiyaçları koymuş. Karısıyla vedalaşıp eşeğine binmiş. Nasreddin Hoca eşeğiyle önde, Keloğlan arabayla arkada, yola koyulmuşlar. Günlerce süren zahmetli yolculuktan sonra definenin bulunduğu kuyuya varmışlar. Hoca kuyuyu incelemiş. Keloğlan ile birlikte demirciye yaptırmış oldukları büyük körüğü kuyunun yanına indirmişler. Yaklaşık on santim genişliğindeki borunun bir ucunu kuyunun dibine sallamışlar. Diğer ucunu körüğe takmışlar. Birlikte körüğe temiz hava basmaya başlamışlar. Yıllardır burada biriken durgun ve zehirli hava, temiz ve basınçlı havanın etkisiyle parçalanmaya, yavaşça yükselmeye, kuyudan çıkmaya başlamış. Körük her hava basışında kuyudaki zehirli hava oranı azalıyormuş. Bu işlem ertesi gün de devam etmiş. Üçüncü gün kuyunun temizlendiğine kanaat getirmişler. Yine de her şeyden emin olmak için Nasreddin Hoca arabada getirdiği bir kediyi çuvala koymuş. Çuvalı ipe bağlayıp kuyunun dibine sarkıtmış. Yarım saat sonra kediyi çıkardığında dipdiri olduğunu görmüş. Keloğlan ipi beline bağlayıp kuyuya inmiş. Haritada belirtilen taşı çıkarmış. Taşın altındaki toprağı kazınca, sandığı bulmuş. Yanındaki diğer ipe sandığı bağlamış ve Hoca’ ya kendisini çekmesi için seslenmiş. Keloğlan kuyudan çıkınca, Hoca ile sandığı yukarıya çekmişler. Sandığın kilidini kırıp, kapağını açınca, bir de ne görsünler: Çil çil altınlarla dolu değil miymiş sandığın içi… Çok sevinmişler. Hemen altınları paylaşmışlar. Ertesi gün, Nasreddin Hoca eşeğiyle Akşehir’e, Keloğlan arabayla köyüne doğru yola koyulmuşlar. Keloğlan köyünde dillere destan bir konak yaptırmış. Hizmetçiler, uşaklar tutmuş. Tarlalar, bağlar, bahçeler satın almış. Anasıyla birlikte sultanlar gibi yaşamaya başlamış. Keloğlan’ ın görülmemiş zenginliği padişahın kulağına gitmiş. Ava çıktığı bir gün Keloğlan’ ın konağına uğramış. Keloğlan padişaha hürmet göstermiş, en iyi şekilde ağırlamış. Gördüğü yakın ilgiden çok memnun kalan padişah, Keloğlan’ ı gelecek ay kutlanacak bayram için, sarayına davet etmiş. Bayram günü Keloğlan arabalar ve uşaklarla beraber saraya gitmiş. Eğlenceler sırasında padişahın dünya güzeli kızı Menekşe ile tanışmış ve aşık olmuş. Menekşe de Keloğlan’ ı görür görmez sevmiş ve yanından ayrılmak istemiyormuş. Bayram eğlenceleri bittikten sonra Keloğlan konağına dönmüş. Anasına Menekşe Sultan’ ı görür görmez aşık olduğunu, onsuz yapamayacağını söylemiş. Düşünmüşler, taşınmışlar, padişahtan Menekşe’yi istemeye karar vermişler. Daha sonra anasıyla gidip kızı istemişler. Padişah Menekşe’yi Keloğlan’ a vermiş. Keloğlan konağına dönüp düğün hazırlıklarına başlamış. Bir taraftan da Nasreddin Hoca’ ya haberciler gönderip, düğüne davet etmiş. Nasreddin Hoca payına düşen altınlarla Akşehir’e döndükten sonra yoksulları, yetimleri, giydirip kuşatmış, parasının çoğunu hayır işlerinde kullanmış. Bir yandan da Keloğlan’ın köyünde konak yaptırdığını, uşaklar tutup, araziler satın alıp sultanlar gibi yaşamaya başladığını dost sohbetlerinde ve gelip giden yolculardan duyar, anlatılanlara sevinirmiş. Keloğlan’ ın düğün haberini ve Menekşe Sultan ile evleneceğini duyunca keyfi pek yerine gelmiş. Hemen düğüne gitmek için hazırlıklara başlamış. Halılar, kürkler, ipek kumaşlar almış. Menekşe’ye küpe, kolye, gerdanlık gibi ziynet eşyaları almış. Ayrıca dört atın çektiği iki araba satın almış, iki tane de uşak tutmuş. En değerli elbiselerini, en gösterişli kürkünü giymiş. Karısıyla birlikte düğünden birkaç gün önce yola çıkmış. Nasreddin Hoca maiyetiyle birlikte gayetle şatafatlı bir şekilde saraya varmış. Keloğlan Hoca’ yı kapıda karşılamış. Elini öpmüş. Sarılmışlar, hasretle kucaklaşmışlar. Düğün gününe kadar Hoca başından geçmiş nice olaylara ince espriler katarak anlatmış. Davetlilerin hoşça vakit geçirmelerine yardımcı olmuş. Sazlı, sözlü eğlenceler arasında Keloğlan ile Menekşe Sultan evlenmişler. Mutluluklarına diyecek yokmuş. Daha uzun yıllar mutlu ve bahtiyar olarak yaşamışlar. SON Yazan: Serdar Yıldırım
  4. Mustafa’s sister, Makbule, was ill so that she stayed at home that day. For this reason Mustafa was going to take care of the broad bean field alone. It was not so difficult to run after crow. When he first started going to broad bean field to chase after them, the crows understood how clever he was and how difficult it was to overcome with the technique he used. They did their best but could not succeed in getting rid of him so they had to fly away. When Mustafa arrived in the field he took a chair out of the hut which was just in the middle of the field and he sat down on it. After about half an hour he started to get bored because he didn’t like sitting around doing nothing. He always wanted to keep busy and to help other people. He was useful for his uncle by taking care of the broad bean field but this was not enough for him. What else should he do? There were some books in the hut. He always thought that the best friends were books. You read them and you learn more and more things and improve your knowledge. He started reading one of the books. This was much better and he was not bored anymore. After two hours Mustafa realized that an old man was coming towards him thorough the path in fields. There was a lamb with him. He sat down under a tree which was near the field. When Mustafa saw him sitting, he stood up, took his book back into the hut and left it there and went beside the old man. ‘Hello, sir. Where are you going? , he said to the old man. ‘I am going to the town to visit my son’, he replied and continued ‘I am taking this lamb as a present for my grandson. Last week they came to the village and stayed for a week and my grandson wanted me to give him a lamb as a present but I couldn’t because that time the lambs were too little and I promised to give him one when they grow up. Now I want him to grow up this lamb. The most important thing is love in the world. A person who is lack of love looks like a dying tree that means he doesn’t know what the love of nature or human means and he doesn’t know the value of love. A lot of nationalities became enemies and as a result humanity suffered from this hatred. We must show love to people and teach other people how to love. Because love is a great feeling and it makes people very happy and lively. We should love everything and be loved by everybody’, said the old man. While he was talking, Mustafa was sitting down and listening to him very carefully. Now, it was his turn to talk. ‘Dear Sir, I get difficulty to understand why some people don’t love their countries. I love my country very much and I am proud of being a member of it. How can people who do not love their countries learn to love it? And how can I improve my love for my country? What would you advice me?’ he said. The enthusiasm of Mustafa surprised the old man because he was only 10 years old but he was really well informed, cultured and intelligent, but he was not satisfied with it, so he wanted to improve himself much more and he could ask questions bravely. How many of the children at his age would care about the love of homeland. The old man smiled and said ‘My son you haven’t told me what your name is’. Mustafa replied, ‘My name is Mustafa’. The old man suggested him reading the biography of Namık KEMAL who was a poet and never hesitated to shout out that his love for his country facing lots of prevention. He suffered a lot but he never gave up serving his country’. Mustafa promised to read his poems much more carefully and asked the old man what happiness was according to him. ‘Happiness is very different for everyone’, said the old man and started talking about it. ‘Happiness is a reality and there is happiness in life and everybody has different forms of it. It is up to you whether to be happy without making others unhappy or not. You do not need money or big things to be happy. If you want, you can be happy when you see a butterfly flying or a flower blooming or people shaking hands. Anyway Mustafa I have to go because I have to be in the town before it gets dark. I will be very happy if I was able to teach you anything about love and happiness. Have a nice day’, he said. Mustafa said that he was so pleased to talk to him and it was really a useful conversation for him. After the old man left, Mustafa turned back to the hut and started thinking about what they had talked with the old man. Written by: Serdar Yıldırım ATATÜRK’ÜN ÇOCUKLUĞU - 2 Mustafa’nın kız kardeşi Makbule rahatsızlandığı için çiftlikte kalmıştı. Bugün Mustafa tek başına bakla tarlasında bekçilik yapacaktı. Şu karga kovalama işinin pek bir zorluğu kalmamıştı. Bakla tarlasına gelmeye başladığı ilk günlerde kargalar Mustafa’nın ne derece zorlu bir rakip olduğunu anlamışlar ve onun uyguladığı yöntemi müthiş bir mücadele örneği göstermelerine karşın boşa çıkaramamışlar, çekilip gitmişlerdi. Mustafa sabah erkenden bakla tarlasına gelince tarlanın tam ortasında bulunan kulübenin önüne bir sandalye çıkarıp oturdu. Aradan yarım saat geçmeden canı sıkılmaya başladı. Böyle boş oturmak O’na göre değildi. O, bir şeylerle meşgul olsun, bir işe yarasın, faydalı olsun isterdi. Dayısının bakla tarlasında bekçilik yapmakla bir işe yarıyordu, faydalı oluyordu, fakat bunlar yeterli miydi? Hayır, yeterli değildi. Ne yapabilirdi? Kulübede birkaç tane ders kitabı vardı. Kitap en iyi arkadaştı. Okurdun, öğrenirdin, fikirlerin gelişirdi. Mustafa bir kitap alıp okumaya başladı. Böylesi çok daha iyiydi, hem artık canı da sıkılmıyordu. Aradan iki saat geçmişti. Mustafa ilerdeki tarlaların arasındaki patika yoldan yaşlı bir adamın geldiğini gördü. Yaşlı adamın yanında bir kuzu vardı. Onun gelip tarlanın kenarındaki bir ağacın altına oturmasını fırsat bilen Mustafa yerinden kalktı, kitabı kulübeye bıraktı ve yaşlı adamın yanına gitti. Mustafa söze şöyle bir giriş yaptı: “ Merhaba dede, nereye böyle? “ Yaşlı adam: “ Yolcuyum ben evlat, kasabaya oğlumun yanına gidiyorum. Bu kuzuyu toruna hediye olarak götürüyorum. Geçen ay köye gelmişlerdi, bir hafta kaldılar. Torun kuzu diye tutturmuştu. Ben de, şimdi çok küçükler, biraz büyüsünler bir tane sana getiririm dediydim. Alsın kuzuyu besleyip büyütsün. Dünyada en önemli şey sevgidir. Sevgisiz kalmış bir insan kuru bir ağaca benzer. Zamanında onun kalbine sevgi tohumu ekilmemiştir, sevmek öğretilmemiştir. Bir bilinmezlik içinde bocalar durur. Yüzyıllardır süregelen anlamsız kargaşayı sevgi yoksunu insanlar çıkardılar. Toplumları birbirine düşman ettiler. Sonuçta bunun acısını insanlık çekti. İnsanlara sevgiyle yaklaşmalı, onların kalplerine sevgi tohumu ekmeliyiz. Sevmek çok güzel bir duygudur ve insanı hayata bağlar. Sevelim, sevilelim, hayatın tadına varalım. “ Yaşlı adam konuşurken Mustafa oturmuş ve anlattıklarını ilgiyle dinlemişti. Şimdi söz hakkı Mustafa’nındı: “ Dede, bazı insanlar nedense vatanlarını sevmiyorlar. Ben vatanımı çok seviyorum ve bu vatanın evladı olduğum için gurur duyuyorum. Şimdi vatanlarını sevmeyenler vatanını sevmeyi nasıl öğrenecek ve ben vatan sevgimi nasıl geliştirebilirim. Tavsiyelerin neler olacak? “ Mustafa’ nın coşku dolu konuşması yaşlı adamı şaşırtmıştı. On yaşlarındaki bir çocuğun bu derece bilgili ve kültürlü olması, düşüncesini korkusuzca söyleyebilmesi, öğrendiklerini yeterli bulmaması, yeni bir şeyler daha öğrenmek için soru sorması akıl alır gibi değildi. Hani bu yaşlardaki kaç çocuğun aklına gelirdi vatan sevgisi? Yaşlı adam düşüncelerinden sıyrılınca, gülümseyerek: “ Evlat, adını demedin bana, neydi adın? “ deyince Mustafa: “ Dede, benim adım Mustafa “ dedi. Bunun üzerine yaşlı adam: “ Sana tavsiyem Büyük Vatan Şairi Namık Kemal olacak. Namık Kemal, türlü engellemelere karşın vatanını çok sevdiğini haykırmaktan çekinmedi. Bu uğurda çok acı çekti, fakat hiçbir acı O’nu vatanına hizmetten alıkoyamadı. “ Mustafa: “ Bundan sonra Namık Kemal’in şiirlerini daha bir önem vererek okuyacağıma söz veriyorum. Dede, mutluluk nedir sence? Ben mutlu olmak insandan insana değişebilir diyorum “ dedi. Yaşlı adamın mutluluk hakkında söyledikleri şunlar oldu: “ Mutluluk yaşamsal bir gerçektir yani yaşamda mutluluk vardır ve her insanın mutluluğu ayrıdır. Hakkın olan mutluluğu başkalarının mutluluğuna gölge düşürmeden istemek sana kalmıştır. Mutlu olmak için büyük şeyler istemek gerekmez. İnsan isterse bir kelebeğin uçuşunu görüp mutlu olabilir. Herneyse Mustafa yavaş yavaş kalkayım. Hava kararmadan kasabaya varmalıyım. Anlattıklarımın sana bir parça faydası olduysa ne mutlu bana. İyi günler dilerim. “ Mustafa: “ Ne demek dede, hem de çok faydası oldu. Ben de sana iyi günler dilerim. Yolun açık olsun “ dedi. Mustafa yaşlı adam gittikten sonra kulübeye döndü ve sandalyesine oturarak konuşulanları düşünmeye başladı. Yazan: Serdar Yıldırım
  5. Serdar48

    Serdar Yıldırım Şiirleri

    SARI KIZ EMİNE Köy köy dolaşır saz çalar söylerdi Onun adına Sarı Kız derlerdi Ahmet adında yaşlı bir babası Vardı iki atı, bir arabası Gençti, güzel, mavi gözleri çapkın Yaş yirmi dört olmalı derdi barkın Saz çalarken can verir ömürlere Şurup gibi akardı gönüllere Dinleyenler mest olur ah çekerler Biçareler, mecnunlar of çekerler Sıra oynak türkülere gelince Tellere daha bir kıvrak vurunca Neşelenen, keyiflenen çok olur Gam dağılır, keder gider yok olur. * * * Günlerden bir gün yolu ora düştü Aşkı tatmamış gönlü zora düştü Ani çarpıldı sevdi ferman olmaz Tozlu yollar derdine derman olmaz Sık sık gelir oldu Alpat Köyü’ne Saz biter inerdi dere boyuna Dalar gider gözleri uzaklara Bir bir selam verir hatıralara Bir gün sevdiği adamla tanıştı Birlikte gezerken ona alıştı Onu pek çok sevdiğini söyledi Ama sevdiği bundan hoşlanmadı Genç adam bu aşka kayıtsız kaldı Bana ne diyerek görmezden geldi Yıllar önce çok sevmiş evlenmişti Fakat sevdiğinden terkedilmişti Uzun zaman üzülmüş, dert çekmişti Bir daha mı diyerek and içmişti. Bir gün sevdiği adam köyden gitti Ondan ayrı kalmak acıya itti Dağ-taş aşkını ararken saz çalmış Görelim Sarı Kız neler söylemiş. * * * Çağıl çağıl akan sular akmasın Bölük pörçük esen rüzgar esmesin Gökte kanat çırpan kuşlar uçmasın Eğer sevdiğime varamaz isem Onu kollarıma saramaz isem Dur-durak bilmeden Sarı Kız ağlar Kavuşmak tutkusu kalbini dağlar Yüceden akar su ovada çağlar İsterim ben de biraz mutlu olmak İsterim sevgiden payımı almak Sarı Kız haykırır sesi duy artık Al kalemi ele cevap yaz artık Onun senden gayrı nesi var artık Yaralı gönlümü al geri verme Sahip çık gözyaşıma geri verme. Yazan. Serdar Yıldırım KRALİÇEM Düşüncemsin, dileğimsin, papatyamsın, çiçeğimsin Yüreğimde alevsin, hayattaki tek varlığımsın Sen benim her şeyimsin, canımın parçasısın Gündüzümsün, gecemsin, kraliçemsin. Karanlıklar içinde bir ışıksın sen Bütün ömrüm boyunca aşkına muhtacım Bu dünyada bir eşin yoktur inan ki İnan ki seni çok ama çok çok seviyorum. İkimiz bir bütünüz ayıramaz hiç kimse Seni mutlu etmek bana onur verecek Aşkın için kalbim feda olsun sevgine Şunu bil ki kraliçem sana layık olacağım. Yazan: Serdar Yıldırım BİR SEN MİSİN YALNIZ KALAN Hayat bu belli olmaz bakmaz gözünün yaşına Göz dikerler aşına Akşamlarda kendini avutmaya çalışırken Çekilmemiş çilelerle sevilmeyen dostlar gibi Sen de yalnız kaldıysan, yapayalnız kaldıysan Şu kocaman dünyada bir sen misin yalnız kalan Sanki bir sen misin yalnız kalan. Özlem bu belli olmaz dinmez başının ağrısı Can yüreğin parçası Sevilmeyi arzulayıp kimseleri sevmemişken En acılı günlerinde aşık olup mecnun gibi Sen de hasret çektiysen, kavuşmak istediysen Şu kocaman dünyada bir sen misin hasret çeken Sanki bir sen misin hasret çeken. Zaman bu belli olmaz solmaz çiçek açmadan Tut yanından kaçmadan Nice nice umutları benliğinde var etmişken Ömrü sabretmekle geçmiş bir garip yoksul gibi Sen de gülemediysen, gülmeyi bilmiyorsan Şu kocaman dünyada bir sen misin gülemeyen Sanki bir sen misin ağlayıp da gülemeyen. Yazan: Serdar Yıldırım BULURSUN BELKİ Yıllansan da geçse yıllar Kalbini bir umut bağlar Kaybettiğin güzel ise Senin için değerliyse Aramaktan korkma Bulursun belki. Bir gün gelse düşen dile Günden güne çöksen bile Nefesi kokan sesleri Duy onları sevgi ile Aç kulağını dinle, Duyarsın belki. Şu toprak evleri Çiçeksiz bahçeleri Anasız, babasız geceleri Sokakta yatan çocukları Seyret Görürsün belki. Geçen ömre yanmaktan Maziye dönüp bakmaktan Yorulup ağlamaktan Kaderle uğraşmaktan bıksan Bir defa olsun Gülersin belki. Yazan: Serdar Yıldırım AŞIK OLUP SEVİLMEMEK NEDENDİR? Göz görse gönül sever aşık olur Kavuşmak tutkusu bir ateş yakar Gerçek, hayal birbirine karışır Bir an gelir hilal kaşlar çatılır. Çok güzeller sevmiş, seveni olmaz Bilir ki, bu derde çare bulunmaz Seven aşık dert yükünü çeker de Aşık olup sevilmemek nedendir? Umutlar, ümitlerle dolu günler Sevinçler, kederlerle geçti günler Çok ama pek çok uğraştık Aşk denen bilmeceyi çözemedik. Yazan: Serdar Yıldırım AYRILALI YILLAR OLDU Ayrılalı yıllar oldu, şimdi sen kim bilir nerelerdesin? Seni görebilmek için, sesini duyabilmek için neler vermezdim Simsiyah gözlerini, dalga dalga saçlarını unutmak mümkün değil Unutuldum sanma, her zaman aklımdasın, unutulmuş değilsin. Kalbimin bir köşesinde hatıran kalmış O zalim yıllar seni benden çekip almış Bana senden başkası seviyorum demedi Aşkımızı bizden başka kimse bilmedi Sensiz kaldım aşkımız bir şarkı oldu Yıllardır ben bu şarkıyla seni anarım. Yazan: Serdar Yıldırım SEVMEDEN DURAMAZSIN Sevdiğin senden kaçsa da Türlü türlü dert açsa da Her gün ağlayıp dursan da Sevmeden duramazsın. Çok seversin sevilmezsin Niye peşinden gidersin Üzülürsün, kahrolursun Sevmeden duramazsın. Ateş düşmesin gönlüne Dünyayı görmez gözlerin Ayrılık olsa da sonu Sevmeden duramazsın. Gönlüm gönlüm dersin feryat edersin Başkasına bakmam dersin yemin edersin Ayrılsan da kavuşmak için dua edersin Ey aşık, ne yaptığını biliyor musun? Yazan: Serdar Yıldırım
  6. SWALLOW AND SPARROW Swallow and sparrow became close friends. They started walking around in together. Other swallows said nothing at the beginning about this circumstance. However, the things changed when the swallow started bringing the sparrow to its nest. Nest of the swallow was under the eaves of an empty wooden house and there were many nests of swallow next to it. Going there from and thereto made swallows disturbed. Swallows held a meeting and they appointed a spokesman. This spokesman told about this circumstance with it in a suitable time and said it not to bring this sparrow to its nest. Although the swallow showed some obstinacy, it finally was obliged to obey by this requirement. One night the sparrow suddenly wakened while it was sleeping. Tree on which it built up its nest among its branches was swinging. It flied away and had a look-see round the environment. Thereupon, it recognised that it was an earthquake. Its close friend, the swallow, came to its mind. It arrived at its nest and it weakened its close friend. It said the swallow to weaken other swallows and the wooden house may be fallen onto the ground. The swallow fulfilled what it said. Once the last swallow flied away there, the wooden house was fallen onto the ground. Later, swallows set up new nests under eaves of another house and they did make no rejection for the sparrow to go from and to the nest of the swallow for the reason that they were owed their life to it. KIRLANGIÇ İLE SERÇE Kırlangıç ile serçe dost olmuşlar. Birlikte gezip dolaşmaya başlamışlar. Diğer kırlangıçlar önceleri bu duruma ses çıkarmamışlar. Fakat kırlangıç serçeyi yuvasına getirmeye başlayınca işler değişmiş. Kırlangıcın yuvası ahşap, boş bir evin saçak altındaymış ve burada pek çok kırlangıç yuvası varmış. Serçenin gelip gitmesi, kırlangıçları rahatsız etmiş. Kırlangıçlar toplanıp bir sözcü seçmişler. Sözcü uygun bir zamanda kırlangıca konuyu açmış ve serçeyi yuvasına getirmemesini söylemiş. Kırlangıç biraz direttiyse de sonunda genel isteğe boyun eğmek zorunda kalmış. Bir gece serçe yuvasında uyurken aniden uyanmış. Dalları arasına yuva kurduğu ağaç sallanıyormuş. Uçup çevreyi şöyle bir kolaçan etmiş. O zaman bunun bir yer sarsıntısı olduğunu anlamış. Aklına dostu kırlangıç gelmiş. Kırlangıcın yuvasına gitmiş, onu uyandırmış. Kırlangıca diğer kırlangıçları uyandırmasını, ahşap evin sarsıntıdan yıkılabileceğini söylemiş. Kırlangıç söyleneni yapmış. Son kırlangıç da kaçınca ahşap ev yıkılmış. Daha sonra kırlangıçlar başka bir evin saçak altına yeni yuvalar yapmışlar ve yaşamlarını borçlu oldukları dost serçenin kırlangıcın yuvasına gelip gitmesine karşı çıkmamışlar. Written by: Serdar Yıldırım POOR AHMET Ahmet’s mother and father were poor. They were living in a small house with only one room. Since his father’s lungs were ill, he compulsorily retired. Ahmet finished primary school in difficulty by selling pretzel out of school time. Later by the help of his neighbour he started to work in a restaurant to do the washing up. Ahmet had taken the first step to realize his dreams. He had met the wonderful meals which he formerly used to see behind the restaurant windows. Now he had full three courses a day. He had kept Uncle Veli, who was cooking in the restaurant, observing. He would learn cooking from him and he would be a cook himself, too but Ahmet would work not in somebody else’s restaurant but in his own one. Ahmet opened a restaurant in the city centre after he had done his military service. Because his meals were very delicious, the restaurant was full of customers. He was earning well. Sometimes poor people used to come to the restaurant and eat free meal. The waiters working in the restaurant and the customers couldn’t find any sense of Ahmet’s going and leaving two plates of meals to an empty table during lunch times. How would they know that they were Ahmet’s present to his mother and father, whom the poverty had finished years ago? They also wouldn’t be able to hear that while putting the plates on the table Ahmet was murmuring “you aren’t going stay hungry any more from now on mummy and daddy. Have your meals and get yourself very full.” Written by: Serdar YILDIRIM FAKİR AHMET Annesi, babası fakirdi Ahmet’in. Tek göz odalı bir gecekonduda oturuyorlardı. Babasının ciğerleri hasta olduğundan zorunlu emekliye ayrılmıştı. Ahmet okul olmadığı zamanlar simit satarak zorlukla ilkokulu bitirdi. Daha sonra komşusunun yardımıyla bir lokantaya bulaşıkçı olarak girdi. Ahmet hayalini gerçekleştirmek için ilk adımını atmıştı. Eskiden lokantaların camları arkasında gördüğü o güzelim yemeklere kavuşmuştu. Artık günde üç öğün karnı doyuyordu. Lokantada yemek pişiren Veli dayıyı göz hapsine almıştı. Ondan yemek yapmayı öğrenecek ve kendi de bir aşçı olacaktı ama Ahmet başkasının lokantasında değil kendi lokantasında görevini yerine getirecekti. Ahmet askerden geldikten sonra şehrin mevki yerinde lokanta açtı. Yaptığı yemekler çok lezzetli olduğu için lokanta müşterilerle dolup taşıyordu. Kazancı yerindeydi. Ara sıra muhtaç insanlar lokantaya gelirdi ve bedava yemek yerlerdi. Lokantada çalışan garsonlar ve müşteriler Ahmet’in öğle vakitleri boş bir masaya giderek masanın üstüne iki tabak yemek bırakmasına bir anlam veremezlerdi. Onlar ne bileceklerdi yıllar önce sefaletin bitirdiği anne ve babasına Ahmet’in armağanını. Hem onlar duyamazlardı ki, tabakları masanın üstüne bırakırken Ahmet’in “ Bundan sonra aç kalmayacaksınız anneciğim ve babacığım. Alın yemeklerinizi karnınızı bir güzel doyurun “ diye mırıldandığını. Yazan: Serdar Yıldırım RABBIT There was a rabbit imagining itself like a lion. One day this rabbit convened all rabbits in the vicinity on a high hill and said them that it would frighten wolf, jackal, fox in the case they would pass through the rough path in the downstairs. Rabbits listened to it with no movement. Ten minutes later, a wolf was passing through this path and it was suddenly surprised to see a rabbit shouting and running toward itself, and this circumstance caused it to frighten, and it urgently run away and disappeared there. TAVŞAN Tavşanın biri kendini aslan zannedermiş. Bir gün bu tavşan civardaki tavşanları yüksekçe bir tepeye toplayıp aşağıdaki patika yoldan kurt, çakal, tilki geçmesi halinde korkutup kaçıracağını söylemiş. Tavşanlar, onu sakin şekilde dinlemişler. On dakika sonra bir kurt geçiyormuş ki, bir de ne görsün, bağırıp çağırarak üstüne doludizgin gelen tavşanı görünce ürkmüş ve son sürat oradan kaçmış. Yazan: Serdar Yıldırım FOX There was a fox hanging wings on it and stealing hens from poultry-houses upper sides of which were uncovered. Once poultry-house owner recognised this circumstance, they covered upper-sides of them. A fox never likes being hungry and remaining with no remedy. It learnt soil digging work from one mole and started entering into poultry-houses through underground. Poultry-house owners thought that mole was stealing the hens and always hoped to catch a mole. TİLKİ Tilkinin biri kanat takıp üstü açık kümeslerden tavuk çalarmış. Kümes sahipleri durumu fark edince kümeslerin üstünü kapatmışlar. Tilki açlığı ve çaresizliği hiç sevmezmiş. Bir köstebekten toprak kazma işini öğrenip, yeraltından kümeslere girmeye başlamış. Kümes sahipleri tavukları çalanın köstebek olduğunu sanıp, hep bir köstebek yakalamayı ummuşlar. Yazan: Serdar Yıldırım JACKAL One of the jackals found a rifle while it was walking in the jungle. It recognised there were two cartridge in the rifle, and it immediately started robberies. Animals in the jungle, properties of which were stolen and were under threat convened and they arrived before lion.The lion was informed about the circumstance and this made it very angry and thereafter, it followed the jackal around. The lion seeing the jackal to walk some ahead has roared. The jackalpointed its gun at it when it saw that the lion was approaching, and immediately before opening fire, the lion frightened and started running away. Thereupon, the jackal run after the lion, too. Just then, a river appeared in front of them. Both of them swam and crossed the river.The lion run a while and then suddenly stopped running. The jackal stopped as well. The lion turned back and walked over the jackal. The jackal realized that wet rifle did not open fire and thrown the rifle out and it crossed back the river. The lion followed the jackal.The lion chased the jackal for a long time in the jungle, and it hit a fiston it as soon as caught it. The jackal escaped with great difficulty its life from the lion. From then, no body has seen it in the surrounding. ÇAKAL Çakalın biri ormanda gezerken bir tüfek bulmuş. Bakmış tüfekte iki fişek var, hemen soygunlara başlamış. Malı çalınan, tehdit edilen orman hayvanları toplanıp aslanın huzuruna çıkmışlar. Durumu öğrenen aslan çok kızmış, çakalın peşine düşmüş. Çakalı ilerde giderken gören aslan kükremiş. Çakal aslanın geldiğini görünce tüfeğini doğrultmuş, tam ateş edecekken aslan korkmuş, kaçmaya başlamış. Çakal da aslanı kovalamış. Derken, önlerine bir ırmak çıkmış. Ikisi de yüzerek karşıya geçmiş. Aslan biraz daha koşmuş, sonra aniden duruvermiş. Çakal da durmuş. Aslan geri dönüp çakalın üstüne yürümüş. Çakal ıslanan tüfeğin ateş etmediğini görünce tüfeği atıp ırmaktan karşıya geçmiş. Aslan da peşinden gelmiş. Aslan çakalı ormanda uzun süre kovalamış, yetiştiği yerde vurmuş. Çakal güçbela canını kurtarmış. Bir daha onu oralarda gören olmamış. Yazan: Serdar Yıldırım
  7. Serdar48

    Atatürk's Childhood

    Mustafa went to his uncle's farm with his mother and sister. His uncle greeted them very warmly, when they arrived at the farm in the evening. After some chat about their health and compliments, they had dinner. After the dinner, the chat continued nearly one hour more and then they went to bed. Next morning, in the early hours, his uncle took Mustafa around the farm and showed him every part of it. They went to bean field in the afternoon. When they arrived by the field, his uncle pointed to the crows, which were eating the seeds in the field with his finger and said: “Look Mustafa, do you see those crows? They are our enemy number one. I work and strive; they come and eat the seeds. How nice! Those damned crows are no good for anybody. They only do harm and loss. Besides they descend on the head and shoulders of that scarecrow and are not ashamed to crow like "cro… cro…" The scarecrow is just a name. Look at this. Four or five crows have descended on it, they have eaten the seeds; they are full and sunbathing. He said: 'Come on Mustafa, let's drive them away." The crows flew away when they saw Mustafa and his uncle coming. Later when they were sitting under a tree taking a rest, Mustafa asked to his uncle: “"Dear uncle, is this field always like that? “. “I mean, do the crows eat the seeds, when there is no one working and watching the field? “ His uncle answered: “They do my dear Mustafa, yes they do. They shouldn't see a field with no one in it. Ten – twenty of them come together and attack the field. If you don't watch, they don't even leave one seed in the earth in a few weeks. “ Mustafa needed to summarize: “Ok uncle, then, you have to watch every day in order not to allow the crows to eat up the seeds. “ “Yes, Mustafa exactly. While there is a lot of work to do on the farm, I come here to drive the crows away. What else can I do? This bean field is very important. When the beans ripen, we both eat them and take them to the bazaar to sell; I make good money by selling them. “This means watching here hinders your work greatly, dear uncle. Then, let me wait here from tomorrow on with my sister Makbule. Then you can be busy with the other work of the farm. I want you to know that I won't let the crows eat even one seed in your field. “ “Long live Mustafa, you smart boy! I had not thought of this before. You have easily remedied this big issue, which I have thought of many times, but could not find a solution. Let's stay here until the evening today. You will learn how to guard a field. It is not really hard, dear. Be somewhat careful and watch the crows. I will tell your mother in the evening, when we go back to the farm. We have to persuade her, too. “ Next morning, Mustafa has put the flans his aunt had cooked, in a bag and came to his uncle's bean field with his sister Makbule. As soon as they came, they began to drive out the crows, which were descending on the field. Both were very tired near the lunchtime. The reason was: First, the field was quite large. Whenever the crows came to eat the seeds on one side of the field, Mustafa and Makbule ran and drove them out. The same crows were taking off and descending on the other side of the field. They were tired of running from one side of the field to another. When other crows came, the situation became much more unbearable. At lunchtime, when they were sitting and eating the flans his aunt had cooked, Mustafa told Makbule that he had found a way to solve the issue completely and added: “Makbule, did you notice how the crows are tricking us? They understood that we are novices as soon as we came to this field. The method I want to implement is quite simple. Let's suppose that we draw a line through the hut in the middle of the field, which divides the field into two by its width. This line would divide the field into two equal parts. The upper part is somewhat inclined, I should take this part. The lower part is very flat, you should take this part. Each of us will be responsible for driving out the crows in our own parts. If you try to stay somewhere near the middle of your part, you will see that your fatigue will be half of that of the morning. Now, do you have any questions? “ “What can I say brother? You have told me exactly what we have to do. Here, my duty is to do what you have told me, completely. “ “Bravo, Makbule. It is an honor for me to work with an assistant like you, who follows my advice and has strong comprehension. This success will not only belong to me but both of us. Now, let's hurry up, eat our flans and start working. Look at the crows, how they have come together when they have seen nobody around. Although they are doing nothing more than flying over the field, but I am sure they will begin to descend on the field one by one if we don't hurry. I have promised my uncle that I wouldn't let the crows eat even one single seed from the field. “ The method Mustafa invented was successful. In the evening, when the crows returned to their places of sleep, they were hungry and tired. After dinner at the farm, when Makbule told about what happened that day and how the crows left in a sad and miserable situation, the ones in the room could not help laughing out loud. His mother Zübeyde Hanım said "My Mustafa is very smart." and kissed her blond and blue eyed son on the forehead. Meanwhile Mustafa kept his solemn demeanor, but he was smiling just a little bit. Written by: Serdar Yıldırım ATATÜRK’ÜN ÇOCUKLUĞU Mustafa, annesi ve kız kardeşi ile birlikte dayısının çiftliğine gitti. Akşamüstü çiftliğe vardıklarında dayısı onları çok candan bir şekilde karşıladı. Hal-hatır sormalardan, iltifatlardan sonra akşam yemeği yendi. Yemekten sonra bir saat kadar daha sohbet edildi ve ardından geceyi geçirmek üzere odalarına çekildiler. Ertesi sabah sabahın erken saatlerinde dayısı Mustafa’ya çiftliğin her tarafını gezdirip gösterdi. Öğle vaktine doğru bakla tarlasına gittiler. Tarlanın kenarına geldiklerinde dayısı parmağı ile tarlasındaki tohumları yemekte olan kargaları işaret ederek: “ Bak Mustafa, şu kargaları görüyor musun? İşte bunlar bizim baş düşmanımız. Ben uğraşayım, çalışayım, onlar gelsinler tohumları yesin bitirsinler. Oh ne ala, ne ala! Kimseye faydası olmaz şu karga murdarının. Yaptıkları anca zarar, ziyan. Bir de şu korkuluğun omuzlarına, kafasına konarlar “ gak gak “ diye öterler yüzlü yüzlü. Korkuluğun sadece adı korkuluk. Şu hale bak. Dört beş karga omuzlarına konmuş, yemişler tohumları, doymuşlar, güneşleniyorlar. Gel Mustafa, kovalım şunları “ diye söylendi. Mustafa ile dayısının geldiklerini gören kargalar uçup gittiler. Daha sonra dinlenmek için bir ağacın altına otururlarken Mustafa, dayısına: “ Dayıcığım, bu tarla hep böyle midir? “ dedi. “ Yani içinde çalışan, bekleyen olmadığı zamanlar kargalar tohumları yerler mi? “ Dayısı: “ Yerler Mustafa’m yerler. Bunlar sahipsiz bir tarla görmesinler. Onu, yirmisi toplanır gelir. Böyle gündüzleri tarlada beklemezsen birkaç haftaya kalmaz toprakta bir tek tane bırakmazlar” dedi. Bunun üzerine Mustafa konuyu toparlama ihtiyacı hissetti: “ Peki dayıcığım, o zaman kargalar tohumları yiyip bitirmesinler diye sabahtan akşama kadar bekçilik yapmak zorunda kalıyorsunuz. “ “ Aynen dediğin gibi oluyor Mustafa. Çiftlikte yapılacak bir sürü iş varken, ben buraya gelip karga peşinde koşuyorum. Ne yaparsın ki, bu bakla tarlası çok önemli. Baklalar olgulaşınca hem kendimize yemeklik oluyor, hem de arabaya yükleyip pazarda satıyorum; iyi de para ediyor. “ “ Demek ki burada bekçilik yapmak işleriniz için büyük engel teşkil ediyor, sevgili dayıcığım. O halde izin verirseniz yarından tezi yok kardeşim Makbule ile gelip burada bekleriz. Siz de çiftlikteki işleri yoluna koyarsınız. Kargaların tarlanızdan bir tek tohum yemelerine izin vermeyeceğimi bilmenizi isterim. “ “ Hay, sen aklınla bin yaşa, Mustafa! Bak bu hiç aklıma gelmemişti. Daha önce defalarca düşünüp de içinden çıkamadığım bu büyük sorunu kolayca çözüverdin. Bugün akşama kadar burada kalırız. Tarla bekçiliği nasıl yapılır iyice öğrenirsin. Zaten zor bir tarafı yok canım. Biraz dikkatli olup kargaları kollaman yeterli. Akşama çiftliğe dönünce annene ben söylerim. Onun da rızasını almak lazım. “ Ertesi sabah erkenden yengesinin hazırladığı börekleri bir torbaya koyan Mustafa kız kardeşi Makbule ile birlikte dayısının bakla tarlasına geldi. Gelir gelmez de, tarlaya inen kargaları kovalamaya başladılar. Öğle vaktine doğru ikisi de çok yorulmuştu. Bunun sebebi: Bir defa tarla oldukça büyüktü. Bir tarafa üç beş karga tohumları yemek için gelseler Mustafa ile Makbule hemen koşuyorlar kargaları kovalıyorlardı. Aynı kargalar uçuyorlar, tarlanın öteki tarafına iniyorlardı. Tarlanın bir başından bir başına koşup durmak onları yormuştu. İşin içine başka kargalar da karışınca durum iyice çekilmez hal almıştı. Öğle vakti bir köşede oturup yengesinin hazırladığı börekleri yerlerken Mustafa Makbule’ye sorunu kökünden halledecek bir yöntem bulduğunu söyledi ve şunları ekledi: “ Makbule, kargaların bize oynadığı oyunun bilmem farkında mısın? Biz bu tarlaya gelir gelmez acemi olduğumuzu anladılar. Uygulamak istediğim yöntem oldukça basit. Tarlanın ortasında bulunan kulübenin içinden tarlayı enlemesine bölen bir çizgi çektiğimizi farz edelim. Bu çizgi tarlayı iki eşit parçaya böler. Yukarı tarafta kalan parça biraz meyilli, burası benim olsun. Aşağı tarafta kalan parça dümdüz, burası da senin olsun. Herkes kendi bölgesindeki kargaların kovalanmasından sorumlu olacak. Eğer kendi bölgenin ortalarına yakın bir yerde durmaya özen gösterirsen sabahki yorgunluğunun iki kat azaldığını fark edeceksin. Şimdi konuyla ilgili bana sormak istediğin bir şey var mı? “ “ Ne diyebilirim ki Mustafa Abi. Sen yapmamız gerekeni tam olarak anlattın. Burada bana düşen görev anlattıklarını eksiksiz olarak uygulamamdır. “ “ Aferin sana Makbule. Senin gibi söz dinleyen, kavrayışı kuvvetli bir yardımcı ile çalışmak benim için şereftir. Bu başarı sadece benim değil, ikimizin başarısı olacaktır. Şimdi biraz acele edelim, böreklerimizi yiyelim de işe başlayalım. Bak kargalara, meydanı boş bulunca nasıl da çoğalıverdiler. Belki şu an için tarlanın üstünde uçmaktan başka bir şey yaptıkları yok ama eğer acele etmezsek birer ikişer tarlaya inmeye başlayacaklarına eminim. Dayıma, kargaların tarlanızdan bir tek tohum yemelerine izin vermeyeceğim, diyerek söz vermiştim. “ Mustafa’nın kendi buluşu olan yöntem başarılı oldu. Akşamüstü hava kararmaya başladığında kargalar geceyi geçirmek için konaklama yerlerine giderlerken aç ve yorgundular. Çiftlikte yenen akşam yemeğinden sonra Makbule, o gün olanları ve kargaların üzgün ve perişan bir şekilde gidişlerini anlatırken, odada bulunanlar kahkahalarla gülmekten kendilerini alamıyorlardı. Annesi Zübeyde Hanım, “ Benim Mustafa’m çok akıllıdır “ diyerek sarı saçlı, mavi gözlü oğlunu gururla alnından öperken, Mustafa vakur halini hiç bozmadan duruyor, sadece gülümsemekle yetiniyordu. Yazan: Serdar Yıldırım
  8. I WOULDN’T LIKE TO BE WITHOUT YOU I wouldn’t like the world if given If crowns and thrones were promised, I wouldn’t like to stay without you and quiet It is not so easy to desert you I wouldn’t like it, wouldn’t like to be without you. SENSİZ OLMAK İSTEMEM İstemem dünyaları verseler Taçlar, tahtlar vaat etseler Kalmak istemem tek başıma sensiz, sessiz O kadar kolay değil senden vazgeçmek Istemem, sensiz olmak istemem. Yazan: Serdar Yıldırım ELEPHANT BOY An African Negro Boy Had been a magician’s apprentice Had changed himself into an elephant Instead of changing an elephant into human While he had been walking, In the fields and mountains A huge thorn had pricked his foot The elephant had felt too much pain He had asked the lion, the tiger, the eagle The fox, the wolf, the owl The rabbit for help Whoever had seen the elephant had run away. Mourning and crying The elephant had returned to his village His mother, father, uncle Had escaped from the elephant with childish voice. But brave Toro Moro’s friend Hadn’t known what fear had been Had pulled the thorn out. Moro had been an elephant forever Hadn’t left Toro Their story had become Legendary in the world. FİL ÇOCUK Afrikalı bir zenci çocuk Büyücü çırağıymış Fili insan yapayım derken Kendini fil yapmış Dağlarda, bayırlarda Gezerken ayağına Kocaman bir diken batmış Filin canı çok acımış Aslandan, kaplandan, kartaldan Tilkiden, kurttan, baykuştan Tavşandan yardım istemiş Fili gören korkup kaçmış Fil ağlana, sızlana Köyüne geri dönmüş Anası, babası, amcası Çocuk sesli filden kaçmış Fakat cesur Toro Moro’nun arkadaşı Korku nedir bilmezmiş Dikeni çekip çıkarmış Moro hep fil kalmış Toro’dan ayrılmamış Onların öyküleri Dünyada destanlaşmış. Yazan: Serdar Yıldırım YOU ARE THE ONE The stars had hung to the sky’s roof As if they had been a glimmering candle light The trees had come out from the earth’s deep heart, Had got the cradle to wag with untimely wind. You’ve been in my heart with your endless love for months You must know how much I love you Don’t care about nonsensical words, let strangers talk Loving hearts are making the lover live with love You are the one for me, I am full of longing Come to me baby, make my expectancy end Have such a great love that astonishes me Let the sunshine become dull near your love. Written by: Serdar Yıldırım BİR TEK SEN VARSIN Yıldızlar gökyüzünün tavanına asılmış Ansızın yanıp sönen birer mum ışığı Ağaçlar toprağın kara bağrından fırlamış Zamansız rüzgarlarla sallatırlar beşiği Doyumsuz aşkınla aylar var ki kalbimdesin Seni ne kadar çok sevdiğimi bilmelisin Boş sözlere aldırma eller ne derse desin Seven kalpler yaşatacak aşklarla aşığı Bir tek sen varsın benim için özlem doluyum Beklentim son bulsun artık bana gel bebeğim Öyle büyük olsun ki aşkın hayret edeyim Aşkın yanında sönük kalsın güneş ışığı Yazan: Serdar Yıldırım YOU TO YOUR WAY, I TO MINE You and me, How wonderful days had we lived Knowing that those days wouldn’t last A nice friendship during a few-weeks-holiday During the moonlit nights, under the trees In the arms of loneliness we would chat About richness, poverty, happiness, unhappiness Fortune, misery for long hours Perhaps we had found its remedy Now our ways are separated You to your way, I to mine What would happen if there were seas, high mountains? Since your name is carved on my heart, don’t think I’ll forget about you Goodbye my sympathetic ear, goodbye my friend We might meet somewhere one day We would talk about the past and future Goodbye my sympathetic ear, goodbye my friend. SEN YOLUNA BEN YOLUMA Seninle ben, Ne kadar güzel günler yaşamıştık birlikte Bilirdik ki bu günlerin yarınları olmayacak Birkaç haftalık tatilde dostça bir arkadaşlık Mehtaplı gecelerde, ağaçların altında Yalnızlığın kollarında sohbet ederdik Zenginlikten, yoksulluktan, mutluluktan, mutsuzluktan Servetten, sefaletten uzun uzun konuşmuştuk Belki de çaresini bulmuştuk Şimdi burada bizim yollarımız ayrılıyor Sen yoluna, ben yoluma Aramızda derya deniz, yüce dağlar olsa n’olur? Unuturum sanma sakın, ismin kalbimde yazılı Güle güle dert ortağım, güle güle arkadaşım Belki bir gün bir yerlerde karşılaşırız seninle Eski günleri anarız, gelecekten bahsederiz Güle güle dert ortağım, güle güle arkadaşım. Yazan: Serdar Yıldırım
  9. Many years ago there was a king who was interested in astronomy. He spent most of his time in the observatory which was built near his palace. He wanted to have all the books that were written about the sky, stars, space and astronomy so far and all the maps drown about them in his library. He invited astrologists and astronomers from other countries to his palace and took a share in their discussions about the evolution stages of the world until that time, the adventures of mankind on earth, whether there was an intelligent life on other planets or not and they tried to find out the answers of such kind of subjects. One day he heard that a Persian man who was called Ebu Salip Efendi invented a kind of telescope and thanks to it he had discovered lots of new stars. The king called for his vizier by his side and said to him ‘I want to know what the new discovered stars look like and every detail about them. I want an ambassador to go to Persia and I want him to invite Ebu Salip Efendi to my palace as my guest’. After many days and weeks Ebu Salip Efendi who thought the conditions which were written on the letter which was sent to him by the king with the ambassador were favourable, got permission from the Persian shah and set off his journey to the palace. The king welcomed his guest at the entrance of his palace. Then they started talking about the stars which were discovered by his guest and as they continued their conversation the king became more and more curious about the things which his guest was telling him. When the king heard that his name was given to the biggest star which was discovered by Ebu Salip in his honour, he became very excited and was really delighted that he wanted his guest to make a similar telescope for him as soon as possible. The next day they went to the observatory which was next to the palace. Ebu Salip Efendi told the king that the equipments they had were not qualified and the observatory was not big enough for the telescope. He wanted permission to build a bigger observatory from the king. After getting permission, he started the building of the new observatory on a slope of a mountain which was far away from the palace and moved to a village near it. It took so long to build the observatory and so much money was spent on it that there was no money left in the state treasury. As a result of this, the king wanted his taxmen to collect the taxes belonging to four or five years’ later from the people who lived in that country. Unfortunately the people had lots of difficulties because they had given all their money for the building of the observatory so that they were desperate. And they started fighting with the taxmen but the king could not understand that he was mistaken so that he did not care about the people who tried to advise him of his mistake. He could not realize his false step because of his curiosity about the newly discovered stars and the biggest star which his name was given to. He could not think of anything accept them. He started listening to the meetings which were held in the palace about the stars, space and astronomy much more carefully and Ebu Salip Efendi sometimes attended those meetings. One day in summer the king and his two men changed their clothes and wore ordinary clothes which were worn by merchants in his kingdom and went to the village where Ebu Salip started living. The owner of the village was a kind hearted, honest and brave man. He was about thirty years old. He invited the king and his two men to his house. They ate different kinds of meals and drank some buttermilk and after that they started talking about ordinary daily things and then the conversation turned to stars and space. The king who was dressed up like a merchant started talking about the first man on the earth and ended up his speech by giving information about all the secrets of earth. He said that the space was infinite and there were countless planets and stars in it and he added that owing to the new observatory which was being built thanks to the great king and the telescope which was really reformed lots of unknown planets and stars were going to be discovered. In addition he said that humanity owed thanks to the king. The owner of the village who was listening to the king who was dressed up like a merchant quietly and then he said ‘Why should the humanity owe him thanks? We must think about where the money which is spent for the building of the observatory comes from. It is not fair to get lots of taxes from the people who are hard up and it is not legal and this is cruelty. When new stars are discovered will it be useful for the poor? Will they eat the new discovered stars to get rid of their hunger? And everybody knows that Ebu Salip spends one tenth of the money for the building and buys lots of birds with the remaining of it’. These words were so irritating that when the king heard them he stood up with anger. When his men saw him standing up they stood up as well holding their swords and taking them out of their spear carriers as well. They were ready to attack the owner of the village because it was obligatory to kill this indiscreet and rude man. The man’s speech affected the king deeply that’s why the white part of his eyes disappeared because of hatred and anger. After he got rid of the shock he cries out to the man, ‘How dare you speak about the king this way? It is the duty of every citizen to pay tax for his country. If everybody says I don’t care who will find out the secrets of the universe?’ The owner of the village who was sitting on a cushion answered back: ‘Everybody should pay tax in accordance with their income. It is not fair to get this much tax from those poor people and they gave all their money in tax. Ok! I know that the people who try to find out the secrets of the universe serve mankind a lot but they can not get the results of their discoveries in less than two years time. As the scientific researches and technical achievements progressed, those secrets will be discovered day by day. May be centuries are required for this. I mean more time is needed for it’. The things he said were very logical so that the king became so silent and calmed down. Then he asked if one tenth of the money was being spent for the observatory how could the remaining be spent on birds. The owner of the village replied, ‘On the last day of each month lots of gunny bags full of birds are being sent the Persian shah. The king could not speak any more. He greeted the owner of the village with his head and went out. He and his men hopped on their horses and set off speedily to the capital city. They learned that everything which was claimed by the owner of the village was true. Thanks to the plan which was made cleverly by the king, on the last day of the month they found out bags full of gold which was prepared to be sent to the Persian shah. All the criminals were captured. It was understood that Ebu Salip Efendi was a liar and he did not know how to make a telescope and anything about stars and that he had not discovered any stars and also all the things that he mentioned in the meeting were made up and memorized by him. Ebu Salip sold all his possessions in his country and gave all his money to the king in order to be forgiven by him. The king forgave him and let him survive in one condition. He was going to be followed by the king men until he died. All the money taken from Ebu Salip and gold coins which were found out the last day of the month were handed out to the people. They were so pleased. The king and his men continued visiting the owner of the village and staying in his house dressed up like ordinary people. During these visitations neither the king who was dressed up like a merchant told the owner of the village that he was the king, nor the owner of the village told the king that he understood that he was the king at first sight. They swapped information all the time and the king stopped thinking about the planets and the stars. Moreover, he started taking care of his people. Written by: Serdar Yıldırım GÖKBİLİMİNE MERAKLI PADİŞAH Bundan yıllarca önce gökbilimine meraklı bir padişah yaşarmış. Vaktinin çoğunu sarayın yanına inşa ettirdiği gözlemevinde geçirirmiş. O zamana kadar gökyüzü, yıldızlar, uzay, astronomi hakkında yazılmış ne kadar kitap, çizilmiş ne kadar harita varsa bunları mutlaka kitaplığında bulundurmak istermiş. Başka ülkelerin müneccimlerini, astronomlarını sarayında toplar, aralarında yaptıkları tartışmalara kendisi de katılırmış. Dünyanın varoluşundan yaşadıkları zamana kadar geçirdiği evreler, insanın dünyadaki macerası, gezegenlerde hayat olup olmadığı gibi pek çok soruya cevap ararlarmış. Günlerden bir gün, Acemistan sarayındaki Ebu Salip Efendi’nin bir çeşit teleskop icat ettiği ve bununla birçok yeni yıldız keşfettiği haberi duyulur. Padişah vezirini huzura çağırır: “ Bu yeni keşfedilen yıldızların biçimleri,durumları neymiş bilmek isteriz. Tez Acem sarayına elçi gitsin. Ebu Salip Efendi buyursun gelsin, misafirimiz olsun. “ diye emretmiş. Aradan günler, haftalar geçmiş. Padişahın elçi aracılığıyla gönderdiği mektuptaki şartları olumlu bulan Ebu Salip Efendi, Acem Şahı’ndan izin almış, yola çıkmış. Gökbilimine meraklı padişah konuğunu sarayın kapısında karşılamış. Sarayda Ebu Salip Efendi’nin keşfettiği yıldızlar hakkında anlattıkları padişahı çok meraklandırmış. Yıldızların en büyüğüne kendi adının verildiğini duyan padişah, heyecandan yerinde duramaz olmuş. Bir an önce teleskopun bir eşini de burada yapmasını istemiş. Ertesi gün, sarayın yanındaki gözlemevine gitmişler. Ebu Salip Efendi, malzemeleri yetersiz, gözlemevini de küçük bulmuş. Daha büyük bir gözlemevi yaptırmak istemiş. Padişahtan gerekli izni alan Ebu Salip Efendi, saraydan oldukça uzakta bulunan bir dağın yamacında yeni gözlemevinin inşaatını başlatmış. Kendisi de yakındaki bir köye yerleşmiş. Gözlemevinin yapımı aylarca sürmüş. Harcanan para tahminlerin çok üstüne çıkmış. Devlet hazinesinde para kalmamış. Padişah halkından dört beş sene sonrasının vergilerini istemeye başlamış. Halk büyük sıkıntılar içinde kalmış. Ellerindeki avuçlarındaki son kuruşlarını gözlemevinin yapımı için veren halk çaresizlik içine düşmüş. Vergi tahsildarları ile aralarında çatışmalar çıkmış. Padişah, gaflet uykusundan uyanamamış.Yapılan uyarıları umursamaz görünmüş.Yeni keşfedilen yıldızların ve adının verildiği büyük yıldızın saçmakta olduğu ışık gözlerini kamaştırmış. Sarayında yapılan ara sıra Ebu Salip Efendi’nin de katıldığı konusu uzay, yıldızlar, astronomi…olan toplantıları daha bir can kulağı ile dinler olmuş. Yaz günlerinden birinde, padişah iki adamı ile birlikte kıyafet değiştirerek bir köye gitmiş. Köyün sahibi; otuz yaşlarında, dürüst, iyi kalpli, mert bir adammış. Padişah ve iki adamını evine davet etmiş. Yemekler yenmiş, ayranlar içilmiş, koyu sohbet başlamış. Söz, sağdan soldan derken, dönmüş, dolaşmış, yıldızlara, uzaya gelmiş dayanmış. Tüccar kılığındaki padişah, ilk insanın yeryüzünde görünmesinden tutmuş, dünyanın gizli kalmış bütün sırlarını anlatmış. Uzayın sonsuz bir boşluk olduğunu, bu sonsuz boşlukta sayılamayacak kadar gezegen ve yıldızın bulunduğunu söylemiş. Yüce padişahın yaptırmakta olduğu gözlemevi ve son derece geliştirilmiş teleskop sayesinde adı sanı bilinmeyen pek çok gezegen ve yıldızın keşfedileceğinden bahsetmiş. Padişahlarına insanlığın şükran borçlu olduğunu belirtmiş. Tüccar kılığındaki padişahın anlattıklarını sessizce dinlemekte olan köyün sahibi: “ İnsanlık padişahımıza neden şükran borçlu olsun? Gözlemevinin yapımı için, teleskop yapımı için harcanan paralar nereden bulunuyor diye düşünmek gerekir.Zaten zar zor geçinen halktan alınan vergileri olabildiğince arttırmak, üstelik dört beş sene sonrasının vergilerini zorla almaya çalışmak hangi kanunda vardır? Bunun adı zorbalık değil de nedir? Fakir fukaranın karnı mı doyacak sanki yıldız keşfetmekle? Ebu Salip o toplanan paraların birini taşa, on birini kuşa çevirirmiş...” demiş. Bu sözler yenilir yutulur gibi değilmiş. Tüccar kılığındaki padişah, oturduğu yerden hırsla ayağa fırlamış. Yanındaki iki adamı da yerlerinden kalkmışlar, elleri kılıçlarında, kılıçları kınlarından yarı yarıya sıyrılmış vaziyette, tetikte beklemişler. Şu haddini bilmez bu pervasızlığının hesabını canıyla ödemeliymiş. Köyün sahibinin söyledikleri, tüccar kılığındaki padişahın beyninde balyoz gibi patlamış. Gözlerinin beyazı kaybolmuş: “Yüce padişah hakkında nasıl böyle konuşursun? Devlete vergi vermek vatandaşlık görevidir. Herkes bana ne derse uzayın sırlarını kim çözecek?..” demiş. Köyün sahibi yer minderinde oturur vaziyette: “ Devlete vergi vermek, fakat kazancına göre. Bir devrin insanına bu kadar yüklenilmez. Eldeki avuçtaki son kuruşu almak günahtır. Tamam, uzayın sırlarının çözülmesi için uğraş verenler insanlığa büyük bir hizmet etmiş olurlar. Fakat bu çözüm birkaç yılda gerçekleşmez. Bilim ve fen ilerledikçe hepsi birer birer çözülecektir. Bunun için belki de yüzyıllar geçmesi gerektir. Zamana ihtiyaç vardır. “ demiş. Köyün sahibinin sözleri mantığa son derece uygunmuş. Padişah durgunlaşmış. “ Toplanan paraların birisi gözlemevi için harcanıyorsa, on biri kuşa nasıl çevriliyor?..” “ Her ayın son günü çuvallar dolusu kuş arabalar içinde Acem Şahı’na gönderilirmiş…” Padişah başka söz söylememiş. Bir baş işaretiyle karşısındakini selamlayıp dışarıya çıkmış. İki adamıyla birlikte atlarına binmişler. Başkente doğru hızla uzaklaşmışlar. Köyün sahibinin iddia ettikleri doğru çıkar. Padişahın ustaca hazırlanmış planı sayesinde, ayın son günü, Acem Şahı’na gönderilmek istenen arabalar içinde çuvallar dolusu altın para ele geçirilmiş. Suçlular yakalanmış. Ebu Salip Efendi’nin büyük bir palavracı olduğu, teleskop yapımından anlamadığı, yıldız mıldız keşfetmediği ortaya çıkmış. Toplantılarda anlattıklarının hepsini ezberlemiş olduğu açıklanmış. Ebu Salip, memleketindeki bütün malını mülkünü sattırarak ele geçen parayı padişaha vermiş. Böylelikle canı bağışlanmış. Fakat ömrünün sonuna kadar gözetim altında kalacakmış. Oldukça yüklü bir miktar olan bu paralar ile ayın son günü ele geçirilen altın paralar eski sahiplerine, yani halka geri verilmiş. Acılar hafifletilmiş.. Su gibi akıp gidenin adı zamanmış. Zaman içinde padişah ile iki adamı kıyafet değiştirerek sık sık köy ağasının evinde misafir kalmaya başlamışlar. Bu görüşmeler süresince, ne tüccar kılığındaki padişah köy ağasına kendisinin padişah olduğunu söylemiş, ne de köy ağası, tüccarın padişah olduğunu ilk günden beri bildiğini ona hissettirmiş. Yıllarca hemen her konuda bilgi alışverişinde bulunmuşlar. Köy ağasının daima halk için, halktan yana olan istek ve düşünceleri ön plana alınmış. Bu istek ve düşünceleri uygulamak genelde çok basitmiş. Gezegenleri ve yıldızları bir tarafa bırakan padişah, sadece “ halkının mutluluğu “ için çalışmış. Yazan: Serdar Yıldırım
  10. LITTLE CHILD With pearls in his eyes and pain in his heart The little child is crying being lost in darkness You mightn’t have a house or parents You mightn’t have anybody, you might have been scorned Whatever happens and happens The time and the days will pass One day might come and you might be consoled little child. With pearls in his eyes and pain in his heart The little child is crying being lost in darkness You’d had various troubles making you get lost Strangers had taken the little money you deserve Whatever happens and happens The time and the days will pass One day might come and you might be consoled little child. KÜÇÜK ÇOCUK Gözlerinde inci, yüreğinde sancı Karanlıkta kaybolmuş ağlıyor küçük çocuk Belki evin yokmuş senin, anan-baban yokmuş senin Kimselerin yokmuş senin, belki seni hor görmüşler Ne olursa olsun, olsun, ne olursa olsun Zaman akıp gidecek, günler gelip geçecek Belki bir gün gelecek teselliyi bulacaksın küçük çocuk. Gözlerinde inci, yüreğinde sancı Karanlıkta kaybolmuş ağlıyor küçük çocuk Türlü türlü derdin varmış, dertler seni senden çalmış Hakkın olan üç kuruşu o yabancı eller almış Ne olursa olsun, olsun, ne olursa olsun Zaman akıp gidecek, günler gelip geçecek Belki bir gün gelecek teselliyi bulacaksın küçük çocuk. Yazan: Serdar Yıldırım THE OLD MAN’S TEARS Once upon a time I had watched a play somewhere There was a curled old man in that play Wearing ragged clothes Having meaningless glance in his eyes Being too old, having no energy left, and being deserted, Left alone, having lived nothing His tears had neither stopped nor finished He had so much trouble that hadn’t ever finished Breathing was his profit, living was his only ambition Having played the greatest tragedy in the world On the life stage without curtains He had passed on, do you have a clue? YAŞLI ADAMIN GÖZYAŞLARI Yıllar önce bir yerlerde bir oyun seyretmiştim Bu oyunda iki büklüm yaşlı bir adam vardı Yırtık pırtık elbise vardı üstünde Anlamsız bakışlar vardı gözünde Yaşı geçmiş, işi bitmiş, terk edilmiş Yalnız kalmış, yaşamamış ihtiyarın Yaşlı adamın gözyaşları durup dinmek bilmezdi Dertler ne kadar fazla bitip tükenmek bilmezdi Nefes almak kazancıydı, yaşamak tek amacıydı Perdesi olmayan bu hayat sahnesinde Dünyanın en acıklı oyununu oynadı Göçtü gitti aramızdan, haberin var mı? Yazan: Serdar Yıldırım WHY FALLING IN LOVE WİTHOUT BEING LOVED? If eyes see, heart likes and falls in love The passion to meet lights fire Reality and dream get mixed into each other One moment comes and arched eyebrows are frowned. He had loved a lot of beautiful ones without being loved He knows that there is no remedy for this trouble The lover also bears the trouble Why falling in love without being loved? Days full of hope and expectation Passed with happiness and grief We had tried hard but too hard But couldn’t answer the riddle called love. AŞIK OLUP SEVİLMEMEK NEDENDİR? Göz görse, gönül sever, aşık olur Kavuşmak tutkusu bir ateş yakar Hayal, gerçek birbirine karışır Bir an gelir hilal kaşlar çatılır. Çok güzeller sevmiş, seveni olmaz Bilir ki, bu derde çare bulunmaz Seven aşık dert yükünü çeker de Aşık olup sevilmemek nedendir? Umutlar, ümitlerle dolu günler Sevinçler, kederlerle geçti günler Çok ama pek çok uğraştık yine de Aşk denen bilmeceyi çözemedik. Yazan: Serdar Yıldırım YEARS HAVE PASSED SINCE SPLITTING UP Years have passed since splitting up, who knows where you are? I could do anything to see you and hear your voice Your jetblack eyes, your wavy hair are unforgettable Never think you’ve been forgotten, you’re always on my mind without being forgotten. Your memory had stayed somewhere deep in my heart The oppressive years had pulled you away from me Noone has said “I love you” except you Noone has known our love except us I am left alone and our love has become a song I have been thinking of you with this song. Written by: Serdar Yıldırım AYRILALI YILLAR OLDU Ayrılalı yıllar oldu, şimdi sen kimbilir nerelerdesin? Seni görebilmek için, sesini duyabilmek için neler vermezdim Simsiyah gözlerini, dalga dalga saçlarını unutmak mümkün değil Unutuldum sanma, her zaman aklımdasın unutulmuş değilsin. Kalbimin bir köşesinde hatıran kalmış O zalim yıllar seni benden çekip almış Bana senden başkası seviyorum demedi Aşkımızı bizden başka kimse bilmedi Sensiz kaldım aşkımız bir şarkı oldu Yıllardır ben bu şarkıyla seni anarım. Yazan: Serdar Yıldırım THE KANGAROO WITHOUT ITS CHILD A kangaroo hadn’t been able to have a baby It had adopted a rabbit and had put it into its bag The kangaroo had been happy and so had the rabbit But the others had been angry so, They had made a plan to get rid of the rabbit They had kidnapped the rabbit while sleeping The kangaroo had seen her empty bag when she had woken up She had been shocked and sorry And had made an arrangement with the poisonous snake In the bag had been the snake and the kangaroo among the others Being afraid of the snake the others had given the rabbit back And they had said that that was a plan in a plan. YAVRUSU OLMAYAN KANGURU Kangurunun birinin yavrusu olmazmış Bir tavşanı evlat edinip torbasına koymuş Kanguru memnun, tavşan mutlu Ama diğer kangurular kızgınmışlar. Tavşandan kurtulmak için, bir plan yapmışlar Onlar uykudayken tavşanı kaçırmışlar Kanguru uyanınca bakmış torbası boş Şaşırmış kalmış buna olmuş içi bir hoş. Kanguru zehirli yılanla anlaşma yapmış Torbada yılan, kanguru kangurular arasında Yılandan korkan kangurular tavşanı geri vermişler Plan plan içinde böyle olur demişler. Yazan: Serdar Yıldırım
  11. Kibrit kutusu kadar evimiz olacaktı Evin içi on tane çocukla dolacaktı Kızların adını anne, oğlanların adını baba koyacaktı Komşular, misafirler çocukların adını karıştıracaktı. Kibrit kutusu kadar evimiz olacaktı Gökkuşağı mutluluk olup evimizi saracaktı Güneş soba olup evimizi ısıtacaktı Pencereleri açtık mı, rüzgar evimizi süpürecekti. Hayallerimi sakladığım kibrit kutusu sol göğüs cebimde Uzun zaman var ki, onu açıp bakmadım Halımız, koltuğumuz daha yoktu ama evlendikten sonra alacaktık Ben edi, sen büdü kilim üstünde kıvrılıp yatacaktık. Kapıda arabam olmayacaktı ama ben de adamdım Daha iyi bir iş bulur, çalışır, evime bakardım Serde askerlik vardı ama boş ver aldırma Sayılı günler çabuk geçermiş, bilmez misin? Evlenince bakkal, kasap borcu derler, ev kirası Ev kirası olmayacak, onu düşünme Bir bakkal borcu ne tutacak ki? Kasap mı, et yemeyiveririz, olur biter. Sevdalar saldım yalnızlığıma Ümitler saldım umuduma Nikah defteri diye hayal edip İmzalar attım boş kağıtlara. Daha nişanlıydık, ben yalnız kaldım Sen trafik kazasında ölmesen ben yalnız gezmezdim Yollarda avare dolaşıp geleceği ezmezdim Bu şiiri yazdığım kalemi kırmazdım. Nikahımız on haziran bilmem kaç yılındaydı O güne ayarlıydı, zaman saati kuruluydu Kiraladığımız gelinliğin evin duvarında asılıydı Pek çok on haziran geldi geçti, sen dönmedin. Yazan: Serdar Yıldırım
  12. Komik adam cebine 50.000 lira koymuş ve İstanbul’a daire almaya gitmiş. Nasıl olduysa yolu Yeşilköy Havaalanı’na düşmüş. Sülün Osman da oralardaymış, yolunacak kaz arıyormuş. Komik adam’ı görünce yanaşmış: “ Hemşerim, gel sana bu havaalanını satayım “ demiş. Bunun üzerine komik adam: “ Yapma ya, havaalanı senin mi? “ diye sormuş. “ Pek tabi ki benim. “ “ Kaça satıyorsun burayı? “ “ Kaç paran var? “ “ 20.000 liram var bu cebimde. “ “ Ya öteki cebinde. “ “ O cebi karıştırma. “ “ Haydi, söyle söyle. “ “ 30 var orada ama o parayı bu pazarlığa sokmam. “ “ Bak arkadaş, sana bu havaalanını 20.000’e satarım ama uçakları da alırsan hepsi 50.000’e olur. “ “ Şu koca uçaklar mı? En azından 10 uçak var burada. “ “ Tamam, işte, hepsi 50. Anlaştık mı? “ “ Anlaştık. Al 50.000’i “ demiş komik adam ve parasının hepsini Sülün Osman’a vermiş. Sülün Osman’da gidiş o gidiş, bir daha ara ki bulasın.
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.