Yayamaz Kayımca tarafından postalanan herşey
-
Doğuda ÇOCUK,KADIN ve İNSAN olmak........
Çocuk olmaktan geçtiyse yolumuz ve bir çocuğun neler hissedebileceğini henüz unutmadıysak, tüm çocukları anlayabiliriz. Çocuktum; sevgi bekliyordum. Doğulu çocuk da bekliyor. çocuktum; yorulmadan okula gitmek isterdim, sıcak bir sınıfta okumak, renkli kalemlerimle yazmak,bir de eksiksiz kitaplar,yeni bir çanta da isterdim. Doğulu çocuk da istiyor. Sağlam ayakkabılarım istediğim renk olsun isterdim ve eskimemiş giysilerim. Doğulu çocuk da istiyor. Sakız almak isterdim,bir iki de oyuncağım olursa keyfim yerinde olurdu bilirdim. çok şey değildi istediklerim. Doğulu çocukta istiyor bunları hem de hakkı olarak. Geçmiş yaşam öykülerinde kalmadı doğulu çocuk, zamanın bu anında bile eksik çocukluğunu biran önce bitirip kurtulma çabasında büyüyor. Suç yönlerde değil. Köylüsünü işçisini yoksulluktan kurtarmayı beceremeyen yönetimlerdedir. Bu yönetimleri,ülkemizin her yönünden,yöresinden hepimiz seçiyoruz... Daha çook uzun zaman,acı yaşam öykülerine doğacaktır çocuklar biz aklımızı kullanıp doğru kararlar vermedikçe...
-
Doğuda ÇOCUK,KADIN ve İNSAN olmak........
Karlı bir bahçemiz vardı o zamanlar. Bir de arıları o komşunun. Balkonumuz ahşap döşemeli, önü açıktı. Malatya'nın ücra bir köşesinde yaşama savaşıydı bizimkisi. Aslında benim savaşım olamaz. Çünkü hiçbir şeyden habersiz yaşıyordum. Çocuktum, güzeldim, saftım, temizdim... Henüz kötü aşk hikâyelerim, başarısız tensel deneyimlerim, kavgalarım, karnemde zayıflarım olmamıştı hayatta. Hiç yere düşmemiştim ki bacağım kanasın. Sadece gülen gözlerim ve küçük bir bedenim vardı hayata yansıttığım. En güzeli de; zaten ben yansıttığımdan ibarettim. Ne fazlası, ne eksiğiydim. Her salonda giyecek farklı bir maskem yoktu. Annemdi hayatıma ilk soktuğum kadın. O beni umarsız, sebepsiz, karşılıksız sevmiş bir kadındı. Yıllarca ben de onu sevdim. Sonra galiba biraz büyüdüm ve aldatmayı öğrendim. İlk önce annemden başladım aldatmaya. İlk aşkımla aldattım annemi. Sonra bir başkası, bir başkası derken annemi defalarca aldattım. Annem ise beni hiç aldatmadı. Annem beni hiç aldatmayacak! Tabanında hava yastığı olan ayakkabılar vardı ben küçükken. Bir de onların emperyalist markaları. Hatırlıyorum da çarşı pazar gezmiştik en ucuzundan almak için babamla. Ucuz olmalıydı çünkü biz ucuz bir hayatın pahalı insanlarıydık. Ucuzdu hayatımız, mesela bir bisikletim olmadı hiç. Defalarca bisikletçi dükkânına gidip en güzelini beğendim halde. İnsan her istediğine sahip olamazdı. Hayatın kuralıydı bu ama nerden bilebilirdim. Ben henüz çocuktum. Çocuk olmak da emek ister ucuz yaşamlarda. Arkadaşlarına özenemezsin, güzel kıyafetler giyemezsin, en güzel çanta senin olamaz. Güçlü Olmak daha çocukken bir zırh değil, bir gereksinim olur. O anaokulunu hiç unutmayacağım. Evimizden 1 veya 2 kilometre uzakta ve tepedeki, yokuşu dik anaokulu. Komşunun çocukları ile giyinir kuşanır kar kış dinlemez yürürdük o yolu. Aslında o yol bizim anaokulunun yolu değildi, aynı mahalleden çocukların yürüdüğü kader yoluydu. Evden başlar ve nerde biteceği belli olmaz bir yoldu o.Şimdi kimi mühendis, kimi Doktor o çocukların. Dedim ya o yol evden başlar ama anaokulunda bitmezdi. Fakat biz hep biter sandık. Yürüdük, yürüdük... O yolu her gün yürüdük biz, her gün o sonmuşçasına. Bir gün bir kutu gördüm pencereden baktığımda. İnsanların elleri üstünde taşıdığı, karlar üstünde yavaş yavaş yürüyen bir kutu. Anneme sordum 'tabut' dedi. İçinde ise arkadaşım varmış. Ebedi yolculuğa erken çıkmıştı Pınar. O yolu şimdi eller üstünde ve gözleri kapalı gidecekti. Annesinin eve gelmesini beklerken kara yenik düşmüş Pınarım; gözleri karla kapanmış. Gördüğüm ilk cenaze; arkadaşımın cenazesiydi. Dedim ya çocuktuk, güzeldik, saftık, temizdik. Ölümler bizi üzemezdi. Biz o yolu yine ertesi gün hiç bir şey olmamış gibi Yürüyüp gidecektik... Doğuda çocuk olmak, batıdaki orta halli bir adamdan daha ızdıraplıdır. Bunu Batı bilemez, Batı ancak tartışır... Ercan Sürenkök
-
Baskın Oran DTP'lileri şok etti...(Baskın Oran kimdir?)
Tarih bize, geçmişi inkâr ederek ondan kurtulamayacağımızı gösteriyor. Türkiye devleti kendince nedenlerle Ermeni meselesini yok saysa da, bu olay Türkiye toplumunun vicdanında belli bir rahatsızlık yaratıyor. Bir yanımızla bu olayın varlığını reddetmeye çalışırken, bir yanımızla da gerçek neydi diye merak ediyoruz. 1915'te ne oldu sorusu, geçiştirebileceğimiz bir soru olmaktan çıkıyor. O dönem Osmanlı'yı yöneten İttihatçıları haklı gösterecek nedenler arasak da, büyük bir acı yaşandığının hepimiz farkındayız. Kendimizi artık kaçamayacağımızı sezdiğimiz gerçeklere hazırlamaya uğraşıyoruz. Peki gerçek neydi? Devletin resmi görüşünü biliyoruz ama devletten farklı görüş ve iddiaları bugüne dek ayrıntılı öğrenme imkânımız olmadı. Ermeni meselesini ilk araştıran akademisyenlerden olan, ciddi çalışmalar yapan, kitaplar yayımlayan, araştırmaları nedeniyle devletin büyük tepkisini çeken, Türk üniversitelerinde iş bulamayan, halen Minnesota Üniversitesi'nde öğretim görevlisi olan tarihçi Doç. Dr. Taner Akçam'la o acı olayların bize anlatılmayan yüzünü konuştuk. Akçam, 1915'teki tehcirin nedenlerini, katliam emirlerini, buna karşı çıkanları, Atatürk'ün bu konudaki açıklamalarını anlattı. Boğaziçi Üniversitesinde Ermeni sorunuyla ilgili toplantı düzenleyecektiniz. Adalet Bakanı, bugün sahip olduğumuz iktidarın düzeyi konusunda pek de ümit vermeyen kışkırtıcı bir konuşmayla sizi suçladı. Siz de toplantıyı ertelediniz. Niye ertelediniz? Toplantıyı Boğaziçi Üniversitesi ev sahibi olarak erteledi. Üniversitenin bu tavrını büyük saygıyla, anlayışla karşılıyorum. Biz burada gösteri yapmıyoruz. Bu, yurtdışında yüzlercesi yapılan akademik toplantılardan biri olacaktı. Türkiye'de bir grup aydının, akademisyenin böyle bir toplantıya cesaret etmiş olması bile zaten büyük bir olaydır. Bu, Türk aydınının 'intifada'sıdır. Çünkü bu konular hep dışarıda konuşuluyordu. Bu toplantı yapılabilseydi, burada da konuşulabilecekti. Türkiye'nin resmi tezinin tümüyle gerçekdışı olduğunu mu düşünüyorsunuz? Bakın, şunda herkes hemfikir. 1915'te İttihat Terakki hükümeti o zamanki Osmanlı vatandaşlarına bir şeyler yapmış. Bir yerden alınmışlar, bir yere götürülmüşler ve bu götürme sonucunda bir grup insan ölmüş. Resmi görüş taraftarı birisi, 'Efendim Ermeniler de şunu yaptı, bunu yaptı' diyor. Ama dünyada soykırım tartışması açısından bu önemli değil ki. Herkes güler buna. 'Sen bize, İttihat Terakki'nin Ermenileri toptan öldürmesinin nedenlerinden birini anlatıyorsun' derler. Çünkü bütün büyük kitlesel kırımlarda muhtemelen karşı taraf bir şeyler yapıyordur. Beylik lafla söylersem, hiç kimse durduk yerde birilerini öldürmez. Hitler ırkçılık ideolojisi nedeniyle, Stalin politik nedenlerle, öbürü ayaklanma nedeniyle öldürür. Şu anda biz Türkiye'de tarih tartışmıyoruz. Ne tartışıyoruz? Ciddi bir moral değeri tartışıyoruz. Bir devlet kendisine tehdit gördüğü bir halk grubunu cezalandırma hakkına sahip midir, bu kolektif cezalandırmayla vatandaşların önemli bir kısmı (devletin böyle bir niyeti olmasa bile) ölüyorsa, devletin bunu yapmaya hakkı var mıdır, kolektif cezalandırma moral olarak savunulabilir mi, bunu tartışıyoruz. Türkiye devleti bugün, 'Evet böyle şeyler olmuştur, gerekirse gene yapılır. Olur böyle şeyler' diyor. Bunu neye dayanarak söylüyorsunuz? Devlet, resmi tezinde 'Karşılıklı öldürmeler yaşandı, bu bir mukateledir' demiyor mu? Edirne'deki Ermeni niye sürüldü? 1915'te Osmanlı topraklarındaki Ermeni nüfus, bütün Anadolu'dan toplanarak bir yerlere götürüldü. Resmi tez, 'Götürülmelerinin nedeni, Doğu Anadolu'da Ermenilerle yaşanan çatışmadır' diyor. Demek ki, Doğu'daki Ermeniler Türk ordusunun hatlarını kesmiş, orduyu arkadan vurmuş, onun için de Osmanlı devleti, Batı Anadolu'dakiler de dahil tüm Ermenileri kolektif olarak cezalandırıp Suriye'ye sürmüş. Demek ki, ülkesinin herhangi bir yerindeki bir halk grubu kendisine sorun çıkartırsa, devlet, o ırk grubunun tüm ahalisini, vatandaşlarını bir yerden bir yere götürebilir, sonucunda bir grup insan ölebilir ve bunda çok garipsenecek durum yoktur. Türkiye devleti, 'mukatele' dediği karşılıklı çatışmayı, tehcirin gerekçesi olarak kullanıyor. Anadolu'daki tüm Ermenileri cezalandırmasının doğru olduğunu ve devletin cezalandırma hakkına sahip olduğunu söylüyor. Oysa mukatele yoktur. Belgeler var. Sistematik ve organize herhangi bir Ermeni ayaklanması yoktur. 1919 Yozgat davasında resmi teze yakın konuşan savcı 'Ermeniler Van'da, şurada burada ayaklandı. Ruslarla işbirliği yaptı ama hiçbir devlet bu olaylarla alakası bulunmayan Anadolu sathındaki bütün Ermenileri sürüp onların imhalarına göz yumamaz. Bu hukuk dışıdır' diyor. Boğaziçi'ndeki konferans yapılsaydı nasıl bir yararı olacaktı? Bazı konularda bazı insanların değişik düşündüklerini öğrenecekti insanlar. Türkiye'de hiç konuşulmamış ve düşünülmemiş çok şeyin artık anlatılacağını, söyleneceğini bilmemiz gerekir. Türkiye insanı, duyduğunda hiç hoşuna gitmeyecek şeyleri duymaya hazır olsun. Çok acıklı hikayelerdir bunlar. Aynı acıklı hikâyeleri Müslümanların da yaşadığı, toplu kıyımların Ermeniler tarafından da yapıldığı anlatılıyor. Kimin tarafından kime hangi gerekçeyle yapılmış olursa olsun, tarihteki her türlü cinayet açık konuşulmalıdır. Üstünü örtmek devlete fayda getirmez. Biz akademisyenler Ermeniler Türklere bunu yaptı, Türkler Ermenilere şunu yaptı demeyiz. Öldürürken Türkler ya da Ermeniler öldürmüyor. Öldüren İttihat Terakki'dir, Teşkilat-ı Mahsusa'dır, ordu birliği yapmışsa ordu birliğidir, Malatya'daki Kör Ağa'nın aşiretiyse o aşirettir. Öldürenin adını koymak lazım. Çünkü biliyoruz ki başkaları da vardı. Ermenileri evlerine alanlar, kurtaranlar, koruyan subaylar vardı. Hiçbir tarihsel olay 'Geldiler, birbirleriyle çatıştılar' gibi olmaz. 'Türklerle Ermeniler arasında savaş vardır' derseniz düşmanlığı sürdürürsünüz. 1915'de tam olarak ne oldu? İttihat ve Terakki Partisi Ermeni meselesinin esaslı bir şekilde çözümlenmesi için karar aldı. Zaten Talat Paşa, 26 Mayıs 1915'te Sadrazamlığa yazdığı resmi yazıda bunu belirtir. İttihat Terakki'nin 1915'te Ermenilerin tehcir ve öldürülmesine karar vermesinin nedeni savaş koşulları değildir. Yani tehcir ve ölüm kararı savaş nedeniyle bir askeri tedbir olarak alınmamıştır. Kendilerini rahatsız eden Ermeni meselesinin kökten halledilmesi ihtiyacıdır bu. Bunu derin ve uzun tartışmışlardır. İttihatçıların amacı neydi? İttihat Terakki, Ermenilerin varlığının devletin varlığı için ciddi bir tehdit olduğu düşündü ve Doğu Anadolu'nun Ermenilerin imha edilmesiyle korunabileceğine inandı. Anadolu'daki gayrimüslimlerin bir etnik temizlik anlamında ortadan kaldırılması, uzaklaştırılması gerektiğine ilişkin kararları zaten 1914'te vermişlerdi. Kuşçubaşı Eşref, Halil Menteşe ve Celal Bayar anılarında, Anadolu'nun gayri-Türk unsurlarından tasfiye edilmesi doğrultusunda ayrıntılı planlar hazırladıklarını ve bu planları ilk önce Ege Bölgesi'nde Rumlara karşı uyguladıklarını söylerler. Yani gayrimüslimlerin Anadolu'dan uzaklaştırılması, Anadolu'nun homojenleştirilmesi projesi vardı. Bu projeye bağlı olarak da Doğu Anadolu'daki Ermeniler imha edilme sürecine sokuldular. Nedeni de Balkan Harbi'dir. Balkan Harbi'nde biz bir hafta içinde toprakların ve nüfusun yüzde 60'ından fazlasını kaybettik. Bütün gözler Anadolu'ya dikildi. 1912'de Taşnak Partisi, İttihat Terakki Partisi'yle her türlü ittifakı bozdu. Türkiye'de tarihi herkes Türkler bir tarafta, Ermeniler bir tarafta diye anlatır. Oysa Ermenilerin Taşnak Partisi 1912'ye kadar İttihat Terakki'nin koalisyon ortağıydı. Taşnak örgütü, Balkan yenilgisinden sonra kendilerine verilen reform sözlerinin gerçekleşmediğini görerek Batılı devletlerden dış destek aradı. Ne yapmak için destek arıyordu? Taşnak'ın istediği Doğu Anadolu Bölgesi'nde idari ve siyasi reformdu. Bakın, 1800'lerin ortasından itibaren ortaya çıkan Ermeni meselesinin özü 'toprak meselesi'dir. Ermeni nüfusun çoğu Doğu'da yaşıyordu. Yüzde 90'ı yoksul köylüydü. Batı'dakiler daha çok esnaftı, tüccardı. Yoksul köylülerin en büyük problemi, topraklarının sürekli Kürtlerce gasp ediliyor olmasıydı. Kürtler ve Çerkeslerin saldırısına uğrayan Ermeni köylülerinin güvenliğinin Osmanlı devleti tarafından garanti altına alınması meselesidir bu. Reformların yapılmayacağını gören Taşnak, dış devletlerin yardımıyla İttihat Terakki'ye diz çöktürmek istedi ve başarılı oldu. 1914'te Ermeni Reform Anlaşması yapıldı. Doğu Anadolu iki vilayete ayrılacak, yönetim Hıristiyanlarla Müslümanların katılımıyla olacaktı. İki yabancı vali atanacaktı ve atandı da. Doğu'da Ermeni nüfus çoğunlukta mıydı? Ermeniler Van şehir merkezi dışında her yerde azınlıktaydı ve bunu bildiği için Taşnak örgütünün bağımsız devlet talebi hiç olmadı. Ama Osmanlı yöneticileri bunu bağımsız devlete ilk adım olarak algıladı. 'Eski oyun yeniden sahneye konuyor. Biz Balkanları hep reform diye kaybettik. Şimdi burayı da kaybedeceğiz' dediler. Ve İttihat Terakki Birinci Dünya Savaşı'na girerek bu reform planını rafa kaldırdı. Ama bir süre sonra Teşkilat-ı Mahsusa'nın Kafkaslarda yenilgileri başladı. Bu yenilgilerde Ermeni çetelerin önemli payı vardır. Sonra Sarıkamış faciası yaşandı ve bizim Doğu cephesi çöktü. Bu yenilgi koşullarında radikal Türkçülük, İttihat Terakki'nin yönetimini ele geçirdi. Mesela Bahaittin Şakir, Dr. Nâzım, Ziya Gökalp, Talat Paşa ırkçılığa kadar varabilecek Türkçülüğü savunan bir ekiptir. Sizce soykırım kararı mı alındı? Evet. Bence değil, Osmanlı belgelerine göre bu karar alındı. 'İttihatçılar tehcir kararını alırken, toptan imha etme kararını da aldılar. Belli bölgelerde sınırlı biçimde insanlara Müslümanlaşarak sürgünden ve katliamdan kurtulma imkânını sundular. Ama sayı artınca, Talat Paşa, Müslüman olsalar da sürün emrini verdi. İmha kararının alınmış olduğu, belgeler bir araya getirildiğinde ortaya çıkıyor. Mesela Reşit Akif Paşa 21 Kasım 1918'de Osmanlı Meclisi'ndeki konuşmasında , 'Kabinede görev yaparken dahiliye nezareti evrakı içinde çok tuhafıma giden bir şey gördüm. Bir tehcir emri verilmiş ve bu emre paralel olarak da çetelere öldürme emri yollanmış' diyor. Birçok başka belgeden de biliyoruz ki, İttihat Terakki, Talat Paşa'nın emriyle Dahiliye Nezareti üzerinden valilere tehcir kararı yolladı. 24 Nisan 1915'teki ilk tehcir emrine paralel olarak da bu arada bölgelere İttihat Terakki Partisi kâtib-i mesulleri (sekreterleri) eliyle ölüm emri yollandı. Parti, Bahaittin Şakir'e bağlı Teşkilat-ı Mahsusa birlikleriyle öldürme işini organize etti. Bunu Kastamonu Valisi Reşit Bey, Yozgat mutasarrıfı Celal, Ankara Valisi Mahzar Bey ayrı ayrı söylüyor. Üçüncü Ordu Komutanı Vehip Paşa, Trabzon Garnizon Komutanı Avni Paşa da, yapılanların katliam olduğunu, bunun Türklükle, Müslümanlıkla alakası olmadığını açıklıyorlar. Meclis-i Mebusan üyesi sıkı İttihatçı Hafız Mehmet, 'Gözlerimle gördüm. Samsun'da kayıklara bindirip denize döküp öldürüyorlardı. Talat'la konuştum, engel olamadım' diyor. Zaten bütün işi koordine eden Talat Paşa'dır. Evindeki özel telgraf cihazından yürütüldü tüm operasyon. Türkiye Cumhuriyeti 2005'te neden İttihatçıların 1915'teki günahının mirasçılığına soyunuyor? Türkiye'de yönetim hâlâ İttihat Terakki Partisi geleneğinin, bürokrasisinin ve askerinin kontrolü altındadır. Bugün Atatürk olsaydı 1915'te olanları savunmazdı. Devlet, Mustafa Kemal'in 1919-20'lerdeki medeni cesaretine sahip olsa, o sıradaki tutumunu baz alabilse, bugün bulunduğu yerin çok ötesinde olurdu. Mustafa Kemal bu işi 24 Nisan 1920'de Meclis konuşmasında geçmişe ait bir fezahat, çok kötü bir olay olarak tanımladı. Bir radyo demecinde de, 'Bir daha Ermeni kıtaline benzer bir kötülük olmayacağının garantisini veririm' dedi. Türkiye'de ilk soykırım kelimesini kullanan ben değilim. Atatürk'ün arkadaşı Falih Rıfkı Atay'dır. 1968'de Dünya gazetesinde, 1915 için 'Bu bir jenosittir' dedi. Atatürk'le de bir anısını anlattı. Atatürk 1915'te Halep'te Baron Oteli'nde kalır. Orada Ermenilerin yerleştirilmesiyle uğraşan Çerkez Hasan Amca'yı görür. Atatürk onu görünce çok kızar. ' Katiller' diye bağırır. 'Hepiniz cephe gerisinde Ermeni öldürmek için dolaşan katillersiniz. Hiçbiriniz cepheye gelip savaşmazsınız.' Ama sonra Hasan Amca'yı bağışlar: Çünkü Ermenileri yerleştirme işini ciddiye aldığı için Hasan Amca da görevinden alınmıştır. 1915'te Osmanlı üzerinde büyük bir Alman etkisi vardı. Burada Alman Genelkurmayı'nın generalleri ve subayları bulunuyordu. Ermeni kıyımı konusunda Almanların tavrı ne oldu o zaman? Göz yumdular ve desteklediler. Alman Başbakanı'nın yazdığı not var. 'Bizim için önemli olan Türkleri ayakta tutmaktır, Ermeniler güme gitmiş umurumuzda değil' diyor. Talat Paşa tehcir fikrinin Alman generallerince verildiğini söylüyor. Oysa Osmanlı'nın da eskiden beri gündeme getirdiği bir politikadır sürgün. Ama Alman derin devleti askeri olarak imha işinde onay boyutunda yer aldı. Enver'in genel-kurmayındaki bazı Alman subaylar belgeleri imzaladı, bazısı Bağdat demiryolundaki Ermeni işçilerin sürülmesi emrini verdi. Öldürüldüklerini biliyorlardı. Alman Dışişleri tepki gösterdi ama ordu bunları görevden almadı. İttihatçıları Ermenileri öldürmeleri için kışkırtan demesek de cesaretlendiren kimse var mıydı? Bu büyük ölçüde İttihat Terakki politikasıdır. Dışarıdan kendilerine ciddi bir müdahale olmayacağının garantisini gördükleri anda bunu yaptılar. İstanbul polis müdürü Bedri, günlüklerinde, 'Biz 1914'te dış güçlerin bir şey yapamayacağını gördük ve bu bizim için önemli ipucu oldu' der. İttihatçılar, bölgedeki Müslüman ahalideki gâvur düşmanı fikrini de kullandı. Halkı öldürmeye ve yağmaya teşvik ederek sivil Müslümanları suça ortak etmeyi istediler. Öldürmelerde belli yerler kullanıldı. Genel olarak jandarmalar Ermenileri öldürülmeleri için belli bölgelerde Kürt aşiretlerine teslim ettiler. Türkiye, Ermenilerin topluca öldürüldüğünü kabul ederse arkasından tazminat talebi mi gelecek? Toprak talebi gelmez ama tazminat talebi gelebilir. Hazır olmak lazım. Bu işi ödenecek para tartışmasına kimse indirgemesin. Türk-Ermeni geriliminde, Osmanlı parçalanırken farklı etnik grupların birbiriyle boğazlaşmasında Avrupa'nın ciddi rolü var. Bir fon kurulur, talepler sembolik olarak tazmin edilebilir. Ama tazminat talebi aynı zamanda manevidir. Ermeni kültürünün geri kazandırılması, mesela Ani harabelerinin restore edilmesi de tazminat talebinin bir parçası olarak gelebilir.
-
Ayağa Kalk Ey Halkım!..
Sevgili gloria ben Marcusun mtmtk5 şin ve ona katılan benim nickim dahil alaylı yaklaşımlara tepkisi olarak ele aldım..sizinle kesinlikle alaksı yok.....Benimde size saygım sonsuz...
-
301 hakkında görüşleriniz nedir ?
301 . MADDE KALDIRILMALI MI ? Son zamanlarda üzerinde en çok konuşulan konulardan birisi de 301. maddedir. Mazlum der gibi, uluslar arası af örgütü ( UAÖ) gibi kuruluşlar her platformda bu maddeye karşı çıkmaktadırlar. Konuyu yurt içinde - dışında o kadar çok dile getirmişlerdir ki AB dahi bunlardan etkilenmiş ve Türkiye’den bu maddenin kaldırılmasını veya yeniden düzenlemesini talep eder hale gelmiştir. Bazı Türk vatandaşları da bunların oyununa gelmekte ve taleplerine alet olmaktadırlar. Esasen bu madde 01 .06.2005 tarihinden beri yürürlüktedir. Henüz bu maddeden verilen ve Yargıtay denetiminden geçmiş tek karar yoktur. Bu durumda maddenin uygulanmasında sıkıntılara yol açtığı nasıl söylenebilir. Henüz uygulanmamış bir hüküm hakkında , maddenin muğlak unsurlar taşıdığını, değişik hukukçular tarafından farklı manalar verildiğini söylemek mümkün değildir. Bu tenkit her yeni kanun ve madde için yapılabilir. Ancak bu tür uygulama farklılıkları Yargıtay incelemeleri ile çözüme kavuşur. Türkiye’nin dört bir yanındaki muhtelif mahkemelerin verdiği hükümler temyiz incelemesi yapılmak üzere Yargıtay’ın aynı dairesine gelir. Uygulama birliği işte bu daire tarafından sağlanır. Anlaşılmış olacağı üzere bu işin oturması için yılların geçmesi gerekir. 301. maddeden henüz tek mahkumiyet kararı verilmiş, Yargıtay bu madde ile ilgili henüz bir tek hüküm kurmamıştır. Ama hukukla, kanun ve adalet kavramları ile hiç ilgisi olmayanlar madde hakkında ahkam kesiyorlar. Maddenin muğlak yazıldığını, ifade özgürlüğüne doğrudan bir tehdit oluşturduğu, fuzuli davalar açıldığını iddia ediyorlar. Oysa maddenin 4. bendinde açıkça “ eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz. “ denmek suretiyle ifade özgürlüğünün kapıları açık tutulmuştur. Söylenenin veya yazılanın eleştirimi, yoksa hakaretmi olduğunu elbetteki bağımsız Türk Yargısı takdir edecektir. İnsanların önceden, ne yazacağını, ne konuşacağını kestirmek mümkün olmayacağına göre bunun takdirini Yargıya bırakmaktan başka çözüm yoktur. Hiçbir suçlu arkasında delil bırakmak istemez. Şüphelinin niyetini, bağımsız yargı, elindeki delillere göre en isabetli şekilde değerlendirir. Sistem ilk mahkemeyi başıboş bırakmışta değildir. Hatalar, yanlışlar varsa Yargıtay’ca düzeltilir. Eleştiri çerçevesinde kalan fiil ve eylemler için zaten sorun yoktur. Yüksek değerlerimize sövmeyi de kimse aklından geçirmesin. Dünyanın hiçbir yerinde hiçbir Millet yüksek değerlerine sövülmesine izin vermez. Benzer hükümler her devletin kanunlarında vardır. İstanbul’da yayınlanan Agos Gazetesi’ndeki yazısında, ‘Türk’ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan Ermeni’nin Ermenistan’la kuracağı asil damarında mevcuttur’ diye yazan gazeteci-yazar Hrant Dink, TCK’nın 301. maddesi uyarınca ‘Türklüğü neşren tahkir ve tezyif etmek’ suçundan 6 ay hapis cezasına çarptırıldı. Türkiye’de henüz ilk ve tek örnek olan bu karar Yargıtay denetiminden geçip kesinleşmemiştir. Şişli 2’inci Asliye Ceza Mahkemesi Dink’i, dava konusu sözlerinin, ‘eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklaması niteliğinde olmadığı, Türk’ün kanının pis, incitici ve aşağılayıcı gibi gösterildiği’ gerekçesiyle mahkûm etmiştir. Türkiye’de, türkce yayınlanan, bir gazetede bu sözlerin yer alması sizce basın ve ifade özgürlüğümüdür ? Cümledeki ( Türk ) kelimesini çıkarıp yerine ( Fransız ) kelimesini koyun ve Fransa’da yayınlayın bakalım başınıza ne işler gelecek. Maddenin ne getireceği belli değilse de kenarda köşede kimsenin bilmediği görmediği kişileri meşhur edeceği kesin gibi görünüyor. Av. Mehmet Ali GÖLCÜKLÜ Sıra Eski (765 sayılı) Ceza kanunu 159. maddesine göre aşağıdaki kurumları alenen tahkir ve tezyif edenler yargılanır Yeni (5237 sayılı ) Ceza kanunun 301. maddesine göre aşağıdaki kurumları alenen tahkir ve tezyif edenler yargılanır 1 Türklük Türklük 2 Cumhuriyet Cumhuriyet 3 TBMM TBMM 4 Hükümetin manevi şahsiyetini T.C. Hükümetini 5 Adliyenin manevi şahsiyeti Devletin yargı organları 6 Devletin Askeri veya Emniyet Muhafaza kuvvetlerini Askeri ve Emniyet teşkilatı 7 Bakanlıkları -------- Av. Mehmet Ali GÖLCÜKLÜ
-
301 hakkında görüşleriniz nedir ?
Ne kadar değiştirirseniz değiştirin, bu maddenin düşünceyi sınırlayıcı hükümlerinden kurtulamazsınız. Dengir Mir Fırat, çok güzel ifade etmiş: "Bu madde olmasa, kurumlara hakaret serbest mi kalacak?" Nazlı Ilıcak-SABAH 301 kaldırılmalı 301. madde, tamamen kaldırılmalı mı? Yoksa değiştirilmeli mi? Ben şahsen, "kaldırılmalı" diyenler arasında yer alıyorum. Ne kadar değiştirirseniz değiştirin, bu maddenin düşünceyi sınırlayıcı hükümlerinden kurtulamazsınız. Dengir Mir Fırat, çok güzel ifade etmiş: "Bu madde olmasa, kurumlara hakaret serbest mi kalacak?" Türk Ceza Kanunu'nda zaten "hakaret" suç. Ama bazı özel kurumlara (TBMM, hükûmet, silâhlı kuvvetler ve emniyet teşkilâtı, yargı organları) hakareti "ayrıcalıklı" bir suç haline getirirseniz, "koruma zırhı" kalınlaşır ve aynı ölçüde fikir hürriyeti darbe yer. DTP Mardin milletvekili Ahmet Türk, partisi, Genelkurmay Başkanlığı tarafından 30 Ağustos törenlerine davet edilmeyince, "Bu bölücülüktür" demişti. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, " devletin askeri teşkilâtını alenen aşağılamak" iddiasıyla düzenlediği fezlekeyi Meclis'e yolladı. Türk'ün "eleştiri sınırlarını aştığını" iddia etti. Görüldüğü gibi, 301'de takdir hakkı bir hayli geniş bırakılıyor. 301'den dava açılmasının Adalet Bakanlığı'nın iznine bağlaması da derde derman değil. Yukarıda verdiğimiz örnekten yola çıkalım. Ahmet Türk milletvekili olmayıp da, dokunulmazlığının kaldırılması için TBMM kararı gerekmeseydi, bir yandan, Genelkurmay Başkanlığı, dava açılması için Adalet Bakanlığı üzerinde baskı yapacaktı. Öte yandan, bir takım insanlar veya sivil toplum kuruluşları ve siyasi partiler "düşünce özgürlüğü var, izin verme" diyeceklerdi. Adalet Bakanlığı'nın iznine bağlayarak da, mahkûmiyet yılını indirerek de sorunu çözemeyiz. Ama, milletvekilleri 301. maddeyi toptan kaldırmaya yanaşmayacaktır. Çünkü, aynı madde, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni ve hükûmeti de alenen aşağılamayı suç sayıyor. Dolayısıyla 301, aynı zamanda milletvekilleri ve hükûmet üyeleri için de koruma zırhı oluşturuyor. 301. madde siyasi etkilere açık bir düzenleme. Hatırlarsınız, Hrant Dink de bu maddeden yargılanmıştı. Dink, 6 Şubat 2004 tarihli Agos gazetesinde, "Sabiha Hatun'un gizli sırrı" başlığıyla, Atatürk'ün manevi kızı Sabiha Gökçen'in, yetimhaneden alınmış bir Ermeni olduğunu yazmıştı. Vilâyete çağrılıp, dikkatli olması istendi. 301'e dayanılarak Kemal Kerinçsiz ve arkadaşlarının müracaatı üzerine açılan "Türklüğe hakaret" davası hemen bu olaydan sonra devreye girdi. Kısaca 301'i kaldırmak kolay değil. Çünkü kökü çok derinlerde. DEMİŞ KENDİLERİ.......................
-
Ayağa Kalk Ey Halkım!..
Ayağa Kalkın Efendiler Behey! kaburgalarında ateş bir yürek yerine idare lambası yanan adam! Behey armut satar gibi san'atı okkayla satan san'atkar! Ettiğin kar kalmayacak yanına! soksan da kafanı dükkanına, dükkanını yedi kat yerin dibine soksan; yine ateşimiz seni yağlı saçlarından tutuşturarak bir türbe mumu gibi damla damla eritecek! Çek elini san'atın yakasından çek! Çekiniz! Bıyıkları pomadlı ahenginiz süzüyor gözlerini hala <> karşı! Fakat bugün ağzımızdaki ateş borularla çalınıyor yeni san'atın marşı! Yeter artık Yenicami tıraşı, yeter! Ayağa kalkın efendiler... Nazım Hikmet - 1925
-
Ayağa Kalk Ey Halkım!..
Teşekkür ederim MARCUS....... Efet haklısınız keşke bunu bukadar net anlıyabilselerde tartışma konusu olmasa!!!!
-
TÜRBAN SORUNU - KONUSU - ANA BAŞLIK
Türbanın altındaki ülke Türban neden yasaklı? Çünkü siyasi simgedir. En sık duyduğumuz temel neden bu. Peki neyin ve kimin simgesi? Hangi partinin ya da hangi görüşün? Hazırlayan : M.Serdar KORUCU Gariptir politikacılardan kime sorduysak sahiplenen çıkmadı. Herkes topu birbirine attı. AKP’ye göre de siyasi malzeme, SP’ye göre de, CHP’ye göre de… Ama iş bunu malzeme yapanın kim olduğu sorusuna gelince “türban” ortada kalıyor. Kimse günahı üstüne almak istemiyor. Türbanı dillerine dolayanların “dilleri” karışıyor bu noktada. “Biz kırk kişiyiz kırkımızı da biliriz” gerçekte. Sol için de malzeme türban, sağ için de. Sol, “laiklik elden gidiyor” edebiyatı yapıp “anti türban” politikasıyla çıkar sağlıyor. Sağ ise “yasağı kaldıracağız, inanca özgürlük getireceğiz” diyerek türbanı sokuyor siyasete. Kolay kolay bir konuda anlaşamayan siyasetçilerimiz tek noktada birleşiyor; “türban siyasi malzeme”. Kimin malzemesi sorusunda ise hepsi parmaklarını birbirlerine doğru uzatıyorlar. Aslında bunu ayna karşısında yapsalar cevabı bizde bulacağız onlarda. Uzun söze gerek yok, politikacılar gibi olmayalım. Onların sözlerini aktaralım sizlere, kendiniz karar verin türbanı malzeme yapanlar kimlermiş? Hükümeti sona bırakıp, muhalefetle başlayalım. CHP’den Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen, AKP’yi türbanı siyasete malzeme yapmakla suçluyor. “DİN KUTSAL BİR KAVRAMDIR” “Dine büyük zarar veriyorlar” diyen Öymen, “Din kutsal bir kavramdır. Hiçbir siyasi düşünce ile dini istismar etmemek lazımdır” görüşünde. Peki türban nasıl sorun haline geldi diye soruyoruz CHP’nin ağır topuna, yanıtı yine aynı oluyor; “Bu konunun siyasi istismar meselesi yapılmak istendiği açıktır. Türkiye bir hukuk devletidir. Türkiye’de yüksek mahkemelerin bu türbanın kamu alanlarına, üniversitelere, giremeyeceği konusunda alınmış kesinleşmiş kararlar vardır. Bu kararlara karşı AİHM’e yapılan başvuruda türbanın kamu kurumlarında engellenmesinin İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı olmadığı yolunda sonuçlanmıştır. Buna rağmen türban konusunda bazı siyasi partilerin başta AKP olmak üzere ısrarlı davranmaları yüzbinlerce genç kızımızı mağdur etmektedir. Bu kızlar yasaların gereği olarak üniversiteye giremeyeceği için gelecekte memur olma, öğretmen olma, doktor olma, hakim olma, avukat olma gibi haklardan mahkum kalmaktadırlar. Türkiye devlet politikası on binlerce genç kızımızı ikinci sınıf bir yaşam yaşamaya mahkum etmektedir.“ TUTAMAYACAĞIN SÖZÜ VERME Siyasetçilerin yasalara saygılı olmak zorunda olduğunu vurgulayan Onur Öymen, AKP’yi verdiği sözleri yerine getirmemekle suçluyor. AKP’ye seslenen Öymen, “Yasaları değiştirmek istiyorsanız buyurun değiştirin. Ama üç yılı aşkın zamandan beri bu konuda tek bir yasa tasarısı getirememiştir hükümet meclise. Sadece uzlaşma arayışı şarttır demektedir. O zaman bu konuda çok büyük bir haksızlık yapmış oluyorsunuz binlerce insana. Hem onlara vermiş olduğunuz sözleri tutmuyorsunuz, hem de yüksek mahkeme kararlarını reddediyorsunuz. İnsanları yüksek mahkeme kararlarına aykırı bir tavır içine girmeye zorluyorsunuz. Yerine getiremeyeceğiniz vaatler veriyorsunuz. Avrupa Mahkemesi’nin kararına da ters düşüyorsunuz. Baştan sona girdikleri politika yanlıştır” diyor. “LAİK BAĞNAZLIĞI” Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu, Türkiye’de şimdiye kadar iktidara gelen tüm merkez sağ partileri türban sorunundan sorumlu tutuyor. İşte Yazıcıoğlu’nun türban ile ilgili görüşleri. Haberposta; Türkiye’de türban neden ve nasıl “sorun” haline geldi? Muhsin Yazıcıoğlu : Bazı siyasal partiler söylemleri ile imam hatipleri ve bu değerlere bağlı kesimleri arka bahçesi gibi ifade edince bu kesimlerin tümü sanki siyasi bir hareketin parçasıymış gibi yansıtıldı. Tabi laikliği din ve vicdan özgürlüğü değil de din karşıtlığı gibi anlayan bir kesimin bağnazlığı da buna eklenince başörtüsü meselesi, Türkiye’nin en önemli çekişme konularından biri oldu. TÜRBAN HEP KULLANILDI Haberposta : Türbanı kimler kullandı? Muhsin Yazıcıoğlu : Birçokları tarafından kullanıldı. Mesela TBMM’nin her zaman en az dörtte üçü milliyetçi, muhafazakar kendini sağda sayan öyle takdim eden milletvekillerinden teşekkül etmiştir. Bu milletvekilleri ve onların mensup olduğu siyasi partiler hep başörtüsü meselesini çözeceklerini ifade etmişler ve birbirlerini de bundan dolayı suçlamışlardır. Fakat nedense bir türlü bu sorunu çözmeye yönelik adım atmamışlardır. Hepsinin eline millet güç vermiş, imkan vermiş, millet iradesini temsil etmiştir. Ama bunlardan hiçbirisi çözüme yönelik bir adım atmamışlar sadece laf etmişlerdir. İKTİDAR OLUNCA BUZDOLABINA KOYDULAR Bugünkü iktidar ise 365 milletvekili ile işbaşına gelmiş, iktidar olmuş. Doğrudan böyle bir vaade bulunmamış olsalar bile, onların duruşları, iktidara gelme süreci içindeki vatandaşın bakışı bu sorunu çözecekleri yönündeydi. Onun için güçlü getirmeliyim bunları anayasa değiştirecek kadar güç vermeliyim ki Türkiye’nin bu sorunu atlatmasını sağlayayım diye düşünmüştür. İmanın ötesinde açık seçik “bu bir namus meselesidir”, “şeref meselesidir” demişlerdir. Ve iktidar oldukları zaman bir öncekiler gibi geldikten sonra buzdolabına koymuşlardır. Sadece arada sırada çıkarıp o kutuyu mücevher kutusu gibi sevmişler ellerine almışlar, kutuyu açacak gibi göstermişler, hatta açacak gibi gösterip ortalığı ayağa kaldırmışlar sonra hemen kapatmışlardır. Arkasından da biz bedel ödemeyi göze alamayız demişlerdir. “AYNASI İŞTİR KİŞİNİN LAFA BAKILMAZ” Haberposta : AKP seçim malzemesi olarak mı kullandı türbanı? Muhsin Yazıcıoğlu : Elimizde imanmetre yoktur. Kimsenin imanını ölçecek samimiyet testinden geçirecek değiliz ancak aynası iştir kişinin lafa bakılmaz. Ben burada işe bakıyorum. Hangi adımı attı ne yaptı? Aradan kaç tane başbakan geçti. Bir genelge yayınlarsınız, genelgeler elbette kanunlara aykırı olamaz, bu sebeple itiraz gelirse kanun çıkartırsınız, oradan itiraz gelirse anayasayı değiştirirsiniz, oradan itiraz gelirse millete başvurusunuz. Millete dersiniz ki o zaman benim değiştirmeyi istediğim anayasayı sizin referandumunuza sunuyorum dersiniz. Milletten daha büyüğü yoktur. Ama bunu ancak bir muktedir iktidar yapar. Yani bunlar gibi değil. TÜRBAN SİYASALLAŞTIRILDI SHP Genel Başkanı Murat Karayalçın’a göre, türbanı siyasete sokan Milli Selamet Partisi oldu. Türkiye’de yüzyıllardır başörtüsü olduğunu hatırlatan Karayalçın, “Ancak türban örtünmenin özel bir türü olarak, siyasi İslam’ın bir simgesi olarak gündeme taşınmıştır. “Biz iktidara geleceğiz üniversite rektörleri türbana selam duracaklar” türünden açıklamalarla bu örtünmenin siyasileştirilmesi kararlılığı çok net bir biçimde sergilenmiştir. ANAP DA SORUMLU 1980’li yıllarda Anavatan Partisi, Anayasa Mahkemesi’ne gideceğini bile bile bir yasal düzenlemeye tabi tuttu. “Sorumluluk bizim üzerimizden gitsin. Anayasa Mahkemesi reddetti deriz ve bunun siyasi istismarını yapma sıfatını elde ederiz” diye düşündüler. Ve tam da düşündükleri oldu. Bu 80’li yıllarda Anayasa Mahkemesi’ne götürüldü ve Anayasa Mahkemesi de bildiğimiz kararı aldı. Yani var olmayan bir şeyi, sorun halinde hem de gündemin ön sıralarında yer alan bir konu olarak toplumumuzun önüne kondu. AKP SEÇİM MALZEMESİ YAPIYOR. AKP’nin türban konusundaki tutumunu Karayalçın, “tipik bir siyasi istismar” olarak niteliyor. Bunun siyaset adına üzüntü verici olduğunu kaydeden Murat Karayalçın, “Türkiye’de siyaset toplumsal sorunlar üzerinden yapılmıyor. Siyaset kimlikler üzerinden yapılıyor. Bu da Türkiye siyasetinin en verimli alanlarından bir tanesi. Lehte olanlar için de karşı çıkanlar için de” diyor.
-
TÜRBAN SORUNU - KONUSU - ANA BAŞLIK
Türbanın altındaki ülke Türban yine gündemin "baş" tacı. Meclis Başkanı Arınç'ın "laiklik tanımı" ile başladı, Süleyman Demirel'in "Suudi Arabistan" adresi ile tartışmalı yollara girdi. Hazırlayan : M.Serdar KORUCU Türbanı oy deposu olarak kullanan siyasilerimiz sağolsunlar arayı uzatmadan yine sahneye çıktılar. Meclis Başkanı Bülent Arınç’ın yaptığı “laiklik yeniden yorumlanmalı” sözüyle körüklenen türban ateşi, seçimlere kadar daha da harlanacak gibi. 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel de “Suudi Arabistan’a gitsinler” sözüyle bu tartışmaya katılınca, eski hikaye yeni baştan yazılmaya başlandı. Yaratılan polemik kimin işine yarıyor derseniz, adres belli yanıtını veririz. Ya da en iyisi dönüp yeniden dosya kapağımıza bakmanızı öneririz. Bu da yetmezse önümüzdeki yıl yapılacak seçimleri hatırlatırız. Millet 30 yıldır süren bu tartışmayı değil, icraatı görmek istiyor. Çözecekseniz çözün, çözmeyecekseniz sesinizi kesin demek istiyor. Ama kendi gürültülü tartışmalarından, gözlerinin önüne inen oy sandığından ne bu durumu görüyor ne de bu sese kulak veriyorlar. Başlamışken çuvaldızı da kendimize batıralım. Biz medyanın da işine geliyor açıkçası bu durum. Hiç haber sıkıntısı yaşamıyoruz. “Kaşınmaya” müsait böyle bir konu olduğu müddetçe de “habersiz” kalacak gibi görünmüyoruz. Çuvaldız bize ise iğne de size düşer. Bu sözümüz özellikle kadınlarımıza. Türban serbest ya da yasak olacaksa tek söz sahibi “Türk kadınıdır”. Oysa ne “örtülü”den ne “açık”tan ses var. Neyse devam edelim kaldığımız yerden görüşleri vermeye. Medya dünyasından iki tanıdık sima bugünkü konuğumuz: Hürriyet Gazetesi yazarı Bekir Coşkun ve Aksiyon dergisinin köşe yazarı Ahmet Taşgetiren. Siyaset bilimci Nuray Mert de görüşlerine başvurduğumuz bir diğer değerli uzman oldu. İşte haberposta’ya verdikleri demeçleri… TÜRBAN BAZI KADINLARA YAKIŞIYOR Türban karşıtı görüşlerle tanınır, bilinir oldu Hürriyet yazarı Bekir Coşkun. Gerçekte ise onun karşıt olduğu kadının başındaki örtü değil, o örtüye uzanan eller. Haberposta : Hükümetin türban yasağına ilişkin söylemlerini samimi ve gerçekçi buluyor musunuz? Bekir Coşkun : Tümüyle kullanıyorlar ve samimi değiller. Onlar için bir siyaset aracıdır türban. Ondan dolayı karşı çıkıyorum yoksa hiç rahatsız etmiyor beni türban. Türbanı ben bazı kadınlara yakıştırıyorum. Türbana kimsenin karıştığı yok. Ancak siyasi malzeme haline geldiği zaman itiraz ediyorum. Haberposta: Türban laiklik maddesi ile ilişkilendirildi. Dolayısıyla hukuki bir çıkmazda. Bu açıdan siyasilerin “çözeriz” söylemleri etik mi? Bekir Coşkun: Hayır. Siyasi ahlaksızlık. Haberposta : Türban ve başörtüsü ayrımına katılıyor musunuz? Türban siyasi bir simge mi? Bekir Coşkun : Türban, başörtüsü, sıkmabaş hanımların kendi zevklerine göre başlarını bağlama çeşitleri. Daha çok çeşit bulunabilir. Çok da çeşitleri vardır sanıyorum. Fakat burada türban birden bire “simgeleşti” ve bir siyasi amaç bakımından kullanılan başörtüsü haline geldi. Şekil olarak benzesin benzemesin siyasi olarak kullanılıyorsa ona türban demeye başladık. Türban siyasi bir tavrın adı oldu neredeyse. TÜRBAN İNANCIN GEREĞİDİR Aksiyon yazarı Ahmet Taşgetiren, görüşlerine başvurduğumuz bir diğer gazeteci. Türbanı inancın gereği olarak görün Taşgetiren, “siyasi simge” tanımlamasını yasağa getirilen gerekçe olarak görüyor. İşte Taşgetiren’in görüşleri. Haberposta : Türban siyasi simge mi? Ahmet Taşgetiren : Başörtüsünü takan insanlar bunu dini inançlarının gereği olarak taktıklarını ifade ediyorlar. Bana göre de öyledir. Siyasi simge tanımlaması dışarıdan bir tanımlamadır ve başörtüsü yasağına gerekçe üretebilmek amacıyla bulunmuş bir formüldür. Bu tanımlama başörtüsü takanlar tarafından kabul edilmiyor. “DUYGU KIRILMASI YAŞANIYOR” Haberposta: Peki iktidar seçim öncesi verdiği vaatleri yerine getirmede ne kadar samimi oldu? Ahmet Taşgetiren : Bu konudaki beklentiler henüz karşılanmış değil. Hükümetin başörtüsü yasağını kaldırma yönündeki arzuları henüz fiili planda uygulama alanında ortaya çıkmadı. Bu alanda hükümet ve AKP eleştirilebilir. Nitekim bu inanç özgürlüğünün genişlemesini isteyen, başörtüsü yasağının kalkmasını bekleyen çevrelerde de bu konuda bir duygu kırılması mevcut. Ancak şu da biliniyor ki sadece mevcut iktidarın böyle bir arzu besliyor olması çözümü getirebileceği anlamına da gelmiyor. Çünkü başka alanlarda ciddi tıkanmalar söz konusu. Şu an meclisten bir karar çıkartsanız bile Anayasa Mahkemesi’nin 1989’daki kararına çarpacak. Dolayısıyla ortada meclis iradesini bile devre dışı bırakan bir durum söz konusu. İktidarda AKP değil CHP de olsa bu sorun gene olacak. BU KARAR KIYAMETE KADAR SÜRMEZ Haberposta: Seçim öncesi AKP bu durumu bilmiyor muydu? Ahmet Taşgetiren : AKP biliyordu muhakkak. Bu tür mesajlar bir irade beyanıdır. Anayasa Mahkemesi’nin verdiği karar kıyamete kadar sürebilecek bir karar değil. Anayasa Mahkemesi’nde biliyorsunuz 11 kişi karar veriyor. 6’ya 5 bu kararlar çıkıyor. Anayasa Mahkemesi’nde üyelerden birisi yorum değişikliğine gitse Anayasa Mahkemesi’nin kararı değişebilir. Toplumun bir talebi söz konusu. Bu talep CHP için de söz konusu AKP için de. Yani CHP ben başörtüsü konusu ile ilgilenmiyorum diyemez. Toplumun % 75’i başörtüsü serbest olsun diyor. Bu ülkedeki kadınların çok büyük bir kısmı başörtülü. Siz kadınları aşağılayıcı bir kararı böyle sürdüremezsiniz. Haberposta : Peki siyasilerin tavrı etik mi? Ahmet Taşgetiren : Diyelim ki AKP bunu bir sorun olarak kabul ediyorsa, CHP bunu sorun olarak da kabul etmiyor. Düşünebiliyor musunuz? Peki bu etik mi? Bunu da sorabilirsiniz. Türkiye’de bir siyasi parti toplumun çok büyük kesiminin özgürlük sorunu var dediği olayı sorun kabul etmiyor. Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararı da tartışabiliriz. Ama başörtüsü konusu Türkiye’de çözülmesi gereken bir sorundur. Türban sorununu irdelerken bir siyaset bilimcisinin kapısını da çaldık. Öyle ya bu sorun hep bir noktada gelip “siyasete” takılıyor. Daha doğrusu kadının başörtüsü siyasetten bir türlü kurtarılamıyor. “SİYASAL SİMGE OLSA NE OLUR” Haberposta: Başörtüsü - türban ayrımına katılıyor musunuz? Türban siyasi simge mi? Nuray Mert : Evet, geleneksel ‘anneanne’ başörtüsü ile modernleştirilmiş başörtüleri arasında stilin ötesinde fark var. Yeni stiller, şehirleşmiş, modernleşmiş kızların farklılık vurgusu. Yıllar önce, Nilüfer Göle bu konuya değinmişti. Ondan sonra da bir sürü yorum yapıldı. Bazıları için siyasal simge olabilir, ama illa şeriat devletine gönderme yapan bir siyasetin değil, kimliğe gönderme yapan bir siyasal duruşu sergiliyor olabilir. Bence, siyasal simge olmasının hiç bir sakıncası yok. Şiddet içermedikçe nasıl diğer siyasal simgelere karşı çıkmazsak, buna da karşı çıkılmaz. “İKİ TARAFLI İKİYÜZLÜLÜK” Haberposta : Türban siyasi malzeme olarak kullanılıyor mu? Nuray Mert : Bence seçim öncesinde AKP, türban konusunda büyük vaatlerde bulunmadı. Bu konuya fazla bulaşmak istemedi. Seçmende, AKP’yi bu konuda sorgulamama yolunu seçti. Ortada bir ikiyüzlülük varsa, bu iki taraflı bir ikiyüzlülük. Ben seçim öncesinde, beni ziyarete gelen başörtülü kız arkadaşlara, ‘bana değil AKP’ye gidip bu konuda söz alın’ diyorum. Bu anlamda kimse ciddi bir kamuoyu baskısı yapmadı. “OY ALIP BİR ŞEY YAPMIYORLAR” Haberposta : Anayasa Mahkemesi başörtüsünü laiklik ilkesi ile ilişkilendirdi. Hukukçulara göre laiklik ilkesini kaldırmadan bu sorunu çözmek mümkün görünmüyor. Türbanın sonu ne olacak? Nuray Mert : Anayasa Mahkemesi bu konuyu laiklik ilkesi ile ilişkilendiriyor, bu bir içtihad meselesi ve nihayetinde teknik ve hukuki bir mesele değil. Bana sorarsanız, başörtüsü yasağı ile laiklik ilkesini ilişkilendiremezsiniz. Dediğim gibi bu bir yorum meselesi. Dahası, bu sadece AKP’nin meselesi değil, elli yılı aşkın zamandır, Türkiye ağırlıklı olarak sağ-muhafazakar hükümetler tarafından yönetiliyor, bu hükümetler başörtüsü sorunu olan kesimden oy alıyor ve bunca zamandır bir şey yapmıyor. Bu AKP’yi kapsayan fakat onu aşan bir sorun. Merkez sağda hep ikiyüzlü siyaset yapılıyor. Dindar vatandaşın oyu alınıp, liberal ekonomik politikalara destek yapılıyor. Ama sonuçta elli yılı aşkın zamandır seçmen de hesap sormuyor. ‘İktidar olduk ama, muktedir olamadık’ masalıyla seçmen oyalanıyor, nedense, sorun çözmek için muktedir olamayanlar, ihale almak-vermek gibi konularda son derece muktedir. ‘Madem, atanmışlar seçilmişlerin hep yolunu kesiyor, etrafınızı zenginleştirirken, ihale verirken nasıl oluyor da önünüzü kesmiyorlar’ diye soran yok. Elli yıldır, bu masalları tutturmuşlar gemilerini yürütüyorlar, itiraz eden olmadığı sürece de yürütecekler. Olay bundan ibaret.
-
TÜRBAN SORUNU - KONUSU - ANA BAŞLIK
Türbanın altındaki ülke Sorduğumuz bir çok sual vardı dünden. Bunlara yenileri de eklendi. Türbanı kullanarak oy toplamak siyasi etiğe sığar mı? Üniversitelerde türban sorunu çözülür mü? Türban siyasi bir simge mi? Türban ve başörtüsü arasında fark var mı? Hazırlayan : M. Serdar KORUCU Türban yazı dizimizin ilk bölümünde hukukçuların görüşlerine yer vermiştik. Üç profesörün ortak kanaati sorunun çözümsüzlük noktasına getirildiği yönünde. Zira hukukçulara göre; "Türban laiklikle ilişkilendirildiği için" bir kördüğüm oluştu. Bunu çözmek ise neredeyse "imkansız". Bugün de yazar ve gazetecilere başvurduk görüşleri için. Soruna bakış açılarını, türbanın şu andaki durumunu irdeledik. Bu görüşlere geçmeden önce türbanın hayatımıza girişine bir gözatalım isterseniz. Türban Fransızca kökenli bir sözcük. Tanımı da şöyle: Her türden yumuşak kumaştan yapılabilen ve kumaşı büküp saç görünmeyecek biçimde başa dolayarak oluşturulan başlık. Bu kelime Fransızca’dan Türkçeye girip, nasıl “siyasi simge” oldu derseniz bunun için 1984 yılına gitmemiz gerekiyor. Bunu yapınca da trajikomik bir manzara çıkıyor ortaya. FRANSA’DAN GELDİ, İRTİCACI OLDU Yıl 1984… Üniversitelerde başörtüsü sıkıntısı had safhada. Başbakanlık koltuğunda Turgut Özal, YÖK Başkanlığında ise İhsan Doğramacı oturuyor. Özal bastırınca, YÖK Başkanı Doğramacı “dahiyane” bir çözüm buluyor. “Başörtüsü değil ama isteyen türban takarak üniversiteye gitsin” diyor. Gerekçede şu; türban çağdaş, başörtüsü ise çağdışı. YÖK’te yapılan oylama ile karar yürürlüğe giriyor. Doğramacı türbanı hayatımıza sokan bu kararı basına şu sözlerle açıklıyor: “Başörtüsü takılmasının önlenmesi için üniversitelere talimat verdik. Kız öğrencilerimiz modern anlamda türban takarlarsa buna izin veriyoruz. Bizim kararımızda kız öğrencilerimiz isterlerse sınıfta modern giyim biçimi olan türban giyebilirler.” O dönemden bir ilginç not daha aktaralım hemen; Kız öğrenciler, taktıkları örtünün türban olduğunu tescil ettirmek için Vakko gibi büyük mağazalardan “Bu bir türbandır” yazısı alarak okul yöneticilerine veriyorlar. Nereden nereye değil mi? Modern diye hayatımıza sokulan türban, aradan geçen 22 yıl sonunda “irticanın” sembolü oluyor. O dönemde “çağdışı” bulunan başörtüsü ise “çağdaş”, “geleneksel örtümüz” sınıfına terfi ettiriliyor. AYDINLAR NE DİYOR? Yazar ve gazetecilerin konuya bakışına dönelim tekrar. Gazeteci Ahmet Hakan Coşkun, “Türban sorunu yoktur” diyerek başlıyor söze ve hemen ekliyor: “Herkesin kafasında var o sorun.” Siyasetin çözüm üretme merci olduğunu hatırlatan Coşkun, AKP’yi bu konuda samimi bulmasına rağmen bir noktaya dikkat çekiyor. “Hükümetin bu konuda çaba sarf etmediğini düşünüyorum” diyen Coşkun nedenini de şöyle açıklıyor: “Bunu da böyle bir girişimde bulunduğu takdirde bir gerilimin ortaya çıkacağı için yapmıyorlar. Ama yapmaları lazım. Benim kanaatim bu. Bazı Anayasa Mahkemesi kararları var ama onları aşmak için bazı yollar da var. Meclis birtakım kararlar alabiliyor.” Ahmet Hakan Coşkun’a göre sorun gözüktüğü gibi çözümsüz değil. Bunun anahtarı iktidarın ve dolayısıyla meclisin elinde. “Meclis büyük bir konsensüsle bir karar aldığı zaman uygulamaya sokulabilir. Olmaz diye bir şey yok” diyen Ahmet Hakan, siyasilerin verdikleri sözden dönmesini ise “etik dışı” olarak nitelemiyor. Buna karşın siyasetin çözüm üretmesi gerektiğini, bu konuda da ortada bir sorun olduğunun altını çiziyor. Ahmet Hakan Coşkun, sorunun hukuki boyutuna da değiniyor ve bu konuda hukuk dünyasında da bir konsensüs sağlanmadığını vurguluyor. Coşkun; “Bazı hukuk profesörleri de pekala bunun yollarının olduğunu söylüyorlar” diyor. AKP TÜRBAN KONUSUNDA SAMİMİ Türban konusunda görüşlerine başvurduğumuz bir diğer isim de Gazeteci Nazlı Ilıcak. Köşesinde bu konuyu defalarca dile getiren Ilıcak, bakın sorularımızı nasıl yanıtladı. Haberposta: AKP’nin seçim öncesi “türbanı çözeceğiz” söylemini samimi buluyor musunuz? Aradan geçen 4 yılda neden bir adım atılmadı? Nazlı Ilıcak : Ben samimi buluyorum söylemlerini. Ama Tayyip Erdoğan kurumlar arası bir mutabakattan söz ediyor. Bu da geçekçi bir davranış. Çünkü bu gerçekten sadece talep etmekle olmuyor. Bazı çevreler buna direndiği gibi, Anayasa Mahkemesi bir kanun değişikliğine de geçit vermez. YÖK’te gerekli bir değişiklik yapılmadan başörtülü kızların üniversiteye girmesine hoşgörü ile bakmaz. Bu bir kanun meselesi değil. Zaten böyle bir kanun var. Serbestlik tanıyan bir kanun. Ama Anayasa Mahkemesi’nin bir yorumundan dolayı bugün yasak var. Yeni bir kanun çıkartmanın manası yok. Ancak anayasa değişikliği ile laikliğin bir tarifi getirilebilir. Ve bu tarif çerçevesinde yeniden bir değerlendirme ile yeniden bir içtihat değişikliğine gidilebilir. LAİKLİK YENİDEN TANIMLANMALI Haberposta: Yasak laiklik ilkesi ile ilişkilendirildi. Bu madde kalmadan yasak kalmaz diyor hukukçular. Laiklik ilkesinin ise değiştirmesi dahi teklif edilemez Nazlı Ilıcak : Başörtü yasağını kaldırmak için laiklik ilkesini değiştirmeye gerek yok. Laikliğin doğru bir tarifini yapmak lazım. Burada laikliği yanlış yorumluyor Anayasa Mahkemesi. Onun için ben diyorum ki 24. maddede çok muğlak bir ifade var. Başörtüsünün laiklikle alakası yok. Laiklik nedir? Bir yandan devletin dini esaslara dayandırılamayacağı, diğer yandan da inanç özgürlüğü, din özgürlüğü demek. Başörtüsü takan kişiye tam tersine laiklik gereği devletin müdahale etmemesi gerekir. Bu doğru yorumun benimsenmesi gerekir. Fransa’da da laiklik ilkesi var ama orada başörtüsü ile üniversiteye gidilebiliyor. “DARBE CUMHURBAŞKANLARI SEÇTİ” Haberposta: Peki sorun nasıl çözülür? Nazlı Ilıcak : Tabii ki çok zor ama Anayasa Mahkemesi’nin değişmesi lazım her şeyden önce. Mesela “Anayasa Mahkemesi’nin üyelerini meclis seçer” dediğiniz vakit her şey değişir. Çok basit bir şekilde yorum da değişir. Netice itibari ile dikkat ederseniz hep Cumhurbaşkanı seçti. Cumhurbaşkanları da darbe döneminin cumhurbaşkanları idi çoğu zaman. Öbürü de zaten Özal’ın seçtikleri, doğrusu halkın değerlerine yakın kararlar verdiler ama Demirel de 28 Şubat dönemine denk geldi. Onun da seçtikleri bir farklı çoğunluk oluşturdu. Sonuçta millet adına doğru dürüst karar verilmiyor. O bakımdan Anayasa Mahkemesi’nin seçim tarzı değişirse her şeyin çok daha kolay değişebileceğini, anayasaya bir laiklik tarifi konulduğu takdirde arzu edilen noktaya gelineceğini düşünüyorum. KÖŞKTE AKP’Lİ OLURSA… Haberposta: Peki AKP bunu neden yapmıyor? Nazlı Ilıcak : Anayasanın değiştirilmesi o kadar kolay bir şey değil. Cumhurbaşkanlığında AK Parti ya da onun değerlerine yakın bir insan oturduğu takdirde anayasa değişikliği biraz daha kolaylaşacak. Çünkü salt çoğunlukla geçirseniz bile bu değişikliği referanduma götürebiliyor cumhurbaşkanı. Veya anayasaya öyle bir hüküm koyarsınız ki bazı konularda halka gidilebilir diye. Şu anda gidilemiyor, referandum yapılamıyor. O zaman böyle bir referandum ile bu meseleyi halledebilirsiniz. Yani aslında çözümler yok değil. “AKP YETERİNCE ÇABA HARCAMADI” Haberposta; Seçim öncesi AKP “türban namus borcumuz” dedi. Peki iktidara gelince yeterince çaba harcadılar mı bu konuda? Nazlı Ilıcak : Çok fazla çaba harcamamış denilebilir. Çözüm de o kadar kolay değil aslında. O zaman ne yapacak ülke gerginlik içinde olacak ve sürekli başarısızlığa uğrayacak AK Parti. Bunu yapmak kolay bir şey değil. En azından medyanın büyük bir desteği lazım ki; medya başörtülü insana takmış durumda. Çankaya, medya, YÖK, Anayasa Mahkemesi, Danıştay bunların hepsi birlikte hareket ediyorlar. O bakımdan yeterince çaba sarf etmemiş olabilir AKP. Haberposta: Başörtüsü ve türban ayrımına katılıyor musunuz? Nazlı Ilıcak : Başörtüsü ve türban aynı şeyler. Aslında o herkesin örttüğü alelade başörtüsü dört köşe öylesine bir bez. Netice itibari ile saçını göstermemek üzere başını örtüyor kimi, kimisi de geleneksel olarak bağlıyor. Öyle bir ayrım yapılabilir ama sonuçta her ikisi de başörtüsüdür. bu yazılar belki bişeyler ekler birikimlerimize!!!!!
-
Baskın Oran DTP'lileri şok etti...(Baskın Oran kimdir?)
Anayasa’dan Atatürkçülük kalkar mı?(Baskın Oran) Atatürkçülük diye kendini paralayan bir anayasamız var. 12 Eylül cuntacıları neden Atatürk’e bu kadar sarıldılardı, onların gerek ideoloji gerekse ezber icabı bugünkü izleyicileri niye bu kadar sarılıyorlar, anlatmayı meşhur fıkraya bırakalım. Molla dua ediyormuş: “Allahım, sen bana iman bahşet”. Bektaşi duymuş, duyuracak biçimde de mırıldanmış: “Allahım, sen bana rakı bahşet”. İzah da etmiş: “Eh, herkes kendinde olmayanı ister”. Mollanın buna ne dediği bilinmiyor ama, "Atatürk kurucumuzdur. Kurucu liderimizdir. Elbette Anayasa'da Atatürk'e vurgu yapılır. Ama Atatürkçülüğe vurgu yapılmasına, ilke ve inkılaplarına ideoloji bağlamında yer verilmesine gerek yoktur. Renksiz bir anayasa lazım " dediği için kendini TBMM’ye sokamadan başını derde sokan AKP milletvekili Prof. Zafer Üskül’e seçim sonucu iyice demoralize olmuş “Kemalist”lerin nasıl saldırıverdikleri malum. Dut yemiş bülbüle dönen Baykal: “Dakika bir, gol bir!" diyerek canlandı. 184 oyla cumhurbaşkanı seçilebilen bir ülkede bunun toplantısı için 367 gerektiğini ortaya atan ve de (torunlarımız vallahi inanmayacak ama) Anayasa Mahkemesi sayesinde tutturan Yargıtay Onursal Başsavcısı S.Kanadoğlu bu sefer anlamlı konuştu: “O zaman siz ulus-devletin ortadan kalkmasını veya zayıflatılmasını istiyorsunuz” dedi. Vallahi öyle. Aynen! Türkiye Cumhuriyeti’nin devam edebilmesi için ulus-devletin zayıflatılmasını hatta ortadan kalkmasını istiyoruz. Hemen anlatayım. “Atatürkçülük”, “Yukarıdan Devrim”, “Ulus-devlet” Çok sayıda makalenin dışında “Atatürk Milliyetçiliği” adlı 300 küsur sayfalık kitap da yazdım ama, Atatürkçülük nedir bilmiyorum. Bilenlere de şaşıyorum. Çünkü Atatürk aramızdan ayrılalı 70 yıl oldu. Türkiye gibi bir ülkede 70 saatte bir herşey baştan aşağı değişirken 70 yıl içinde aynı içerikte kalmış bir ideolojiden bahsedilebilsin, pes. “6 Ok” diyecekseniz, hiç kendinizi yormayın: Cumhuriyetçilik: En tartışılmayan ilke. Çünkü 1923’te Saltanat’ın yerine Cumhuriyet geldi ve bir daha kimse tartışmadı. Şimdi ise “demokrasi karşıtlığı” anlamına gelir oldu! Laiklik: En tartışma yaratan ilke. “Laikçilik” biçimindeki yorumu “kamusal alan”a türbanlıların sokulmasını yasaklıyor. Sokak da kamusal alanın en önde geleni; oradan hesap edin. Yok, resmî daireleri kastettim diyorsanız o zaman vergi ödemeye giden başıbağlı kadını da sokmayın. Halkçılık: Sakın ola başka bir şey sanmayın, “İmtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz” deyip emeğin örgütlenmesini yasaklamış ilkedir. Devletçilik: İsterseniz hiç açmayalım. Biz gençliğimizde bunu sosyalizm sanıyorduk, bunu söyleyeyim yeter. Devrimcilik: “Reform” ve “ihtilal” gibi iki birbirine zıt kavramı birden anlatmak yüzünden anlamsızlaştı. Bu yüzden de kimileri askerî darbeyle sosyalizm kurmak, kimileri de kızların başını zorla açtırmak biçiminde anladı. Milliyetçilik: 1920 ve 30’larda yarı-feodal bir imparatorluğu bir ulus-devlet’e, ümmet’i ulus’a, tebaa’yı da vatandaş’a dönüştürebilmek için şart olan yukarıdan devrim’i (YD) yaparken kaçınılmaz olan tekdüzeleştirme ideolojisiydi. Ama, sosyal sınıfların ve başta etnik grup kimlikleri olmak üzere çeşitli tanınma taleplerinin artık arş-ı âlâya yükseldiği bugünün Türkiyesinde tam bir bölücülük. Çünkü Türk milliyetçiliği Kürt milliyetçiliğini tetikliyor, o da onu. “Milliyetçilik Türk toplumunun çimentosudur” (Hürriyet, 22.03.2007) diyen, MHP kökenlileri birinci sıraya yerleştiren, 301’i savunan ve “ortanın sağında” olduğunu ilan eden Baykal’dan pay biçin. Şu “devrimcilik” meselesini biraz daha açacağım. İç dinamiği tembel (yarı-feodal) ülkelerde Batıcı seçkinler (aydınlar) devleti bir biçimde ele geçirirler (1923) ve getirdikleri Batıcı yasaları kullanarak bir ana model değişikliğine giderler yani “yukarıdan devrim” yaparlar (1920’ler, 30’lar). Tabii ki kaçınılmazdır ama zorlamanın da şahıdır. Çünkü bir ulus-devlet eliyle yürütülür. Bizde herkesin üniter devlet’le karıştırdığı bu kavram, ulusun tek bir etnik gruptan oluştuğunu varsayan devlet türünün adıdır. Varsaydığı şey hayal olduğu için de asimilasyona girişir. Yani ulus-devletin soyadı “asimilasyon”dur. İşte bu yüzden, kuruluş döneminden sonra da sürdürülürse, aynen milliyetçilik gibi milleti param param parçalar. (Örnek almaya bayıldığımız Fransa üniterdir ama Korsika adasının ayrı yönetimi vardır, Alsace’da Fransızcaya tercüme bile edilmemiş Almanca yasalar geçerlidir, mahkemelerde Alsasça duruşma yapılır, vb. Bkz. http://www.ba.metu.edu.tr/~adil/baskin/296...5-02-2005).doc). Dahası, YD çocuk oyuncağı değildir; 1 defa yapılır. Yeni temel düzen kurulduktan sonrası, artık tetiklenmiş toplumsal dinamiklere kalmıştır; ilerlemeyi onlar sağlar. Nitekim mükemmelen sağladılar da: 2001-2004 AB Uyum Paketleri! Her istediğim hemen oluvermiyor diye ishal olmuş gibi “YD” daha doğrusu darbe yapılmaz. Yoksa hem bin güçlükle yaratılmış iç dinamiğin oluşumu sıfırlanır (1960, 1971), hem de ilerici yerine gerici modeller ortaya çıkar (1980). Üstelik millet de çok sert tepki verir ve darbenin antitezini pat diye iktidara getiriverir: 27 Mayıs 1960’ın ardından 65’te Demirel. 12 Mart 1971’in ardından 74’de Ecevit. 12 Eylül 1980’in ardından 83’te Özal. 28 Şubat 1997 muhtırasının ardından 2002’de AKP. 27 Nisan 2007 e-muhtırasının ardından da, güüüm, bugünkü durum. Böylece, darbe yapamaz hale gelirsin. O zaman başlarsın daha kötüsüne: Kendin gibi düşünen “sivil”lere “YD” yapsınlar diye telkine. Bazı yüksek mahkemelerin son dönemde verdiği son derece tartışmalı kararların tarihteki yeri işte budur. Ne hukuk ne de adalet duygusu bırakmıştır. 1920 ve 30’larda hukuk kullanılarak inşa edilenlerin devamı 2000’lerde yine hukuk kullanılarak yıkılmıştır. Artık YD, eski seçkinlerin yerlerini kaybetmeme telaşına dönüşmüştür. Eskinin “din elden gidiyor”unun modern karşılığı “laiklik elden gidiyor” paranoyası kullanılarak. Atatürk = Muasır Medeniyet Onun için, Anayasa’dan Atatürkçülük gibi ne anlama geldiği artık şaşmış, üstelik Atatürk tüccarlarının rant kapısı haline gelmiş bir terim bal gibi kalkar ve çok da iyi olur. Ezber artık terk edilir. Onun yerini, Atatürk’ün çağdaşlaştırıcı işlevini bugüne adapte etmek alır. O büyük adam YD’nin bütün amacını şöyle tanımlamıştı: “Muasır Medeniyet’e ulaşmak ve onu geçmek!” 1920 ve 30’larda “muasır medeniyet” o tarihlerin B.Avrupası idi, Türkiye bugün o faşist ortamdan fersah fersah ileride. O açıdan Atatürk çok başarılıdır. Ama, ezberci oldukları için, “Kemalistler” değil. Çünkü Türkiye bugünün muasır medeniyeti B. Avrupa’dan fersah fersah geride. O kadar ki, bu geriliği en “solcu”larımız bile “AB emperyalisttir” diyerek örtmeye çabalıyor. Sanki devletlerden başkası emperyalist olabilirmiş ve AB de bir demokrasi projesi değil de devletmiş gibi. Bugünün muasır medeniyetine ulaşmak 1920 ve 30’ların ideolojisiyle olmaz. Neyle olacağını, tarihin tanıdığı başıca merkeziyetçi devlet olan ve Kemalistlerin de her fırsatta gönderme yaptıkları Fransa’nın sosyalist başkanı Mitterrand’dan dinleyelim (1981): “Fransa’nın kurulabilmesi için, geçmişte güçlü ve merkeziyetçi bir iktidara gereksinme duyulmuştur. Bugün ise, dağılmaması için, yasal iktidarın ağırlıklı olarak yerel yönetimlere bırakılması zorunlu duruma gelmiştir” (Oktay Uygun, Federal Devlet –temel ilkeler, kurumlar ve uygulama, İst., Çınar Y., 1996, s.194-5).
-
Baskın Oran DTP'lileri şok etti...(Baskın Oran kimdir?)
Ay yıldızlı bayraktan yana tarafsız olmak.(Baskın Oran) Cat Stevens içinde bulunduğu ortamdan, Yusuf İslam adıyla Müslüman olmak sayesinde kurtuldu. Kürtler, milliyetçilik sayesindedir ki kimliklerine saygı talep edebildiler. Kemalizm Türkiye’yi yarı feodal bir imparatorluktan alıp ayakları üzerine kaldırdı. Yani, ideolojilerin çok yararlı kimi yönleri olduğu kesin. İsterseniz ideoloji yerine laik olan ve laik olmayan dinlerin diyelim; hemen anlatacağım. Ama, onların en az bir yönüne itirazım var: Akla değil de iman’a dayanmalarının doğal sonucu olarak, düşünmeyi ve tartışmayı yasaklamalarına. Daha iyi anlatabilmem için, bu sütunlarda 23.12. 2007’de çıkan “1938” makalem hakkında, bir eposta listesine yazılan şu iletiyi birlikte okuyalım: Kafamıza uymayana, “filtre” “Eylül 1925 Şark Islahat Planı diye bir şeyden bahsediyor B.Oran. Ve tüm kurgusunu bu Plan üzerine temellendirmiş. Ve tüm argümanını bu planın tek tek maddeleri üzerine kurmuş. “Ben şahsen samimi olarak merak ediyorum. Herhangi bir kurum veya grup ya da kişi kendince görüş şeklinde bir plan mı hazırlamıştır? Yoksa bu gizli de olsa resmi bir hükümet planı mıdır? Evet, gerçekten net bilgi elde edebilir miyiz?” Benden bilgi istenince, şunları yazıp yolladım: “Şark Islahat Planı Ş. Sait isyanının bastırılmasından sonra derhal hazırlanmaya başlandı. 08 Eylül 1925 tarih ve 2536 sayılı, ‘Türkiye Reis-i Cumhuru Gazi Mustafa Kemal’ imzalı Bakanlar Kurulu kararı gereği şu isimlerden meydana gelen bir Şark Islahat Kurulu oluşturuldu: “- Mahmut Esat (soyadı: Bozkurt. Bozkurt-Lotus davasındaki rolüyle ve çok önemli devrim yasalarının [Medeni Kanun, Ceza Kanunu, Borçlar Kanunu, vb.] çıkarıldığı dönemde adalet bakanı oluşuyla bilinir. Daha az bilinen yönü, kimi ilginç sözleridir: "Türkün en kötüsü, Türk olmayanın en iyisinden iyidir", "Türk devleti işlerini Türklerden başkasına vermeyelim. Türk devleti işlerinin başına öz Türklerden başkası geçmemelidir. Yeni Türk Cumhuriyetinin devlet işleri başında mutlaka Türkler bulunacaktır", "Benim fikrim, kanaatim şudur ki, dost da düşman da dinlesin ki, bu memleketin efendisi Türktür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır" Bu son alıntı, kendisinin Ödemiş söylevindendir). Mustafa Abdülhalik (soyadı: Renda. TBMM Başkanı. Daha az bilinen yönü, 1915 Ermeni Katliamlarında Bitlis ve Halep valiliklerinde bulunarak olaya çok aktif biçimde katılmış olmasıdır). M. Cemil (soyadı: Ubaydin. İçişleri bakanı). Mirliva Kazım (soyadı: Orbay. Genelkurmay ikinci başkanı). “Plan, 25 Eylül 1925 tarihinde yürürlüğe kondu. Resmîdir. Arkadaşımızın bu Plan konusunda kuşku belirtmesi beni iki açıdan mutlu etti: 1) Her şeyden kuşku duymak, bilimsellik'in bir numaralı gereğidir; 2) İnsanlar iman ettikleri şeylerden önemli bir tanesinin yanlış çıktığını görünce gerisinden de kuşku duymaya başlarlar ve gerçeğe erişmeleri böylece kolaylaşır.” Şimdi, “Resmî bir hükümet planıdır” biçimindeki kesin bir cevaptan ve bu kadar ayrıntıdan sonra ne beklersiniz? Şu cevap geldi: “Evet. Eğer böyleyse, bu açıkça görüldüğü gibi hükümete sunulmuş bir rapordur. Hükümetlere her zaman sayısız raporlar sunulur. Önemli olan o raporların hükümet veya Meclis’ce kanun, kararname, yönetmelik, vb. haline getirilip getirilmediğidir. Bu durumda, B.Oran’ın yazdığı yazıyı ciddiye almadığım gibi, bundan sonra ondan gelenlere de filtre koymak durumundayım. Tabii, herkes kendi bildiğine inanmakta serbest ve özgür.” İyi de, bu tutumun bir İslamcıdan ne farkı var? İman ettiği şeye uymayan bir yazıyı “filtre” ederek ona gözlerini kapatıyor. Hacca giden dindaşlarımız da 2003’te havalimanındaki Zeki Triko mayo reklamlarının üstünü kapattırmışlardı. Arkadaşımız iktidarda olmadığı için ancak kendi gözünü kapatabiliyor. Olsaydı, bu zihniyetle belki bizimkini de kapatabilirdi. Demek ki bu bir din veya milliyetçilik meselesi değil; iktidarda olup olmamak meselesi. Tabii ki bütün bunlar hep vatan için. Ama tam da bunun için tehlikeli. Susurluk çetecileri de yaptıklarını kelimesi kelimesine aynı gerekçeyle savunmuşlardı. Sadece, “vatan” yerine “devlet” diyerek. Devletin filtresi Bu örneği isterseniz saymayalım. Çünkü devleti temsil etmiyor. Memurları, hatta memurların en bağımsızını, yargıçları alalım. Hatta, Yargıtay başkanının en bağımsız davranacağı emeklilik töreninde söylediklerini: “Hakimler bağımsız, teminatlı ve tarafsız olmalıdır. Ama hakimin taraf olacağı olaylar da vardır. Hakimler Türkiye Cumhuriyeti’nden yana taraftır. Hakimler üniter devletten, bölünmez bütünlükten yana taraftır. Taraf olmuştur, olacaktır. Ay yıldızlı bayraktan yana taraftır” (CNN Türk.com, 26.12.2007). Çok önemli sözler. Çünkü: 1) Yasalar bunları içeriyorsa söylemeye zaten gerek yok. İçermiyorsa, o zaman Başkan yargıçların TBMM yerine geçip kanun üretmesini ve bu ürettiğini uygulamasını istiyor. Bunun adı literatürde “Yargıçlar Devleti”dir ki, Montesquieu’nün 1748’de Yasaların Ruhu’nu yazdığından beri demokrasinin özü sayılan “kuvvetler ayrımı”nı söker atar. Bu durumda yargıçların yasa yapıp uygulamasının, din adamlarının tıbbi etik kurula sokulması (Milliyet, 26.12.2007) gibi tüylerimizi diken diken eden bir olaydan ne farkı var? Aslında var tabii: AKP bunu din adına, Yargıtay Başkanı ise milliyetçilik adına yapıyor. Peki, o zaman kuvvetler ayrımını ihlal (ve ayrıca kanunsuz yetki kullanma) açısından din ile milliyetçilik arasında ne fark kaldı? 2) Demokrasi kavramı yargı tarafından bu kadar “farklı” yorumlanırsa, yargıçların bu yaklaşımla verecekleri kararları ne yapacağız? Başkan şöyle diyor: “Kesinleşmedikçe eleştiremeyeceksiniz” (Türk Hukuk Sitesi, 06.09.2006).. Yani, “Adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs” başlıklı TCK 288’i böyle yorumluyor. Prof. Kaboğlu buna karşı diyor ki: “O zaman, Van rektörünün tutuklanmasını ve evinin aranmasını eleştiren binlerce kişinin hapse atılması gerekirdi”. Av. Fethiye Çetin’in söylediğiyse ilke açısından daha çarpıcı: “Bu sözler her şeyden önce yargı mensuplarına güvensizliğin ifadesi. Ayrıca, kesin kararı beklerseniz eleştirinin ne anlamı kalır?” Zavallı Hrant. Kendini gazetesinde savunduğu için 288’in hışmına uğramış, ancak ölerek kurtulabilmişti. Acaba, mesele sadece 288’in hışmı mıydı yoksa maddeyi öyle yorumlayan “bağımsız, teminatlı, tarafsız” yargının “ay yıldızlı bayraktan taraf” olması mı? 3) Türkiye’de siyasal cinayetlerin artık sadece “ay yıldızlı bayrak” bahanesiyle işlenmeye başlandığı bir dönemde Yargıtay başkanının bu konuşması ne kadar yararlı bir ortam yaratır acaba?
-
Ayağa Kalk Ey Halkım!..
sonra da Allah'a "gerçekten" inanıp, onu da düşünürsünüz belki .................................... mtmtk5 sizi anlamaya çalıştım ama çıksssss imkansızlaştı.....sadece bu konuya degil genelde yaptıgınız yorumlara baktım sakız ve cep telefonu elinzdeki tek araç gibi geldi bana!!!bir arkadaşımızın dedigi gibi çelişki dolusunuz...bence siz önce oturun hangi konuya nassı bir yorum yapacagınızı düşünün ve öyle yazın lütfen!!!!!
-
301 hakkında görüşleriniz nedir ?
Tartışmalı 301'inci maddeden 21 ayda 12 kişi hüküm giydi, 18 dava halen devam ediyor... CHP'nin 'virgülünün bile' değişmesine karşı çıktığı, AKP'ninse henüz net bir öneri ortaya koyamadığı Türk Ceza Kanunu'nun (TCK), 301. maddesi uygulandığı 21 aylık dönemde en az 12 kişinin hüküm giymesine neden oldu. 301'den açılmış 18 dava devam ediyor. 'Türklüğü, TBMM'yi, hükümeti aşağılama ve hakaret' suçlamalarını düzenleyen TCK'nın 301. maddesinden 2007'nin ilk mahkûmu avukat İbrahim Güçlü oldu. Kürd-Der sözcüsü Güçlü, 'Türklüğü, askeri veya emniyet teşkilatını alenen aşağıladığı' gerekçesiyle 1.5 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Mahkeme cezayı ertelemedi. Aydın Engin'e soruşturma 301. maddenin en yeni kurbanı AGOS gazetesi yazarı Aydın Engin oldu. AGOS'taki yazısında, 'Yolumu Paris'e düşürüp, 'Ermeni soykırımı olmamıştır' demek; ardından Türkiye'ye dönüp 'Ermenilere soykırım uygulanmıştır' demek gibi planlarım var' dediği için hakkında TCK'nin 301. maddesinden soruşturma açılan Engin, dün ifade verdi. Engin, 5 Ocak'ta yayımlanan 'Yeniyıl Yazısı Gibi' başlıklı yazısı sonrasında avukat Kemal Kerinçsiz'in ekibindeki Recep Akkuş'un 9 Ocak'taki suç duyurusu üzerine dün Şişli Savcılığı'na geldi. Savcılıkta yarım saat ifade veren Engin, çıkışta, savcılığın bu suç duyurusunu ciddiye almasına üzgündü: "Savcılığın, suç duyurusunu okuduktan sonra çöpe atması gerekirdi. Suç olmadığı aşikâr bir yazı. Buna rağmen savcılık, bu ihbarcılığı meslek haline getirmiş bir grubun üyesi olduğunu tahmin ettiğim kişinin duyurusunu kabul etti. Bir gazeteciye soruşturma açılması, utanç verici. Bu, trajik bir durum: Şu anda Bakanlar Kurulu 301. maddenin değiştirilmesini de içeren bir gündemle toplantı halinde ve ben, Şişli Adliyesi'nde 301'i ihlal ettiğim için ifade veriyorum." Yazar Ümit Fırat, gazeteci Ertuğrul Mavioğlu, Hazer-Sen MYK üyesi Mehmet Demir ve Uluslararası Af Örgütü'nden Özlem Dalkıran da Engin'e destek verdi. Hükümetin harekete geçmek için başlangıçta 'uygulama önemli' yaklaşımıyla izlediği 301 yolculuğunda şimdiye kadar verilen mahkûmiyetler İnsan Hakları Ortak Platformu'nun elde ettiği verilere göre şöyle: Öldürülen AGOS Yayın Yönetmeni Hrant Dink, Türklüğe hakaretten altı ay hapis cezasına çarptırıldı. 'Yeni Dünya İçin Çağrı' ve 'Güney' dergilerinin sorumlu müdürü Aziz Özer, 301'den yargılandığı üç ayrı davanın ikisinde altışar ay hapis, birinde 720 YTL para cezasına çarptırıldı. 'TSK'nın manevi şahsiyetine hakaret ettiği' iddasıyla yargılanan İHD İstanbul Şubesi Başkanı Eren Keskin 10 ay hapse mahkûm edildi. 'Yeni Dünya İçin Çağrı' dergisine Ermeni sorunuyla ilgili yazı gönderen Erkan Akay, bir yıl hapis cezası aldı. Yayıncı Fatih Taş, 'Cumhuriyet'i aşağılamak'tan altı ay hapis aldı. Eğitim-Sen Tunceli Şube Başkanı Hanefi Bekmezci, "Askeri kuvvetleri aşağıladığı" gerekçesiyle altı ay hapis cezasına mahkûm oldu. Sendikacı Hüseyin Ser, Munzur Festivali'nin ertelenmesini eleştiren ortak bildiri nedeniyle altı ay hapis cezası aldı. DTP Erzincan İl Başkanı Hüseyin Bektaşoğlu, Emniyet'i aşağıladığı gerekçesiyle bir yıl hapis cezasına çarptırıldı. Yazar Mustafa Balbal, 'Ararat'taki Esir Generalden Kan Çiçekleri' adlı kitabında güvenlik kuvvetlerini aşağıladığı için 10 ay hapis cezasına mahkûm edildi. Radyocu Ejder Öziç, Irak'a asker göndermeyi eleştirdiği için altı ay hapis aldı. Gazeteci Zülküf Kısanak, kitabında Cumhuriyet'i aşağıladığı gerekçesiyle beş ay hapis cezasına çarptırıldı. Onlar hâlâ mahkemede Süren 301 davalarıysa şöyle: Gazeteci Abdurrahman Dilipak: TSK'nın manevi şahsiyetini tahkir. Yazar Murat Coşkun ile yayıncı Ahmet Önal: Askeri kuvvetleri aşağılama. Doz Yayınevi editörü Ali Rıza Vural: Cumhuriyet'i aşağılayan kitap yayımlama. Tempo dergisinden Enis Mazhar Tayman, sorumlu yazıişleri müdürü Neval Barlas ve Kürd-Der yöneticisi İbrahim Güçlü: Türklüğü aşağılama. Erhan Kara: Bir sergideki kolajda Başbakan'ı aşağılama. Erol Özkoray: Askeri aşağılama. Gazeteci Ersen Korkmaz-Necmettin Salaz: Hükümeti aşağılama Ferhat Tunç: Adliyeyi aşağılama. Yazar Faruk Çakır: Askeri aşağılama. Yazar İsmail Beşikçi, gazeteci ve yayıncılar Mehmet Ali İzmir ve Ferzende Kaya: Askeriyeyi aşağılama. Ahmet Şah Ayaz, Murat Ayaz: Bir gazetede devletin vergi politikalarını eleştiren yazıda devlet kurumlarını aşağılama. Yazar Murat Pabuç: Yaptığı bir konuşmayla askerleri aşağılama. Yazar Osman Tiftikçi-Yayıncı Sırrı Öztürk: Orduyu aşağılama. Yazar-Yayıncı Ragıp Zarakolu: Türklüğü aşağılama dolayısıyla iki ayrı dava. Gazeteci Serhat İncirli: İki yazısında Türklüğü aşağılama. Gazeteci Sinan Kara: Bir gazetedeki yazısında askerleri aşağılama. Tuncay Özkan-Cüneyt Arcayürek-Adnan Bulut: KanalTürk TV'de yayımlanan programda askerleri aşağılama. Öneri çok ama AKP oyalıyor 301. maddenin mevcut hali şöyle: "Türklüğü, Cumhuriyet'i veya TBMM'yi alenen aşağılayan kişi, altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Türkiye Cumhuriyeti hükümetini, devletin yargı organlarını, askeri veya emniyet teşkilatını alenen aşağılayan kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Türklüğü aşağılamanın yabancı bir ülkede bir Türk vatandaşı tarafından işlenmesi halinde, verilecek ceza üçte bir oranında artırılır. Eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz." Maddeyle ilgili değişiklik önerileri şöyle: Basın Konseyi: 'Türklük' ifadesi yerine 'Türk Ulusu' denilsin. 'Aşağılamak' yerine 'hakaret' kullanılsın. Eski TCK'daki gibi 'Türklüğe hakaret' suçlarında Adalet Bakanı'nın izniyle soruşturma açılsın. Maddeyle verilen cezaların alt ve üst sınırları indirilsin. Erdoğan'ın çağrısıyla bir araya gelen dokuz sivil toplum örgütü: 'Türklük' tanımı korunsun. 'Aşağılama' ifadesi, 'tahkir ve tezyif' diye değiştirilsin. Suçu işleyenlere tek ve aynı ceza verilsin. Mevcut maddedeki ceza bir yıl azaltılsın. Suçun yurtdışında işlenmiş olması cezayı ağırlaştırıcı sebep sayılmasın. Yargıç ve Savcılar Birliği: 'Türklük kavramı'ndan ne anlaşılması gerektiği Anayasa gözetilerek bir fıkra halinde yasaya eklensin. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC): 'Türklük' kavramının yerine vatandaşlık bağını ifade edecek şekilde 'Türk milleti' ifadesi, 'aşağılama' sözcüğü yerine de tahkiri ifade eden 'hakaret' sözcüğü konulsun. Radikal İsmet DEMİRDÖĞEN
-
301 hakkında görüşleriniz nedir ?
TCK’nın 301’inci maddesi konusunda hükümet, maddede değişiklik yapmaya karar verdi. TCK’nın 301’inci maddesi konusunda devam eden uzun tartışmaların ardından hükümet, maddede değişiklik yapmaya karar verdi. 301’inci madde konusunda Agos Gazetesi yazarı Hrant Dink’in öldürülmesinin ardından başlayan tartışmalar sonrası maddeye ilişkin hükümet adına ilk açıklamayı Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül, ABD’deki temaslarının ardından yaptı. Gül, 301’de değişikliğe gidileceğini bildirdi. Dışişleri Bakanı Gül’ün ardından Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da nasıl bir tutum izleyeceklerini ilk kez parti yöneticilerine iletti. Başbakan Erdoğan, AKP MKYK toplantısında Hrant Dink cinayeti ve sonrasındaki gelişmeleri değerlendirirken, 301’inci maddede değişikliğe gidceklerinin ve bu konuda bir düzenleme yapılacağının mesajını ilk kez verdi. 301’inci maddenin tamamen kaldırılmasına ksinlikle karşı olduklarını ve böyle bir durumun gündemlerinde olmadığını belirten Erdoğan, söz konusu maddede değişikliğe hazır olduklarını, değişikliğin de bir süredir sivil toplum kuruluşları tarafından yürütülen çalışmalar sonucu açıklanan mutabakat paralelinde olabileceğini belirtti. Erdoğan, sivil toplum kuruluşları arasında oluşan en geniş mutabakat doğrultusunda hükümet içinde bir çalışma yapılarak konunun Meclis gündemine getirileceği mesajını verdi. Değişiklik için tarih ve kesin sınırları olan bir tanım yapmamasına karşın Başbakan Erdoğan’ın verdiği bilgiye göre hükümetin yapmayı öngördüğü değişikliğin sivil toplum kuruluşlarınca açıklanan "aşağılama" kavramının değiştirilmesi ve suçun ihlali halinde verilen cezanın üst sınırın indirilmesinden oluştuğu öğrenildi. Bu arada AKP yöntiminde, hükümet içinde sivil toplum kuruluşlarının önerileri doğrultusunda yapılacak çalışmanın ardından ortak bir düzenleme olması amacıyla CHP’nin de mutabakatının aranması planlanıyor.
-
BU AKŞAM AKŞAMI İÇENLER KENDİNDEN GEÇENLER... *********... ALLAH YOLA GETİRSİN...
Taksim’deki taciz olayında bir şeyi unutuyoruz ÜZERİNDEN bir hafta geçti. Yılbaşı gecesi Taksim’deki taciz olayı hálá gazetelerin baş köşelerinde. Olay "YouTube"a konmuş. İzlenme sayısı 100 bini geçmiş. Taksim’deki görüntüler dünyayı dolaşmış. İmaj, tanıtım çabalarına yine beklenmedik bir darbe. Hürriyet’in açtığı kampanyayla tacizcilerin 57 YTL ile kurtulmalarına isyan eden 120 binden fazla kişi Adalet Bakanlığı’na başvurmuş. Dün Fatih Çekirge yazmıştı. Yağan tepkiler üzerine Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin "Gereği yapılacak" demiş. Tacizcinin daha ağır bir cezaya çarptırılması çözüm mü? Etrafınıza iyice bir bakın... Genç erkeklerin çoğunlukla sadece kendi hemcinsleriyle birlikte gezdiklerini göreceksiniz. Yaz aylarında dikkatimi çekmişti. Hafta sonları varoşlardan sahillere, denize akın edenler yaşları 15 ile 20 arasında değişen genç erkekler. Aralarında bir tek kız yok. Adalara giden vapurlarda durum aynı. Hafta sonları Beyoğlu’nda da. Nişantaşı, Bağdat Caddesi gibi bazı yerlerin dışında sanırım İstanbul’da genel durum böyle. İster aile baskısı deyin, ister "mahalle baskısı" varoşlarda oturan genç kızlarla, genç erkeklerin yan yana gelmeleri, arkadaşlık kurmaları zor. Karşı cinsiyle normal bir ilişki kuramayan gençler zincirlerini koparmış gibi ortalıkta. Çözüm tacizciye cezayı arttırmak mı? Yoksa özellikle varoşlarda genç kızlarla genç erkeklerin yanyana gelebilecekleri "sosyal alanlar" yaratmakta mı? Kızların da sosyal yaşama katılmaları için aileleri ikna etmekte mi? Genç çocukların ilerde birer "tacizci"ye dönüşmemelerinin yolları vardır mutlaka. Bunlardan biri de eminim yaşıtları kızlarla normal bir arkadaşlık ilişkisi kurabilmeleri. Bu satırları yazarken İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Topbaş’ın bir davetiyesi geldi. 40 okulumuza spor salonu açılacakmış. Kızlarla erkeklerin birbirine kaynaşabilecekleri "sosyal alan" olarak hayırlı olsun. Davetiyede Topbaş çocuklarla fotograf çektirmiş. Saydım. Başkanın etrafında 10 erkek çocuk ile sadece 4 kız çocuğu var. Bilmem anlatabildim mi?
-
BU AKŞAM AKŞAMI İÇENLER KENDİNDEN GEÇENLER... *********... ALLAH YOLA GETİRSİN...
Taksim'deki tacizi dünya izliyor Yılbaşı akşamı herkesi dehşete düşüren taciz görüntüleri, video paylaşım sitesi YouTube'a eklendi ve izleyen yüzlerce yabancı, olayı kınayan, Türkiye ile Türklere hakarete kadar varan yorumlar yaptı ENDER TÜRKKAN Muğla DHA Yılbaşı gecesi İstanbul Taksim'de meydana gelen taciz rezaleti, İngilizce başlıkla video paylaşım sitesi YouTube'a eklendi ve magandaların taciz ettiği Avusturalyalı kadının çığlığı, Türkiye'nin dışından da duyuldu. Yüzlerce yabancı, yaşananları kınayan, Türkiye'ye ve Türklere hakarete kadar varan yorumlar yaptı. Avustralyalı turist kadınların magandalarca taciz edilmesi ve olayla ilgili olarak gözaltına alınan 4 kişinin 57'şer YTL para cezasına çarptırıldıktan sonra serbest bırakılmasına duyulan öfke yayılmaya başladı. Doğan Medya Grubu'nun öncülük ettiği "Bu çığlığı duyalım" kampanyası yüz binlerden destek bulurken, grubun bir başka kampanyası çerçevesinde yaklaşık 100 bin kişi Adalet Bakanlığı'nı dilekçe yağmuruna tuttu. 1 Ocak'tan düne kadar dünyanın en büyük video paylaşım sitesi YouTube'a da, yılbaşı gecesi yaşanan olayla ilgili 9 görüntü eklendi. Videolardan biri siteye 1 Ocak akşamı "Disgusting 2007-2008 New Year in Turkey" (Yeni yılda Türkiye'de *********lik) adlı İngilizce başlıkla yüklenince, tepki tüm dünyayı sardı. 'Yüzlerce kere hayvansınız' "eksisözluk2" koduyla eklenen 8 dakikalık videonun altına bine yakın yorum yazıldı. Tamamına yakını İngilizce olan yorumların büyük bölümünde, Taksim tacizi kınandı, Türkiye ve Türkler hakkında hakarete varan ifadeler kullanıldı. İşte o yorumların bir kısmı: FLAGME169: Türkiye'ye hoş geldiniz. İşte Türkiye Hastanesi! Spookyping: Yüz milyon kere hayvansınız. Pinamelt: Bunlar insanlığını kaybetmiş hayvanlar. Barryfrom: Ben sizin lanet ülkenizde bulundum ve gerçekten siz herkesi taciz edebilirsiniz. Kültürünüz apaçık ortada. Ancak İstanbul'un göbeğindeki anlayış, YouTube'daki video için yazılan yorumlarda da kendini gösterdi. "Tecavüzcüayı2000" koduyla 4 Ocak'tan bu yana hemen her 6 saatte bir yorum yazan bir kişinin yorumlarından bazıları şöyle: ".... O kadar pandik yiyor, o kadar arkadan değiyorlar, hâlâ 23 Nisan çocuğu gibi neşe içinde dans ediyor. Esas o karıya tecavüz etmemek günahtır...." "Ne olacak bende çok 57 YTL var. Parasıyla değil mi? O cezanın bedeli 57 YTL ise 114 YTL peşin verip iki defa pandik atarım...." Gurbetçiler de tepkili ESRA KIRDÖK Adana DHA Taksim'deki taciz skandalı gurbetçilerin de tepkisini çekti. 37 yıl önce işçi olarak Avustralya'ya giden Mehmet Balıkel (65), tacizden utanç duyduklarını söyledi. Melbourne kentinde yıllardır restoran işleten Balıkel, Avustralya'da çalıştığı süre boyunca Türkiye'nin tanıtımını yaptığını, yıllardır emek verdikleri çalışmalarının birkaç dakikada altüst olduğunu söyledi.
-
Baskın Oran DTP'lileri şok etti...(Baskın Oran kimdir?)
Baskın Oran DTP'lileri şok etti 22 Temmuzda yapılan seçimde İstanbul 2. bölgeden bağımsız milletvekili adayı olan ancak seçilemeyen Prof. Dr. Baskın Oran, Diyarbakır"daki patlamanın terör örgütü tarafından üstlenilmesiyle ilgili olarak "Çocukların ölmesine neden olan bomba atılıyor, (Biz bunu askeri otobüs geçecek) diye atmıştık" diyorlar" dedi. Bazı "Sivil Toplum Örgütleri", grup toplantısına katılarak DTP"ye desteklerini dile getirdiler. DTP Grup Başkanvekili Selahattin Demirtaş, bu çerçevede ilk sözü Baskın Oran"a verdi. Demirtaş, Prof. Dr. Oran için, "Bir milletvekili olarak aramızda olması gerekirken, kaderin cilvesi nedeniyle aramızda bulunmayan Baskın Oran"ı kürsüye davet ediyorum" ifadesini kullandı. Kürsüye gelen Oran, bu sözlere atıfta bulunarak, "iki ailenin kızıyla ilgili aklına bir fıkra geldiğini, ancak bu kürsüden bu fıkranın anlatılamayacağını" söyledi. "Meclise gelememesini "kaderin cilvesine" bağlayan Demirtaş"a teşekkür eden Oran, buraya çay kahve içmeye gelmediklerini belirtti. Milliyetçiliğin, her yerde başını alıp gittiğini savunan Oran, "Biz sizi Türk milliyetçiliğine karşı desteklemeye geldik. Yalnız bir milliyetçiliğin bir günden bir güne, bir başka milliyetçilikten hiçbir farkı yoktur. Biz sizi aynı zamanda Kürt milliyetçiliğine karşı desteklemeye geldik" dedi. Oran, Kürt dernekleri ile yapılan toplantı sonrası kendisine yöneltilen ilk sorunun "Kürtçe biliyor musun?" olduğunu ifade ederek, "Bu konuda çok şey söylemek istemiyorum. Çocukların ölmesine neden olan bomba atılıyor, biz bunu askeri otobüs geçecek diye atmıştık" diyorlar. Uzun laf, anlamayana söylenirmiş. Özet olarak şunu söylüyorum; biz sizi her türlü milliyetçiliğin saldırısından, sabotajından ve sizi bir Türkiye partisi olmaktan alıkoymaya çalışanlara karşı desteklemeye geldik" dedi. Türkiye Yeşilleri Eş Başkanı Bilge Contepe de Meclise gelirken, 5-6 yerde arandıklarını ileri sürerek, kendilerine potansiyel suçlu muamelesi yapıldığını, ellerindeki bildirilerin alındığını savundu. Bu durumu kınadıklarını ifade eden Contepe, "Toplumsal talepleri Meclise taşımalıyız. Meclis kapısı bu derece kapalı olduğu sürece demokrasi bu toplumda artmayacaktır" değerlendirmesinde bulundu. "Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur de! Girişimi" adına konuşan Ayşe Demirbilek, DTP"li vekillerle dayanışmayı önemsediklerini, çünkü demokrasiye ve demokratik çözümlere taraf olduklarını söyledi. ........................................................................... Prof. Dr.Baskın Oran, Diyarbakır'daki patlamanın terör örgütü tarafından üstlenilmesiyle ilgili olarak "Çocukların ölmesine neden olan bomba atılıyor, (Biz bunu askeri otobüs geçecek) diye atmıştık' diyorlar" dedi. Bazı "Sivil Toplum Örgütleri", grup toplantısına katılarak DTP'ye desteklerini dile getirdiler. DTP Grup Başkanvekili Selahattin Demirtaş, bu çerçevede ilk sözü Baskın Oran'a verdi. Demirtaş, Prof. Dr. Oran için, "Bir milletvekili olarak aramızda olması gerekirken, kaderin cilvesi nedeniyle aramızda bulunmayan Baskın Oran'ı kürsüye davet ediyorum" ifadesini kullandı. Kürsüye gelen Oran, bu sözlere atıfta bulunarak, "iki ailenin kızıyla ilgili aklına bir fıkra geldiğini, ancak bu kürsüden bu fıkranın anlatılamayacağını" söyledi. "Meclise gelememesini "kaderin cilvesine" bağlayan Demirtaş'a teşekkür eden Oran, buraya çay kahve içmeye gelmediklerini belirtti. Milliyetçiliğin, her yerde başını alıp gittiğini savunan Oran, "Biz sizi Türk milliyetçiliğine karşı desteklemeye geldik. Yalnız bir milliyetçiliğin bir günden bir güne, bir başka milliyetçilikten hiçbir farkı yoktur. Biz sizi aynı zamanda Kürt milliyetçiliğine karşı desteklemeye geldik" dedi. Oran, Kürt dernekleri ile yapılan toplantı sonrası kendisine yöneltilen ilk sorunun "Kürtçe biliyor musun?" olduğunu ifade ederek, "Bu konuda çok şey söylemek istemiyorum. Çocukların ölmesine neden olan bomba atılıyor, biz bunu askeri otobüs geçecek diye atmıştık' diyorlar. Uzun laf, anlamayana söylenirmiş. Özet olarak şunu söylüyorum; biz sizi her türlü milliyetçiliğin saldırısından, sabotajından ve sizi bir Türkiye partisi olmaktan alıkoymaya çalışanlara karşı desteklemeye geldik" dedi.
-
Baskın Oran DTP'lileri şok etti...(Baskın Oran kimdir?)
Prof. Baskın Oran için "Ders veremez" kararı Mülkiye, Rektörlük müdahalesine direndi Prof. Baskın Oran için "Ders veremez" kararı Mülkiye'nin 150 yıllık tarihi nice müdahale girişimiyle doludur. Fakülte kiminde gerilemiş, kiminde mücadele etmiştir. Bugünlerde Rektörlük, emekliliğe zorlanan Prof. Dr. Baskın Oran'ın ders vermesini engellemeye çalışıyor. Ve Mülkiye, tarihine yaraşır şekilde direniyor Prof. Dr. Baskın Oran benim hocam... 70'lerin sonlarında bizim "Uluslararası Politika" derslerine asistan olarak girerdi. Derslerini kaçırmamak için ne mümkünse yapardık. Aradan neredeyse 30 sene geçti. Baskın Hoca sadece Mülkiye'nin değil, Türkiye'nin de en itibarlı isimlerinden biri haline geldi. Hâlâ onun dersine girmek için yarışır Mülkiyeliler... Son dönem dersinin müptelaları arasında, Emniyet tarafından kendisine tahsis edilen yakın koruması da var. Bu sayede pek yakında Emniyet teşkilatı "küreselleşme ve azınlıklar" konusunda uzman bir koruma elemanı kazanacak. "Uygunsuzdur" Geçenlerde bir tatsızlık oldu. Ankara Üniversitesi Rektörlüğü, Prof. Dr. Baskın Oran'ın Mülkiye'de gelecek dönem "Milliyetçilik, Küreselleşme, Azınlıklar" dersini vermesini "uygun görmedi". Böyle bir şey, Oran'ın 37 yıllık akademisyenlik kariyerinde ilk kez başına geliyordu. Peki Oran, bu konuda uluslararası düzeyde bir uzman sayılırken, eserleri ders kitabı olarak okutulup sınıfı öğrencilerce dolup taşarken niye Rektörlük ona kırmızı kart gösteriyordu? Bir dönem Türkiye'sinde akademisyenliğin durumunu belgelemek açısından bu ilginç vakayı ayrıntılarıyla yazmak istiyorum. Resmi rapordan sanık Mesele geçen sene başladı. Baskın Hoca için zor bir seneydi. "Demokratikleşme reformu" çerçevesinde kurulan Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu'nda görev almış, devletin isteği üzerine Prof. İbrahim Kaboğlu'yla birlikte bir "İnsan Hakları Raporu" kaleme almıştı. Ancak rapor beğenilmemiş, hakkında "devletin yargı organlarını aşağılamak" suçlamasıyla dava açılmıştı. Bir yandan o davanın savunmasını hazırlıyor, bir yandan gelen tehditlerle baş etmeye çalışıyordu. İnsan hakları savunucularının destek için mahkemeye koştuğu günlerde Oran'ın bağlı olduğu üniversiteden pek az yönetici vardı ortalıkta... Kendilerinden bir akademisyenin görüşlerinden dolayı yargılanmasını görmezden gelmeyi tercih etmişlerdi. Baskın Oran o davadan beraat etti. İşe bakın ki, o dönemde Amerika'da Utah University Press, Prof. Oran'ın, kendi alanındaki en kapsamlı araştırma sayılan 1600 sayfalık "Türk Dış Politikası" kitabını basmak istemişti. Oran yargılandığı günlerde ülkesinin dış politikasını dünyaya tanıtacak kitabın güncelleştirilmesi ve tercümesiyle uğraşıyordu. Üstüne, Oxford Üniversitesi'nden üç aylık bir davet geldi. Orada da dört konferans verecekti. Erken emekli oldu O günlerde biz, "Mülkiye belgeseli"ni hazırlıyorduk. Baskın Hoca da danışmanımızdı ve Oxford için bavul topluyordu. Odasına gittiğimde yerde büyük kutular gördüm. "Bunlar ne?" diye sorduğumda "Doçentlik jüri paketleri" dedi. Dördü asil üyelik olmak üzere çok sayıda doçentlik tezinin jürisine atanmıştı. Gitmeden önce bütün bu tezleri okuması gerekiyordu. Üniversiteye bir yazı yazarak 1969'dan beri Mülkiye'de hoca olduğunu, 1974'ten beri yurtdışına araştırmaya gitmediğini, şimdi Oxford daveti nedeniyle meslek yaşamında ilk defa olmak üzere jüri görevinden affını istediğini belirtti. Ankara Üniversitesi Rektörlüğü bu mazereti reddetti. Prof. Oran yeni bir dilekçeyle Rektörlük'e bir kez daha müracaat etti. Yine reddedildi. O da bunun üzerine bir erken emeklilik dilekçesi yazdı: "Böyle bir üniversitede daha fazla kalmak istemiyorum. Artık zamanımı, kitaplarım ve eşim arasında bölüştürerek daha verimli kılmak istiyorum" dedi. "Hoca arkadaşlarım ve öğrencilerimin zarar görmemeleri için bölüm talep ederse, yerim doldurulana dek, makul bir süre kimi derslerimi vermeye devam edebileceğimi düşünüyorum" diye ekledi. Ve emekli oldu. Mülkiye de, yok yere çok değerli bir hocasından oldu. Ders veremez Oxford'da ziyaretine gittiğimde buruk bir rahatlık içindeydi. 37 yıllık üniversitesinden sessiz sedasız ayrılmış, uzakta zamanını sevgili eşi Feyhan ve kitapları arasında bölüştürmüştü. Öğrencilerinden fazla uzak kalamayacağını söyledim. Dönüşte bazı derslere devam edebileceğini belirtti. Nitekim bu yıl başında Mülkiye, Hoca'nın "Milliyetçilik, Küreselleşme, Azınlıklar" dersini programa aldı. Prosedür gereği, her yıl olduğu gibi bu öğretim yılında okutulacak dersleri ve öğretim üyelerini Rektörlük'e bildirdi. Ancak 23 Şubat 2007 tarihinde Ankara Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Nusret Aras imzasıyla SBF'ye bir yazı geldi ve "Prof. Oran'ın fakültenizde ders vermesi uygun görülmemiştir" denildi. Mülkiye, tarihi boyunca daha çok baskı dönemlerinde ve ara rejimlerde gördüğü müdahalelerden biriyle daha karşı karşıyaydı. Fakülte direniyor Rektörlük, "Böyle bir üniversitede daha fazla kalmak istemiyorum" diyen birinin üniversitede ders vermeye devam etmesinin tutarsızlık olduğu görüşündeydi. Prof. Oran ise "Üniversiteye kızıp asistanını ve öğrencisini 'dövmek' bendenizin üniversite anlayışıma yabancıdır" diyordu. Lakin bu kez fakültenin başında, hocaların ve öğrencilerin saygısını, sevgisini kazanmış Prof. Dr. Celal Göle vardı. Göle, Rektörlük'ün kararına uymadı. Geçen hafta Prof. Oran'dan Fakülte Kurulu kararı gereğince derslere devam etmesini istedi. Karar yere düştü Halen Baskın Hoca derslerini vermeye devam ediyor. Ve polemiğin nasıl biteceği merakla bekleniyor. Neresinden bakılsa hicap verici bir durum... 150 yıllık geleneği olan bir fakültede hangi hocanın ders verip hangisinin veremeyeceğine Rektörlük'ün burnunu sokmasına mı acırsınız... Okulun en sevilen hocalarından birinin erken emekliliğe zorlanmasına mı? İstediği an özel vakıf üniversitelerinde ciddi maaşlarla ders verebilecek olan Baskın Hoca'nın, Mülkiye'de kalması ödüllendirilecek yerde cezalandırılıyor. Ama neyse ki Mülkiye bu müdahaleyi ciddiye almayıp bildiği yolda devam ediyor. Darısı diğer üniversitelerin başına...
-
Baskın Oran DTP'lileri şok etti...(Baskın Oran kimdir?)
"Baskın Oran Kimdir?" Sorusuna Tokat gibi Cevap ! Tanımayanlar için Türk siyasetinin yeni santraforu Prof. Baskın Oran: 1945 İzmir doğumlu. Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni 1968'de bitirdi. 1969'da aynı fakültede asistan oldu. 12 Mart 1971 darbesi sırasında okuldan uzaklaştırıldı ve Danıştay kararıyla 1972'de geri döndü. 1974'te doktorasını bitirdi. 12 Eylül 1980 darbesi sırasında Kasım 1982'de yardımçı doçentken YÖK kararıyla görevine son verildi. Temmuz 1983'te İdare Mahkemesi tarafından görevine iade edildi. Göreve döndüğü gün 1402'yle sıkıyönetim tarafından görevinden tekrar alındı. Ankara'da sıkıyönetim sona erdikten sonra önce İdare Mahkemesi'nin, sonra Danıştay'ın kararıyla Ekim 1990'da SBF'deki görevine iade edildi. 1991'de doçent, 1997'de Uluslararası İlişkiler profesörü oldu. Ağustos 2006'da emekli oldu. Milliyetçilik, Azınlıklar, Türk Dış Politikası, Din-Devlet İlişkileri üzerine çalışıyor. Agos ve Radikal İki'de haftalık yazılar yazıyor. 70 kadar bilimsel makalesi yanı sıra 13 kitabı var. Bunların arasında sayabileceğimiz birkaçı, 'Azgelişmiş Ülke Milliyetçiliği-Kara Afrika Modeli', 'Türk-Yunan İlişkilerinde Batı Trakya Sorunu', 'Atatürk Milliyetçiliği-Resmi İdeoloji Dışı Bir İnceleme', 'Devlet Devlete Karşı', 'Küreselleşme ve Azınlıklar', 'Türk Dış Politikası'. İngilizce ve Fransızca olarak da "Başka bir Türkiye ve Dünya Mümkün!" diyebiliyor! ................................................................................ .................................................. Baskın Oran 1945'te İzmir'de doğdu. Saint Joseph ve İzmir Atatürk Lisesinden sonra Siyasal Bilgiler Fakültesini bitirdi.SBF'de Uluslararası İlişkiler asistanı olarak 1974'te doktorasını tamamladı. 1982'de YÖK kararıyla, 1983'te de 1402 uygulamasıyla görevine son verildi. 1990'da Danıştay kararıyla tekrar SBF'ye döndü. Aydınlık gazetesinde haftalık yazıları neşredildi. İlgi Alanı: Milliyetçilik, küreselleşme, azınlıklar, Türk dış politikasının teorisi Diğer Görevler: - Avrupa Konseyi ECRI nezdinde Ulusal İrtibat Görevlisi - Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu üyesi Kitapları 1) Azgelişmiş Ülke Milliyetçiliği, Kara Afrika Modeli, güncelleştirilmiş 3.basım, Ankara, Bilgi Yayınevi., 1997 (396s.) 2) Türk-Yunan İlişkilerinde Batı Trakya Sorunu, güncelleştirilmiş 2.basım, Ankara, Bilgi Yayınevi, 1991 (349s.) 3) Atatürk Milliyetçiliği, Resmî İdeoloji Dışı Bir İnceleme, genişletilmiş 5.basım, Ankara, Bilgi Yayınevi, 1999 (312s.) 4) Kenan Evren’in Yazılmamış Anıları, 9.basım, Ankara, Bilgi Yayınevi, 1990 (287s.) 5) Kenan Evren’in Yazılmamış Anıları - Son Defter, 4.basım, Ankara, Bilgi Yayınevi, 1990 (206s.) 6) Nerde O Eski Mapusaneler, Ankara, Bilgi Yayınevi, 1991 (232s.) 7) Devlet Devlete Karşı, Ankara, Bilgi Yayınevi, 1994 (239s.) 8) Kalkık Horoz - Çekiç Güç ve Kürt Devleti, genişletilmiş 2.basım, Ankara, Bilgi Yayınevi, 1998 (389s.) 9) Yunanistan’ın Lozan İhlalleri, Ankara,
-
301 hakkında görüşleriniz nedir ?
Sevgili GELİNCİK hayır oda bana ait degil oda alıntı kısa bir ifade oldugundan belki yanılgıya sebeb oldu.......Hem olsun ben eleştirilerin yazıya oldugunu biliyorum.....
-
Bilimadamları ölüm anını araştırdı..........
New Scientist’de yayımlanan bilimsel araştırmaya göre boğulmada panik yaşanıyor, yüksekten düşmede ise kalp patlıyor Dünyanın önde gelen bilim dergisi New Scientist, İskoçya’daki Caledonian Üniversitesi’nden psikolog Cynthia McVey’in, ölümün eşiğinden dönenlerle görüşerek ve bilimsel incelemeleri bir araya getirerek yaptığı araştırmayı yayımladı. Araştırma, kafa kopmasından boğulmaya, yanmadan yüksekten düşmeye kadar birçok ölüm şeklinde asıl sorumlunun, beyne oksijen gitmemesi olduğunu ortaya koydu. Araştırmaya göre ölüm anlarında şunlar yaşanıyor: Boğulma: Kişi ilk anda büyük panik yaşıyor. Nefesini tutuyor. Ardından su ciğerlerine doldukça bir yanma ve yırtılma hissi duymaya başlıyor. Son olarak hissettiği şey ise sakinlik ve dinginlik oluyor. Oksijen alamadığı için bilinci kapanıyor, ardından ölüyor. Elektriğe kapılma: Elektrik akımına kapılma, kalbi durdurabiliyor. 10 saniye sonra da bilinç kapanıyor. Ancak elektrikli sandalyede idam edilen mahkûmların ölüm nedeni beynin aşırı ısınması ya da boğulma oluyor Kafanın kopması: Beyin, kafa koptuktan sonra saniyelerce fonksiyonlarını sürdürüyor. Giyotinli idamlarda kopan kafada 30 saniye kadar yüz mimikleri görülüyordu. Yüksekten düşme: ABD’deki Golden Gate Köprüsü’nden atlayan 100 kişi, akciğerin iflas etmesi, kalbin patlaması ve kırık kaburgaların iç organlara zarar vermesi sonucu öldü. Yanma: Yanıklar, çok şiddetli acıya yol açıyor. Sinir uçlarının yanması ise bu acı hissini bir süre sonra ortadan kaldırıyor. Ardından kişi biraz his kaybına uğruyor. Yanarak ölen kişilerdeki asıl ölüm nedeni çoğunlukla zehirli gazların solunması ve nefessizlik oluyor. Kalp krizi: En çok rastlanan olay, kaslar oksijen alamayıp çırpınmaya başladığında hissedilen göğüs ağrısı. Kalbin normal ritminin bozulması, kalp atışlarını durduruyor. Bilinç kapanıyor ve ölüm gerçekleşiyor. Kan kaybı: 1.5 litre kan kaybeden kişi kendini halsiz, susamış ve korkmuş hissediyor. İki litre kan kaybedildiğinde baş dönmesi ve bilinç kaybı başlıyor. Dekompresyon (basınç kaybı): Ani basınç kayıplarından kurtulanlar, göğsüne vurulmuş gibi ani bir acı yaşadıklarını anlatıyor. 15 saniyeden az süre içinde de bilinç kaybı yaşanıyor. Asılma: Yağlı urganla asılarak boğulma 10 saniye içinde bilinç kaybına yol açıyor. Fırlatma tarzı asılmalarda amaç, boynun kırılmasını sağlamak. Ancak bu yöntemle asılan mahkûmlarda ölümlerin yine boğulmadan kaynaklandığı belirlendi. Zehirli iğne: ABD’de idamlarda kullanılan yöntem, doğrudan kalbi durduruyor. Araştırmalar, mahkûmların yanma ve büyük acı hissettiğini gösteriyor
-
Sahte fosiller bilimsel değil.....
Bilim Araştırma Vakfı (BAV) tarafından metro duraklarına, alışveriş merkezlerine yerleştirilen " sahte fosiller "in hiçbir bilimsel gerçekliğinin bulunmadığına dikkat çeken genetik uzmanları ve biyologlar, halkın kandırıldığını vurguladılar. AKP hükümeti ve AKP'li belediyelerin desteğiyle " yüz milyonlarca yıllık taşlanmış fosil " adıyla müze vitrini gibi cam kutularda sergilenen sahte fosiller ile evrim kuramının çürütüldüğü ve Darwinizmin " materyalistlerin zihnindeki hayal ürünü bir senaryo " olduğu vurgulanıyor. 'SAHTE FOSİLLE EVRİM KURAMI ÇÖKMEZ' Boğaziçi Üniversitesi'nden Genetik Uzmanı Prof. Dr. Aslı Tolun , Darwin teoreminin yalnızca fosile dayanmadığını, dünyadaki tüm bilim çevrelerince evrimin bir bilim olduğunun kabul edildiğini belirterek " Evrim kuramı, iki kişi sahte fosil yaptı diye çökecek bir şey değil " dedi. Fosillerin gerçek olmadığını ve sahtecilik yapıldığını ifade eden Prof. Dr. Tolun, söz konusu fosillerin üniversite çevresindeki kafelerde, fotokopi dükkânlarında bulunmasının kabul edilemeyeceğini söyledi. Tolun, elde edilen bilimsel her türlü verinin evrimi kanıtlar nitelikte olduğunu belirtti. 'YAPITLARI BİLİME AYKIRI' Hacettepe Üniversitesi'nden biyolog Nihat Bozcuk , " Yaptıkları şey bilimsel ölçütlere uymuyor. Biz evrim derslerinde şunu anlatıyoruz: Birtakım organizmalar hızlı bir evrimleşme süreci geçirirken bazıları daha yavaş bir evrimleşme süreci geçirirler. Sonuç olarak, bütün organizmalar için şu anda yaşayanlar geçmişin çok küçük bir temsilcisi. İnsanına kadar. Çağdaş bir ülkede bunların yaşanması çok aykırı" dedi.
-
Biri düşüncenizi okuyabilir...
ABD'de bulunan Carnegie Mellon Üniversitesi'nde görevli uzmanların geliştirdikleri cihaz, insanların farklı şeyler hakkında düşündüklerinde beyinlerinin farklı bölgelerinin harekete geçmesi ve bu hareketlerin gelişmiş bir MR tarayıcısıyla tespit edilmesi prensibiyle çalışıyor. Cihazın üretilmesi sürecinde 10 farklı resmin deneklere gösterildiğini ve bu resimlerin deneklerin beyninlerinde yarattığı tepkilerin bir bilgisayar programı yoluyla kaydedildiğini belirten uzmanlar, daha sonra bu 10 resimden birisini düşünmesi istenen herhangi bir kişinin hangi resmi düşündüğünün bu program yardımıyla anlaşılabildiğini aktardı. Farklı kişilerin aynı şeyleri düşündüğünde beyinlerinin benzer tepkileri gösterdiğini kaydeden uzmanlar cihaz sayesinde resimler arasında yer alan bir çekicin "biçimi" ya da "kullanımı" gibi birbirine çok yakın düşüncelerin bile ayırtedilebildiğini vurguladı. Cihazın şu anda sadece 10 resim ile ilgili düşünceleri tanıyabilmesine rağmen "çığır açıcı" nitelikte olduğunu kaydeden uzmanlar, yakın bir zamanda kelimeleri ve duyguları okuyabilecek daha gelişmiş bir cihazı geliştireceklerine emin olduklarını söylediler. Uzmanlar cihazın, çevrelerini farklı bir şekilde algılayan otistiklerin beyin yapısını keşfetmekte ve tedavi etmekte de kullanılabileceğine dikkat çektiler.