
Lilith
Φ Üyeler-
İçerik Sayısı
26 -
Katılım
-
Son Ziyaret
İçerik Tipi
Profil
Forumlar
Bloglar
Fotoğraf Galeresi
- Fotoğraflar
- Fotoğraf Yorumları
- Fotoğraf İncelemeleri
- Fotoğraf Albümleri
- Albüm Yorumları
- Albüm İncelemeleri
Etkinlik Takvimi
Güncel Videolar
Lilith tarafından postalanan herşey
-
bi de şu tarih boyunca devlet kuramamış etnik gurup da kim..?sana kaç kez belgelicez kürt "ulusunun"sonuncusu sovyetlerdeki "kızıl kürdistan" olmak üzere tarih boyu kurdukları devletleri... olmadı cyrano hani çok iyi biliyodun tarihi... hoşçakalasın... bi daha değeri olmayan emek üretmek istemiyorum..kendi imkanlarınla öğren tarihi.
-
yok artık daha neler! sana cevap vermeyim burası senin ideolojinin benimsendiği bi forumdur,senin egonu tatmin uğraşlarına cevap vermym diyorum da;insan bu kadar da tahrik edilemez...cyrano sen gerçekten de sosyalizmin içeriğinden hiç bi şey anlayamamışsın boşuna emek harcamışsın.ne der marks;bilirsin-boşa harcanmış emek,değersizdir....hiç bi sosyalistin kemalist olması olur şey mi.kendisine sosyalistim diyen kemalistim de diyebilir mi.ya da sosyalizmin anlamını bilen biri sosyalizmle kemalizm neden çelişsin gafletine düşer mi..olmaz elbette böyle bi şey.hadi 6 ok'a tekrar bakalım 1.si:M. Kemal ve maiyeti, ülkeden emperyalist sermayeyi atmak için herhangi bir girişimde bulunmadıkları gibi, emperyalistlere kapıları sonuna kadar açmış ve ülkeyi onlarla birlikte yağmalamışlardır. İZMİR İKTİSAT KONGRESİni incele.. 2. Kemalist iktidar başından sonuna kadar baskıcı, anti-demokratik bir iktidar olmuştur. Adı üstünde, bir tek parti diktatörlüğüdür bu. Dolayısıyla, hakim sınıflar içindeki farklı fraksiyonlara bile hayat hakkı tanımayan, hatta, Şeyh Sait isyanından ve İzmir Suikastından sonra yapıldığı gibi onları da baskı altına alan tekelci bir iktidardır. Ancak 1946'dan sonra, Fikret Başkaya'nın deyişiyle, taşaron partilere izin verilecektir. Taşaron partinin anlamı, gerçek iktidarın yine Kemalist devlet diktatörlüğünün elinde bulundurulmasıdır. Bu Kemalist rejim, sadece düzen içi muhalifleri ezmekle kalmamış, komünistlere baskı ve işkencenin en korkunçlarını uygulamıştır. Üstelik komünistler, Komintern'den aldıkları talimatların gereği olarak bu Kemalist iktidarı kölece destekledikleri halde. 3. Kemalist rejim, üniter ulus-devletçi misyonunun gereği olarak, içerde ırkçı-asimilasyoncu bir politika uygulamış, Kürtlerin direnişine devlet baskısı, idam ve katliamlarla cevap vermiştir. Zaten bu ideolojinin temelinde, Anadolu'daki Ermeni ve Rum halklarını yok eden İttihat Terakki ulusal katliamcılığı yatmaktadır. Kemalistler bu politikayı aynen devralmış ve sürdürmüşlerdir. 1940'lı yıllarda varlık vergisi aracılığıyla azınlıklara uygulanan cezalandırma ve zorla çalıştırma politikası bunun en açık kanıtıdır. Bugün Türkiye Cumhuriyetinin Ermeni katliamını inkârının en büyük nedeni de devraldığı bu katliamcı mirastır. 4. Kemalizm, ulusal baskıcı olduğu gibi, dinsel baskıcıdır da. Üstelik onun dinsel baskıcılığı iki taraflı çalışan bir bıçak gibidir. Şimdi var mı bilmiyorum ama eskiden nüfus cüzdanlarında din ve mezhep zorunlu olarak yazılırdı. O kadar "laik" olan Kemalist Cumhuriyet bu zorunluluğu neden koymuştu acaba? Çünkü Türkiye Cumhuriyeti, Türk olduğu kadar İslamdı da. Hem de nüfus cüzdanının mezhep kısmına zorla "Hanefi" diye yazdırtacak ölçüde. Kemalist Cumhuriyetin dincilere baskısı, tamamen dini devletin tekeline alma çabasının ürünüdür, yoksa aydınlanmacı bir ideolojinin değil. Kaldı ki, Kemalist iktidar yalnızca sunni inançlı kesimleri değil, alevi inançlı kesimleri de baskı altında tutmuş, onların kendi ibadetlerine izin vermemiştir. Kemalist Cumhuriyet, ordu ve din de dahil olmak üzere kadim Osmanlı'nın tüm mirasını devralmış, aslında genç değil, kadim bir devlettir. 5. Kemalist Cumhuriyeti kuranlar ve bugünlere kadar getirenler, halkla hiçbir zaman kaynaşmayan, işçileri ve köylüleri küçümseyen elitler tabakasıdır. Bu tabaka, işçilerin ve köylülerin aşırı sömürülmesi, kanının emilmesi sonucu palazlanmıştır. Kemalist iktidar, 1960'lara kadar işçi sınıfının yasal ekonomik örgütlenmesine bile izin vermemiş, "milletin efendisi" köylüyü bir yük hayvanı derekesinde insafsızca sömürmüştür. Bu mirasın temsilcisi CHP'nin köylük bölgelerden hiçbir zaman yeterli oyu alamamasının en önemli nedeni budur. 6. Kemalist ideoloji, "inkılapçı" değil, tipik muhafazakâr bir ideolojidir. Kendi devletini ve ideolojik hegemonyasını kurduktan sonraki tüm çabaları, hayatı dondurmak ve değişim yolundaki her gelişmeyi engellemek yolunda olmuştur. Kemalistlerin "inkılap" dedikleri, kendi karşıdevrimci hegemonyalarını, tüm iktidarlar gibi, bir yandan baskı, diğer yandan rıza yoluyla sağlama almaktan ibarettir."sosyalist" gün zile'nin belgelediği ve özetlediği kemalizmin 6 okunun numeninde bunlar yatar
-
yok yok ben baş edemiyom hocam senle en iyisi yoldaşların yanına döneyim ben ben senin o kopyala yapıştır dediklerini yayınlarımızda yazıyorum zaten ısınma turlarında olanlara... senin sosyalizmle çeliştiğini söylediğin yerleri merak ediyorum hocam.kaldı ki ben tarihsel tahlillerinin de arap emirliklerinin politikasıyla ilgili yaklaştığın *** bakıştan sonra çok da temellendiğini düşünmüyorum ve sovyetlerin çöküşünü de salt içsel çürümeye dayandırmadım dikkat edersen..bak bu da kopyala yapıştır.. cellatların döktüğü kan kendilerini boğacak bu kan denizinin ufkunda kızıl bir güneş doğacak diyor ve ayrılıyorum.. bakıcam hocam kimmiş bu marks dedikleri adam?ya da kadın bilmiyorum işte... bu da kopyala yapıştır..bu da
-
eyvahlar olsun !!!kopyalıyıp yapıştır yapmışım öylemi ne kadar ***** bi insanım ben böyle... artık tartışmayı kişisel boyuta taşıdın,üslubu da bi güzel değiştirdin ooohh...ben de seviniyodum karşımda taban tabana zıt ama buna rağmen insan var diye... forumda olduğum kadar dünyada da yeniyim ve daha yaşım marksist olmaya yetmez.. sen 7-8yıl önce bunları okurken ben ilkokulda resmi ideolojiyle bi güzel yıkanmaktaydım.. marksizmle ilgili okududuklarım da ancak ısınma turlarıdır. hatta seninle böyle bi tartışmaya da pratik olsun diye girdim marksizmle ilgili en ufak bilgim yok bu dahil tüm yazdıklarım kopyala yapıştırdır.marks kim onu da bilmiyorum.fransadan falan bahsediyodun ya orası neresi onu da bilmiyorum tarih hakkında da bildiğim tek şey bugünün tarihi.siyasetten de hiiiç anlamam da zaten.. noldu şimdi çürüdümü sosyalizm?
-
senin yaptığın gibi alıntı yapamıyorum ne yazıkki parça parça,özür dilerim beceremiyorum.. CYRANO arkadaş sözüm yine sana; sovyetler doğruydu mükemmel model sovyetlerdi dedim öyle mi... sscb başından beri emperyalist kuşatma altında yaşadı.yüzyılın başında;macar,finlandiya,slovakya,bavyera sosyalist cumhuriyetleri,emperyalist ordular tarafından kısa sürede yok edildi.bolşevikler kapitalizmin en geri ülkesinde sosyalizmi inşa etmek zorunda kaldılar.dünya devriminin gerçekleşememesinin en büyük nedenlerinden biri reformculaşmış komünist partilerin burjivaziyle girdikleri alçakça uzlaşma ve işçi sınıfına ihanet etmeleriydi.emperyalistler dünya halklarının sosyalizme ulaşmasını engellemek için insanlığın başına faşizmi sardılar.tekellerin emrindeki faşistler insanlığa kan kusturdu ama yenilgiden de kurtulamadılar.ikinci paylaşım savaşımından sonra çin ve bir dizi avrupa devleti sosyalizme yöneldi.ardından küba ve vietnam aynı yola girdi.. paris komünü birbiriyle savaş halindeki alm.ve fr. ordularının ortak saldırısıyla yıkıldı.sscb'de sosyalizm bu kez dışardan değil içerden tasfiye edildi.1956da sovyet devletini ele geçiren modern revizyonistler sosyalizmi bireysel çıkarlarına kurban etti.sosyalizme doğrudan saldırmaya cesaret edemedikleri için sosyalizm şahsında sosyalizmi inşa ve faşizme savaşın önderi stalini hedef seçtiler süreç içinde bu bürokrat zümre sömürücü bir sınıf haline geldidünün yönetici sosyalist zümresi yeni dönemin kapitalist patronları haline geldi. bugün her şey daha berrak dünün tozu dumanı kısmen dağıldı.sosyalizm yeniden ezilenlerin kurtuluş umudu olmaya başladı.kapitalizm 150yıldan fazla bi süredir kazanılmış tüm haklara saldırıyor.ama en çok da sosyalizmin kazanımlarını insanlığın belleğinden söküp atmaya çalışıyor.işçiler ve ezilenler sosyalizm olmadan nasıl bir dünya ile karşı karşıya kaldıklarını gördü.sosyalizm korkusu olmasaydı burjuvazi o gün vermek zorunda kaldığı tavizleri asla kabul etmezdi YENİ SOSYALİZM GEÇMİŞ DENEYLERİN BÜTÜN SONUÇLARINI HESABA KATACAKTIR. bugünün işçileri,sosyalistleri geçen yüzyılınkilerden nesnel koşullar bakımından daha şanslıdır,mesela daha eğitimlidir bugün ücretli köleler..kafa işçisi ve kol işçisi kutuplaşması azalmış çıkarları ortaklaşmıştır.orta sınıflar hızla eridiğinden kutuplaşma ve çelişkiler daha keskindir bugün kurulacak sosyalizm geçmiş hataların üzerinden yükselecektir ulus çıkarına tekrar bakarsak;tüm tarih ezen ve ezilenlerin tarihi olduğuna göre,ve tarih sınıflar arası çelişkilerden doğduğuna göre tarih içinde aslolan da sınıfların çıkarıdır egemenlerinde zaten ulusal çıkardan kasıtları burjuva sınıfının çıkarlarıdır. tarihsel sürecin evrildiği yer ise kapitalizmin kendi kendini çökertmesi olduğundan taraf olunacak yer işçi sınıfının yanıdır.sınıfların ortadan kalkışı yolunda da sosyalizm bi duraktır.zaten sonrasında;sınıfların ortadan kalktığı bi zamanda sınırlar da ortadan kalkacaktır..
-
sevgili CYRANO dün ezilen bugün ezen olabilir..çok haklısın..son derece diyalektik yaklaşmışsın..ideoloji de evet aynı ideoloji ama işte diyalektiğin de burda tıkandı..koşulları bilinçten uzak tutamazsın milli bilinç tek bilinçtir işte ama hangi koşulda yapıldığıdır önemli olan egemen olan ezil diye yapar ezilen de ezme diye..seni ezilmekten kurtarana kadar meşrudur milliyetçiliğin kurtulduğun an yine lanetlidir.. ya bi de hakikatten takıldığın noktaların cevapları yazının ilerleyen bölümlerinde oluyo çoklukla rica ederim tamamını oku(2 kere)öyle cevap ver.. tartışırkenki insani üslubunu devam ettireceğini var sayarak şimdiden teşekkür ederim..
-
işte ne yazıkki sorun da burda senle yaşadığımız dünya sisteminin tahlillerini farklı yapıyoruz..yoksa senle aynı sömürü düzeninin mağduru olan aynı gezegendeyiz.. bazı yerleri kaçırıyosun dünyalı kardeşim;ezen ulus milliyetçiliği, gerçekte var olmayan bir ulusal çıkarlar söyleminin üzerinde şekillenir ve bütünüyle "sahtekârlıktır".dedim sahtekarlıktır çünkü gerçekte egemenin güdebileceği tek çıkar kendi çıkarıdır .ulusun çıkarı"söylemi" bütünüyle sahtekardır..gerçekte var olmayan bi şeydir olgark için.. rica ederim beni aynı şeyleri iki kere tekrar ettirerek yorma.iki kere okursan daha iyi kavrycaksın ne demek istediğimi ya da özde neyi tekrarlayıp durduğumu...
-
ya arkadaşım ne tasavvurundan sözediyosun benim kürdistan dediğim bölge osmanlının da bir kısmını elinde bulundurduğu basra körfezine kadar uzanan yerdi..sana biraz kürt tarihinden sözedesim geldi.. Kürtlerin ana yurdu Kuzey Irak ile İran’ın kuzey-batı coğrafyasıdır.Doğu Anadolu Malazgirt savaşı ile başlayan süreçte Selçuklu-Harezmşah-Karakoyunlu ve Akkoyunlu sürecinde Türkmen yurdu olarak kalmış,buradan geçen Avrupalı seyyahlar bu coğrafya için Turkomania ismini uzun yüzyıllar kullanmışlardır.Bölgenin Kürt hüviyeti kazanması Safevi Devletinin kurulmasıyla birlikte Çoğu alevi olan bölge Türkmenlerinin Azerbaycan’a göçü yanında Yavuz Selim’in Sünni Kürtleri bölgeye kaydırmasıyla alakalıdır bu sancakların kurulduğu bölgeler kürtlerin anayurdudur. Kürt Milleti eğer çok büyük bir tarih mirasına sahip olmasaydı, herkes emin olsun ki şimdiye kadar çoktan teslim bayrağı çekmiş, asimile olup unutulan milletler kervanına katılmıştı. Türk İnsanı, dünyada görülmedik bir şekilde şartlandırılmış olduğu için, resmi tarih ve resmi tarihi de aşan çarpıtılmış “araştırmalar”ı okumakla yetindiği için objektif gerçeği göremiyor, tarih bilimi alanında ayağı yere basmayacak şekilde havada kalıyor. Kürtler , Proto-Kurd olarak, sırasıyla Hititler’in, Mittaniler’in ve Medler’in tek mirasçılarıdırlar. Hititler, Batı’da Kürdistan’ın son noktası olan Enguru (Ankara) ve çevresine de hakim olmuşlardı (Enguru=Üzümlü, Kürtçe zazaki). Hitit’ler’in sembolu olan Güneş, Mithra’nın semboludur. Hititler, Mittaniler’le yaptıkları savaştan sonra Mithra; İndra, Nahaatyu (Nasatyu) ile Varuna’nın şahit tanrılar olarak gösterildiği yazılı bir antlaşma imzalamışlardı, ki, Mithracı Kürtler (Êzdîler), bugün de, baskılarla zedelenmiş, bir Mithra dinini sürdürüyorlar.. Bütün bu saydığım devletler, akraba sosyal gruplar tarafından kurulmuş, Aryani devletlerdir. Mittaniler’in hüküm sürdüğü coğrafya bugün de tümüyle Kürtler’le meskundur. "Medler’in coğrafyası ise Millatan öncesinden başlayan zora dayalı bir asimilasyon sonucu daralmış olmasına rağmen, o coğrafyanın yarısından fazlası hala Kürtler’le meskundur"(medya bölgesi). Hititler’in kaybolduğu alanlara da bakarsak, büyük asimilasyon ve katliamlara rağmen hala hala Kürt köy kümeleri varlıklarını sürdürmektedirler. Medler’i Kürtler’e bağlayan zincirin bir halkası da MÖ’ki yıllardan beri varlığını sürdüren Azerbaycandaki bağımsız Kürt Devleti’dir. Bu devlet varlığını Sasani Hükümdarı Ardeşir ile yaptığı ve bir araştırmacı Kürt’ün çok rsaslı delillerle gösterdiği gibi yenilmediği savaşlara girişir. Çoğu Kürt İnsanı tarafından bile bilinmeyen bu savaşların ilki hem Firdowsi’nin Şahnamesi’nde, hem de Kârnâmag-î Ardaşîr î Babagân adlı Pehlevi yapıtta geçer Yani savaşla eş zamanlı olarak yazılmış bir Şahnamede (Kârnâmag) geçer. Bu yapıtlarda Kürt Kralı Madîg ile Sasani Kralı Ardeşir arasında geçen bir savaş anlatılır (MS 226). Madig’in kralı olduğu bu Kürt Devleti Azerbaycan’da kurulmuştu. Bu devletin önemi; tarihi olarak şöyle açıklanabilir: -Milat yıllarında “Kürd” İsmini taşıyan ilk Kürt Devleti’dir, ki Kürt Milleti’nin Düşmanları bunu inkar ederler. -Proto-Kürdler’in başka ad kullanarak kurdukları devletlerden çok daha berrakça Med Devleti ile Kürdler’i bağlar. Bunların dışında önemli olarak gördüğüm dokuz Kürt Devleti daha var, şöyle: Alamut Ziyar’ı Devleti Hamdani Devleti Daysam Mervani devleti Sedadi Devleti Hasanveyh Devleti Eyyubi Hanedanlığı Devleti Alamut Devleti Gor Devleti sözünü ettiğim kürt bölgeleridir. Ayrıca eğemenliğin simgesi olarak, Sasani dönemine ait sikkeler (para) ve daha sonra Daysam Devleti ile Mervani Devleti’ne paralar bugün dünya müzelerinde ziyaretçi bekliyor. Bunun dışında Kürtler’e Düşman Güçler’in neler sakladıkları belli değil. Bu durumda Türkler’in sürekli olarak ve inanarak ileri sürdükleri “Kürtler tarihte hiç devlet kuramadılar” tezi havada kalıyor. Kürt Milleti’nin gerçekten muhteşem bir geçmişi vardır ve bu muhteşem geçmişleri olmasaydı bunca katliama, sürgüne, zora dayalı asimilasyona dayanamaz dağılırlardı.. yine sana hazır yazılmış,feodal-sömürgeci osmanlı imparaorluğunun kürdistan bölgesiyle ilişkilerinden kesitler sunayım; osmanlı imparatorluğunun iran safevi devleti ile çatışmalar içinde kürdistanın bir bölümü üzerinde egemenliğini kurması 16.yüzyılın başına rastlar(1514) feodal kürt beyliklerin önemli bir bölümü şii safevi devletinin baskısından korunmak amacıyla ve iç işlerinde geniş bir serbestlik koşuluyla osmanlı imparatorluğunun siyasal himayesini gönüllü olarak kabul ettiler.19.yüzyılın başlarına kadar değişmeden süren bu kendine özgü siyasal statü sayesinde,osmanlı egemenliğindeki kürdistan osmanlı tımar sisteminin dışında kaldı.feodal kürt beylikleri ve aşiret reisleri merkezi devlete karşı vergi karşılığında bir tür özerk "hükümetler"olarak kendi bölgelerine hükmettiler.kürt köylülüğün artık-ürünlerine dilediğince el koydular. imparatorluktaki gerileme-çözülme ve çürümenin önünü almak üzere kürt beyliklerinin geleneksel özerk siyasal statülerinde değişikliği de gündeme getirdi.bu çerçevede kürdistanı daha sıkı siyasi ve iktisadi bağlarla merkezi feodal devlete bağlama doğrultusundaki tüm gelişmeler birbirini izleyerek kürt ayaklanmalarının önünü de açmış oldu.osm.imp.nun açık amacı o güne kadar kendine son derece gevşek ilişkilerle bağlı kürdistan üzerinde tam bir egemenlik kurmaktır.özerk eyalet sistemine son vererek merkezileştirilmiş ve merkezden atama valilerce yönetilen vilayet sistemine geçiş,aşiretlerin ve köylülerin doğrudan vergilendirilmesi kaynaklar üzerinde doğrudan devlet denetimi gibi.. bunları ben uydurmuyorum...
-
Suriye ve Irak'taki Baas rejimlerinin, bazı özel durumlarına rağmen, öz olarak aynıdır,evet.. (Özellikle bunlar arasındaki pratik farklılıkları abartarak, bölgede devrimci güçlerin önemli bir destek gücü olarak Suriye'nin öne çıkarılması koşullarında bu önemlidir.) Bu iki ülke de, milliyetçilik tabanında anti-emperyalist bir tavır alan küçük-burjuva iktidarlara sahiptirler. Ancak bunların milliyetçiliği, Pan-Arap milliyetçilik olarak, bütünsel bir niteliğe sahiptir. Parçalanmış ve her bir parçasında ayrı devletler olarak örgütlenmiş Arap ulusal-topluluğunun bütünleştirilmesi amacını güden Baas milliyetçiliği bu amacı gerçekleştiremediği oranda ülke içinde artan bir baskı ve sömürü ortamı yaratmak durumundadır. Öte yandan bu olgu, parçalanmış ulus sorunu karşısında proletaryanın, burjuva anlamda bütünsel bir ulusal-devlet yaratma yerine (yani sınıflı, yeni ve güçlü bir burjuva devlet yaratma yerine), kendi çözümünü ortaya koyması karşısında da önemli bir engel oluşturmaktadır. yani baas ezilenlerin önünde handikaptır. Bugün Suriye ve Irak, ekonomik bakımdan emperyalizmin önemli bir pazarı durumundadır. Ancak küçük-burjuva milliyetçiliğinin gücü, siyasal alanda görece bağımsız bir konum oluşturmaktadır. Bunun sonucu Suriye'deki Kürt topluluğu üzerindeki ulusal baskı sınırlı ve örtük durumdadır. Irak'ta ise, ekonominin petrole dayalı olması ve petrol bölgesinin Kürt topluluğunun yaşadığı ya da sınırlarında bulunduğu yerler olması nedeniyle, ulusal baskı, zaman zaman askeri savaş durumuna kadar uzanmaktadır. Küçük-burjuva milliyetçilerinin Irak'ta krallığı devirmelerinden sonra, Kürdistan Demokrat Partisi'nin (KDP) yasallaşması, Kürtlerin Irak sınırları içinde belli bir özerklik elde etmeleri yönünde gelişmeler ortaya çıkarmıştır. . Ancak Irak Baas yönetimi, özerk Kürt bölgesinin sınırları ve özerkliğin boyutları konusunda oldukça kesin bir tutum takınmıştır. , bu tutum Irak ekonomisinin petrole dayalı niteliğinden kaynaklanmakta ve Arap milliyetçiliği ile geliştirilmektedir. Eylül 1961'de Baas yönetiminin Kürtlere verdiği özerklik "sözünün" gerçek bir hukuki temele oturtulmaması ve sürüncemede bırakılması üzerine, Barzani yönetiminde KDP ayaklanması başlamıştır. Bu savaş durumu, SSCB'nin aktif tutumuyla sona erdirilmekle birlikte, özerklik sorunu fiili ilişkilerle ve kısmi yasallıkla çözümlenmeye çalışılmıştır. bugün için Suriye'de açık olmamakla birlikte yakın gelecekte açıklık kazanacak durumuyla ve daha görünür haliyle Irak'taki Kürt topluluğu üzerindeki ulusal baskının temelinde, bu ülkelerdeki Arap topluluğunun emperyalizmle olan ilişkileri yatmaktadır. Dinsel temelde örgütlenen düzene muhalefetin temelinde, yeni-sömürgeciliğe karşı feodal sınıfların direnişi yatmaktadır. Yukardan aşağıya geliştirilmeye çalışılan kapitalist üretim ilişkileri karşısındaki feodalizmin direnişi kaçınılmaz olarak anti-emperyalist nitelik almaktadır. Ancak bunun anti-emperyalizmi tümüyle sınıfsal nitelikte çıkara dayalı olduğu için anti-kapitalist özellikleri içinde taşımaktadır. Böylece sınıfsal ve ulusal planda emperyalizme ve kapitalizme karşı olan sınıfların tümünü kapsayacak bir nitelik taşımaktadır. Ancak daha önce belirttiğim gibi, burada görülen anti-emperyalizm, gerçek anti-emperyalizmden farklıdır ve feodal egemen sınıfların tavrı olarak belirginleşmektedir. Bu açıdan özel olarak "gerici" niteliktedir. Yugoslavya'da her ne kadar farklı cumhuriyetlerin varlığına müsade eden bir federasyon anlayışı benimsenmiş olsa da, bu federasyon proleter enternasyonalizmi ilkesine dayanılarak kurulan sosyalist bir federasyon değildi. Bu nedenle de ulusal önyargılardan, milliyetçilikten, alttan alta var olan öfkeden bağımsız değildi. Federasyonun kurucusu Tito bile kendi ölümünden sonra fe-derasyonun ayakta kalıp kalamayacağından, varolan uluslar arasında savaşın başlayıp başlamayacağına emin olmadığını söylüyordu. Olaylar, Tito'nun öngörülerinden farklı bir rota izlemedi. Bürokratik devlet kapitalisti modelin serbest piyasacı model karşısındaki yenilgisini ifade eden bu dağılışın, bu modelin uygulandığı her ülkeyi etkileyeceği aşikardı. Bürokratik devlet kapitalisti modelde örgütlenen rejimler miladını doldurmuştu. Bu durum Yugoslavya için de geçerliydi. Miloseviç öncesindeki Tito rejimi, Latin Amerika ile birlikte uluslararası kurumlara en çok borçlananlar arasındaydı. Tito öldüğünde Yugoslavya'nın 20 milyar dolar borcu vardı. Borçları geri ödemek için IMF ile yapılan anlaşmalar sonucunda işçi sınıfının yaşam standartları yükelen işsizlik ve azalan ücretlerle birlikte düşmeye başladı. 1986'da enflasyon oranı %100'dü ve 1,2 milyon Yugoslav işçi işsizdi. İşçi sınıfının bu saldırılara cevabı, bürokrasinin bağımsız işçi eylemlerini yasaklayan yasasına karşın, büyüyen bir dalga şeklindeki grevlerle oldu. 1986'da 851 grev olmuşken, 87'de bu sayı ikiye katlandı ve 88'de grev sayısı 2 bindi. İşçi sınıfının büyüyen direnişine cevap olarak, her bir cumhuriyetteki Stalinist bürokratlar kitlelerin öfkesini bölmenin aracı olarak milliyetçiliği öne sürdüler. Miloseviç de milliyetçiliği en iyi kullananlardan biriydi. Miloseviç, 1989'da Sırbistan devlet başkanı olur olmaz Kosova'nın özerk statüsüne son verdi. Kontrolü sağlamak için Yugoslav birliklerinin bölgeye gönderildiği 1990'da Sırbistan, Kosova hükümetini feshetti. Hırvatistan ve Slovenya'nın Yugoslavya'dan 1991'de bağımsızlığını ilan etmesi üzerine Slovenya sınırlarına tanklar gönderdi. Kısa süren bir savaşı tetikleyerek, Slovenya'nın ayrılışını engelledi. Hırvatistan'daki Sırpları da silahlara sarılmaları için cesaretlendirdi. 1992 yılının Ocak ayında Hırvatistan'da ateşkes yürürlüğe girerken, Mart ayında Bosna-Hersek bağımsızlığını ilan etti. Miloseviç, bu kez Bosnalı Sırpların ayaklanması için destek verdi. Yaklaşık 250.000 kişinin öldüğü Bosna Savaşı'nın başlamasından üç yıl sonra, Hırvat ve Bosnalı liderlerle anlaşmayı kabul etti. Kosova'da Arnavutların ayaklanmasını bastırmak için Şubat 1998'de bölgeye birlikler gönderdi. 18-19 Mart'ta Fransa'da yapılan barış görüşmelerinde Kosovalı Arnavutlar bölgeye geçici özerklik tanınmasını öngören barış anlaşmasını imzaladı, ancak Sırplar anlaşmayı reddetti. Görüşmelerin başarısızlıkla sonuçlanması üzerine 24 Mart'ta NATO bombardımanı başladı. NATO bombardımanı Sırp askerlerinin Kosova'dan çekilmeye başladığı 10 Haziran'a kadar sürdü. Miloseviç de bu perspektifle içeride milliyetçiliği yükselterek kitleleri peşine takamaya çalışmış, dışarıda da diğer unsurlara karşı bir savaş yürütmüştür. Bu savaş sırasında etnik-temizlikten, sistematik işkencelerden, daha türlü *********liklerden uzak durmamıştır. Bu savaş kesinlikle savunma amaçlı yapılmamış, Sırbistan'ın emperyalist hiyerarşideki yerini güçlendirmek gayesiyle harekete geçilmiştir ve son olarak yazıyı tekrar okursan fransız ihtilalini ezilen ulus milliyetçiliği olarak tanımlamadım; ezilen ulusun milliyetçiliği, bir ulusun ezilmesi ve tahakküm altında tutulması gerçekliğini dışa vurur. Ezenlere ve egemenlere dönük bir başkaldırının ifadesidir. Tıpkı 1789 Fransız devriminde olduğu gibi, ezilen ulusun milliyetçiliği gecikmiş bir burjuva demokratik devrimin ideolojisi olarak hizmet eder. dedim fr.ihtilalini burjuva devrimi yönüyle benzettim.fr.hareketi gibi ulusların kaderlerinin tayin hakkının da bir burjuva demokratik bi istem old.söyledim iyi milliyetçilik kötü milliyetçilik yoktur.milliyetçilik kötüdür ve koşullara göre meşruluk kazanır.reflex olduğu sürece tahammül edilinebilecek bir olgudur..bu bi çelişki değildir.hangi koşullarda kime karşı yapılmasıyla ilgilidir meşruluğu milliyetçilik=ırkçılık bilimsel değildir. sosyoloji ve tarihin söylediği bilimsel gerçeklik tam olarak şöyledir milliyetçilik<ırkçılık<faşizm
-
Şimdi yine tutarsızlık var. İnsanlar bazen işine geldiği zaman milliyetçiliği "ezilen ulus milliyetçiliği" kavramını öne sürerek kutsar. İşine gelmediği zamanda "ezen ulus milliyetçiliği" kavramıyla lanetler. "Sermaye sahiplerinin resmi ideolojisi milliyetçilik" bu tanımın bilimsel herhangi bir altyapısı varmı slogandan öte? Yada demekki Çin'de sermaye sahipleri resmi ideolojilerini yani milliyetçiliği fazla pompaladılarki halka neticesinde Çin Devrimi gerçekleşti ve sermaye sahipleri idam edildi. Marx milliyetçiliğin henüz bir ideoloji haline gelmediği bir dönemde yaşıyordu. Aynı zamanda daha emperyalizmin bile tanımının yapılmadığı bir dönemde. Eminimki Marx milliyetçi ideoloji yüzünden emperyalistlerin topraklarının yarısını kaybettiğini ve onlarca ulusun emperyalizme karşı bağımsızlığı milliyetçilikle kazandığını görecek kadar yaşasaydı farklı şeylerde söylerdi. Yada kaç ülkenin milliyetçi ideolojiye sahip çıkarak sosyalist devrimini gerçekleştirdiğini görse. Ne garip dünyada sağ kalan iki sosyalist devlet Kuzey Kore ve Küba milliyetçilik konusunda baya ortodoks olan ülkeler. İdeolojilerin en ucunda olan ve en radikal kesimleri üzerinden ideolojileri tanımlandırmaya çalışmak bilimsel bir bakışmı. Milliyetçi ideolojiyi tanımlarken faşizmin ve falanjizmin argümanlarını temel alıp bunun üzerinden savını oluşturan birisi için. için Sosyalizmi ve marksizmi tanımlarken alınacak kriter Pol-Pot olmalı o halde. Milliyetçilik üzerine yazarken, Falanjizm ve Faşizmi milliyetçiliğin özü olarak alıp bunun üzerinden tespitler yapmak gerçekçi bir bakış doğurmaz. tutarsızlık nerde arkadaşım anlayamadım özde diyorum ki: ezen ulus milliyetçiliği, egemen ve ezen bir devletin tüm toplum üzerindeki baskısının bir kılıfı durumundadır. Gerçekte var olmayan bir ulusal çıkarlar söyleminin üzerinde şekillenir ve bütünüyle sahtekârlıktır. Bu tür bir milliyetçilik hâlihazırdaki kapitalist bir devleti savunduğundan tümüyle gericidir. Oysa ezilen ulusun milliyetçiliği, bir ulusun ezilmesi ve tahakküm altında tutulması gerçekliğini dışa vurur. Ezenlere ve egemenlere dönük bir başkaldırının ifadesidir. nerdeyse tüm yazıda bunun bi çelişki olmadığından sözettim..işine geldiği gibi tahlil ediyosun diyosan hala;milliyetçiliği 2 şey için yaparsın;ya ezmek için yada ezilmemek için.evet ezen sömüren tarafınki lanetlidir ve işime gelmez,ezilen sömürülen tarafın yaptığı meşrudur,ezilmemek içindir ki işime gelir.. mao'ya gelince... Büyük İleri Atılım, Kültür Devrimi gibi isimler verdiği, kolektifleştirmeyi de kapsayan çeşitli sosyo ekonomik projeler geliştirdi. Bu projeler sayesinde güçlü, müreffeh ve eşitlikçi bir Çin yaratmayı hedefledi. Mao Zedong'un devrim ufku, demokratik devrimi, küçük burjuva devrimciliği ile sınırlıdır. O, Çin koşullarını öne sürerek Çin ulusal burjuvazisi ile sosyalizm kurmaya çalışmıştır. kendilerini ““maoist” sayan, ; şovenizmden, militarizme şakşakçılıktan rant toplamaya çalışan en namlı ırkçılardan aşağı kalmayan sahte sosyalistlere bakma. Onlar marksist filan değiller. çin devrimini biraz daha araştırırız sen de ben de ama benim marksist olmam maocu almam anlamına gelmez ve her sosyalist devrim modeline de kayıtsız şartsız bağlı olmam demek değildir.ve de tek ülkede sosyalizm,enternasyonalizm bunlar ayrı ayrı tartışma konularıdır ve marksın milliyetçilik üzerine söyledikleri.. milliyetçilik üst sınıflarca bir ulusun birimlerine dayatılıp egemen kılmaya çalışılan çarpık bir bilinçtir. Enternasyonalist komünizm için sorunun özü milliyetçiliğe karşı mücadele ve onun etkisinin bir ulus içinde yayılmasını önlemek biçiminde olmuştur. Ulusun kendisi, bir kategori olarak, bir görüngü olarak, yerli yerinde durmakta ve eleştiri konusu durumundadır.ve en iyi marksist leninin de ulusların ayrılma hakları ve ardından gelecek sınıfsız ve milletsiz toplum tezleri de sanırım seni marksın ömrü yetseydi yapabilecekleri konusunda aydınlatır.. şimdiye kadar tarih bilimine ve sosyoloji bilimine ters düşen,subjektif olan bişey yok sanırım.. küba ve kuzey korede bir sosyalizm modelinin yaşanamadığını bildiğini varsayarak emperyalizme karşı uygulayabileceklerini milliyetçiliğin de zaten ezilmemek için yapıldığında meşru olduğunu ezmek için yapıldığında ise "sonunun"faşizme varabileceğini tekrar belirtiyorum.egemen güç tarafından uygulanırsa varacağı ye elbette odur..kurtuluş savaşı bittikten sonra egemenliğin altındaki halklara hunharca uyguladığın milliyetçilik şovenizmdir,kurtuluş sav.sırasındaki;meşru.. az evvel mao konusunda model almadığımı söylediğime göre aynı ideolojiden gelme hatta yöntem olarak sosyalistlerin eleştirdiği pol-pot a da değinmeye lüzum yok kaldı ki mücadeleye ihanet etmiş birini nasıl kriter alabileceğimi düşündün tuhaf.. faşizmin temelinde egemen sınıfın ezilen ulusa milliyetçiliği yatar bunu tüm tarih gözler önüne sermiştir zaten.
-
burada açamayacağım değil,"açmayacağım" özel eleştirilerim var dedim evet bunları bu ortamda tartışmam çünkü gerek duymuyorum bu bir,konu bu değil;bu iki , konu bu olsa da şayet kürt hareketine yönelik eleştirilerim çok zaman alır..
-
osmanlı döneminde kürdistan denen bölge sadece bugünün misak-i milli sınırlarını doğu a.d ve güneyd.a.d'nun bir kısmından ibaret değil,fırat ve dicle mezopotamyasının bulunduğu bölgedir ki bilindiği üzere bu sancak basraya dek uzanır.özellikle yavuzun iyi ilişkilendiği kürdistan bölgesi anadoluyla sınırlı değildir.bugün Irak, doğu Suriye ve Güneydoğu Anadolu'yu (Türkiye) kapsayan coğrafi bölgeyi tarif eden bir isimdir güneyinde suriye,kuzeyinde anadolu vardır pek tabi olarak.sanırım bu kısım çözüldü... gelelim sovyetlerde kızıl kürdistan dedikleri yere... 17 Ekim 1917 devriminden sonra Rusya, Orta Asya ve Kafkasya'da yaşayan halklara özgürlük umudu doğdu. Dünya coğrafyasının büyük bir bölümünü kapsayan bu topraklarda yeryüzünde bulunan bütün halklardan insanlar yaşıyordu. 17 Ekim Devrimi'yle bu hakların, yerleşik olanlarına cumhuriyet, yabancı olanlara -yani sonradan gelenlere- ise otonomi ve ulusal kültürel özerklik hakları tanındı. Bu coğrafyanın bir halklar mozaiği olduğunun en iyi örneklerinden biri de 102 halkın yaşadığı Kazakistan'dır. Bu halklardan biri de Kürtler... Kürtlerin Kafkasya'ya geliş hikkyesi 3 dönem biçiminde ele alınıyor. İlk geliş Çarlık döneminde olduğu söyleniyor. Bunun yanı sıra Osmanlı Rus savaşları döneminde buraya gelen halklar bu ilk dönem içinde ele alınıyor. Her ne kadar bu konuda yazılı tarih olmasa da o dönemi bizzat yaşayanlar bu şekilde değerlendiriyor. İkinci göç tarihi ise 17 Ekim Devrimi'nden sonra sınırların çizilmesiyle Sovyetler Birliği sınırları içinde kalanların kendi tercihleri olmamasına rağmen artık bu ülkenin yurttaşlığına geçmesiyle ele alınıyor. Göçlerle gelip önceden Çarlık Rusyası, ardından Sovyetler Birliğine yerleşen Kürtlere de 17 Ekim Devrimi'nden sonra bir pay düşüyor. Halklara özgürlükî şiarı ile gerçekleştirilen 17 Ekim Devrimi'nden sonra Sovyet topraklarında yaşayan Kürtlerin payıîna da 1923 yılında şu an Azerbaycan sınırları içinde bulunan ve başkenti Laçin ilan edilen Kızıl Kürdistan Özerk bölgesi oluştu. 19 Temmuz 1923'te Azerbaycan Komünist Partisi'nin merkez organı Bakü İşçisi gazetesi oluşuma şu ifadelerle yer verdi: Azerbaycan MYK kararı uyarınca, Dağlık Karabağ'ın tesis edilmesiyle ilgili aran (düzlük) Karabağ'ı iki kazaya ayrılacaktır. Birisinin merkezi Ağdam, diğerinin merkezi Cebrayıl olacaktır. Kürdistan da özgün bir kaza biçiminde oluşturulacaktır.î Kızıl Kürdistan'ın ömrü çok uzun sürmedi. Kızıl Kürdistan üç yıl sonra yani 1929 yılında yıkıldı. Lenin, Kızıl Kürdistan için 40 milyon rublelik bütçe ayırdı Lenin'in ölümünden sonra Kızıl Kürdistan'ın teknik, sanayi, eğitim yatırımları için ayrılan bu bütçe Stalin tarafından Ermenistan'a kaydırılıyor. Ve bundan sonra Azeriler ile Ermeniler arasında süren toprak sorununun çözümüne karşılık olarak Kızıl Kürdistan feda edildi. sovyetlerdeki kürdistan meselesi de bu... buraya kadar sorun yok objektif tarih 'bilimi'bunları yazıyor..
-
Hesap,nesep,ırk,soy sop işinde yokum çünkü ne ne soyu sicilli bir buldoğum ne de tecrübelik bir tavşan.. ben yalnız ölen babamdan ileri,doğacak çocuğumdan geriyim ve bi kavganın adsız neferiyim... Nazım Hikmet...(sizin fildişi kuleleriniz nazımın sevdasına mezar bile olamaz)
-
sevgili arkadaşım ben boğaziçi ünv.tarih bölümünde okuyorum ve az çok bu konuda bilgim,tahmin edebileceğinden kat be kat fazla da okumuşluğum var. dil bilimciler, Kürt halkinin Hint Avrupa dil ailesinden irani diller gurubuna giren bir dil olan Kürtçeyi kabul ederler. Kürtçenin bir kaç lehçesi (dialect) ve agzi vardir. Kurmanci, Türkiye'deki veeski sovyetler birligindeki Kürdistanin en genis bölgelerinde ve en yaygin olarak kullanilan dialekttir. Sorani sadece Irak ve Iran Kürdistaninda konusulur. Zaza ki / Kirmancki / Dimilki ise sadece Anadolunun dogusunda (Kürdistanin kuzeyinde) konusulur. (McDowall, 1989: 7). , /kürdistan kelimesini osmanlının yükselme gerileme ve dağılma dönemlerinde mezopotamyaya verdiği ad dolayısıyla kullanıyorum.(osmanlının yalancısıyım bu konuda) 1.kürdistanın kurulma amacı da diğer tüm ulus-devletler gibi kendi pazarını yaratmak,kabaca paradır.toprak istemek,toprak için kan dökmek para istemek demektir bunun seninde farkında olduğunu bunların arkasındakilerin çıkar peşinde koştuklarından,toprak istediklerinden söylemenden anladım(şayet farkında değilsen de ol diye söylüyorum).2.si sermaye sahiplerii halk yığınlarına resmi ideoloji olan milliyetçiliği öylesine aşılar ki(her yerde)sen neden milliyetçilik yaptığını bile bilmezsin.uyursun..burjivazi,ağalar senin beynini sende yarattıkları milli duygularını kasalarının anahtarı olarak kullanırlar.ben kürt de değilim pkk'nın savunucusu da..(hatta burda açmayacağım özel eleştirilerim de var) nasıl dinler korku üzerine kurulmuşsa milliyetçilik de ardında başka şeyler saklanırken ortaklaştırılmış bir korku üzerine kurulmuştur.marks milliyetçiliğin burjuvanın belli bir pazarı kendine ayırmasının ideolojik ifadesi olduğunu söyler.ancak milliyetçi söylemde bu hiç de doğrudan söylenmez.öne çıkan aslında insanların pek de sevgi olarak algılamalarına olanak olmayan toprak,insanlık dururken,millet gibi kavramlardır..sevgi olarak adlandırılan aslında üretilen bir korkunun başka kelimelerle ifadesinden başka bi şey değildir. kurtuluş savaşı sonrasında burjuvazi kendi sınıf egemenliğini ulus çerçevesinde kurarken eski topluma ait bir çok çelişkiyi kendi çıkarına uygun biçimde çözdüğü tarihsel bir gerçekliktir. tarih,milliyetçiliği böyle algılar,sen uyurken..ve sen uyurken resmi araştırmalar da gerçekleri senden saklar ki milli duygularına zeval gelmesin... milliyetçilik de din kadar maddi gerçeklerle insan zihninde üretilmiş kurgusal gerçeklerin yer değiştirmesine neden olan bir düşünüş biçimidir ve tabi dinden daha dar olması ve fanatikliktede ondan aşağı kalmaması dolayısıylada insanları birbirine daha çok düşman edip daha çok kırdıran bir kavrayış biçimidir..kapitalizm şafağında kendi av alanını çitlerle çevirmenin derdinde olan burjuvazi aiditiyetini(!)tarihsel olarak ortaya çıkmış olan milliyet temellerini kullanarak milliyetçilik yoluyla gerçekleştirmiştir yani gördüğün üzere sınırlar da para için çizilir.benim hedefimse ruh-i zemin(yeryüzü) vatanıma ve nev-i beşer(insanlık)tan ibaret olan milletime kavuşmaktır.durum böyleyken,yani evet söylediğin gibi ben ulus devletleri potansiyel faşist diktatörlükler olarak görürken alman,fransız italyan yada her ne ulus-devletleri veya kürdistan ya da filistin yada bask bölgesindeki ulusal mücadeleyi savunacak değilim...sınırların olmadığı dünyanın peşine düşmüşken.. ancak... her ne kadar milliyetçiliğin aidiyet duygusuyla ortya çıktığı sanılsa da ulusun evriminin tarihi göstermektedir ki her ikisini de temelde belirleyen ötekinin yarattığı tehlikedir tüm yazılı tarihte bu böyledir egemen sınıf kendisini hep ötekinin parasına=toprağına tehdit üzerine kurmuştur. milliyetçiliğin kendisini ötekine karşı meşru savunma üzerine kurması gibi elitist sosyalizm anlayışı da aynı temelde haklılık kazandırır. yani özetle ezilen ulusun milliyetçiliği inkar politikalarıyla karşı karşıya kalmışların özgürlük istemleri haklıdır ve meşrudur.ezilen ulusun milliyetçiliği de işte burda meşruluk kazanır ezilen ve ezen ulus milliyetçiliğini aynı kefeye koymak büyük bir yanlıştır. Çünkü ezen ulus milliyetçiliği, egemen ve ezen bir devletin tüm toplum üzerindeki baskısının bir kılıfı durumundadır. Gerçekte var olmayan bir ulusal çıkarlar söyleminin üzerinde şekillenir ve bütünüyle sahtekârlıktır. Bu tür bir milliyetçilik hâlihazırdaki kapitalist bir devleti savunduğundan tümüyle gericidir. Oysa ezilen ulusun milliyetçiliği, bir ulusun ezilmesi ve tahakküm altında tutulması gerçekliğini dışa vurur. Ezenlere ve egemenlere dönük bir başkaldırının ifadesidir. Tıpkı 1789 Fransız devriminde olduğu gibi, ezilen ulusun milliyetçiliği gecikmiş bir burjuva demokratik devrimin ideolojisi olarak hizmet eder. Gecikmiş, geçmişten miras kalmış ve tarihsel ilerleyiş içinde henüz ulaşılmamış bir hedefi önüne koyması bakımından gerici değil, göreli bir ilerici rol oynar. Marksizm’e göre ezen ulus milliyetçiliği, sömürü, ırkçılık ve faşizmi besleyen bir ideolojidir. Ama ezilen ulus milliyetçiliği, demokratik ve insani bir taleptir. Milli demokratik devrimi geçekleştirecek en önemli dinamiktir. Bu açıdan, egemen ulus sosyalistleri tarafından desteklenmesi gerekir. bikaç gün evvel yazdığım atatürk musulda doğmuş olsaydı....ile başlayan yazıda sorduğun kürtlerin diğer vatandaşlarımızdan başka ne gibi hakları var sorunun yanıtını da orda bulabilirsin.kürt etnik yapısının şeyh bedrettinlerden,saidlere uzana tarihi de dili de edebiyatları da vardır.bunlar artık resmi ideoloji tarafından da kabul görüldüğünden(ödenen bedellerin ardından)çok kolay araştırabilirsin devlet bile inkar politikasından vazgeçti... ve bi ulusu azınlık statüsünden çıkarıp millet mertebesine onlar kaç milyon olunca eriştiriyosun.. ebediyet konusuna gelince...çok vahim durumun önce bu topraklar ebediyen türk kalacaktır diyosun ardından her aklı başında müslüman ebedinin olmadığını bilir diyosun...eyvahlar olsun ne diyim artık.. sana iyi uyutulmalar diliyorum ebedi bi tanrıya inanmanın müslüman için çok önemli olduğunu da bilmesi gereken arkadaşım..
-
Hazır değişiklik yapıulırken, benim de bir önerim var.
Lilith şunu cevapladı bir başlık içinde Güncel Konular
demokrat ezen sınıfın resmi ideolojisiyle bizleri sömürmesini haklı,böyle bi ideolojiyi meşru görene,özgürce insanların bizleri ezmesini savunanlara,bunca haksızlıklara sömürüye gözlerini kapatıp da biraz olsun bu oligarşiyi eleştirmeden yoksun,demokrasiyi istediğini giymekle ölçene denmez gerçekten resmi ideolojiyi hakettiğince yargılayana demokrasi mücadelesi verene denir demokrat ki beyaz donla dolaşmak (ya da neyse işte) demokrasinin ölçütü değildir.demokrasi mücadelesi böyle verilmez.sistemi böyle tedirgin edemezsin arkadaşım sen böyle bi soruyla demokrasiye kendince atıflarda bulunmuşsun,ben de artık bu ironilerin bi tarafa bırakılması gerektiğini demokrasi arıyorsak yüzümüzü ezilen milyonlara dönmemizi söyledim.. avrupa birliğine bizi almamalarında en ufak katkımız olursa da ne mutlu bize: Avrupa Birliği, bugünkü sermaye düzenine yeni olanaklar açmaktadır. Sermaye sınıfının kazandığı yerde, emekçiler kaybeder. “Hepimiz aynı gemideyiz” sözü, sınıfsal çelişkilerin var olduğu koşullarda büyük bir yalandır. Son yıllarda Avrupa Birliği’ne üye ülkelerde kaybeden hep emekçiler, kazananlar ise patronlardır. Çünkü AB kapitalistlerin örgütüdür. Türkiye burjuvazisinin bu örgüte girmek için can atmasının arkasında, orada yalnızca sermayenin borusunun ötmesi yatmaktadır. -
Her onurlu, özgür insan ve halk gibi dillerini ve kültürlerini özgürce kullanmak, geliştirmek istiyorlar. Her onurlu ve özgür halk gibi kendi anadillerinde eğitim görmek, dillerinii hem özel hem de kamu yaşamında, sosyal ve siyasal her alanda, basın-yayında özgürce kullanmak istiyorlar. Her özgür insan ve halk gibi, yöneticilerini kendileri seçmek istiyorlar. Kendi durumu ve gelecekleriyle ilgili olarak kendileri karar vermek istiyorlar. Her özgür halk gibi kendi ülkelerinin yeraltı ve yerüstü kaynaklarından kendileri yararlanmak istiyorlar. Ülkelerinii geliştirmek, çağdaş, demokratik bir yaşam kurmak istiyorlar. Bu özgürlük ve demokrasidir. Yukarda saydıklarım Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin ve diğer ilgili uluslararası sözleşmelerin insanlara ve halklara tanıdığı, doğuştan gelen, temel, vazgeçilmez hak ve özgürlüklerdir. Oysa şu anda Türkiye sınırları içinde yaşayan 20 milyonu aşkın Kürt (bunların çoğu, yaklaşık 13-14 milyonu aslında kendi ülkesinde, Kuzey Kürdistan’da yaşıyor) bu hakların hiçbirine sahip değil. Türk devleti onlara vere vere, dilenciye sadaka verir gibi, haftada yarım saat televizyon yayını ile birkaç özel kurs layık gördü, o da binbir kayıt ve şarta bağlanmış olarak... Bu onlarla ve dünyayla alay etmektir. Dilleri yine kamu alanında ve siyasal alanda yasak. Kürtçe radyo ve televizyon yine yasak. Kürtçe eğitim yine yasak. onlara gerekli olan, hakları olan, kısıtsız, tam gün radyo ve televizyon yayınıdır, ilkokuldan üniversiteye kadar kendi anadilleriyle eğitimdir. Çağımızda, anadil eğitimi bir yana, yabancı dil eğitimi bile normal okullarda veriliyor. Bu ülkede, artık lafta Kürt var dense de kimlikleri yine yasak. Ülke nüfusunun ve yüzölçümünün üçte birini oluşturdukları halde (20 milyonu aşkın nüfus ve yirmiyi aşkın il) kimlikleri anayasada tanınmıyor. Dilleri resmi dil değil. Hiçbir ulusal, hatta yerel kurumda, parlamentoda, hükümette, yönetim aygıtında ve yargıda Kürtler kendi kimlikleriyle temsil edilmiyor. onları özgürlükten yoksun bırakan, Türkiye’yi dünden bugüne yönetenlerdir, TC’dir. Bu rejim kaynakları da el koymuştur. Özgürlük istedikleri zaman da onlara „vatanı ve milleti bölmek istiyorlar“ deyip dünyanın zulmünü uygulamıştır, birçok kez etnik arındırma ve soykırım yapmıştır. Bu, bağımlılık ilişkisinden de öte, bir sömürgeci-sömürge, ya da köle-efendi ilişkisidir.senin insanlık dediğin bu sanırım ulusların kendi kaderlerii tayin hakkından söz etmiyorum bile...
-
marksizmin özeti Bilimsel sosyalizmin kurucusu Karl Marx'ın görüşlerini temel alan siyasal, ekonomik ve felsefi sistemin adıdır. Maksizmin temel kuramı sınıflar savaşı kuramıdır. Kullandığı yöntem Diyalektik materyalizm olarak adlandırılır. Marx Hegel'den aldığı ancak kendi deyimiyle Hegel'de başaşağı duran diyalektik yöntemi ayakları üstüne oturtarak 'idealist' değil 'materyalist' felsefe için kullanmıştır. Diyalektik yöntem ile toplumu ve doğayı inceleyen Marx, tümevarım yöntemiyle incelediği tarihsel gerçekliği 'Tarihsel Materyalizm Kuramı'ile ortaya koyar. Tarihsel gelişmeyi dört ana başlık altında özetleyen Marx toplumun ilk aşamasını 'ilkel komünal' olarak tanımlamıştır. İlkel komünal toplumda devlet henüz var olmamıştır. Marx üretimin gelişmesi ile birlikte üretici güçlerin, ürün fazlası ortaya koyduğunu ve toplumsal olarak üretilen bu ürüne güce dayalı bir el koymanın başlaması ile toplumda devletin ilk şeklinin belirdiğini ifade eder. Marksizme göre devlet egemen sınıfın baskı aracıdır. Marksizm genel olarak ilkel komünal toplumdan sonra köleci toplumun ortaya çıktığını köleci toplumun yıkılmasından feodal toplumun doğduğunu feodal toplumdan sonraki aşamasının da kapitalist toplum aşaması olduğunu ifade eder. Kapitalist toplum ile birlikte ortaya çıkan işçi sınıfı artık toplumun devrimci dinamiğidir ve 'zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri olmaması' nedeniyle kapitalist düzeni ortadan kaldırarak komünizme yani sınıfsız topluma giden yolu açacak olan biricik sınıftır. Marx kapitalizmin son sınıflı toplu olduğu ve burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki uzlaşmaz çelişki sonucu yıkılacağı öngörüsünde bulunur. Marksizm'de önemli bir ayrım olarak altyapı ekonomik ilişkileri, üstyapı ise din, sanat vs.. gibi kategorileri temsil eder. Üstyapı ne kadar karmaşık görünürse görünsün altyapının bir tezahürüdür. Marksizmin düşünsel, sosyal ve siyasal etkileri çok büyük olmuştur. Marx'ın Feuerbach üzerine tezlerinin onbirincisi olan "Şimdiye kadar filozoflar dünyayı değişik biçimlerde yorumlamakla yetindiler,oysa aslolan onu değiştirmektir" tezi pekçok şekilde gerçeklik kazandı. marksizm dünyada tanrıdan gelmeyecek bir cennet için okunan duadır
-
- burjuva resmi ideolojisi
- kemalizm
-
(ve 1 diğerleri)
Yapıştırılan Etiketler:
-
Kemalist Devrime Önderlik Eden Sınıflar, Türk Büyük Burjuvazi ve Toprak Ağaları Sınıflarıdır:: şnurov yoldaş şöyle diyor: "Devrimin önderi M. Kemal’e izafeten Kemalist adı verilen bu Türk milli devrimini Türkiye’nin milli burjuvazi, yani tüccar, toprak ağası ve o sırada Türkiye’de çok az sayıda bulunan Kemalist devrim, Jön Türk sanayiciler yönetiyordu" (..).devriminin benzeri ve izle- yicisidir. , Şnurov, bunu da şöyle anlatıyor: "Esasen fakir olan ülkeyi insafsızca soyan büyük toprak sahipleri ile din adamlarının ve en başta sultanlarının hakimiyeti neticesinde Türkiye tamamen Avrupa sermayesinin eline düşerek, Avrupa kapitalizminin kölesi olmuştu. 1908 senesinde sultanın hakimiyeti, Türkiye tarihinde ilk defa olmak üzere Türk ticaret burjuvazisi, subaylar ve asilzadelerin [eşrafın] birleşmiş gücü ile kökünden sarsılmıştır. Bu burjuva devrimi,??? Jön Türk devrimi olarak tanınmaktadır ve bunu, başlangıçta halk yığınları da desteklemiştir" (...). "[Jön Türk devriminden sonra da] Türkiye yarı - sömürge karakterini muhafaza ediyordu. Yani kapitalist ülkelerin, hammadde alır, sanayi mamullerini sattıkları bir pazar durumunda idi. Politik bakımdan Türkiye bağımsız sayılıyordu. Fakat Türkiye, emperyalist ülkelerin elinde oyuncaktı. Bu yüzden Türkiye, ekonomik yönden aşırı derecede bağımlı bulunduğu Almanya tarafından Birinci Dünya Savaşı’na itildi ve Almanya uğruna savaştı. Almanya savaşı kaybedince, Türkiye tam anlamıyla yağma edildi. Ülkenin bütünlüğünü korumak için ikinci bir devrime ihtiyaç hasıl oldu. "Bu defa ‘Kemalist devrim’ adı yapılmıştır". ... Devrimin başına Türk ticaret burjuvazisi geçti. Türkiye tarım memleketi olduğu için, tüccarların başlıca alışverişi tarım ürünleri üzerine idi. Böylece ticaret burjuvazisi, ağalar ve büyük toprak sahipleri ile (Bu kitapta Şnurov’dan yapılan tüm alıntılar, A. Şnurov - Y. Rozaliyev’in Türkiye’de Kapitalistleşme ve Sınıf Kavgaları ile tanınan devrim, İngiliz - Fransız emperyalizmine karşı adlı kitabının Ant Yayınları???? 1970 basımından yapılmıştır. Kitabın Şnurov’a ait bölümü, Türkiye Proletarıyası adı ile Yar Yayınları tarafından yeniden basılmıştır. Rozaliyev’e ait bölüm de, gene Yar Yayınları tarafından Türkiye Sanayi Proletaryası adıyla yayınlanmış. Derleyenin notu.) sıkı bağlar kurdu. Her Türk köyünde ağa ve toprak sahibi, aynı zamanda tefeci ve köylü ürünlerinin belli başli’ alıcısı ve satıcısı idi. Bu ağaların bazen un değirmeni, yağ veya kuru meyva işleyen küçük imalathaneleri ve diğer ufak tefek teşebbüsleri oluyordu. Ağalar aynı zamanda tarım ürünlerini toptan satın alan büyük ticaret firmalarının acenteleri durumundaydılar. "Bu koşullar altında, Türkiye, Avrupa kapitalistlerine yenilmiş olsaydı, yabancılar en kısa zaman içinde bütün ticareti ve sanayü ele geçireceklerdi. Türk burjuvazisi bir ölüm kalım sorunu ile karşı karşıya idi. Kapitalistlerin işgali desteklemezse,•yabancılara verilen imtiyazlar devam edip Türkiye her bakımdan yabancı kapitale bağlı kalırsa, yurdun öz ticareti ve sanayi er geç ölecekti. Tüccarı, sanayiciyi, tarım ürünlerini yabancı ülkelere satan ağa ve büyük toprak sahiplerini devrimci kılan işte bu tehlike idi. Köylü, işçi ve küçük esnafın kapitalistler ve toprak ağalarına karşı… altındaki liman şehirleri olmazsa, devlet kendilerini duyduğu hoşnutsuzluk, ustalıkla yabancı kapitalistlerle mücadeleye dönüştürüldü. Bunun için devrim, bütün yurda yayılarak milli bir karakter aldı". Kemalist devrim esas olarak ticaret burjuvazisinin başını çektiği, fakat bunların bir kısım ağalar büyük toprak sahipleri ve tefecilerle de ittifakına dayanan bir "milli burjuva" devrimidir ve burjuvazi ilk başlarda halkın desteğini almayı başarmıştır. Yukarıdaki "milli burjuva" kavramı üzerinde kısaca durmak gerekiyor. Lenin, Stalin ve Şnurov yoldaşlar, Kemalist devrimden bahsederken "milli burjuva" kavramını, Türk olan burjuva anlamında kullanmaktadırlar. Milli burjuva - komprador burjuva ayırımı, onlarda henüz yoktur. Bu kavramı daha sonra, yeni anlamıyla Mao Zedung yoldaşta görmekteyiz. Lenin, Stalin ve Şnurov yoldaşlar, Kemalist devrime, "milli burjuva devrimi" derken, kastettikleri "komprodar olmayan burjuvazinin devrimi" değildir; kastettikleri "Türk olan burjuvazinin devrimi"dir. Yine sözünü ettiğimiz broşürde Şnurov yoldaş, toprak ağalarını ve tefecileri de "burjuva" kavramı içinde düşünmektedir. Meselâ; "Türkiye’nin milli burjuvazisi, yani, tüccar, toprak ağası" (abç) demektedir. Burjuva kavramının bu şekilde kullanılmışına, Stalin yoldaşta ve Dimitrov yoldaşta da rastlamaktayız. Şnurov yoldaş, Kemalist devrim "milli burjuvazinin devrimidir" derken, Türk olan ticaret burjuvazisinin, toprak ağalarının, tefecilerin az sayıdaki sanayi burjuvazisinin devrimiydi demektedir ve zaten bütün bu sınıfları tek tek de saymaktadır. Bu sınıflar, bugün kullandığımız anlamıyla "milli" miydi, komprador muydu, bunun üzerinde duralım: Stalin yoldaş, Yeni Demokrasi kitabına Mao Zedung yoldaşın yaptığı alıntıda "Kemalist devrim, üst tabakanın, milli ticaret burjuvazisinin bir devrimidir" demektedir (abç). "Üst tabaka", İttihat ve Terakki içinde palazlanmış olan, önce Alman emperyalizmine uşaklık eden, Birinci Dünya Savaşı’nda Alman emperyalizminin yenilgisinden sonra da, İngiliz - Fransız emperyalizmine yaklaşan, "Türk komprador büyük burjuvazisinin ta kendisidir. Türk burjuvazisinin önce İttihat ve Terakki Cemiyeti etrafında toplandığını, bu sınıfın subaylar ve asilzadelerle birlikte 1908 Jön Türk devrimine önderlik ettiğini biliyoruz. İttihat ve Terakki Cemiyeti iktidar makamına oturduktan sonra, dünya şartlarının ve Türkiye’nin tasfiye edilemeyen yarı-sömürge yapısının zorlamasıyla İttihat ve Terakkiciler, Alman emperyalizmi ile işbirliğine giriştiler. Bir yandan burjuvazinin bir kanadı hızla büyüdü, palazlandı, Türk büyük burjuvazisini oluşturdu; öte yandan Abdülhamit zamanından beri mevcut olan genellikle azınlık milliyetlere mensup komprador burjuvazi varlığını devam ettiriyordu. İttihat ve Terakki Partisi, birincilerin menfaatini temsil ediyordu. İttihat ve Terakki Partisi, Alman emperyalizminin sadık uşağı, işçi sınıfının ve diğer emekçilerin de azılı düşmanı olup çıktı. Türk burjuvazisinin büyüyen ve kompradorlaşan kanadı (yani Türk komprador büyük burjuvazisi), Birinci Dünya Savaşı yıllarında, istibdat şartlarında, savaş araç ve gereçleri alım satımı, vagon tekeli, zaruri ihtiyaç maddeleri üzerinde yapılan vurgunlar, vb. yoluyla muazzam zenginleşti. Büyük servetler, sermayeler edindi. Bunlar, Alman emperyalizminin kesin iflası ve bu sebeple kendi egemenliklerinin de tehlikeye düşmesi karşısında, İtilâf emperyalizmine kuyruk sallamaya, onunla yakınlaşmaya ve bu yolda gerekli tedbirleri almaya giriştiler. İşte Stalin yoldaşın, üst tabaka dediği bunlardır. şnurov yoldaş, broşürünün bir yerinde Türk burjuvalarının, "devrimci olmadıkları halde" (abç), Milli Kurtuluş Savaşı’na katılmak zorunda kaldıklarını belirtiyor. Geri ülkelerde komprador olmayan burjuvazi, yani milli burjuvazi, bildiği gibi, sınırlı da olsa, devrimci bir nitelik taşır. Devrimci olmayan sınıf, emperyalizmle menfaat birliği Yine Şnurov yoldaş, "ağalar aynı zamanda tam ürünlerini toptan satın alan büyük ticaret firmalarının acenteleri durumundaydı" diyor. O yıllarda "büyük ticaret firmalarının", geniş ölçüde emperyalistlerin kontrolünde veya elinde olduğu da bilinen bir gerçektir. Bütün bunlar şunu gösteriyor ki, halinde olan komprador burjuvazidir. Milli Kurtuluş Savaşı’nın önderliği, ta başından itibaren İttihat ve Terakki içindeki Türk komprador büyük burjuvazisinin, toprak ağalarının ve tefecilerin eline geçmiştir. Bu sınıfları, kurtuluş savaşına iten sebepleri biraz yukarda Şnurov yoldaş açıklamaktadır. Bir noktayı daha belirtelim: İttihat ve Terakki içinde, palazlanamayan kesim, yani orta burjuvazi de varlığını devam ettiriyordu. Kurtuluş Savaşı içinde burjuvazinin bu kanadının da son derece önemli bir rol oynadığı açıktır. Biz, önceleri, Kurtuluş Savaşı’na milli karakterdeki orta burjuvazinin önderlik ettiği .görüşündeydik. Fakat Stalin yoldaşı ve Şnurov yoldaşı daha dikkatli olarak inceleyince bu görüşün yanlış olduğunu gördük. Milli karakterdeki orta burjuvazi, Kurtuluş Savaşı’nın önderi değildir ama, Kurtuluş Savaşı’nda önemli bir rolü vardır. Müdafaa-i hukuk cemiyetleri içinde örgütlenenler, çoğu ticaretle uğraşan Türk komprador büyük burjuvaları, toprak ağaları, tefeciler, kasabaların eşraf takımı, ve milli karakterdeki orta burjuvazidir. Kurtuluş Savaşı’na önderlik eden sınıflar, işte bu sınıflardır. 2. Kemalistler, Daha Kurtuluş Savaşı Yıllarındayken Emperyalistlerle işbirliğine Girişiyorlar: Emperyalistler ufak tefek tavizler vermeye başlayınca, Kemalistler gene, hemen Fransa, İngiltere ve diğer memleketler burjuvazisiyle anlaşmalar imza etmekte gecikmediler. "... Kemalistlerin korkusu şu idi: Savaş devam ederse, emekçi kitleleri yabancı sömürücülere karşı mücadele ile yetinmeyip, kendi yurttaşı olan sömürücülere karşı da savaşa girişebilirlerdi". Şnurov böyle diyor. Stalin yoldaş ise, daha 30 Kasım 1920’de şunları yazıyordu: "İtilaf devletlerinin kesin ‘tarafsızlığı ile Ermenilerin Kemalistler tarafından yenilmesi, Trakya ve İzmir’in Türkiye’ye geri verilmesi söylentileri, İtilaf devletlerinin ajanı Sultan ile Kemalistler arasındaki görüşme söylentileri, İstanbul’un boşaltılması planı ve son olarak Türk Batı cephesindeki durgunluk, bütün bunlar İtilaf devletlerinin Kemalistlere ciddi olarak kur yaptığının ve Kemalistlerin belli bir sağa dönüş yaptıklarının belirtisidir (abç). "İtilaf devletlerinin iltifatlarının ne şekilde sonuçlanacağı ve Kemalistlerin sağa gidişlerinde ne kadar ileri gideceklerini söylemek zordur. Birkaç yıl önce sömürgelerin kurtuluşu için başlayan mücadelenin her şeye rağmen güçleneceği, Rusya’nın bu mücadelenin öncüsü olarak bütün gücüyle ve bütün vasıtalarla bu mücadele taraftarlarını destekleyeceği, bu mücadelenin, ezi len halkların davasına ihanet etmedikleri sürece Kemalistlerle birlikte veya İtilaf devletleri cephesine geçerlerse, Kemalistlere karşı zafere ulaşacağı bütün şüphelerin dışındadır." Kemalistler, ilk başlarda açıkça İtilaf devletlerinin saflarına geçmediler ama, dışarıda sosyalist Sovyetler Birliği’ne :.,ve içerde komünistlere, işçi sınıfına ve diğer emekçi halka karşı, onlarla el altından işbirliği yapmayı da ihmal etmediler. M. Kemal ve hükümeti, Sovyetler Birliği’ne karşı ikiyüzlü bir politika izlemişlerdir. Bir yandan, yardım koparmak için en aşırı iltifatları yağdırırken, öte yandan ABD, İngiltere, Fransa ile yapılacak gizli anlaşmalar için zemin aramaktadırlar. Çiçerin’e gönderilen yardım talebinden iki ay sonra , M. Suphi ve 14 yoldaşı hunharca öldürülmektedir. Ayrıca Anadolu’daki komünistlere karşı da bir sindirme kampanyasına girişilmektedir. Çünkü, Kemalist burjuvazi, 23 şubat 1921’de toplanan Londra Konferansı’na komünistleri katlederek katılırsa, Avrupalı efendilerinin teveccühünü kazanacağını, Sevr Anlaşması’nın öldürücü hükümlerinden vazgeçilebileceğini hesaplamaktadır. Konferansta delegasyonun başı Bekir Sami, Türkiye’nin anti - Sovyet blokuna katılacağını söyleyerek daha iyi anlaşma şartları aramaktadır. Yine Londra Konferansı’nın devam ettiği günlerde, 28 şubat 1921’de Kemalist hükümet, Sovyetler’den Artvin ve Ardahan’ın terkini istemekte ve Batum’u işgal etmeye girişmektedirler. Fakat Avrupalı efendilere yaranma çabaları boşa çıkıp efendiler Sevr Anlaşması üzerinde ısrar edince, Kemalistler için tekrar Sovyetler Birliği’ne yanaşmak mecburiyeti doğmuştur. Yunan orduları atıldıktan hemen sonra???, Sovyet yardımına ihtiyaç kalmadığı için, Kemalistler yeniden komünizm yasağını uygulamaya girişmişlerdir. 14 kasım 1922 tarihli İzvestia şöyle yazmaktadır: "Kemalist hükümet, komünistleri takip ettirerek, emperyalist , devletlerin teveccühünü kazanmak emelinde." Demek oluyor ki, Kemalist hükümet, daha Kurtuluş Savaşı içindeyken Avrupalı emperyalist efendileri ile işbirliğine girişmiştir. Şafak revizyonistlerinin sandığı gibi Atatürk’ün ölümünden sonra değil. Nitekim, Kurtuluş Savaşı dört yıl gibi çok kısa bir sürede sona ermiştir. şafak revizyonistleri, "uzun ve kanlı bir savaş" diyorlar ama, gerçekte Kurtuluş Savaşı çok kısa sürmüştür. Çin Devrimi ile Vietnam Devrimi ile karşılaştırılırsa, kısa sürdüğü anlaşılacaktır. Bunda, itilaf emperyalistlerinin Kemalist burjuvaziye besledikleri iyi duyguların önemli payı olduğunu kimse inkâr edemez: 3. Kurtuluş Savaşıyla Sömürgeleştirilmiş Topraklar Kurtarıldı. Sultanlık Kaldırıldı, Fakat Yarı- Sömürge ve Yarı - Feodal Yapı Olduğu Gibi Kaldı: Kemalist devrim, işgal altındaki toprakları kurtardı, Sultanlığı kaldırdı, emperyalist ülkelere tanınan imtiyazlardan bir kısmını kaldırdı (örneğin: Yabancı ülkelerden ithal -olunan mallardan daha yüksek vergi, gümrük rüsumu alınmaya başlandı. Yabancı sermayeye tanınan rüçhan hakları kaldırıldı). Fakat yine de Türkiye yarı - sömürge bir ülke olarak kaldı. "Bir müddet daha demiryolları, fabrikalar, maden ocakları yabancıların elinde kaldı. Avrupa’nın büyük banka ve firmaları bugün dahi [yani 1929 yılında] Türkiye’de dilediği şekilde çalışmaktadır" (Şnurov). Emperyalistlerin’baskısı altında eski borçlar kabul edildi. Yabancılara ticaret serbestisi sağlandı. "Gerçi yabancılar, bu serbest ticarette Türk vatandaşlarından fazla ya da özel her hangi bir hakka sahip değildi. Fakat bu, eşit olmayanlar arasında eşitlikti. Yani, güçlü Avrupa sermayesi, nasıl olur da Türk sermayesine eşit olabilir? Doğaldır ki, hiç bir eşitlik söz konusu olamazdı. Gerek Türk sermayesi, gerekse yabancı sermaye ile yeni yeni tesisler kuruluyordu ". Şnurov, yine aynı broşüründe şunları söylüyor: "Türkiye’nin en büyük kapitalistleri, yabancılardır. bütün maden işletmelerinden başka, bir de demiryollarının büyük bir kısmı ve tarım ürünlerini işleyen fabrikaların çoğu yabancıların elindedir. "Türkiye milli ekonoinisine 1.100 mil. frank yabancı sermaye yatırılmıştır. Sermayenin 450 milyonu Alman, 350 milyonu Fransız, 200 milyonu İngiliz ve 100 milyonu diğer ülkelerin sermayesidir" (s. 7273). Şnurov, broşürünün bir başka yerinde Türkiye nin yarı - sömürge olduğunu da belirtiyor: ‘Türkiye, az gelişmiş, yarı - sömürge olan bir ülkedir. Türk işçisi ve köylüsünün sırtından Fransa, Almanya ve İngiltere kapitalistleri servetler sağlıyorlar..:’ (s: 57). Gerek Jön Türkler, gerekse Kemalistler emekçi sınıflarının sırtından iktidara geldiler. Fakat her ikisi de, Türkiye’nin yarı-sömürge yapısını aynen muhafaza ettiler. Jön Türk devrimi Sultanlığı da muhafaza ettiği halde, Kemalist devrim Sultanlığı kaldırdı ve bir de işgal altındaki toprakları yani, sömürgeleştirilmiş toprakları kurtardı. Böylece sömürge, yarı - sömürge ve yarı - feodal düzen, yarı - sömürge ve yarı - feodal bir düzen haline geldi. 4. Kurtuluş Savaşı’ndan Sonra Komprador Büyük Burjuvazinin ve Toprak Ağalarının Bir Kesiminin Hakimiyetinin Yerine, Bir Başka Kesiminin Hakimiyeti Geçmiştir: Kemalist burjuvazinin İtilaf emperyalistleriyle işbirliğine, daha savaş yıllarında giriştiğine işaret ettik. Toprak ağalarıyla ittifak ise, savaşın başından itibaren mevcuttur. Savaşın başını çekenler, Şnurov’un da belirttiği gibi, birbirleriyle kopmaz bağları bulunan, ticaret burjuvazisi, toprak ağaları, tefeciler, o zaman zayıf olan sanayi burjuvazisi idi. Bunların içindeki hakim unsur ise, ticaret burjuvazisi idi. Bu ittifak, emperyalizme bağlı olarak gelen bir kısım eski büyük ticaret burjuvazisinin ve milli azınlıkların burjuvazisinin (Ermeni, Rum burjuvazisinin) yerini aldı. Aynı noktayı, Şnurov şöyle açıklıyor: "Yeni tesislerin ve teşebbüslerin elinde bulunan sermaye, kısmen memleketi terketmiş olan Ermeni ve Rum teşebbüslerinin ele geçirilmesi, kısmen de devlet müesseselerinin soyulması ve rüşvetlerle meydana getirilmişti. Yine bugün birçok Kemalist milletvekili ve devlet adamı, iktidardan faydalanarak, Birinci Dünya Savaşı sırasında yurttan kaçan Rum, Ermeni ve diğer Türk uyruklu yabancılardan kalan müesseseleri ele geçirip, memurlukları sırasında bir yana koydukları paralarla işletiyor ve yeni teşebbüsler kuruyor" (S. 49). Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde yaptığımız soruşturmalardan ögreniyoruz ki, ağaların ve büyük toprak sahiplerinin bir kısmı da, aynı şekilde yani boşalan Ermeni ve Rum topraklarına el koyarak ortaya çıkmışlardır. Demek oluyor ki, eski komprador burjuvazinin bir kısmının (ki bunlar çoğunlukla azınlık burjuvazisi idi) ve toprak ağalarının bir kısımının hakimiyeti yerine, komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının başka bir kesiminin hakimiyeti geçmiştir. Elbette, eski toprak ağalarının önemli bir kısmı da hakimiyetini devam ettirmektedir. Hakimiyet kuran yeni Türk burjuvazisinin bir kısmı, komprador niteliğini zaten eskiden beri taşımaktadır. Buna işaret ettik. Diğer bir kısım burjuvazinin komprador niteliği ise, Kurtuluş Savaşı’ndan hemen sonra başlamış ve bunlar gittikçe de daha çok kompradorlaşmıştır. Türk burjuvazisinin emperyalizmle savaş yıllarında gizli kapaklı başlayan siyasi işbirliği, savaştan sonra iktisadi alanda da gelişmiş ve zaten tasfiye edilmeyen yarı sömürge yapı, bu işbirliğini daha da kaçınılmaz hale getirmiştir. Bu, elbette Türk burjuvazisinin içinde taşıdığı kötü niyetten ötürü değildir. Eşyanın tabiatı icabıdır. Türk burjuvazisi zenginleşmek istemektedir, oysa sermayesi çok cılız dır. Büyük ve bol sermaye Batılı emperyalist burjuvazinin elindedir. Onunla rekabet etmek ölüm demektir, elverişli bir paya razı olarak onunla işbirliği etmek, en çıkar ve en kârlı yoldur. Türk burjuvazisi de bir yandan bu yolu tutmuş, öte yandan işçi sınıfını ve emekçi halkı insafsızca soyarak ve ezerek, sermayesini büyütmeye, hakimiyetini perçinlemeye çalışmıştır. Bu gerçeği Şnurov yoldaş şöyle dile getiriyor: "Eninde sonunda birçok Kemalist, türlü yabancı firmalarının ortağı oluyor. Bu yabancı firmalar da, hükümet organlarıyla sıkı ilişkisi olan isim sahibi memurlardan ve ortaklarından faydalanıyor" (S. 49). 5. Komprador Büyük Burjuvazi ve Toprak Ağaları Kurtuluş Savaşın dan Sonra Esaslı İki Siyasi Kampa Bölünmüştür. Kemalist Diktatörlük, Bu Kamplardan Birinin Menfaatlerini Temsil Etmektedir: O yıllarda hakim sınıflar arasındaki esaslı iki siyasi kamp, şu unsurlardan teşekkül ediyordu: Bir yanda, emperyalizmle işbirliğine girişen ve bu işbirliğini gittikçe arttıran yeni Türk burjuvazisi, eski komprador büyük burjuvazinin bir kısmı, ağaların ve büyük toprak sahiplerinin bir kısmı, memurların ve aydınların en üst ve imtiyazlı tabakaları. Öte yanda, henüz??? tamamen tasfiye edilemeyen komprador burjuvazinin diğer bir kısmı, ağaların ve büyük toprak sahiplerinin başka bir kesimi, feodalizmin ve Sultanlığın ideolojik dayanakları olan din adamları, eski ulema sınıfı artıkların. Hangi toprak ağalarının hangi menfaat hesaplarıyla şu veya bu tarafta yer aldıklarını bilmiyoruz. Bu, ayrı ve etraflı bir araştırmayı gerektirir. Üzerinde durduğumuz konu açısından bunun zaten pek önemi yoktur. Önemli olan ve tartışılmayacak kadar açık olan gerçek şudur ki, toprak ağalarırun bir kesimi Kemalist iktidara ortakken, bu iktidarda söz ve nüfuz sahibi iken, diğer bir kesimi Kemalist iktidarın karşısındadır. Meselâ, Doğu Anadolu’daki’ Kürt toprak ağaları ve aşiret reislerinin yeri, genellikle ikinci kamptır. Daha sonraları bunlar DP’yi ve AP’yi destekleyecek, CHP karşısında yer alacaklardır. Ama dediğimiz gibi, toprak ağalarının bir kesimi, ta başından itibaren Kemalist iktidarın içindedir ve ona ortaktır, devlette söz ve nüfuz sahibidir. Birinci kampın siyasi partisi CHP idi ve köken itibariyle müdafaä-i hukuk cemiyetlerine dayanıyordu. İkinci kamp ise, tek partili sistem yürürlükte olduğu müddetçe CHP içersinde yer almış ve iki kamp arasındaki siyasi mücadele, CHP içinde sürdürülmüştür. Çok partili sisteme geçildiği zamanlarda da bunlar, kendi siyasi partilerini kurmuşlardır. 1925’te kurulan Terakkiperver Fırka, 1930’da kurulan Serbest Fırka, daha sonraları kurulan DP ve.AP esas olarak ikinci kampın siyasi partileridir. "Esas olarak" diyoruz, çünkü, çeşitli menfaat çelişmeleri, yeni durumlar vs. bu kampların birinden diğerine geçişi, bunlara yeni unsurların katılmasını daima mümkün kılmaktadır. ,Ve öyle de olmuştur. 1946’da çok partili sisteme geçildiğinde CHP içinden bir yığın partinin türemesi, hakim sınıfların bütün kesimlerinin CHP içinde yer almış olmalarından ileri gelmektedir. Kemalist iktidar, siyasi bakımdan bağımsız bir milli burjuva iktidarı değil, birinci kampa dahil olan komprador büyük burjuvazinin, toprak ağalarının, memurların ve aydınların en üst ve imtiyazlı tabakasınm emperyalizme yarı- bağımlı iktidarıydı. Hatta Kemalist diktatörlük bir ölçüde, emperyalizmle işbirliği halinde olmayan orta burjuvaziyi de eziyordu. Kemalist iktidarın temsil ettiği komprador büyük burjuvazi ile orta burjuvazi arasmdaki ayrılık, gittikçe daha çok berraklık kazanmıştır. İttihat ve Terakki döneminde olduğu gibi, Cumhuriyet döneminde de, Kurtuluş Savaşı’na katılan orta burjuvazinin bir kesimi, ele geçirdiği devlet gücünü, zenginleşmek için , bir kaldıraç gibi kullanarak, devlet tekellerini yaratıp bunları kendi hizmetine koşarak, emperyalizmle işbirliğine girişerek, onların yatırımlarına ortak olarak hükümet makamları nı, yüksek memuriyetleri de hizmetine sokarak, devlet bankalarından aldıkları kredilerle, rüşvetlerle, vurgunlarla şişerek, Türkiye’yi terkeden ve katledilen Ermeni ve Rum kapitalistlerinin mallarına, mülklerine el koyarak iyice zenginleştiler, milli karakterdeki orta burjuvazinin diğer kesimlerinden koptular. Bu farklılaşma ve kopma giderek daha belirgin hale geldi. İttihat ve Terakkici komprador Türk büyük burjuvazisinin bir kesimi ile, bu yeni komprador Türk büyük burjuvazisi; Kemalist iktidar içüıdeki hakim unsurlar işte bunlardır! Türk burjuvazisinin bu yüksek tabakasının çıkarları, Avrupa kapitalistleri ile ayırdedilemeyecek derecede karışmış ve bunlar Avrupalı emperyalistlerle kesin bir tarzda işbirliğine girişmişlerdir. Nasıl, 1924 - 1927 Çin Devrimi’nden hemen sonra iktidar, orada komprador burjuvazinin ve toprak ağaların eline geçmişse, Türkiye’de de bu olayın bir benzeri Çin’dekinden daha önce cereyan etmiştir. Stalin yoldaş aynı fikri, başka bir tarzda ifade ederek şöyle diyor: "Kemalist devrim üst tabakanın (abç), milli ticaret burjuvazisinin bir devrimidir. Yabancı emperyalistlere karşı mücadelenin içinden yükselen ama daha sonra özünde köylülere ve işçilere, bir toprak devrimi imkânına karşı gelişen bir devrimdir" (abç)., , Burada üzerine parmak basmak istediğimiz nokta şudur: Kemalist iktidar orta burjuvazinin, yarı milli burjuvazinin menfaatini temsil etmiyordu, bu sınıfın içinden çıkıp palazlanan ve kompradorlaşan kesim ile İttihat ve Terakki zamanında palazlanan ve kompradorlaşan büyük burjuvazinin bir kesiminin menfaatini temsil milli burjuvazi ile komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının arasında cereyan etıruyordu. Esas olarak, komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarırun iki kanadı arasmda ediyordu. Orta burjuvazinin büyüyemeyen kesimi ise yine CHP’nin,içinde tutuluyor ve işçilere, köylülere karşı bunlar da destekleniyordu. Nasıl 1924 - 1927 Birinci Devrimci İç Savaş’tan sonra, Çin’de orta burjuvazi Guomindang içinde ve safında yeralmışsa, Türkiye’dekiler de CHP içinde ve safında yer almışlardır. Hakim sınıflar içindeki mücadele, sanıldığı gibi, iktidarı elinde tutan cereyan ediyordu.??? Milli karakterdeki orta burjuvazi, bu kanatlardan birinde tali bir güç olarak yer alıyordu. Bu noktanın kavranması, gerek dünün, gerek bugünün açıklanmasında son derece önemlidir. CHP’ne, nispeten ilerici bir karakter kazandıran şey, onun içinde başından beri sosyal bir güç olarak mevcut olan fakat partiye hakim olmayan bu milli karakterdeki orta burjuvazidir. TİP, D. Avcıoğlu, H. Kıvılcımlı, Şafak ve TKP revizyonistlerinin (geçmişte ve bugün) iddia ettiği gibi, Kemalist iktidar, devrimci ve ilerici bir iktidar değildi. Kemalist iktidarla ittifak yapmayı düşünmek, karşı- devrim safına iltica etmek demekti. Çünkü Kemalist iktidarın kendisi, bizzat karşı- devrimi temsil ediyordu. Revziyonistlerin karşı- devrim dediği; cumhuriyet düzeninin yıkılması ve Sultanlığın tesisidir. Oysa böyle bir şey, artık burjuvazinin genç kesimlerinin de işine gelmez, hatta eski Türk büyük burjuvazisinin de... dünyada gelişmeler öyle bir noktaya ulaşmıştır ki, yuvarlanan taçları kimse başına koymaya cesaret edememektedir. Taçlı bir yönetim artık hakim sınıfların ihtiyaçlarını karşılayamaz, egemenliklerini koruyamaz. Bunu, burjuvazi de bilmektedir. Artık karşı- devrim, "demokratik cumhuriyet" maskeli faşist diktatörlük olabilir ve öyle de olmuştur. 6. Kemalist Diktatörlük İşçiler; Köylüler, Şehir Küçük-Burj uvazişi, Küçük Memurlar ve Demokrat Aydınlar Üzerinde Askeri Faşist Bir Diktatörlüktür: Sözü Şnurov’a bırakıyoruz: , "Her ne kadar bazı görüntüsel demokratik şekiller mevcutsa da (seçimle meydana getirilen Gazete ve dergiler, bir an dahi gevşemeyen sıkı bir kontrol altındadır. Hatta bu gazete ve parlamento vs.) Türkiye’de bugün [1929j mevcut olan düzenin özü, bütün demokrasilerden uzak bir diktatoryadır (abç) (yani faşizmdir]. Egemen parti dışında hiç bir parti örgütü yoktur ve hiç bir partinin de meydana gelmesine imkan verilmemektedir. Sosyal- demokrat parti bile yasaklanmıştır. dergiler’de hükümet aleyhine, ilerde herhangi bir makalenin çıkabilmesi ihtimali dahi, bunların kapatılmasına yetiyor" (s. 21). "Bugünki Türk hükümeti elbette bir diktatorya [faşizm olmalı] hükümetidir. Çünkü egemen olan Türk burjuvazisi, tamamen güçsüzdür ve gelişebilmek için emekçi halkı ezmek zorunda- , dır" (s. 22). ‘... Sendikalar hemen hemen yasaklanmıştır; kurulmasına izin verilen federasyon ve dernekler, hayır işleriyle yetinip devlet kontrolü altında çalışmak zorundadır" (s. (s. 24). "Her türlü işkolu dernekleri ve dernek birlikleri yasaktır..." (s. 25). "... kanuna göre, ‘memur ve işçi işini terkedebilir, fakat her türlü gösteri, eylem ve iş özgürlüğüne halel getiren hareketler yasak edilmiştir "‘ (s. 26). ...Kemalistler de, Jön Türkler gibi, yalnız emekçi kitlelerinin desteği ile iktidara gelebilirdi. Jön Türkler gibi, Kemalist devrimin ilk aylarında milli burjuvazi, işçi örgütlerinin kurulmasına engel olamadı. Ancak, bu sendikalar sırf sınıfsal nitelikte değildi; bazıları burjuvazinin etkisi altındaydi’ (s: 42). "Kemalist burjuvazi emperyalistlerle barış paktını imzaladıktan sonra (...), burjuvazinin artık emekçi kitlelerinin desteğine ihtiyacı kalmamıştı. Sınıf kavgasının büyümesine engel olmak lazımdı; öyle ya, yerli olsun yabancı olsun, bu kavga bütün sömürenlere, bütün kapitalistlere karşı açık bir savaş halini almak üzere idi. "Kemalistler, Komünist Partisi nin ve işçi hareketinin canını okudu. Komünist Partisi yeraltına inmek zorunda kaldı. Birçok ünlü üyesi, bu arada Mustafa Suphi hunharca öldürüldü, hayatta kalanlar takiblere uğradı, hapislere atıldı. 1923 senesinde İstanbul Milletlerarası İşçi Birliği kapatıldı. Kapatılması için 1 Mayıs gününün kutlanması ile ilgili bildirilerin dağıtılması bahane edildi. Birliğin ileri gelenleri tutuklandı ve tıpkı vaktiyle Jön Türklerin proletarya sınıf hareketinin ‘hesabını gördükleri, burjuvazi kontrolünde sözümona işçi örgütleri kurmaya koyuldukları gibi, şimdi de Kemalistler, kendi burjuva ‘sendikalarını,’ işçi eylemine karşı mücadele aracı olarak kullandılar" (s. 43). Amele Teali’nin yağma edilmesi üzerine yayınlanan Profintern Yönetim Kurulu bildirisinde şöyle deniliyor: "Halk Partisi hükümeti (Kemalistler), uzun zamandan beri sendika eylemini eline geçirip faşist bir örgüt haline getirmeye çalışılıyor’ (s. 47). ‘Türkiye, işçi hareketinin en zalim takibata uğradığı ülkelerden biridir. Profintern’in III. Kongresi (1924 yılında) özel bir kararda Türkiye işçi sınıfına yapılan bu baskıları şiddetle protesto ederek şu bildiriyi yayınlamıştı: " "‘ Profintern’in III. Kongresi, Türk Kemalist hükümetinin Türkiye devrimci işçi örgütlerine yaptığı baskıyı ve işçileri uğrattığı kovuşturmayı şiddetle proteşto ediyor!..: " (s. 59).
-
Viladimir İliç Lenin Sosyalizm ve Din Bugünkü toplum, tamamen geniş emekçi kitlelerin nüfusunun ufak bir azınlığı; yani toprak sahipleri ve kapitalistler sınıfı tarafından sömürülmesi esası üzerine kurulmuştur. Bütün yaşamları boyunca kapitalistler hesabına çalışan "özgür" işçilere sadece kazanç sağlayan kölelerin yaşamını sürdürmeye, kapitalist köleliğin güvenini ve sürekliliğini sağlamaya yetecek oranda geçim olanağı "tanındığından", bu toplum bir köle toplumudur. İşçilerin ekonomik baskı altında olmaları, kaçınılmaz biçimde her türlü siyasal baskıya, toplumsal aşağılanmaya, kitlelerin ruhsal ve moral çöküntüsünün artmasına yol açar. İşçiler ekonomik kurtuluşları adına az ya da çok ölçüde siyasal özgürlük elde etmek için savaşabilirler. Ne var ki, kapital gücü yönetimden yok edilmedikçe ne oranda olursa olsun elde edilecek siyasal özgürlük, işçileri yoksulluktan, işsizlikten ve baskıdan kurtaramayacaktır. Başkaları hesabına çalışmaktan, yerine getirilmeyen isteklerden ve yalnız bırakılmışlıktan yılmış halk kitleleri üzerine her yerde büyük ağırlıkla yüklenen ruhsal baskı biçimlerinden biri dindir. Doğaya yenik düşen ilk insanların tanrılara, şeytanlara, mucizelere ve benzeri şeylere inanmasına yol açışı gibi, sömürülen sınıfların sömürenlere karşı mücadeledeki yetersizliği de kaçınılmaz olarak ölümden sonra daha iyi bir yaşamın varlığına inanmalarına yol açar. Din, bütün yaşamı boyunca çalışan ve yokluk çekenlere, bu dünyada azla yetinmeyi, kısmete boyun eğmeyi, sabırlı olmayı ve öteki dünyada bir cennet umudunu sürdürmeyi öğretir. Oysa yine din, başkalarının emeğinin sırtından geçinenlere bu dünyada hayırseverlik yapmayı öğreterek, sömürücü varlıklarının ceremesini pek ucuza ödemek kolaylığını gösterir ve cenette de rahat yaşamaları için ehven fiyatlı bilet satmaya bakar. Böylelikle din, halkı uyutmak için afyon niteliğindedir. Din, sermaye kölelerinin insancıl düşlerini, insana daha yaraşan bir yaşam isteklerini içinde boğdukları bir çeşit ruhsal içkidir. Ne var ki, köleliğinin bilincine varmış ve kurtuluşu için mücadeleye başlamış köle, kölelikten yarı yarıya çıkmış demektir. Fabrika endüstrisinin yetiştirdiği ve kent yaşamının aydınlattığı modern, sınıf bilinçli işçi, dinsel önyargıları bir yana atar, cenneti papazlara ve burjuva bağnazlarına bırakır ve bu dünyada kendisi için daha iyi bir yaşam elde etmeye çalışır. Bugünün proletaryası, din bulutuna karşı savaşta bilimden yararlanan ve işçileri bu dünyada daha iyi bir yaşam adına kavga vermek için birleştirerek öteki dünya inancından kurtaran sosyalizmin yanında yer alır. Din, kişinin özel sorunu olarak kabul edilmelidir. Sosyalistler, din konusundaki tavırlarını genellikle bu sözlerle belirtirler. Oysa herhangi bir yanlış anlamaya yol açmamak için bu sözlerin anlamı kesinlikle açıklanmalıdır. Devlet açısından ele alındığı sürece, dinin kişisel bir sorun olarak kalmasını isteriz. Ancak, Partimiz açısından dini kişisel bir sorun olarak göremeyiz. Dinin devletle ilişkisi olmaması, dinsel kurumların hükümete değin yetkileri bulunmaması gerekir. Herkes istediği dini izlemek ya da dinsiz, yani kural olarak bütün sosyalistler gibi ateist olmakta tamamen özgür olmalıdır. Vatandaşlar arasında dinsel inançları nedeniyle ayrım yapılmasına kesinlikle göz yumulamaz. Resmi belgelerde bir vatandaşın dininden söz edilmesine de son verilmelidir. Kiliseye ve dinsel kurumlara hiçbir devlet yardımı yapılmamalı, hiçbir ödenek verilmemelidir. Bunlar, devletten tamamen bağımsız, aynı düşüncedeki kişilerin oluşturduğu kurumlar niteliğinde olmalıdır. Ancak bu isteklerin kesinlikle yerine gelmesi halinde, kilisenin devlete Rus vatandaşların ise kiliseye feodal bağımlılıklarının sürdüğü, (bügüne kadar ceza yasalarımızda ve hukuk kitaplarımızda yer alan) engizisyon yasalarının var olduğu ve uygulandığı, insanları inançları ya da inançsızlıkları nedeniyle cezalandırdığı, insanların vicdan özgürlüğünü baltaladığı ve kilisenin şu ya da bu afyonlamasıyla hükümetten gelir ya da mevki sağladığı utanç verici geçmişe son verilebilir. Sosyalist proletaryanın modern devlet ve modern kiliseden istediği, kilise ile devletin birbirlerinden kesinlikle ayrılmasıdır. Rus devrimi, bu isteği siyasal özgürlüğün bir gereği olarak gerçekleştirmelidir. Polis yönetimli feodal otokrasiye bağlı memurların başkaldırısı, kilise evresinde bile huzursuzluk, tedirginlik ve öfke yarrattığı için din ve devleti ayırma isteğini gerçekleştirmek konusunda Rus devrimi özellikle elverişli bir ortamdadır. Rus Ortodoks din adamları her ne kadar cahilseler de, onlar bile Rusya'daki eski, ortaçağa uygun düzenin yıkılmasıyla patlayan gümbürtüden uyandılar. Onlar bile özgürlük isteğinde birleşiyor, onlar bile bürokratik uygulamalara ve memur zihniyetine, "Tanrının hizmetkârları"nı zorla polise casusluk ettirmek isteyenlere karşı çıkıyorlar. Biz sosyalistler, bu hareketi desteklemeli, kilisenin dürüst ve içten üyelerine doğru sonuca ulaşmaları konusunda yardımcı olmalı, onların özgürlük isteklerini sürdürmelerini sağlamalı ve kilise ile polis arasındaki ilişkiyi koparmalarını onlardan istemeliyiz. Ya içtenlikli ve dürüstsünüzdür, ki o zaman kilise ile devletin ve kilise ile okulun kesinlikle birbirlerinden ayrılmasından, dinin tamamen kişisel bir sorun olarak kabul edilmesinden yana olursunuz. Ya da özgürlük konusunda bu tutarlı istekleri benimsemezsiniz, ki o zaman da engizisyon geleneklerinin hâlâ tutsağı demeksinizdir; rahat memuriyetlerinize ve hükümet kaynaklı gelirlerinize bağlısınız demektir; silahınızın ruhsal gücüne inanmıyorsunuz ve devletten rüşvet almayı sürdürüyorsunuz demektir. O takdirde de bütün Rusya'daki sınıf bilinçli işçiler size amansız bir savaş açacaklardır. Sosyalist proletaryanın partisi açısından, din kişisel bir konu değildir. Partimiz, işçi sınıfının kurtuluşu adına bir araya gelmiş sınıf bilinçli, ileri savaşçıların toplandıkları bir yerdir. Böylesi bir birlik dinsel inanç biçiminde ortaya sürülen sınıf bilinci yoksunluğuna, bilgisizliğe ve geri kafalılığa kayıtsız kalamaz ve kalmamalıdır. Din diye tanımlanan ve halkın üzerine indirilen koyu sisle, sözlerimizi ve yazılarımızı kullanarak tamamen ideolojik silahlarla savaşabilmek için kilisenin kaldırılmasını istiyoruz. Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisini, işçilerin her türlü dinsel uyutmacadan kurtulması adına mücadele etmek için kurduk. Bizim için ideolojik mücadele kişisel bir sorun değil, bütün Partinin, bütün proletaryanın sorunudur. Madem ki durum böyledir, o halde Programımızda ateist olduğumuzu neden açıklamıyoruz? Hıristiyanların ve öteki dinlere inananların partimize girmesini neden yasaklamıyoruz? Bu soruya verilecek cevap, din sorununun burjuva demokratları tarafından ortaya konuluşu ile Sosyal Demokratlar (Marksistler-b.n.) tarafından ortaya konuluşu arasındaki ayrımı belirleyecektir. Bizim Programımız tamamen bilimsel, dahası materyalist dünya görüşü temeli üzerindedir. Bu nedenle Programımızın açıklanması demek, din sisinin gerçek tarihsel ve ekonomik kökenlerinin açıklanmasını da zorunlu kılacak demektir. Propagandamız kaçınılmaz olarak ateizm propagandasını, gerekli bilimsel yayımların yapılmasını, otokrat feodal hükümetin bugüne kadar yasakladığı ve kovuşturduğu yazıların Parti çalışmalarımızın bir dalı haline getirilmesini de içermektedir. Bir zamanlar Engels'in Alman sosyalistlerine verdiği öğüdü şimdi bizim izlememiz gerekebilir: Onsekizinci yüzyıl Fransız Aydınlanma dönemi düşünür ve ateistlerinin yazıları çevirilmeli ve geniş ölçüde yayılmalıdır. Ancak, hiçbir koşulda din sorununu burjuva radikal demokratlarının sık sık yaptığı gibi, soyut, ülkücü bir biçimde, sınıf mücadelesinden kopuk "entellektüel" bir sorun olarak ortaya koymak yanlışına düşmememiz gerekir. Aşırı baskı temeline oturan ve işçilerin eğitilmediği bir toplumda, dinsel önyargıların sadece propaganda yöntemleriyle yok edilebileceğini sanmak budalalık olur. İnsanlığın üzerindeki din boyunduruğunun, toplumdaki ekonomik boyunduruğun bir sonucu ve yansıması olduğunu akıldan çıkarmak burjuva dar görüşlülüğünden başka birşey değildir. Proletarya kapitalizmin karanlık güçlerine karşı kendi mücadelesiyle aydınlanmadıkça, ne kadar bildiri dağıtılırsa dağıtılsın, ne kadar söz söylenirse söylensin proletaryayı aydınlatmak olanaksızdır. Bizim açımızdan ezilen sınıfın bu dünyada bir cennet yaratmak adına gerçek devrimci mücadelede birleşmesi, öteki dünya cenneti konusunda proletaryanın görüş birliğine gelmesinden daha önemlidir. İşte bu nedenle Programımızda ateist olduğumuzu belirtmiyoruz ve böyle davranmak zorundayız. İşte bu nedenle, eski önyargılarını henüz sürdüren proleterlerin Partimize katılmalarını engellemiyoruz ve engellememek zorundayız. Biz her zaman bilimsel dünya görüşünü öğütleyeceğiz ve çeşitli "Hıristiyanlar"ın tutarsızlıklarıyla savaşacağız. Fakat bu hiçbir zaman, yeri olmadığı halde din sorununun birinci plana alınması demek değildir. Yine bu hiçbir zaman, gerçekten devrimci ekonomik ve siyasal mücadele güçlerinin üçüncü sınıf görüşler ya da anlamsız fikirler nedeniyle birbirlerinden kopmasına, siyasal önemlerini kaybetmesine, ekonomik gelişim karşısında bir yana itilivermesine göz yummamız da demek değildir. Her yerde ve şimdilerde de Rusya'da reaksiyoner burjuvazi, gerçekten önemli, temel ekonomik ve siyasal sorunlardan, yani Rus proletaryasının devrimci mücadelede birleşmesiyle bugünlerde çözümlenmeye başlanmış olan sorunlardan kitlelerin dikkatini uzaklaştırmak amacıyla din adına mücadeleyi kendine uğraş edinmiştir. Bugün kendini Kara Yüzler kıyımlarında gösteren ve devrimci mücadeleyi bölmeyi amaçlayan bu reaksiyoner tutum, yarın çok başka ve çok ustalıklı biçimler alabilir. Biz, durum ne olursa olsun, bu reaksiyoner tutum karşısında serinkanlı, dirençli olacağız ve temelde olmayan ayrımların etkilemeyeceği bir öğretiyi, bilimsel dünya görüşünü ve proleter dayanışmasını öğreteceğiz. Dinin devletten ayrılması açısından, devrimci proletarya dini gerçekten kişisel bir sorun durumuna getirmeyi başaracaktır. Ve ortaçağ kalıntısı küflenmiş görüşlerden arınmış, bu siyasal düzende, proletarya, din aldatmacasının gerçek kaynağı olan ekonomik köleliğin kalkması için açık ve yaygın mücadele verecektir.
-
Sosyalizme inananlar, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kamu mülkiyetine geçmesi ile tüm sorunların çözümleneceğini iddia etmiyorlar. Sosyalizm, ne şeytanları meleğe dönüştürecek, ne de cenneti yeryüzüne indirecektir. iddia edilen şey, sosyalizmin kapitalizmin büyük kötülüklerine çare bulacağı, sömürüyü, sefaleti, güvensizliği, savaşı ortadan kaldıracağı ve insanlar için daha büyük bir refah ve mutluluğun kapılarını açacağıdır. Sosyalizm, kapitalizmin yırtıklarınını yamanarak düzeltilmesi değildir. Sosyalizm, devrimci bir değişme, toplumun büsbütün farklı bir çizgide yeniden kurulması demektir. Bireysel kar için bireysel çaba yerine, ortaklaşa yarar için ortaklaşa çaba olacaktır. Kumaş, para kazanmak için değil, insanlara giysi sağlamak için yapılacaktır, bütün öteki mallar da öyle. Kullanım için yapılacak planlı üretimin, herkese, her zaman iş sağlayacağı bilinmesi ile, insanların içindeki ekonomik depresyon, işsizlik, yoksulluk ve güvensizlik duygusu kaybolacak, bunun yerini beşikten mezara kadar ekonomik güvenlik duygusu alacaktır. Kar peşinde koşanların, fazla mallarını satabilecek ve fazla sermayelerini yatırabilecek dış pazar avcılığından doğan emperyalist savaşlar son bulacaktır, çünkü artık ne fazla mal ne de fazla sermaye olacak, ne de gözünü kar hırsı bürmüş sermayeciler. gerçi ben "dış" kelimesine tamamen karşıyım zaten. Dünyada ülkelerden değil de tek bir ülkeden bahsetmek gerektiğine inanıyorum. Üretim araçları özel ellerde olmadığı için toplum, artık işverenler ve işçiler diye sınıflara bölünmeyecektir. bir insan başkasını sömürmeyecek, onun emeğinden kar sağlamayacaktır. Kısacası, ülke bir avuç insanın malı olmaktan çıkacak ve bütün halkın malı olacaktır ve %100 halk tarafından yönetilecektir. -------------------------------------------------------------------------------- Şimdiye kadar Sosyalizmin ancak bir yanını, ülkenin halkın malı oluşunu yani üretim araçlarının kamunun mülkiyetinde bulunmasını ele aldık. Şimdi tanımın ikinci kısmına gelelim; ülkenin yada üretim araçlarının "halk yararına halk tarafından yönetilmesi" kısmına. bu nasıl başarılacaktır. Bu sorunun karşılığı, merkezi planlama iledir. Üretim araçlarının kamu mülkiyetinde olması, sosyalizmin nasıl bir temel özelliği ise merkezi planlama da öyledir. Bütün ülke için merkezi planlamanın güç bir iş olduğu besbellidir. Bu, o denli güç bir iştir ki, kapitalist ülkelerdeki pek çok kimse [özellikle üretim araçlarını ellerinde bulunduranlar ve kapitalizmi mümkün olan düzenlerin en iyisi sayanlar] bu merkezi planlamanın yürümeyeceğinden çok emindirler. Onlara göre, "bir avuç insan, bütün halkın faaliyetlerini başarılı bir biçimde planlamak, yönetmek ve hızlandırmak için gerekli bilgiye, görüş gücüne ve kavrayışa sahip olamaz.." Pekala, merkezi planlama mümkün değil midir gerçekten? 1928 yılında öyle bir şey oldu ki, planlama sorunu bir tahmin işi olmaktan çıktı ve ayağı yerde bir konu halini aldı. 1928 yılında SSCB ilk 5 yıllık planını yaptı ve ardından ikincisi ve üçüncüsü geldi, hem de başarıyla tamamlandı. Daha sonraki yıllarda II. Dünya Savaşı ve SSCB'nin yanlış politika izlemesi ve başka nedenlerden dolayı Sovyet Sosyalizmi pek başarılı bir yol izleyemedi. ABD ile rekabete girmeye çalışması, bütçenin yarısının askeriyeye ve savunmaya harcanması, fabrikalarda eski teknolojilerin kullanılmaya devam edilmesi, tarıma yeteri önem verilmemesi, ağır sanayiye çok önem verilirken tüketim maddeleri sanayisine fazla önem verilmemesi, ve hepsinden önemlisi kendi kendine yetme politikasını izlemek istemesi sebebiyle Sovyet Sosyalizmi başarılı olamadı ve 90larda yıkıldı. SSCB'nin yıkılmasında yukarıda söylediğim faktörlerin hepsinin etkisi olmuştur ama dediğim gibi en önemlisi kendi kendine yetme politikasını izlemesi olmuştur. Böylece kendini dışarıya kapamış, teknoloji ve bilgiyi içeriye transfer edememiş, gerekli hammaddeleri temin edememiştir. Benim her zaman dediğim gibi, Sosyalizm ülke çapında gerçekleştirilecek bir iş değildir, gerçekleşse bile bu gerçekten çok zor olacaktır. Ancak ABD gibi zengin topraklara sahip bir ülke tek başına Sosyalizme geçerse belki başarılı olabilir. Ama yine de dünya çapında bir Sosyalizm büyük insan kitlelerinin mutluluğunu getirecektir. Kapitalizm nasıl dünya çapında bir sistemse ve " sözde başarılıysa (sermaye sahiplerine göre) " Sosyalizm de Dünya çapında gerçekleşirse başarıya ulaşılacaktır. Sovyetlerin bu işi yaptığını söyledik, kalabalık bir ülkede 1928lerin teknolojisiyle bu işi gerçekleştirdiler. Peki bunu nasıl yaptılar? Öncelikle planın bir amacı olmalıdır. Kapitalist toplumda tüm teşebbüslerin amacı, sahiplerine yada ortaklarına maddi kar ve kazanç sağlamaktır. Sosyalizmde ise amaç tamamen farklıdır. Kar sağlayacak ne mal sahibi, ne de ortak vardır. Maddi kar ve kazanç düşüncesi diye bir şey yoktur. Hedef alınan tek amaç, uzun vadede, bütün toplumun azami refahı ve güvenliğidir. Tabi aslında amaçtan daha önemli olan şey amaca ulaşmanın yöntemidir. Bilmek istediğimiz şey, istenilen hedefe ulaşmak için ne gibi bir politikanın benimsenmesidir. Bu iş SSCB'de Devlet Planlama Teşkilatının (Gosplan) işidir. kimin, neyin, nerede ve nasıl olduğu, yani her şey bu kurul tarafından saptanır. Ülkenin doğal kaynakları nedir? Ne kadar çalışabilir işçi vardır? Ne türde kaç fabrika, maden ocağı, iş yeri, çiftlik vardır ve bunlar nerelerdedir? Geçen yılki üretimleri nedir? Ek malzeme, hammadde ve işçi verilirse üretimleri ne olur? Daha fazla demiryoluna ve limana ihtiyaç var mıdır? Bunlar nerelerde yapılmalıdır? eldeki olanaklar nelerdir? Nelere gereksinme vardır? SSCB'nin geniş toprakları üzerindeki her kurumdan ve her kuruluştan, her fabrikadan, çiftilkten, okuldan, tiyatro ve sanat merkezlerinden v.s'den şu sorulara yanıtlar istenir. Geçen yıl ne yaptınız, bu yıl ne yapıyorsunuz, önümüzdeki yılki tahmininiz nedir? Ne gibi yardıma ihtiyacınız var, ve başka yüzlerce soru. Bütün bu bilgiler, Gosplan'ın bürolarına akar ve orada uzmanlarca toplanır, düzene sokulur, yoğrulur. O zamanki haliyle, dünyanın en iyi donatılmış ve en geniş daimi istatiksi araştırma merkezidir. Şimdi internet denen bir olay da var, Network ağları var, verilerin akması ve planlama işi çok daha kolaylaşacak, üstelik kaliteli bilgisayarlarla ülkenin/dünyanın dört bir yanından gelen veriler çok hızlı şekilde işlenebilir. Planlama süreci kısaca şöyledir; Gosplan'a bilgi akar Taslak plan yapılır Bu plan hükümete sunulur Beğenilirse onaylanır, beğenilmezse öneriler yapılır ve Gosplan'a geri gönderilerek değiştirmeler yapılır. Daha sonra bu plan halka sunulur. [işte size gerçek demokrasi, plan halk tarafından da onaylanmalı, onaylanmazsa düzeltiliyor, giriş bölümünde dediğim gibi, herkes Internete sahip olursa, bu planın halk tarafından onaylanması çok daha kolaylaşır.] Halk da önerilerini sunar ve plana son hali verilir. Son olarak tekrar hükümete gider, beğenilirse SSCB yüksek Sovyet'ine gider ve uygulanmaya konur. Görüldüğü gibi, erişelecek hedefin planı, tepeden inme değildir. planda işçiler ve köylüler de dahil tüm halkın da sesi yer alır. Bu arada şunu belirteyim ki, 1929 yılındaki ekonomik bunalımına çoğu zaman bir dünya ekonomik bunalımı denir. Üretim felce uğraması ve onunla birlikte gelen işsizlik ve halk kitlelerinin sefaleri, tek bir ülke dışında dünyanın her tarafına bulaşıcı bir hastalık gibi yayıldı. SSCB'nin sınırlarına dayandığı halde burda durmak zorunda kaldı. Ruslar, Sosyalist planlı ekonominin ördüğü setlerin arkasından güvenlik içindeydiler. Çünkü her şeyi planlamışlardı ve benim eleştirdiğim dışa kapanması nedeniyle dıştan gelen bu etkiye karşı koymuştu. Gerçi dışa açık olsaydı da fazla etkilenmeyeceğinden eminim. Sosyalizmin hayatımızdaki etkisi ne olacaktır?Sosyalizm, her şeyi, en yetkin, en olgun hale getirmeyecektir. Hemen bir cennet yaratmayacaktır. İnsanlığın yüz yüze olduğu bütün sorunları çözümlemeyecektir. Sosyalistler, sosyalizmin, sadece, insanlığın belirli gelişme aşamasındaki belirli sorunları çözümleyeceğini bilirler. Bundan daha fazlasını iddia etmezler. Ama bu kadarının bile hayat düzenimizi geniş ölçüde düzelteceğine inanırlar. Ortaklaşa sahip olunan üretici güçlerin bilinçli ve planlı bir şekilde geliştirilmesiyle sosyalist toplum, kapitalist düzende ulaşılabileceğinden çok daha yüksek düzeyde bir üretime ulaşacaktır. Sosyalizm, kapitalist yetersizliği ve israfı ortadan kaldıracaktır, özellikle gereksiz depresyonlarda görülen para israfını, işsiz adam israfını ve boş duran makine israfını. Uluslararası barışın kurulması yoluyla, kapitalist savaşlardaki büyük insan kaybını da ortadan kaldırır. Teknik gelişmeyi hızlandırır ve kar sağlamayı ilk ve en önemli amaç sayan kapitalizmin önüne çıkardığı engellerden arınan sosyalist bilim, büyük atılımlar yapar. Üretimdeki artış, mal miktarını çoğalttıkça, herkesin hayat düzeyinde bir yükselme olur. Kapitalizmin propagandacıları, bizi, Sosyalizmin, özgürlüklerin sonu demek olduğuna inandırmaya çalışırlar. Oysa gerçek tam tersidir. Sosyalizm, özgürlüğün başlangıcıdır. Sosyalizm, insanlığa en büyük acıları veren kötülüklerden kurtulmak demektir; ücret köleliğinden, sefaletten, toplumsal eşitsizlikten, güvensizlikten, ırk ayrımından, savaştan kurtuluş demektir. Sosyalizm, gerçekleşmeyecek bir düş değildir, toplumsal evrim sürecinde ileri bir adımdır ve gerçekleşme zamanı çok yaklaşmıştır....
- 5 cevap
-
- sosyalizm
- kapitalizm
-
(ve 1 diğerleri)
Yapıştırılan Etiketler:
-
Hazır değişiklik yapıulırken, benim de bir önerim var.
Lilith şunu cevapladı bir başlık içinde Güncel Konular
ve hiç tepki göstermedin sesini çıkarmadın öyle mi.. içim çok acır şayet sustuysan bu gaspa..karşı çıkalım artık şu gayya kuyusu gerici sistemlere -
şovenizmin doruklarına bi kitap bence...
-
NAZIM HİKMET BORJENSKİ'NİN ATATÜRK'E HAKARET ETTİĞİ ŞİİR!
Lilith şurada cevap verdi: Bilgekagan başlık Sanat Felsefesi
henüz yeni üye olduğum için yeni cevap veriyorum nazım yoldaş vatan hainiydi evet; "Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ. Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz dedi Hikmet. Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ." Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne, kapkara haykıran puntolarla, bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson'un 66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira. "Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz dedi Hikmet. Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ." Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim. Vatan çiftliklerinizse, kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan, vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan, vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın, fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan, vatan tırnaklarıysa ağalarınızın, vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa, ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan, vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması, topuysa, vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan, ben vatan hainiyim. Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla: Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ. sizin fildişi kuleleriniz nazımın sevdasına mezar bile olamaz! -
doğru diyosun asıl istedikleri para hepsinin...tarihi iyi bilen(!)arkadaşım zaten ulus-devletlerin kurulma nedeni de budur,sınırlar da bunun için çizilir italyada almanyada türkiye de sınırlarını bunun için çizmiştir.faşizm ulus-devletlerden beslenir israil siyonizminin de amacı budur.dünya coğrafyasında güç isteyen herkesin her,kanı kutsal sanan gözü dönmüşün nihai hedefidir para.tarihe tekrar dönüp bakmanı öneriyorum asıl tarih ulusların değil,sınıf savaşımının tarihidir.zaten senin de önce bu ulus-devletlerin para istediklerini söyleyip sonra da tarihi yapan bi ulusun var olduğunu söylemen vahim bi çelişkidir.tüm tarih ezen ve ezilenin tarihidir..buna bakarken bi de yolun felsefeden geçerse şayet 'ebedi' ne demek,doğada ebedi kavramı var mıdır bi göz at.vikinglr ardından iskandinavya ve bugün için isveç,danimarka...bu yarımada yarın neresi olacak bilebiliyo musun? üzgünüm ama sen de değişiyosun bu doğanın,(ya da yaratılışın ne dersen de)gereği.değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.. kötü haber di mi...
-
mustafa kemal, selanik’te degil de musul’da dogmus bir osmanli pasasi olsaydi kurtulus savasi’ni türklerle ve kürtlerle birlikte gerçeklestirdikten sonra kurulmasina önayak oldugu cumhuriyetin adını “kürdiye cumhuriyeti” koysaydi, kendisi de meclis karariyla “atakürt” adını alsaydi. kürdiye cumhuriyeti’nin bütün vatandaslarina “kürt” denecegi için hepimiz “kürt” sayilsaydik, taksim’e, kadiköy’e, kizilay meydani’na, kordon’a “ne mutlu kürdüm diyene” pankartlari asilsaydi... “kürdiye’de” türk olmadigi, herkesin aslinda kürt oldugu söylenseydi, kendilerini türk sananlarin aslinda “deniz kürdü” olduklari iddia edilseydi... kürtlerin “yedi bin yillik” bir tarihi bulundugunu, anadolu’nun esas sahiplerinin kürtler oldugunu, mogollarin, hunlarin, etrüsklerin aslinda kürtlerin atasi sayildigini, osmanli’daki kürt pasalarinin kahramanliklarini derslerde okusaydik. teoman, cengiz, atilla, osman gibi isimler almamiz yasaklansaydi, berfin, beruj, tiruj, nevruz gibi isimler almak zorunda kalsaydik... türkçe televizyon kurulmasi yasak edilseydi, bütün televizyon yayinlari kürtçe yapilsaydi... romanlarimizi, hikayelerimizi, siirlerimizi kürtçe yazmak zorunda kalsaydik, yalnizca kürt sarkilari dinleseydik, gazetelerimizi kürtçe çikarsaydik... okullarimizda yalniz kürtçe okutulsaydi ve türkçe okutulmasi yasaklansaydi... “biz türküz, bizim bir tarihimiz, bir dilimiz var” dedigimizde sorgusuz sualsiz hapislere atilsaydik. istanbul’da, ankara’da, izmir’de, bursa’da, edirne’de polis sürekli olarak bizi izleseydi, “özel timler” bizim “kürdiye cumhuriyeti’ni” parçalamak isteyen “ayrilikçilar olmamizdan” kuskulanip hepimize sürekli “suçlu” muamelesi yapsaydi, sirf türk oldugumuz için hakaretlere ugrasaydik. 12 eylül darbesinden sonra bütün bati bölgesindekiler hapishanelere doldurulsa, inanilmaz iskencelerden geçirilse, bogazlarina kadar çamurlarin içine battiklari hücrelere konsa, tazyikli sularla iç organlari perisan edilse, azgin köpeklerle bacaklari parçalansaydi... evlerimiz basilsa, ayrilikçi “türk teröristlere” yardim ettigimiz iddialariyla apartmanlarimiz yakilsa, biz evimizden bir esya bile alamadan çikarilip, diyarbakir’a, hakkari’ye sürgüne gönderilerek, çadirlarda yasamak zorunda brakilsaydik... biz türkler razi olur muyduk, ’iste hepiniz kürdiye cumhuriyeti’nin vatandai olarak birir kürtsünüz, ayrica türklük diye niye tutturuyorsunuz, isterseniz basbakan bile olabilirsiniz’ sözlerini bir hakkaniyet isareti olarak kabul eder miydik? yoksa türk kimligimizin, dilimizin, kültürümüzün, bu ülkenin ’esit’ vatandaslari olarak kabul edilmesinde israrci mi olurduk? bu ülkenin türk ve kürt vatandaslari var ve tarih ’türk’ çizgisinden yürümüs, bu gün bizim ’türk’ oalarak kabul edemeyeceklerimizi kürtlerin kabul etmesini istemisiz, bu yersiz istek sonunda patlamis, ülke önce teröre arkasindan iç savasa yuvarlanmis. türkiye’nin bu kanli karmasadan ’demokrasiyle’ ve kürt vatandaslarin ’kimliklerinin’ kabulüyle kurtulacagina inanan insanlar, bu düsüncelerini dile getirdiklerinde, bizim yöneticilerle taraftarlari hep ayni soruyu soruyor: -nedir demokratik çözüm, nedir kürt kimligi? biz türkler, bir ’kürdiye cumhuriyeti’nde’ yasasaydik ne isteyeceksek, bu isteklerin bu gün kürtler tarafindan dile getirilmesini kabul etmektir demokrasi. kendimiz için isteyecegimizi, bizimle esit oldugunu kabul ettigimiz insanlara vermemek için bu kadar kan dökmeye, ülkeyi bir çikmaza sürüklemeye deger mi? degmez diyenler ’demokrasi’ istiyor iste.