
Puslugeceler
Φ Üyeler-
İçerik Sayısı
22 -
Katılım
-
Son Ziyaret
İçerik Tipi
Profil
Forumlar
Bloglar
Fotoğraf Galeresi
- Fotoğraflar
- Fotoğraf Yorumları
- Fotoğraf İncelemeleri
- Fotoğraf Albümleri
- Albüm Yorumları
- Albüm İncelemeleri
Etkinlik Takvimi
Güncel Videolar
Puslugeceler tarafından postalanan herşey
-
Yaptığı tablolar üzerine yapılan yorumlarda sanırım en az bu şaheserler kadar okur için hayranlıkla karşılanabilecek gizemli bir içeriğe sahip. Resim, müzik ve edebi yazılar, estetik zevkimizin anlatımında subjektif alandan aldığı mistik bir güçle insanların ilgisini haklı olarak daima üzerine çekmekte. Aralarında bir öncelik belirlemeye çalışmak doğru olur mu bilmiyorum fakat soruyu cevaplamam gerekecek olsa düşünmeden “ müzik ” derdim. Çünkü gözlerimi kapadığımda tamamen tını ile baş başayım. Bu ezgisel akışı tanımlamada bana da rol düşüyor. Resim de ise bu role bir sınır getiriliyor. Goya’nın tablolarını değerli kılan özellik nedir? Resim tekniği açısından mı cevap aramalı soruya yoksa ressamın hayal gücünün ulaştığı sınırları mı göz önünde bulundurmalı? Vermek istediği mesajlara mı odaklanmalı? O’nu sanat tarihinin unutulmazları arasına sokan özellik, yalnızca garip hayalet figürlerine yönelmiş olmasıyla açıklanabilir mi? Tarihin karanlık dönemlerine ait çalkantıları bunların etkisinde kalmış talihsiz bir ressamın haykırışıyla dillendirmesi eserlerine nasıl bir derinlik katabilir? Fakat ortada bir değer var ve iyi ki de var. Gördüğümüz, yaşadığımız, hissettiğimiz şeyleri resim, müzik, yazı gibi iletişim yöntemlerimizle ortaya koymazsak yarınlarımız bugünleri nasıl tanımlayabilir. Goya’nın çalışmalarında iki tipleme ve bunların bütündeki üstlendiği rol beni en çok etkileyen özellik oldu. Lorenzo karakteri Goya’nın bütün hayat görüşünün üzerine odaklandığı kilit imaj. İkiyüzlülüğün en ********* özelliklerini üzerinde toplayan bir karakter. Neden olduğu yıkımlarla birlikte kendini sorgulayan, arayışları olan birisi. Gelgitleri var. Fakat ihtirasları her fırsatta sağduyusuna hâkim oluyor. Yanlışlarını görmesine rağmen çözüm için attığı adımlarda kararsız ve ısrarcı değil. Zeka ve bilgisini içindeki barbarlığı kamufle etmede kullanıyor. Tutarsızlıklarını gizlemede bu nedenle başarısız. İdam edildiğinde yanında kimse yok. Sefalet ve rezillik içinde son buluyor yaşamı. Cesedi bir kağnı arabasına atılmış, oyun oynayan çocuklar ve köpeklerin ardına takıldığı arabayı izleyen tek bir çift bakış var oda Goya’ya ait. Kaçınılmaz sona mı bakıyor yoksa olmasını arzuladığı bir olaya mı? Kadın karakteriyle anlatmak istediği şey ne idi? Kaptırılan bir sevgili, sığınılacak bir liman yada bir dosta yardım isteği…Yada bu kurgunun tamamen ötesinde güne ait değerlendirmelerin resim yoluyla eleştirisi mi? A.Akdeniz
-
Bahçesindeki çiçek tarhları, çakıl taşlarıyla bezenen yol boyunca ortadan ikiye ayrılmış sonbaharın artık kışa yaklaşan bu son günlerinde kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlayan sabah soğuklarına inat, kırmızıdan yeşile bin bir güzellikteki renk tonlarıyla mevsimlik çiçekler geçip giden yaz günlerinin habercisiydi sanki. Adam, elindeki küreği yere bıraktı. Yorulmuştu. Haki renk montunun cebinden çıkardığı sigarasını yaktı. Derin bir nefes alarak ciğerlerini dolduran sigara dumanını içinde hapsetti. Sonra öksürük nöbetine tutularak, olduğu yerde sarsıla, sarsıla öksürdü. Hayır, diye söylendi. Bu mereti kaldırmıyordu artık bünyesi. Yeni yaktığı sigarasını öfke içinde yere fırlattı. Oturduğu taburede sırtını duvara yaslayarak gün ışığının artık etkisini kaybeden sıcaklığını vücudunda duymaya çalıştı. “Allah’ım ne kadar huzur verici bir etki uyandırıyor insanda” diye düşündü. Gözkapaklarını aralayarak başını gökyüzüne çevirdi. Sahi gökyüzüne bu gözle bakmayalı ne kadar olmuştu acaba! Orada uçuşan kuşların dansını seyretmek, pamuk, pamuk olmuş bulut kümelerinin sarmallar oluşturarak büyümeleri ya da dağılıp kaybolmaları ne kadar muhteşem bir görüntü veriyordu insana. Yorgunluğun tesiriyle adam, dalıp gitmişti. Gerçi bahçede öyle pek uzun süreli bir çalışması da olmamıştı ama gel gelelim ilerleyen yaşı ve ilgisizliği onu hayata bağlayan dirilikten mahrum bıraktığı için marazi bir ruh haleti içinde çabucak yorulmasına neden oluyordu. Uzaklardan kulağına kadar gelen köpek havlamaları onu daldığı derin uykudan uyandırdı. Olduğu yerde doğruldu. Eline aldığı kürekle çiçek tarhları için hazırladığı gübre yığınını karıştırmaya başladı. Sonra bunları küçük, küçük torbaların içine doldurarak sundurma altında bulduğu uygun bir boşluğa yerleştirdi. Zamanı geldiğinde gözü gibi koruduğu bu çiçekleri işte bu gübrelerle besleyecekti. Çevrede görüntüyü bozan dağınıklığı toparlaması uzun sürmedi. İşi bittiğinde bahçesine dönerek şöyle bir baktı. Renk, renk çiçekler, bulunduğu yerden kamelya önüne kadar bir halı yumuşaklığında dalga, dalga uzanıp yayılıyordu. O kamelya ne unutulmaz günlere tanık olmuştu bir vakitler. Mutluluğunu perçinleyen o müjdeli haberi aldığında o ahşap çatının altında çocuksu bir coşkuyla kendini tutamayarak haykırmıştı sevgisini…Meltem esintileri taşımış mıydı bu haykırışları onun duyabileceği şekilde. Bunu asla öğrenemedi ama onunla koca bir hayatı yaşamıştı bir yastıkta. Cihan Şah’ın Taç Mahal’i gölgede kalırdı bu görkemli bahçe yanında. Adam, mağrur bakışlarla son bir kez baktığı bahçeden usulca uzaklaştı.
-
Gökyüzünün kesif gri renkli yağmur bulutlarıyla kararan çehresi, az sonra sökün edecek sağanak yağmurun habercisiydi sanki. Bulutlar arasında başlayan elektriklenmeler gittikçe artmış, ufukta kayıp giden sicim gibi ışık dalgaları bir süre sonra beraberinde göğü yırtan büyük ses patlamalarını getirmişti. Bir orada bir burada, bazen de hemen yanı başımızda beliren yıldırımlar korkuyla irkilmemize, hemen sığınılacak bir yer arama telaşına dönüşür. Yaşlı kadınların dillerinde okunan dua ve salâvatlar, annelerinin ardına sokulmaya çalışan korku dolu minik yüreklerin sorgulayan bakış ve endişeleri, kasvetli manzaranın etkisini büsbütün arttırır. Yaratılış kimyamızda yer alan gerçeklik, şuur altından bilincimize akseder. Dile getirilmese de bir soru belirir zihinlerde; ötelere uzanacak manevi yolculuğumuzla ilgili. Bakışlar gizler bu telaşı. Güne dair bildik konuşmaların teskin ettiği bu hissiyat, depreşeceği başka fırsatları gözetlemek üzere yatışır bu kez. Bir problem uç verir mâ sivadan kendini alabilende. Hakikat, zihnin dışta olanı okumasında mı gizli yoksa zihindeki verilerin dışa açılımında mı? Hey hât, sorunun cevabı gün gibi aşikar, tefekkürle yoğrulan basirette. Lafz-ı Celâlin nakşedildiği kalpler, ilahi aşkın süt liman koyunda yaratılışın bir, bir kanunlarını okumakta. Cama düşen yağmur damlaları silip götürmekte toz ve kiri. Her bir damla üst üste eklenerek taşıyamadığı ağırlığın altında önce ezilmekte ve sonrada bir yolunu bularak süzülüp akmakta şeffaf zeminin sathında. Buluştukları yerde sel olup kendince meçhul bir güzergâha doğru ilerlemekte. Bu seyri seferinde kimileri için rahmet, kimilerine ise felaket getirmekte. Devri daimleri durmaksızın yinelenen bu çokluk, hayat vermek üzere kurgulanmış tek bir amaç için seferber olmuş gibi. Olgunun mekanik tekrarlarında bir intizam görülüyor fakat bu intizamda bir sıradanlıkta var. Eşyanın zorunlu itaatinde semere ancak bu kadar olsa gerek. Belli ki ilahi terennümü okumak “oku” emriyle teklif altına giren asil ruhların harcı olmalı. Yazan; A.Akdeniz www.hadrianapolis.net
-
Mehmed'im, yoluna serpilen güller bak sana neler muştuluyor!
Puslugeceler şurada bir blog başlığı gönderdi: hadrianapolis
Mehmet’im, hani bir zamanlar kahramanlığın dillere destan olmuştu hatırlar mısın? Viyana kapılarından, Hindi Sin’e hükmün sürerdi cihanda. Adını duyan adalet ve şefkat nedir, bir kez daha hatırlar, o utanmak bilmeyen çehreler benzeri masallara konu olan destansı kahramanlığın karşısında utançtan kıpkırmızı kesilirdi. Mehmet’im bu günlere geldiğimizde değişen ne oldu. Sen O aziz vatanında sulh içinde sevda türküleri söylerken, bak yine afak kararmış, huzursuzluk senin bayrağını dalgalandırmadığın gönlerde soğuk metallerin gölgesinde kan kusar olmuş. Bu nasıl bir asli görevdir sana tarihin biçtiği, anlamak zor Mehmet’im. O çelik gibi bakışınla yola gelmek, o mağrur komutlarınla hizaya girmek zorunda kalıyorsa uygarlıklar, konuş Mehmet’im, konuş! Tarih senin sesinle yazılsın, dünya siyaseti senin elinde şekillensin. Engin bir tecrübeye sahip her kademedeki devlet erkânımız dünya kamuoyuna, Kuzey Irak’la ilgili aklıselim her tür tedbir ve önlemi alarak veriyorlar beyanatlarını. Söylemlerdeki ihtiyat, kendilerine duyduğumuz güven ve inancı bir kat daha perçinliyor. Umarım ihtiyatla söylenen her bir söylem yerini bularak aziz milletimin, geleceğe yönelik tedirginliğini giderir ve yukarıdaki dua ve temennileri okutmaz bize. Yazan; Aydın AKDENİZ www.hadrianapolis.net -
Gelin, Aşağıdaki Hikayeyi Birlikte Tamamlayalım
Puslugeceler şurada bir başlık gönderdi: Öykü Forumu
Gitarist genç, neşeyle o sezona ait popüler Latin Amerikan şarkılarını çalmaya başladı. O ara ana ışıklar söndürülmüş, duvar köşelerine yerleştirilen abajurlardan içeriye sızan renga renk ışık huzmeleri ortamın sıcaklığını arttırmıştı. Çiftler bulundukları masalardan kalkarak ortadaki boş alanda dans etmeye başladılar. Özge fincanındaki son kahve yudumunu bitirmiş,ardından, kendinden emin adımlarla ortadaki boş alana doğru ilerlemişti.Başta küçük vücut salınışları şeklinde başladığı dansı,temponun yükselmesiyle hızlanarak ahenk kazandı.Spot lambalarının renkli ışıkları loş salonda dolaştıkça özgenin görüntüsü bir belirip bir kayboluyordu.Yan masalardan birkaç genç,ortama ayak uydurmuş umutlu bakışlarıyla partnerlerini izliyorlardı.Karşı köşede oturan orta yaşlı çiftten bayan olan arada bir gülme krizleri geçirerek çevresini kahkahalara boğuyordu..Hayatın tüm neşesi bu toy yüreklerde coşkuyla atıyordu.Baş başa yapılan sohbetlerde ileriye yönelik cesurca karalar alınıyor,yap boz tahtasında en parlak,en canlı renkler kullanılarak geleceğin eskizleri çiziliyordu. Özge gönlünce doyasıya eğlenmişti o gece. Yılların üzerinde birikmiş tüm yorgunluğunu atmaya çalışmıştı. Emre bakışlarını kayıtsızca dans eden kalabalıklar üzerinde dolaştırırken bir ara özgeyle göz göze gelmişler, uzun süre bu şekilde kalmışlardı. Cemil arkadaşının bulunduğu masadan kalkarak hemen önünde dans etmekte olan Özgenin yanına yaklaştı. Onun omzunu tutarak; ‘ Özge yorgun görünüyorsun vakitte bir hayli geç oldu. Haydi, isterseniz çıkalım artık’ dedi. Grup evlerine yöneldiğinde saat gece yarısı bir buçuğu geçiyordu. Aynı akşam Özge’nin annesi kızları, Cemil’le birlikte dışarı çıktıktan hemen sonra evlerine oturmaya gelen üst kat komşusu Fatma Hanım’ı ağırladı. Fatma Hanım beş yıl önce trafik kazası geçirerek hayatını kaybeden kocasının ölümü üzerine Altınoluktaki evlerine yerleşmiş, artık yaz kış burada yaşamaya başlamıştı. Fatma Hanım’ın hiç çocuğu olmamış evlat hasretini komşularının çocuklarını severek, onlara ufak tefek hediyeler alarak gidermeye çalışıyordu. Gayet sıcakkanlı bir yaratılışa sahip olan Fatma Hanım, komşularınca da çok seviliyordu. Onun kendi çocuklarına gösterdiği yakın ilgi hoşlarına gider, bu nedenle onu aileden biri olarak kabul ederlerdi. Evliliklerinin ilk yıllarında çocuk sahibi olamayacaklarını öğrendiklerinde gitmedikleri doktor, başvurmadıkları muskacı kalmamış yinede sonuç alamamışlardı. Bunu üzerine çevrenin baskısıyla önce ayrılmayı düşünmüşler fakat bu arada birbirlerini ne denli sevdiklerini de iyice anlamışlardı. Aile büyüklerinin dargınlığına rağmen boşanmadılar. Üstelik yakın bir köyden, yoksul bir ailenin henüz iki yaşını yeni doldurmuş kız çocuğunu evlat edindiler. Canları gibi sevdikleri bu çocuğu itina ile büyütmüş, bir dediğini iki etmemişlerdi. Evliliklerini perçinleyen, mutluluklarını arttıran bu çocuğun gelişip büyümesi evin neşesini büsbütün arttırtmıştı. Ama bir gün çocuğun babası çıkagelmiş, düpe düz sessiz kalması karşılığında para istemişti onlardan. İstediği parayı alamayacak olursa çocuğa gerçeği açıklayacağını söylemeyi de ihmal etmemişti. Bunun üzerine karı koca baş başa vermiş, uzun tartışmalardan sonra durumu çocuğa kendileri açıklamışlardı. Zavallı çocuğun ana baba olarak benimsediği bu aileden ayrılışı çok hüzünlü oldu. Fatma Hanım günlerce kendini toparlayamadı. Aradan üç beş yıl geçmişti ki Fatma Hanım komşularından, o mendebur adamın az bir başlık parası karşılığında canının bir parçası haline gelmiş o zavallı çocuğu babası yaşında bir adama verdiğini öğrendi. Fatma Hanım yaşadığı onca acılardan sonra iyice yıpranmıştı. Şimdi altmış yaşında astım hastalığından muzdarip yaşlı bir kadın olmuştu. Altınoluk’un, Kaz Dağlarının denizle harmanlanan iklimi kendini iyi hissetmesine neden oluyordu. Üstelik yaz aylarının tatil boyunca süren kalabalık coşkusu onun yaşama olan tutkusunu arttırıyordu. Bu nedenle burada yaşamaktan zevk alıyordu. Komşularına sık, sık; ‘ Güneşin sıcaklığını kemiklerimde hissediyor, adeta yeniden diriliyorum kızım. ‘ derdi. Sıkıntılarını onlarla pek paylaşmaz, herkesin kendince çözülmesi gereken sorunları varken bunlara birde kendilerinin kini eklemeyi gereksiz bulurdu. Özge’nin annesi Zeynep Hanım birkaç yıldır tanıdığı Fatma Hanım’ı kapıda gördüğünde; ‘ Hoş geldin Safalar getirdin Fatma abla. Buyur içeri gel. Zaten çocuklarda az önce dışarı çıkmışlardı. Ne iyi yaptın da geldin. ‘ Fatma Hanım; ‘ Hoş bulduk Zeynep, yalnız şu elimde ki kabı alıver. Gelirken biraz aşure getirdim de. ‘ Zeynep Hanım; ‘ Şöyle alayım. Niye zahmet ettin be abla. Sen odaya geçerken bende şunu mutfağa bırakayım. ‘ dedi. Yukarıdaki hikâyenin nasıl tamamlanması gerektiği ile ilgi li görüşlerinizi iletirseniz çok memnun olurum. Sevgiler. -
Altına Hücum ve Charles Chaplin 1889 yılında Londra’da bir sirk oyuncusunun oğlu olarak dünyaya gelen Charles Spencer CHAPLİN, altı yaşında iken sahneye çıkarak Vodvillerde rol alır. 1919 yılında Fred Karno Vodvil topluluğu ile Amerika’ya gider. İlk defa “ Otomobil Yarışı ” adlı filmdeki küçük rolüyle beyaz perdede görünür. “ Şarlo ” karakteriyle toplumu hicveder. Chaplin, “ altına hücum ” , “ sirk ” , “ şehir ışıkları ” , “ büyük diktatör ” gibi filmleriyle sinema dünyasının unutulmazları arasındaki yerini alır. Sessiz sinema kuşağının en başarılı örneklerinden biri de şüphesiz onun “ Altına Hücum ” adlı eseridir. Chaplin bu film de zengin olma ümidiyle Alaska’daki altın madenlerine hücum eden binlerce insanın yaşadığı zorlukları anlatmaktadır. Şarlo’da bu binlerce maceraperestten biridir. Ne var ki fukaralığı nedeni ile diğerleri gibi yolculuğu boyunca ihtiyaç duyacağı alet, edevat ve erzak türü donanıma sahip olmadan başlar yolculuğuna. Alaska’nın kar ve buzullarla kaplı dağlarında tek başına ilerlemektedir. Ortanın biraz üzerindeki boyu ile şarlo şaşkın fakat kararlıdır. Yorgun ama yine de çeviktir. Elindeki bastonuna yaslanırken kara saplanıp yuvarlansa da hemen çabucak doğrulmaktadır. Esen rüzgar, başındaki eskimiş melon şapkayı metrelerce öteye fırlatıp atsa da o, bir çırpıda koşarak vücudunun ayrılmaz parçası olarak gördüğü bu şapkayı alıp başına koymaktadır. Sıska bedeni ile Alaska’nın dondurucu ayazı arasındaki tek şey, kullanılmaktan iyice yıpranmış ve nerede ise çaputa dönmüş, paltomsu şeydi. Ayaklarındaki büyük eski pabuçlar, o yürürken uçları biri doğuyu diğeri batıyı görecek şekilde hep dışa dönük olarak adımlanırdı. Şarlo yolculuğuna tirajı komik pek çok gelişmeyle birlikte devam eder. Filmdeki unutulmaz karelerden biri de, onun maden işçilerinin vakit öldürmek için gittiği bir bara girdiği sahnedir. Arkadaşıyla birlikte zengin bir altın damarını bulduğunu düşündükleri bir anda yaşadıkları talihsizlikten dolayı bunu kaybettiklerine inandığı bir dönemdir bu. Teselliye ihtiyacı vardır. Yalnızdır. Üstelik hayalperest insanların rekabet ve ihtiraslarıyla birbirlerini acımasızca hırpaladıkları bir ortamdır burası. Hiç kimseden beklentisi yoktur. Eğlenmekten çok, soğuktan korunmak için sığınmıştır buraya. Ayağındaki pabuçlardan birini yitirmiş, çıplak ayağını bir bezle sararak örtmüştü. Beline oturmayan pantolonu düşmesin diye elleri cebinde dolaşmak zorundaydı. Kimseye görünmeden tenha bir köşeye sızmaya çalışsa da başaramaz. Onun tuhaf görünümü, içerdekilerin dikkatinden kaçmaz. Alay ederler kendisiyle. Direnecek durumu kalmamıştır. O’da kendi haline gülerek katılır diğerlerine. Bu arada sahneye çıkan hanımı görür. Ne kadar da ulaşılmaz, göz alıcı bir konumdadır. Aradaki uçurumun farkında olduğu için o sadece düşleriyle avunmaktadır. Fakat talih bu kez yüzüne gülmüş, o hanım yanına gelerek kendisiyle dans etmek istemişti. Şarlo şaşkınlıkla yerinden kalkar ve hanımla dansa başlar. O da ne! Pantolonun belinden düştüğünü unutmuştur. Elindeki bastonun yukarı kıvrılan ucuyla düşen pantolonu tutmaya çalışsa da nafile bir çaba olur bu. Senaryo, aynı yoğunlukta espri ve dramlarla film boyunca akıp gitmektedir. Chaplin biz izleyicilerine ölümünden sonra, unutulmaz güzellikteki film ve senaryolarıyla şaheser bir miras bırakmıştır.
-
Nedendir bilinmez, insan doğasında hep yaşadığı mekânlardan, tanıdığı yüzlerden uzak, yabancı ortamlarda kısa süreliğine de olsa adrenalini yükseltecek bir maceranın içerisine dalıvermek isteği güçlü bir şekilde bulunmaktadır. Bu isteği; yeteneklerimizle yüzleşmek, günün monotonluğundan uzaklaşmak, doğal yaşamla bütünleşmek, farklı kültürlerle tanışmak şeklinde tanımlasak ta sonuçta hayata bağlanmamızı kolaylaştıran temel içgüdülerimizden biridir bu. Avcılık, sörf, dağcılık, balıkçılık türü uğraşlarımız hep bu ihtiyacın giderilmesine yönelik. Fakat çoğumuz çeşitli sebeplerden dolayı bu tür uğraşlara yeterince zaman ayıramıyor. Erkekler, kahvehanelerde kadınlarımız ev ortamlarındaki sohbetlerinde bu özlemlerini teskin etmeye çalışsalarda görmenin, olayı yaşamanın zevkini vermiyor tabii olarak. İşte sinema tam bu nokta da devreye giriyor. İnsan zekâsı işe maddi boyutu ve pragmatizmi de katarak sanal ortamlarda özlediğimiz dünyanın kapılarını aralıyor bizlere. İyi de ediyorlar, yoğun tempolu mesai saatlerinden sonra sevdiklerimizle birlikte evlerimizde bir yandan yudumladığımız çaylar, öte yandan çocuklarımızın meraklı ve ısrarlı sorularına verdiğimiz isteksiz cevaplar arasında ekran başında geçirdiğimiz birkaç saatlik zaman, üzerimizden günün yorgunluğunu aldığı gibi gelecekte çocuklarımızın hatıralarında unutamayacakları anılar da bırakmaktadır. İlk bölümlerini zevkle izlediğimiz Karayip Korsanları adlı film, “ Dünyanın Sonu ” serisiyle sinemaseverlerin beğenisine sunulmuş. Korsan tiplemesinde Johnny Deep’in performansını korsan türü filmlerin tutkunu olarak şahsen ben mükemmel buluyorum. Sınır tanımayan gözü pekliği ve uçarılığı kıvrak bir zekâ ile bütünleşerek aranan tiplemeye uygun bir görüntü veriyor. Keira Knightley isimli hanım oyuncu maceraya atılmaya hazır, aristokrasinin soğuk ve duygusallıktan uzak katı kurallarından bunalan eğitimli bir saraylı karakterini, kadınsı duyarlılığın tüm zarafetini usta oyunculuğu ile bütünleştirerek performansında sergiliyor. Aksiyonun film boyunca bunaltıcı olmadan dengelendiği seri, özellikle çocuk izleyiciler için hazırlanmış imajı bırakıyor. Teknolojinin sinema dünyasında da alabildiğince yaygın olarak kullanıldığı günümüzde, güçlü senaryolarla desteklenmiş şiddetten uzak akıl dolu filmler görmek istediğimizi yönetmenlere hatırlatmak umarım biz izleyicilerin en doğal bir talebi olarak algılanır. En içten saygı ve sevgilerimle…
-
Dr. Masura Emoto, su kristallerinin fotoğraflarını çekerek bunları bir kitapta yayımlayan ve suyun kristalleri aracılığı ile bir anlamda kâinattaki pozitif ya da negatif elektriklenmenin aynası olduğunu iddia eden bir bilim adamı. “ suyun verdiği mesajlar ” isimli kitabını henüz okumadım. Mağaralarda ki akustiğin duyum eşiğimizin dışında kalan ses titreşimlerini ve mıknatıslanmaları absorbe ederek bunları vücut kimyamızın yararına olacak şekilde dönüştürdüğüne dair bir fikri egzersiz geliştirirken böyle bir yazıyla karşılaşmak doğrusu bir hayli ilgimi çekti. Gerçi alternatif tıbbî arayışlara yaklaşım da son derece dikkatli olmak gerektiğini düşünüyorum ama öte yandan bunları tamamen göz ardı edilemeyecek değerler olarak buluyorum. Dr Emoto’ya sorulan birkaç soru ve bunlara verdiği cevapları alıntı yaparak yorumlamaksızın aktarıyorum. Elimdeki metin, yazarın ismi üzerine yaptığım sörfler neticesinde edindiğim bilgilerden oluşuyor. Dr. Emoto suyun kendisini ifade ettiğini düşünüyor. Çok soğuk bir odanın içinde güçlü bir mikroskop ve yüksek hızda çekim yapabilen fotoğraflar ile yapıyor çalışmalarını. Bu teknik ile henüz oluşmuş olan su kristallerini fotoğraflıyor. Yeryüzündeki dillerin tabiatın titreşimlerinden meydana geldiğini ve dolayısıyla suya negatif ya da pozitif olarak konuşulduğunda bu titreşimlere göre su kristallerinde bir şekillenme olduğunu iddia ediyor. Aktaracağım konu şimdilik bu kadar. Bildiğim kadarıyla psikoloji de şöyle bir tespit var; “ şartlanma ile bakılan objeler, bize gerçeği değil de obsesyonlarımızı algılamamızı sağlar ” Bu nedenle duyduğumuz her doğruyu hemen kabullenmek yerine hangi amaçlarla söylendiğine bakmamız ve ihtiyatlı olmamız gerekir diye düşünüyorum.
-
Hava alanı izlenimleri İstanbul hava alanına tahminimden çok erken bir saatte ulaşmıştım. Dış hatlar departmanın da yaklaşık dört saat sonra gelecek yolcumu karşılamak üzere beklemeye başladım. İki günlük bir uykusuzluktan sonra göz kapaklarım tonlarca ağırlık altında kalmış gibi kendiliğinden kapanmaya başlıyor, ben uyanık kalmak için direnç gösterdikçe inadına uyku, bütün çekiciliğiyle şuur ve irademi etkisi altına alıyordu. Göz kapaklarım arasındaki açı giderek daralmış, iki adım önümdeki telaşlı kalabalık sanki benden fersah fersah uzaklaşarak ufuk çizgisine doğru çekilip gitmişti. Oturduğum bankın hemen karşısındaki bankta dört beş kişi kalabalığa aldırış etmeden bulundukları yere uzanarak uyumuşlardı. Oradan oraya aceleyle yürüyen adımların boşlukta yayılan sesi, çeşitli dil ve aksanlarda yapılan konuşmalara karışarak bir uğultu halinde zihnime üşüşüyordu. Bu uğultu bir süreliğine kâh hemen önümdeki garip tiplerin horultusu ya da kâh boşlukta yükselen “…american airlines from newyork has landed.” Şeklindeki anonslarla kesiliyor göz kapaklarımın aralanmasına neden oluyordu. Turist rehberinin ardına takılmış yaşlı çiftlerden oluşan küçük guruplar, art arda dizilerek bir ucu yerde sürüklenen bavullarını taşırlarken yalpalıyorlar, önde ilerleyenin birden durmasıyla da çarpışıyorlardı. Durumu kurtarmak için söylenen “ ja, ja Ayasophia ist virklich…” cümlelerinden kafilenin Almancayı Bavyera aksanıyla konuştuklarını anlıyor, her şeyin yolunda gittiğini görerek oturduğum yerde başım önümde uyuklamaya devam ediyordum. Adımların zeminde çıkardığı seslerden vücut ağırlığını, yürüyüş biçimini, vücudun salınışını, eğitim düzeyini tahmin etmeye çalışıyordum. Az önceki horultu ve anonslar yine devam ediyordu; “…air plane from brussel is twenty minutes delaited.” Hımm.Yirmi dakikalık bir gecikme.Allah bürüksel yolcularına sabır versin.Bizimki gecikmese bâri.Detayları takip edebildiğim için tamamen uyumadığımı düşünüyorum.Önümden geçen adımların sahibi, kadın, yanındakine “ belissima,belissima…” diyordu.Sıcakkanlı bir Akdeniz şivesi, belli ki İtalyan dı.Derken az öteden tanıdık bir çağrı… “ teal teal Ahmet.Hel ente...?” göz kapaklarım yine aralanıyor…yanına çağırdığı Ahmet’e bir şeyler sorduğunu gördüğüm yerel kıyafetler içindeki Kuveytlinin beyaz bir entari içindeki koca göbeği çekiyor dikkatimi.Sonra tekrar dalıyorum.Aradan bir süre geçiyor,yanımdaki boş kısımda yere bırakılan patates çuvalının düşüşü gibi bir hareketlenme oluyor.İrkiliyorum,acaba yardıma muhtaç biri oturmaya çalışırken düşmüş müydü? Toparlanarak gözlerimi açtığımda, ablak bir suratta boş bakışlı esmer bir adamın sırıtarak çevresine bakındığını görüyorum. Aldırış etmeden uyuklamaya çalışıyordum ki, bu adamın bozuk bir almanca ile Frankfurt’tan gelmiş bir almanla konuşmasına tanık oluyorum… “ meine wohnung in diese straBe….ich war gleich zwei jare arbeitloss…” evim şu sokakta,iki yıldır işsizim.Şeklinde kırık dökük,bölük pörçük bir anlatım.Ancak otuzlu yaşlarda olabilecek bu adam, yanındaki alman gittiğinde bana bakarak; “ Benim gibi bir mühendis varken bu hı..rı getirtiyorlar Almanya dan.Bir saatlik iş içinde yirmi bin yuro veriyorlar.Ben de kızdım bastım istifayı.Şimdi üç milyar emekli maaşı alıyorum oturduğum yerden.Ne diye çalışacakmışım!”diyor.Yüzüne baktım hiçbir şey söylemedim.Öfkelenerek uzaklaştı.Şimdi uykum dağılmıştı.Önümdeki bankta horultular kesildi.Uyuyanlar kollarını ovuşturarak,mideleri görülecek kadar kocaman kocaman esnedikten sonra oldukları yerde doğruldular.Yirmili yaşların neşesiyle konuşarak bir süre sonra aralarında gülüşmeye başladılar.Bana büsbütün yabancı olan dillerinden milliyetlerini anlamam mümkün olmadı.Saatime baktığımda canım sıkıldı.Nasıl sıkılmasın! Tüm bu gürültü patırtıdan sonra ben zamanın hızla akıp gittiğini, bekleme süresinin azaldığını düşünürken kısalan süre topu topu on beş dakikaydı. Şehire geri dönmek belki iyi fikirdi ama ah şu trafik yoğunluğu olmasa. Kafeterya ya gidip bir espresso aldım. Yudumlamalarım esnasında bakışlarım bir önümdeki kitaba bir kapıdan çıkan yolculara kayıyordu. Okuduğum her satırdan sonra durup kalan dakikaları sayıyordum. Kitabın kalınlığı gözümü korkutmuştu. Pers imparatoru Darius’un hayat hikâyesinin anlatıldığı bir romandı bu. Yazarın stilini tutmadım. Belki tercümede bir sorun vardı. Başladığım kitabı bitirmek gibi kör bir inadım olmasına rağmen soğudum kitaptan. Doğrusunu ararsanız bununla iki oluyor. Kitaplığımın bir köşesinde hâla okunmayı bekleyen yirmi yıl öncesinden Spinoza’nın ‘ Ethika’sı duruyor. Korkarım bu kitapta aynı akıbete uğrayacak. Kabahat biraz benimdi tabii. Sen hem uykusuz yola çık hem kalabalığa karış ve hem de yanına oyalanmak için duruma uygun hafif içerikli kitaplar yerine böylelerini al. Akıllı olmazsa insan, işte böyle benim gibi saatler boyunca dakika hesabı yapar.
-
meşe közünde sabahlayan testideki kaz yahnisinin cilveleri
Puslugeceler şurada cevap verdi: Puslugeceler başlık Güncel Konular
Mesajınız ve samimi değerlendirmeniz için teşekkür eder,çalışmalarınızda başarılar dilerim. -
Ayşe Hanım ölümüyle birlikte başlayan yolculuğunun bu aşamasında derin uykudan adeta yeni uyanmışçasına üzerindeki mahmurluğu atmış, hayatında iken kendi yaratılış amacına ne kadar uzak kaldığını iyice anlamıştı. Bir insanın Allah katında bu kadar yüce bir değere sahip olabileceğine nedense hiç ihtimal vermemişti. Oysa varlığın bu boyutunda, hayatında iken her nasıl yaşarsa yaşasın insan muhasebeye çekiliyor, bu esnada bir nice ilahi sırlara mazhar olabiliyordu. Yani amelleri iyi yada kötü nitelikli olan her hangi biri kendi konumuna uygun düşecek şekilde yüce Yaratıcının muhakemesine konu olmak gibi bir ayrıcalığa sahipti burada. Yüce Allah’ın azametinden haberdar olabilmek ne büyük bir saadet kaynağıydı. Bu dördüncü boyutta, hemen ilerisinde huşu içinde rabbine yönelmiş melekleri gördü Ayşe Hanım. Kimi kıyam halinde kimi rüku halinde ve kimide secde halinde melekler. Huzur içinde tam bir yönelişle yüce Allah’ın iradesine teslim olmuş, çeşitli renk ve görünüşlerde melekler tıpkı büyük annesinin çocukluğunda iken kendisine anlattığı gibiydiler. Bir keresinde. – “ Yavrucuğum , onların her birinin kendine özgü biçimleri ve renga renk koca , koca kanatları vardır. Onların cinsiyetleri bulunmaz. Hangi amaçla yaratılmışlarsa yalnız onu yaparlar. Dillerinde hep Allah’ın tesbihatı vardır.” Demişti kendisine. Bunun üzerine gözlerini kapamış zihninde hayalini kurmaya çalışmıştı. Meleklerden bazıları buraya ulaşmış ruhları karşılıyor, esenlikle bir üst tabakaya dek süren yolculuklarında onlara refakat ediyorlardı.Bazen üst katmanlarda kara alevli delikler açılıyor, buradan aşağılara doğru yanarak inen ruhların korku dolu çığlıkları işitiliyordu. Meleklerin bu ruhlara acıma duymadıklarını gördü Ayşe Hanım. Şefkat, merhamet, sevgi ve nefret gibi duyguların insana ait özellikler olduğunu anladı. Bu duygularla, yeryüzünde sorumluluğunun devam ettiği o ortamda insan, kendi rotasını belirliyor, yaratılış amacına uygun doğru tercihler, insanın ruh dünyasını olgunlaştırarak, duygusallığına en uygun kombinasyonları kazanmasına neden oluyordu. Olgunlaşan bu ruh, beklentilerden, kirliliklerden tam arınmış bir halde sevgiyle sadakatle yönelebiliyordu ilahi buyruklara. Bu anlayış düzeyi insana üstünlük kazandırıyor, yaratılmışların en seçkin konumuna getiriyordu onu. İnsandaki bilme ve anlama yeteneklerinin kudretini artık açık seçik görebiliyordu. Bu güç onu meleklerden daha üstün kılabilirdi. Peki insan ruhunda böyle köklü bir değişimi tetikleyecek, onu içinde bulunduğu aymazlığından kopararak, hayatında iken sırat-ı müstakime yöneltebilecek dinamikler bulunmakta mıdır? Yaşamına ait kesitleri bir kez daha gözden geçirmeye başladı Ayşe Hanım. Aradığı cevapları yine, henüz yaratılış kimyasının deforme edilmediği çocukluk izlenimlerinde buldu. Gerçi bu izlenimleri yeteri kadar sahiplenebilecek akli bir olgunluğa sahip değildi ama yaratılışındaki çocuksu masumiyet yinede esrarlı gerçekliklerin izlerini bulmasına neden olmuştu. Altılı, yedili yaşlarında ya vardı ya yoktu. Büyük babasının ardına takılmış, onunla birlikte mahallelerindeki Osmanlı döneminden kalma büyük eski bir camiye ulaşmışlardı. Dedesi şadırvanda abdest alırken o, avluda oradan oraya uçuşan güvercinlerin arasına karışıyor, merak dolu bakışlarla kuşların yerlere atılan yemleri gagalamalarını izliyordu. Bu arada büyük babasının artık ceketini giymesini, saygıyla ön düğmelerini ilikleyişini gördü. Yüzünde tatlı bir ışıltı vardı. İçeri girdiklerinde İhtişam içindeki kubbe çekti ilgisini. Alt kısımdaki pencerelerin renga renk ışıltılarıyla görkem kazanan vitrayları adeta büyülemişti onu. Buradaki atmosfer, imamın davudi sesiyle yaptığı tesbihatlar ve huşu içinde secdeye kapanan tek yürek olmuş inananlarla manevi bir boyut kazanıyordu. Sütunlardaki tablolar, kufi’den rıka’ya, sülüs’ten cülus’a uzanan, hat sanatının türlü, türlü nadide örnekleriyle bezenmiş türkuaz ve altın sarısı koreografiler, izleyenlerinin ta derinliklerinde adeta yeniden nakşediliyorlardı. Çıkışta büyük babasının gözlerinde görevini ciddiyetle tamamlamış insanların parıltısını görmüştü. Küçücük cılız elleriyle dedesinin ellerini tutmuş, güle oynaya evlerine doğru yönelmişlerdi. Kutsallığı olan mekanlar, Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa gibi yada Ashab-ı Kehf’in sığındığı mağara veya hz. Muhammed’in nübüvvete mazhar olduğu Hira Mağarası, insan ruhunun üzerinde ulvi tesirleri bulunan coğrafi alanlar olduğuna göre buraları acaba ötelere açılan birer pencere midir? Yoksa insan ruhunun kendi iç muhasebesini hızlandıran manevi telkin ve islah merkezleri midir?kim bilir? Hac farizasını yerine getiren insanların, mahşeri kalabalıklar içinde bir nevi ahretin provasını yaptıklarını söylemeleri boşuna değil demek ki.insan ruhu buralarda aradığı sükuneti bulabilir.Tıpkı Tur-i Sina’da Hz. Musa’nın inzivaya çekilerek ıssız gecelerde yüce yaratıcıya ait izleri arayıp bulması bunları gayet latif, hassas ruhunda imbikten geçirerek fıtratına mezcetmesi gibi dikkati nazarını ilahi aşkı yakalamaya çevirebilir.Bir Veysel Karani’nin yaptığı gibi kendi yalnızlığı içinde bir yolunu bularak öteler ötesini algılayabilecek bir basireti geliştirebilir.Yeter ki buna talip olunsun.Hani ‘ Sen destileri bir kır hele, sular nasılda bir yol bulur kendine ‘beyitinde açıklandığı gibi zahmetsizce amaca ulaşılıverilir.Yeter ki dağlarda vadilerde uğuldayan fırtınalar nasıl kainatın yüce varlığa yönelişinin serenomilerini sergiliyorlarsa, insanda yürekten dile dökülecek ilahi terennümleri seslendirebilmeli ( devam edecek )
-
Ayşe Hanım sükunet içinde yazgısının bu öte dünyada karşısına neler çıkaracağını beklemeye başladı. Yükseliş halinde, çeşitli kaynaklardan hayatta iken öğrendiği, maddi dünyanın bilinen çehresini bizzat müşahede etmiş ama öyle bir noktaya ulaşmıştı ki artık buradan ötesini tanımlamakta güçlük çekiyordu. Sağanak yağan yağmurdan sonra dağlardan ovalara akan sel suları, nasıl taşı, toprağı, mili önüne katarak akar sulara oradan göllere, denizlere ulaşır ve bulanık, kirli yapısından arınarak berraklığa kavuşursa belki bu gibi bir duygu yoğunluğu ile açıklanabilecek izlenimler edinmişti. İşte karanlık gecelerin o ürpertici etkisini kırarak yerini sonsuzca huzura bıraktığı dolunay parlaklığında nurani bir dünya uzayıp gidiyordu önünde. Buraya nasıl geldiğini anlayamamıştı. Maddi varlığa ait sınırları aşmış olsa, bu değişimi algılardı muhakkak. Sanki öte dünyanın sınırları bir salınım göstererek maddi boyuta sarkmış ve Ayşe Hanım'ı alarak kendi sınırlarına geri çekilmişti. Ya da lambanın yanışıyla birden aydınlanan karanlık odanın gerçekliğiyle yüzleşmek gibi kendini aniden bu ortamın içinde hazır buluvermişti. Maddi sınırların nerede, nasıl son bulduğu kendisi için hala esrarını koruyordu. Yaşama ait zaman akışı içinde olabilse önceliği bu konuya verir, durumu anlamaya çalışırdı. Oysa şimdi akıbetinin alacağı şekil kendisi için daha önemliydi. Az ileride nurani ortamın dokusuyla bütünleşmiş, yalnız daha kesif, şeffaf siluetler belirdi. Sabit bir şekilleri yoktu. Sürekli biçim değiştiriyorlardı. Bazen gönüllere sürur veren ılık meltem esintileri gibi titreşerek saf, yoğun ışık halelerine dönüşüyorlar, bazen de kendi sınırları içinde depreşip duran kızıl, ateşten topaçlar halinde dokunduklarını yakıyorlardı. Bu arada Ayşe Hanım, dikkatinden kaçan önemli bir ayrıntı daha gördü; Bu ortamda yalnız değildi. Birbirlerine göre farklı mesafelerde yer alan sayısız çoklukta insan ruhu, göğe bırakılan uçan balonlar gibi az önce gördüğü şeffaf siluetlere doğru ağır, ağır yükseliyorlardı. Şeffaf siluetlerin aldığı şekillerle bu ruhların görünümleri arasında tuhaf bir ilgi vardı. Kimi ruhlar bu noktaya yaklaşırken yoğunlaşmaya başlıyor, oraya ulaştığında ise son şeklini alarak ışıl, ışıl parlayan, güzel yüzlü hanımefendiler yada beyefendiler olarak beliriyorlardı. Aynı anda bu kesif siluetler, duruma uyarlanarak şefkatle aralarına aldıkları ruhların, esenlik içinde yeni ufuklara açılmalarına izin veriyorlardı. Kimi ruhlarsa yoğunlaştıklarında garip görünümleriyle ucubelere benziyorlardı. Çoğu kez vücutlarını oluşturan uzuvlar, olmaları gereken yerde bulunmuyordu. Ayakları arasında başları bulunanlar mı? Yoksa omuzları üzerinde midesiyle dolaşanlar mı? Türlü, türlü garip oluşumlar... Şeffaf siluetlere yaklaştıklarında ucubelerin görüntüleri daha da ********* bir hale dönüşüyor ve sonunda kızıl ateş topaçları arasında yanıp kararıp hızla altlarında beliren karanlıklara çekiliyorlardı. Ruhların bölük, bölük hareket ederek bu girdaba kapıldıklarını görebiliyordu Ayşe Hanım. Ve bu kaçınılmaz nokta ile arasındaki mesafe gittikçe azalıyordu. Endişe içinde uzun bir bekleyişten sonra artık sıra kendisinin de bulunduğu gruba gelmişti. Çevresindeki ruhların yoğunlaşmaya başladıklarını gördü. Hemen önünde bulunan adam benzersiz büyüklükte karnı e arkasıyla dikkat çekiyordu. Cevizden iri olmayan başı üzerindeki gözleri dehşetle açılmış, şaşkınlık içinde kararmaya yüz tutmuş vücudunun hatlarını inceliyordu. Hayatında iken iştahı ile arası bir hayli iyi olmalıydı. Ayşe Hanım, bu arada henüz şekillenmiş olan kendi vücudunu inceliyordu. "evet, her şey yerli yerinde" diye düşündü. Yinede içinde bir eziklik, bir kirlilik duygusu hakimdi. Görünüşü ile bu izlenimi arasında bir tezat vardı. Acaba vücudunun parıltısı diğerlerine göre daha mı sönük kalıyordu? Yoksa kendisini yersiz kuruntulara mı kaptırmıştı? Akıbeti az sonra belli olacaktı. Nihayet, şeffaf siluetlerin hizasına ulaştılar. Az önce gördüğü adamın umutsuz çığlıkları bir kez daha ürpermesine neden oldu. Adamın yanarak kararan vücudu bir paçavra gibi, zeminde beliren alevli çukurlar içine hızla savruldu. Her bir çukur, payına düşeni yalayıp yuttuktan sonra yine ortaya çıktığı şekilde birden gözden kayboluyordu. Ayşe Hanım, çocukluk yıllarında babaannesine özenir, başını örttüğü eşarpla sessiz küçük adımlar atarak, pencere kenarındaki divanda oturan babaannesinin kucağına atılırdı. O´nun, yer yer damarlarla dolmuş kocaman yaşlı elleriyle başını okşamasını mutluluk içinde izler, salya sümük kalıncaya dek uzun, uzun öperdi bu elleri. Ardından ;- "Haydi büyükanne, dinle bakalım olmuş mu sübhaneke’m?" diye sorarak oturduğu yerden hafız edasıyla öne arkaya ritmik küçük salınımlar yaparak okurdu duasını. Aldığı kocaman bir "aferimin" ardından, soluğu sokakta alır, kaldığı yerden arkadaşlarıyla ip atlama oyununa devam ederdi.Yaşamın zorlu akışı içinde vicdanının sahiplenebileceği pek çok güzelliği yitirmişti belki ama bu tablo ruhunun ta derinliklerine kadar kazınmıştı. Zaman, zaman yoksul semtlerden bayramlaşmak için gelen çocukları içtenlikle kabul eder, aralarından "subhaneke" duasını en güzel okuyana bayram harçlığını verirken daha cömert davranırdı. Çocukların merdivenlerden sokağa ite kakışa gürültüyle inerken aralarında ; "sana ne kadar verdi?" "dua´yı yanlış okudun be!" şeklindeki konuşmalarını duyduğunda mutluluğu perçinleşirdi. İşte şimdi yaşamına ait bu küçücük ayrıntı kendisinin başlı başına kurtuluş vesilesi oluyordu. İradesi dışında okumaya başladığı dua nedeniyle o şeffaf siluetler, dünyada iken gözlerin asla görmediği güzellikteki ışıldamalarıyla karşılamışlardı kendisini. Huzuru, vücudunun tüm zerrelerine kadar alabildiğince yaşarken, nereden geldiğini anlayamadığı gizli bir el onu, aşılmaz sandığı bu ortamdan kopararak tamamen yabancısı olduğu yeni bir ortama bırakıvermişti. Ayşe Hanım şaşkındı. Çünkü bulunduğu bu yeni ortam da vücudu, iri bir mersin balığının tabağa boşaltılmış on binlerce küçük kürecikten oluşan ve her birinin içinde yeni bir hayata atılacak canlılık özlerinin bulunduğu havyar yığını gibi garip bir şekil almıştı. Üstelik bu kürecikler tek, tek hayatına ait izlenimleri barındırıyordu bünyesinde. İradesi hangi küreye yönelse orada yaşamının ilgili kesitiyle yüz yüze kalıyordu. Eğer burada yüzünün kızarmasına neden olacak bir izlenimi varsa mağdur ettiği kişi yada kişilerin hayalleri canlanıyor, içinde iyi izlenimlerinin yer aldığı bir diğer küreciği yutuyordu. Böylece, yığın içinden yüzlerce kürecik birer, birer kayboluyor, oluşan boşlukta önce karartılar beliriyor ve ardından bu karartılar dipsiz alevli çukurlara dönüşüyorlardı. Sanki bir veba hastalığı adım, adım vücudunda ilerliyor ve karşılaştığı her bir sağlıklı dokuyu tahrip ederek acı ve ıstıraplara boğuyordu kendisini. Bu kez işinin çok zor olduğunu düşündü. Yaşamının farklı kesitlerinde dost yada düşman, tanıdık veya yabancı, bir şekilde yollarının kesiştiği tüm bu insanlar, en küçük alacakları için dahi insafsızca saldırıyorlar, alıp götürdükleriyle bütünün insicamını bozuyor, korkulan sona; alevli çukurlara doğru tüm direncine rağmen adım, adım yaklaştırıyorlardı kendisini. Ayşe Hanım ölümle birlikte yaşamın sona ereceğini düşünmüşken şimdi tamamen farklı bir durumla karşı karşıya idi. Hayatı boyunca çözemediği sorunların birer, birer çözümünü buluyordu burada. Öğrenme süreci devam ediyordu. Artık geriye dönerek hatalarını telafi edemese de insan doğasının o harikulade ulvi mekanizması, öğrendikleriyle sonsuz bir haz duyuyordu. Bunun için kendisine kesilecek ilahi faturayı ödemeye hazır gibiydi. İradesi genç kızlık döneminin en önemli olayının gerçekleştiği ilgili küreciğe yöneldi; O gece evlerine dünürcü gelecekti. Fakir ailenin, üvey anne elinde büyüyen bir kızı için bu gecenin taşıdığı anlam daha bir özeldi. On beşini henüz bulduğu çağda, babasının ağzından çıkacak bir “evet” sözcüğü, onu tanıdık bildik bu atmosferden kopararak gizemli ufuklara açılmasını sağlayacaktı. Anne ve babasının baş başa kaldıkları bir sırada verdikleri kararı kapı arkasından duymuştu. Geleceği için endişelenmediklerini her bir köşesini ezbere bildiği bütün varlığı ile benimsediği bu evden ayrılacak olmasına hayıflanmayacaklarını hissetmişti. Babasının adet yerini bulsun diye sorduğu soruya gözleri kapalı ‘evet’ demişti. Şimdi çevresinde gördüğü insanların asla sahip olmadığı beyaz bir wolkswagene binmiş, Alamanya yollarına düşmüştü. Aradan yıllar ve yıllar geçmiş özgürlüğü doyasıya yudumlamanın sarhoşluğu içinde üstlendiği sorumluluğu ihmal etmiş, kocasına sadık kalamamıştı. Bunun üzerine ayrılmışlardı. Bir süre sonra o üvey ananın tüm uyarılarına, -“ südümü sana helal etmem” tehditlerine rağmen Alaman bir doktorla evlendi. Gerçi keldi ama her güzelin muhakkak bir kusuru bulunurdu. Orta çağdan kalma bir şato ve son model jaguar marka otomobil, analığı dışında herkesi ikna etmişti. Üzüntü ve kahır yaşlı kadının direncini yitirmiş çoktandır yakalandığı amansız hastalığa yenik düşmesine neden olmuştu. Bu ilk kayıp, ailenin üzerine çöreklenen kara bulutların habercisi niteliğindeydi. O, kapı arkasından işittikleriyle kabaran öfkesi yatışmaksızın intikam almanın hırsıyla büyümüş, önüne çıkan ilgili ilgisiz her kesi yakıp yok etmişti. Böylece uzatıp giden hikaye Ayşe Hanım’ın yüzünün buruşmasına, sayıları giderek azalan kürecikler de kurtuluş ümitlerinin tükenmesine neden oluyordu. Vicdanının derinliklerinde bastırdığı bu gerçeklikle karşılaşmak bir hayli yıpratmıştı kendisini. Hele analığının canlanan hayalinin yakasına yapıştığı o an yok mu? Bütün benliğinin dehşetle sarsıldığını görmüştü. Bereket versin, yaşamının bu kesitini kapsayan küreciğin cidarları çöktü de alevli parmaklardan güç bela kurtulabildi. Benliğini dalga, dalga kuşatan pişmanlığın etkisiyle zeminde beliren, bir ejderha gibi her an kendisini yutmaya hazır dipsiz çukurlara atılabilirdi. İçinden yükselen bir ses, o çukurlara yuvarlanmasıyla birlikte sonsuzca acılara maruz kalacağını fısıldıyordu. Az önce vicdanının bir yönüyle girdiği hesaplaşmada yaşadığı sıkıntılar bunun ip uçlarını fazlasıyla vermişti kendisine. Ne yapıp edip kurtulmalıydı bu girdaptan. Ötelere doğru yaptığı yolculuğun bu üçüncü etabında, iç içe geçen Rus işi matruşka heykelciklerinde görüldüğü gibi açılan her bir kürecikte, giderek zorlaşan derin vicdan muhasebeleriyle karşılaşıyordu. Yaşamın, ilahi adalet anlayışıyla ne dereceye kadar örtüştüğünün sorgulandığı bir durak olmalıydı burası. Ayşe Hanım, yolculuğunun bu boyutuna geldiği sırada sayıları on binlerle ölçülen küreciklerden oluşan geniş bir sermayesi olduğunu hatırladı. Oysa şimdi bu birikimi ancak onlarla ifade edilebilecek bir düzeye inmişti. Bu rakam kurtuluşu için yeterli olabilir miydi? Karamsarlığın pençesinde iyice bunalan iradesi bu kez bir başka küreciğe yöneldi. Burada, başını koyduğu yastıkta hıçkırıklar içinde göz yaşı dökerken buldu kendisini. Yaşadığı çağın kültürel motiflerinin zihnine kazıdığı ölçütlerle, vicdanının benimsemediği alışkanlıkları sürdürse de temiz bir yaratılışı vardı. İlk eşinden ayrılması kendi tercihi değildi. Yeteneklerine kişiliğine değer vererek onunla hayatını birleştirmiş olan yabancı eşinin hoş görüsüne çok şey borçluydu. Sırf görünüşü, alışkanlıkları yadırgandığı için önce dışlanan sonra maddi imkanlarından dolayı büyük bir kabul gören bu adam, insanların iki yüzlülüğüne prim vermemiş, destek olmuştu eşine. Üstelik onların inancına duyduğu saygıyı göstermek için vekaleten bir yakınını hacca dahi göndermişti. Samimi, dostça bir ilişki kurma isteği daha nasıl ifade edilebilirdi. Vicdanındaki kriterlerle örtüşmeyen beşeri zaafları onu böylesine endişeye yöneltebildiğine göre demek ki derinlerde bir yerde hala temiz bir yanı bulunmaktaydı. Yanaklarından süzülen samimiyet dolu göz yaşları bu küreciğin cidarlarını ıslattığında kürecik giderek büyümeye başladı. Büyüdü büyüdü, büyüdü. Sonunda zaman ve mekan ölçülerinin işlemediği bu ortamda devasa büyüklükte bir kara deliğin boyutlarına ulaştı. Kürecik artık billurumsu bir yapı kazanmıştı. Alt ve üst noktaları, genişlemeyle birlikte iç içe geçmiş, boşlukta alabildiğince yayılan uçsuz bucaksız dairevi bir görünüme bürünmüştü. Bu garip şeklin tam merkezinde yine devasa büyüklükte bir helezon oluşuyor ve bu helezonun sonsuzluğa doğru uzanan tepe noktası sarmallar halinde dönüşümler yaparak inceliyor, inceliyor ve bir süre sonra görüş mesafesi dışına çıkıyordu. Ayşe Hanım’ın yaratılışının bu temiz nüvesi şimdi sıcacık pembemsi bir dumana dönüşmüş ve billurumsu yapı içinde ivmesi giderek hız kazanan turlarına başlamıştı. Döndükçe dönüyor, billurumsu yapıyı pembemsi ışıltılarıyla dolduruyordu. İradesi sonsuz ilahi hakikatlere teslim olmuş, benliğinde geçte olsa bu gerçekliğe ulaşmanın hazzını tadıyordu. Semazenlerin topluca yaptıkları bu ahenkli dönüşler, insan idrakinin pekala hayatta iken de bu ulaşılmaz dünyanın gerçekliklerinden birer pay alabileceğine delil olabilir miydi? Neden olmasın öz aynı özdü. Ayşe Hanım’ın pembe bir nura dönüşen ruhu sonunda bu garip şeklin tam merkezine, helezonun bulunduğu noktaya ulaştı. Burası artık kendisini dördüncü boyuta taşıyacak olan geçidin başlangıç noktasıydı. Pembemsi dumanın önce küçük bir kısmı karıştı helezonun dönüşüne ve ardından tamamen emilerek çekildi içeri. Dönüşümler içinde ilk anda görülebilen pembelik daha sonra bir ip gibi uzayarak hızla kayboldu derinliklerde. Bu arada henüz bu boyuta yeni gelmiş ruhlardan herhangi birisi, üzerindeki mahmurluğu atmaya fırsat bulamadan bu tabloyu görmüş, ardından vücudunun on binlerce küreciğe dönüşen değişimine dehşetle tanık olmuştu. Ayşe Hanım tıpkı ikinci boyuta geçtiği sırada yaşadıklarına benzer şeyler hissetmişti. Bir oldu bitti kısalığı içinde bir öncekinden farklı yeni bir boyuta sarkmış, kendini aniden bu yeni dünyanın gerçekliği ile yüz yüze buluvermişti. Üzerindeki şaşkınlığı atmıştı artık. Bu dünyanın kendine özgü bir işleyişi olduğunu önceki deneyimlerinden öğrenmişti. Sorgulanması gerekenin, sürecin nerelerde nasıl başlayıp nerelere doğru nasıl devam ettiği değil, bu engelleri tek, tek aşıp aşamayacağıydı. Şu ana dek kat ettiği tüm aşamalarda yüce yaratıcının lütfuna mazhar olmuş, onca işlediği kusurlara rağmen ummadığı bir mağfiretle karşılanmıştı. Ölmeden önce keşke aklı erebilseydi bu gibi konulara. Yüce Yaratıcının böylesine müşfik kullarına karşı böylesine bağışlayıcı, sevgi dolu olduğunu anlayabilseydi. Kendi katında olanı sevdiği kulları için sınırsızca ikram ettiğini bir bilebilseydi, ömür sermayesini aymazlıkla tüketir miydi hiç? Şuursuzca yaşadığı yıllara bu kez samimiyetle hayıflandı. Azap görecek olması artık gözünü korkutmuyordu. Yüceler yücesi biricik Yaratıcının varlığından ****** olarak yaşadığı yılların uzaklığı zaten farkında olmasa bile sınırsızca elem ve kederi yaşatmıştı kendisine. Bu nedenle yüce Yaratıcının ruhuna ve bedenine vereceği azap, bir anlamda onun önünde secdeye kapanmış olan şu durumuna uygun düşecek, geç gelen teslimiyetin acılarını bir nebze olsun teskin edecekti... ( Devam edecek.)
-
Kıssadan Hisseme Metafizik Aşklar Düştü
Puslugeceler şurada bir başlık gönderdi: Aşk - Sevgi - Mutluluk - Güzellik
Ortanın üzerinde bir boy ve bir ablak çehre. Dolunayı imrendirecek beyazlıkta bir ten ve bunu gölgeleyen bukle bukle siyah saçlar ve simsiyah gözler… Zekice bakan gözlerde zaman zaman budalaca anlatımların gidiş ve gelişleri… Sevinç ve heyecandan beyazın kızıla boyanması, gülümseyen dudaklarda goncanın açması… Öfke nöbetlerinde şimşekler gibi çatan kaşlar ve o güzelim çehrenin kararması… Ahh, çokluğun ateşli gömleğinde bir gönül, Nasıl da çırpınıyor,bir bak! Yırtınıyor, kanatlanıyor sıla özlemiyle Ne çare ki, et ve kemikten örülü sağır duvarlar, Hürriyete aşılmaz birer engel… Hissin, aklı terkin de, düşmanca diş gıcırdayışlar. İzan da tekleyiş, vicdan da körelişler.. Dost sevgilinin ay yüzünü görmek mi ? A budala, o bir serap, ulaşılmaz bir hayal senin ahmaklığına. Hayır, hayır! Yeknesak bir eğilimle melankoliye biçimler kazandırmada hikmete uygun hiçbir değer yok. Belki biraz ümit, biraz neş’e her şeye deva olacaktır. Ahh şu aşk! Nitelik ve niceliği belli olmayan fakat bir gölge, bir karabasan gibi peşimiz sıra koşan kahredici istek. Mutluluk, vücudu dağlara veren ateşli gömleğini çıkarıp atmada senin. Yazmak ve yazmak. Yaşanan anları, küçücük bir kalemin mürekkebinde yakalamak ve bunları bembeyaz bir sayfada ebedileştirmek… ________________________________________________________________ Akıp giden zaman, beklentiler, heyecanlar ve nihayet bir ömür. Dudaklar arasından hakikat adına dökülen her ne varsa işte yalnızca bu! Boş ver aynadaki görüntüye. O, sana sadece şekilden haber verirken sevgilinin yüreği ürperten o sıcacık nefesi ebedi bir yaşamın hazzını vaat ediyor… -
Dostoyevski ile Tolstoy’u mukayese etmek beni elbette çok aşacak bir konu fakat suç ve ceza’yı bir savaş ve barış ile karşılaştırdığımda Dostoyevski’de sıradan halka ait meselelerin daha sade bir anlatımla ele alınıp buna aynı sadelikle cevaplar arandığını görebiliyorum. Tolstoy’da ise karakterlerin şahsında uygarlıkların ve sosyal tabakalaşmanın birbiriyle hesaplaşması ön planda hissediliyor. Dostoyevski’nin karakterleri çoğunlukla kendi aldıkları kararların sonuçlarıyla yüz yüze gelirken Tolstoy’da karakterler, ait oldukları sosyal tabakanın siyasi rekabetteki konumlarına uygun sonuçlarla karşılaşıyorlar. Kahramanların kişisel özellikleri, vicdan muhasebeleri, hep bütün içinde bir detay olarak kalıyor. Doğrusunu ararsanız ben şahsen insana ait değerlerin anlaşılmasında her iki yazarın yaklaşımının da doğru olduğunu düşünüyorum. Bütün mesele konuya nereden bakıldığıyla alakalı. Birey olarak tüm kazanımların tek tek sorgulanması gerektiğinde konuyu Dostoyevski’nin ele aldığı şekilde almak gerekir. Bireye ait eylemler de kişinin eğitimi, hayat görüşü, sorumluluk duygusu, toplumun beklentileri, siyasi tercihlerinin yanı sıra psikolojisi ve ailesinden tevarüs ettiği genetik mirası hep etkilidir. Bireyin eylemleri ahlaki ve hukuki açıdan değerlendirildiğinde bu kriterler göz önünde bulundurulmalıdır. Ama bireyi içinde yaşadığı topluma dönük yönüyle ele aldığınızda ve onu tarih önünde değerlendirdiğiniz de çıkış noktanız Tolstoy’un açılımı olacaktır. Her iki yazardan hangisinin daha entelektüel olduğunu sorgulamak gerekirse sanırım Tolstoy ön plana çıkacaktır. Roman ve hikâye geleneğimizin köklü bir geçmişe sahip olmayışı edebiyatımızın bu türünün fazla gelişememiş olmasının da bir nedeni. Aslında Harun Reşit zamanında hikâyeciliğin, hikâye anlatımlarının çok yaygın olduğunu görüyoruz. Başta Arap yarım adası olmak üzere tüm Asya, Avrupa ve Anadolu kıtalarına ait hikâye anlatımları tek tek değerlendirilmiş, içlerinden yararlı olanlar seçilerek “Kelile ve Dimne”, “ Binbir Gece Masalları” türünde eserler verilmişti. Endülüs İspanyasında da İbn-i Tufeyl , “ Hayy Bin Yakaza” isimli eseriyle Daniel Defo’ya esin kaynağı olmuştu. Sözlü anlatım geleneğimiz de Dedem Korkut, Keloğlan, Tepegöz masal ve hikâyeleri roman türü edebiyatımızın gelişimine bir basamak olmalıydı. Her toplum gibi bizim de tarihimiz de savaş ve afetler yaşandı. Moral ve ümide ihtiyaç duyulan dönemler de acaba niçin romancılığımız gelişemedi? Bu konuyu daha sonra tekrar ele almak üzere esas konuma döneyim; Dostoyevski’nin “Karamazov Kardeşler” isimli romanını yıllar önce büyük bir keyifle okumuştum. Alyoşa, Dimitri ve İvan kardeşler temel karakterlerdi. Bunların bir de gayri meşru bir kardeşleri vardı. Alyoşa sevgi, merhamet ve insani değerlere sahip bir rahip karakterinde idi. Fakat babadan aldığı genetik özellikler ve terbiye nedeniyle konumuna rağmen zaaflarına prim verebiliyordu. Dimitri, babasının tüm özelliklerini taşıyan fakat ondan farklı olarak tamamen safahata yönelen bir eğlence düşkünü olarak tasvir edilmişti. İvan ise içlerinde ilmi mantaliteye sahip, duygusallıktan uzak zeki bir karakter olarak ele alınmıştı. Bunalımlı bir mizaca sahipti. Tatminsizliğin verdiği ızdırapla daima yüzü asık ve ilişkileri zorlayıcı idealist bir karakter. Mantığının ön gördüğü sağduyuya ait değerleri görünüşte kabullense bile iç dünyasında bunları ahmakça bulduğu için sahiplenmiyor. Bir insan olarak vicdanından yükselen sese hedef ve amaçları kendisince de pek açıklanamamış gerekçelerle karşı çıkışı onun bunalımlarını besliyor. İkircikli bir mizaç arasında gidiş gelişleri var. Adımlarının doğruluğundan emin olmayan bir şaşkınlık içinde. Onun bu psikolojisi,19.yüzyılın pozitivist felsefesini savunan düşünürleri çağrıştırıyor. Sanki rasyonalizmin güçlü ve zayıflar arasındaki dengeleri bozan seçiciliğinin insanı yalnızlaştırarak hayattan soyutlayacağını basiretiyle ön gören bir insanın tereddüdüne rastlıyoruz İvan’da. Fakat tercihini yine de rasyonalizmden yana yapıyor. Babasının kardeşi tarafından öldürüleceğini bilmesine rağmen suçun işlenişine göz yumduğu gibi aynı zamanda dolaylı bir destekte vermişti. “Bir sürüngen bir diğerini yutmaya hazırlanıyor” diyerek kayıtsızlığını koyuyordu ortaya. Cinayeti gayri meşru kardeş işlemişti. Bu kardeş, babanın toplumun tepkisinden çekindiği için birazda muziplik olsun diye eve hizmetçi olarak alınmıştı. Baba bu çocuktan şefkatini sırf ondan kendisine yönelebilecek tehditlerden korunmak amacıyla esirgemiyordu. Çocuk, yaşadığı zorluklar ve gayri meşru bir maziye sahip olmanın öfkesini biraz da sara hastalığının etkisi ve kendisinin kullanılmaya müsait kişiliğinin telkin altında bırakılması sonucunda cinayet işleyerek gösteriyor. Dimitri, eğlence âlemine olan tutkusu ve babasının kendisine yönelik eleştirileri nedeniyle kayıtsız kalmış ve desteklemişti olanları. Alyoşa ise konudan haberdar olmakla birlikte gidişatı önlemeye yönelik ciddi anlamda bir girişimde bulunmamıştı. Bu tavrında bir yandan babasına duyduğu tiksinti etkili olurken, öte yandan genetik mirasında bulunan özellikler daha önemsiz konularla öncelikli olarak ilgilenmesine neden olmuştu. Dostoyevski, sanırım Alyoşa karakteriyle kilisenin gözle görülür problemlere çözüm üretemeyerek çaresiz yetersiz kaldığını anlatmak istiyor. Kendini ve çevresini sorgulayan, yeteneklerini geliştirmek isteyen bireylerin daha verimli, daha çeşitli ve daha gayretli okuyarak hayata dair her alanda fikir üretebilmeleri gerekir
-
Türkmen Çelim'i ve Nargile Geleneğimiz
Puslugeceler şurada bir başlık gönderdi: Çevre Bilimi - Ekoloji
Sigara denilen illetten yakamızı kurtarabilmek için yoğun kampanyaların yapıldığı şu dönem de bu yazıyı kaleme almakta ki amacım sigara tüketimini teşvik etmek değil elbette. Gerçi çocuklarımıza miras bırakacağımız şehirlerimizi, plansız yapılanma ile ilgili sorunlarını çözmeden, yakıt ve egzoz atılımıyla kirlenen havayı teneffüs edilebilir bir dönüşüme uğratmadan, beslenme alışkanlığımızda köklü değişimler yapmadan tek başına sigara üzerinde odaklanmakla çocuklarımızın sağlığını koruduğumuzu düşünmemiz de ayrı bir trajı komik ruh hali ya neyse. Bir başka zaman da daha geniş olarak tekrar ele alırız bu meseleyi. Ağzı laf yapabilen, üç beş tiryakinin bir araya gelerek, koyu bir sohbet havası içinde huzurla nargile içtiğini hemen, hemen görmeyenimiz kalmamıştır. Deniz kenarında, asırlık çınarların serinliğinde, tavşankanı görünümünde ki çayı yudumlarken bu insanların ne denli sakin oldukları dikkatimi çekmiştir hep. Özenmişimdir nargileye, fakat bir fırsatını bularak denemeye vaktim olmamıştır. İçin, için kaynayan şeffaf bir çaydanlığa benzettiğim bu nesnenin başında saatlerce zaman geçirmek doğrusu bana göre değildi. Daha çok boşa harcayacağı zaman problemi olmayan, emeklilere özgü bir yaşam tarzı diye düşünürdüm. Ama sanırım yanılıyorum! Bu biraz da mizaç ve yapıyla ilgili bir tercih. İklimin sıcak olduğu coğrafyalar da serinlemek amacıyla sığındığı gölgelikler de vücudun rehavetine uygun, düşük ritimli hareketlerin yapıldığı yöresel bir aktivasyon şeklinde ortaya çıkarak daha sonra yaygınlaşmış olmalı. Elimdeki kaynaklara baktığım da ilk nargilenin, Hindistan da “ narçil ” denilen bir Hindistan cevizinin kabuğundan yapıldığı belirtilmiş. Gövde adı verilen bu bölüm daha sonraları camdan, sırçadan, pul şişeden yapılmaya başlanmış. Lüle ( ateşlik ) ise nargile de üzerine kıyılmış yaprak tömbeki sarılarak konan tabladır. Gövde de ateşlikten inen boru, suyun içine girer. Marpuç, bir ucu gövdenin yukarısında hemen suyun üstünde ki boşluğa bağlanmış diğer ucu ise serbest bırakılmış hortumdur. İmame ( ağızlık ), marpuçun ucuna takılarak ağza alınan şeydir. Nargile ile ilgili buraya kadar anlattıklarımı sanırım çoğumuz biliyoruz. Peki ama, ya 1860’lı yıllar da Harezm bölgesinde yaşayan Teke Türkmenleri arasında tütün olarak ne içiliyordu? Kaçımız böyle bir konuya ilgi duyarız? O dönem de yaşayan Henri de Blocqueville isimli bir Fransız subayı Teke Türkmenlerine esir düştükten sonra bu konuyla ilgilenmek zorunda kalmış. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları arasındaki “ Türkmenler Arasında ” isimli, Rıza Akdemir tarafından dilimize çevrilen eser de bakın konuyla ilgili neler yazılmış : “ … Yemekten sonra nargileye benzeyen ( ÇELİM ) içilir. Çelim’in su kabı camdan olmayıp tahtadan yapılmıştır. Kabak şeklindedir. Bazen de su kabı kabaktan oyulur. Yukarı boyun kısmında karşılıklı iki delik bulunur. Dudaklar dumanın emilebilmesi için deliklerden biri üzerine yapıştırılırken, elin bir parmağı diğer deliğin üzerinde bulunur ve deliği açıp kapamak suretiyle dumanın az veya çok çekilmesini sağlar. Türkmen çelimden acele, acele üç dört nefes alır. Son nefes ciğerlerinin el verdiği ölçüde uzun olur ve havaya kocaman bir duman bulutu salar. Sonra çelimi yanında oturan arkadaşına uzatır…” Kitapta birbirinden ilginç konulara yer verilmiş. Zevkle okunabilecek sadelikte. Zaman olsa da Türkmen hanımların, makyaj için neler yaptıklarını anlatabilseydik ama ne yapalım, bu günlük bu kadar. -
O akşam Sabri Bey eve erken gelmiş sıkıntılı bir halde sessizce oturma odasına geçmişti. Çoktandır yolunda gitmeyen işleri, geride kalan bayram günlerinde dahi açılmamış, iş yerine gelen müşteriler ellerine aldıkları etek ve pantolonları rengini ya da kumaşını bahane ederek satın almadan çıkmışlardı. Üç beş kuruşluk yaptığı küçük çaplı satışlar ise ihtiyaca cevap vermemiş, geçen ay ödeyemediği iş yerinin kirasına bir de bu ayın ki eklenmişti. Borcunu istemeye gelen dükkân sahibini yatıştırmaya çalışsa da adam yoldan gelip geçenlerin de duyabileceği yüksek bir sesle avaz, avaz bağırmış, ağzına geleni söylemişti kendisine. Oturma odası ev halkının hem yatak odası hem de mutfak gibi müştereken çok amaçlı kullandıkları bir mekândı. Misafir odası, salon, mutfak, amaçları dışında kullanılarak öteberinin, sağdan soldan toplanan çer çöpün üst üste yığıldığı mezbelelik birer alana dönüştürülmüştü. Emine Hanım'ın evini çekip çevirme de, derleyip toparlama da pek titiz olduğu söylenemezdi. Sabri Bey, yirmi yıl kadar önce cömertliği, ileri görüşlülüğü ve çalışkanlığı ile çevresinde tanınan bir ailenin küçük kızları olan bu hanımla evlendiğinde hayata büyük bir umutla bakmış, canla başla çalışmaya başlamıştı. Fakat iki çay bardağının bir saatte yıkandığını görünce eşi hakkındaki görüşleri değişmeye başladı. Kadın bir süre sonra ev işlerini tamamen ihmal etmiş yemek dahi yapmaz olmuştu. Akşamları işten döndüğünde eşini oturma odasındaki halının ortasın da dizleri üzerinde otururken bulurdu. Yanından eksik etmediği piknik tüpü, halının bir ucunda durur, yerinden bir milim dahi kımıldamadan günlerce kalırdı orada. Hiç sönmeden kısık ateşte yanan tüp, gün içinde defalarca üzerinde çayın demlendiği odanın demir başlarından biri olmuştu. Piknik tüpün çevresinde ise yine ev halkının görmeye iyice alıştıkları, dağınıklığı tamamlayıcı birer unsur olarak; yarısı boşalmış bir tuz kavanozu, içinde bir kaç sürümlük kalmış margarinin bulunduğu, kırmızı baharatlarla öbek, öbek kirlenmiş bir kâse, ağzı açık, içinde bir kaç kilogramlık toz şekerinin bulunduğu bir çuval, odanın sağına soluna savrulmuş günlük gazeteler ve onlara ait bulmaca sayfaları yer alırdı. Akşam yemeğinde, divanın altına buruşturularak atılmış sofra yaygısı alınır, bulunabilen bir boşluğa serilir, bardaklara boşalan bayat çay ile birlikte, katık olmaksızın ekmeğe sürülen margarinler yenirdi. Derken, ilerleyen zamanlarda bu halkaya üç tane oğlan çocuğu eklenmiş, oda için de itişe kakışa büyüyüp gitmişlerdi. Cadde üzerindeki bu evin sokağa bakan odasının lambası sabahın üçlerine kadar yanık kalır, giderek ıssızlaşan kaldırımlarda yürüyen tek tük insan, evden dışarıya boşalan isterik kahkahaların gürültülü uğultusunu duyardı. Sabri Bey eşinin bu takıntılı yaşam biçimine alışmıştı. İlk yıllar epeyi mücadele etmiş fakat bu girişimlerinden her hangi bir olumlu sonuç alamamıştı. Bunun üzerine onu kendi haline bırakmış, çaresiz bir şekilde kadının çocuklarını kendisine benzetmesine göz yummuştu. Emine Hanım, gün boyu kendi ailesinden ya da kocasının ailesinden tanıdığı insanların yetersizlikleri üzerine konuşur, onların zaaflarını abartarak eğlenir dururdu kendince. Evine gelen aileden falanca şişman kadının oturacak yer bulamadığı için nasıl çekip gittiğini çocuklarına ballandıra, ballandıra anlatır. Hızını alamayarak kadının yürüyüşünü ya da şivesini taklit eder, ardından kahkahalarla gülerdi. Gülme krizlerinden sonra birden ciddileşir, kaşlarını çatar, işaret parmağını boşlukta tehditkârca sallayarak, aslında böylelerinin dövülmesi gerektiğini haykırırdı. Yıllar ve yıllar boyunca bu köhne evde Emine Hanım'ın konuşmalarının niteliğinde herhangi bir değişiklik olmadı. Çocuklar, küçüklüklerinde analarının sayıklamalarını masal gibi dinlerler onun taklitlerine katılasıya gülerlerdi. Kızdığı zaman ise örtüsü kirlenmiş divanın altındaki karanlığa sığınır sessizce bu fırtınanın dinmesini beklerlerdi. Büyüdüklerinde, analarının konuşmalarına pek katılmasalar da yinede arada bir yangına körükle gider onun anlamsız öfke nöbetlerinin uzamasına neden olacak malzeme bulurlardı kendisine. Sabri Bey divanın bir köşesine sinmiş, sigarasını içerken o sabah iş yerinde geçen o tatsız konuşmanın gurur kırıcı etkisini dağıtmaya çalışıyordu üzerinden."Her ne olursa olsun böyle davranmamalıydı" diye düşünüyordu. Ne yapıp edip bir yerlerden borç para almalı ve bu utanmaz adamın kirasını ödemeliydi. Sabri Bey kendi halinde düşüncelere daldığı sırada eşi Emine Hanım'da çocuklarına beş yıl önce evlerinden kovaladıkları, kocasının bir yakını olan falanca koca göbekli kadını o gün pazarda gördüğünü ve kendisine doğru o mendebur kadının nasılda manidar bakışlarla baktığını anlatıyordu. Emine Hanım, öfkesinden kudurmuş, eline aldığı tuz kavanozunu çocuklarının şaşkın bakışları arasında, daha dur bile demelerine fırsat bırakmadan kocasının yüzüne doğru fırlatmıştı. Kavanoz, Sabri Bey'in yüzünün tam ortasında patlamış, zavallı adamın burnunu kırmıştı. Kan içinde kalan adam dışarı lavaboya koştuğu sırada Emine Hanım'ın isterik gülüşlerini ve buna katılan çocuklarının kahkahalarını duydu. Sabri Bey yüzünü yıkadıktan sonra ceketini almış, kapıyı kapatarak çekip gitmişti. O’nu o yörede bir daha gören olmadı. Fakat bu yoksul adamın, dükkân sahibi olan adama borcunu fazlasıyla ödediği anlatıldı durdu bir süre esnaf arasında.
-
Ünlü İslam Astronom'u Beyruni ve usturlab yapımı
Puslugeceler şurada bir başlık gönderdi: Bilim Tarihi
TRT-2 de zaman, zaman Türk- İslam uygarlığı üzerine hazırlanmış kültür programlarını büyük bir keyifle izliyorum. Tarih ile ilgili konularda İlber Ortaylı hocamız, alanında tam bir vukufiyetle biz izleyicilerine çok yararlı, unutulmaz anlar yaşatıyor. Bunun için kendilerine ne kadar teşekkür etsek az gelir. Böylesi programlarda Türk- İslam uygarlığının denizcilik alanındaki çalışmaları tanıtılırken usturlapları görmüş ve bunlara hayran kalmıştım. Elimdeki kitapta Beyruni’nin Dr. Rıchard Lorch tarafından değerlendirilmiş ve Prof. Dr. Esin Kâhya ( Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Felsefe Bölümü ) ın çalışmasıyla Türkçemize kazandırılmış “ İsti ab el- Vücuh el- Mumkina fi San’at el Asturlab ” adlı eserinden kavun biçimindeki usturlabın nasıl yapıldığını görelim: “ Bir disk üzerinde yarıçapının ¼ ‘ünden biraz fazlası dışta kalacak biçimde bırakılan bir çember çizilir. Bu çemberin çapları çizilerek dörde ayrılır, derecelemeye çemberin dışında devam edilerek bir yarıçap doksan eşit parçaya veya dereceye ayrılır. Her bir dereceyi takiben bir çember çizilir. Ekvator çemberi ve iki dönence çizilir. Bunlar yiv şeklinde, yani çukur olarak, müesser ise siyah olarak gösterilir. Yapı tamamlanınca, bu sonuncular silinir. Bu arada en dışta olan çember 369 derece ayrılmış olmalıdır. Ufuk düzlemi 12 zodyak burcunun başlangıçlarından günlük yayları bulunarak çizilir. Böylece meydana gelen 12 noktayı belirlemek için bir cetvel merkez üstüne ve D’den ( sıfır noktasından ) günlük yayın orta noktası üzerine yerleştirilir ve cetvelin yaklaşık paralel daireyi karşı tarafta kestiği yere bir işaret konur. Böylece işaretlenen 12 nokta, bundan sonra mümkün olduğunca düzgün olarak bir yayla birleştirilir. Burada, günlük yaylar oblik metali ( oblique ascension ) cetvelinden bulunabilir. Her ne kadar Beyruni, eğer değerlerin yaygın bir tipten olan ( conventionel ) bir usturlabdan okunması halinde meselenin daha kolaylaşacağını ve neticenin gereğine uygun olacağını söylerse de, bunun dengi işlem için almukantarlarla ufuk düzlemine paralel dairelerle, zanaatkarın hesaplama yöntemi önerilmektedir. Yörüngenin ufkun altındaki kısımlarının yaylarını 12’ye bölerek, bölümlerinin her biri üzerine bir nokta koyarak ve uygun düşen noktaları birleştirerek mevsim saatleri yapılır. Nihayet semt noktaları ( azimutlart ), ufuk düzlemi ve almukantarlar için kullanılan nokta gösterilen daire üzerine yerleştirilir. Burada Beyruni her ne kadar ziclerde bu miktar semtin metali’i ( ascension of the asimuth ) şeklinde belirlendiğini söylerse de çeşitli eğriler üzerindeki hareket yörüngelerini bulmak için ince bir hesap tarzı sunar. Bu çizgiler usturlab düzlemini tamamlar. Bu çizgi ağı üzerinde inhirafları ( declination ) ve dik metali’leri ( right ascension ) kullanmak suretiyle Zodyak burçlarının sonra da diğer derecelerinin tutulma düzlemi çizilir. Sabit yıldızları işaretlemek için, Beyruni, onların dik metali’lerinin ve inhiraflarının bilindiğini farzeder.” Yukarıdaki metinde verilen bilgiler doğrultusunda pratik kullanımdan uzak bir nostaljik aksesuar olarak bu usturlap modelleri dizayn edilebilir görülüyor. Bilginin künhüne ne derece vakıf olduğumuzun rahatlıkla sorgulanabileceği günümüzde, yetişmekte olan körpe dimağlara yeni zihinsel açılımlara ilham kaynağı olabilecek yararlı oyuncaklar bırakmak biz yetişkinlerin önemli bir sorumluluğu olsa gerek. Alıntılar için yararlanılan kaynak : “ Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Sayı:42, Kongre ve Sempozyum Bildirileri Dizisi, Sayı:1, Uluslar arası İbn Türk, Harezmi, Farabi, Beyruni, ve İbn Sina Sempozyumu Bildirileri ( Ankara, 9-12 Eylül, 1985 -
Alt kat merdivenlerden yukarı kata tırmanmakta olan adam sanki sessiz olmaya pek özen göstermiyordu. Pervasızca atılan adımlar, ahşap basamaklarda gıcırdıyor, soğuk kış gecesinde pencereye savrulan tipi ve rüzgâr uğultusuna karışarak dededen kalma bu eski konağın loş duvarlarında yankılanıyordu. Ayşe Hanım, kendisine git gide yaklaşan seslerden dehşete kapılmıştı. Küf kokan rutubetli yorganın altında iyice büzülmüş, az sonra ensesinde duyacağı o sese nasıl bir tepki vereceğini düşünüyordu. Yılların yorgunluğunu taşıyan zavallı kalbi, yaşına inat olanca hızıyla çarpıyor, yüreğinin gümbürtüsü bilincini bulandırıyordu. Rahat bir nefes alabilmek için başını dışarı çıkardı. Hala kapalı olan gözlerini yavaşça aralayarak odaya bir göz attı. Şöminedeki ateş artık sönmeye yüz tutmuş fakat küçük şuleler halinde titreşen bir kaç küçük alev, bakırımsı izlerin belirip kaybolmasına neden oluyordu. Raflarında üç beş kitap, bir kaç küçük biblonun bulunduğu etajer, odanın karanlık köşesinde her zamanki yerinde duruyordu. Şuuru açılan Ayşe Hanım boncuk, boncuk terleyen alnını bir zamanlar itina ile kenarlarına oya yaptığı mendiliyle sildi. Yatağında hafifçe doğruldu. Her zamanki kâbuslarından birini görmek üzereyken uyanmıştı. Çoğu kez histeri krizi gibi nöbetler halinde nükseden bu marazi durum, ruh halini iyice yıpratmıştı. Derinden bir ah! Çekti. Zinde dipdiri olan şu vücut, o ihtişamlı günlerinde ne kadar gurur vericiydi. Hâlbuki şimdi maziye ait hatıratın ağırlığı altında çöken maneviyatı gibi bir enkaza dönüşmüştü. Uzanarak şalı sırtına aldı. Pencere önündeki koltuğuna doğru ilerledi. Oturduğu yerden dışarısını görebiliyordu artık. Feri gitmiş gözlerini sabit bir noktaya kilitlemişti. Yine de zifiri karanlıktan cama düşen kar tanelerini seçebiliyordu. Ağırlaşan göz kapakları sonunda iradesini teslim aldı. Bütün bir canlılığın sükûnet bulduğu uyku, karşı konulmaz cazibesiyle benliğinin en mahrem köşesine kadar sinmişti. Kesif gri duman kümeleri uçuşarak savruldu. Ardından koyu peleriniyle az önce basamakları tırmanmakta olan adam belirdi. Ayşe Hanım'ın bulunduğu küçücük odanın kapısından süzülerek içeri gidi. Şöminenin titrek ışığında duvara vuran gölgesi, bazen büyüyor bazen küçülerek garip şekiller oluşturuyordu. Kendisine bu ucubeyi yaklaştıran her adımında, sanki aralarında gizli bir bağ varmışçasına Ayşe Hanım derin uykusundan sıyrılıyor, kalbi delicesine atıyordu. Sonunda korkulan oldu. Gözlerini açtığında vücudu dehşetle sarsıldı. Korku bürüyen bakışları dondu. Az önce sızıp kaldığı maun koltuk geriye doğru yıkılmış, Ayşe Hanım'ın cansız bedeni zemin üzerine savrulmuştu. Tahmin edileceği gibi yaşlı kadının gördüğü kâbus kalp krizi geçirerek ölümüne neden olmuştu. Ben diye tanımlıyordu onu. Altılı yedili yaşlarda şakımasıyla çevresine neşe veren bülbül gibi cıvıl cıvıldı o ben. Yetmişinde artık canlılığını yitirse de yine de derinlerde bir yerde vardı o çocuksuluk. Yılların bir çığ gibi katlanarak akması ya da çoktandır kırlaşmış olan saçlar yıpratamamıştı o beni. Özenle besleyip büyütmüş, tapılası kutsal bir varlığa dönüştürmüştü. İşte bu ben zamanın acımasız çarkına dayanamayıp çöken Babil Kuleleri gibi hayatla ölüm arasındaki o ince çizgide çok dar bir cendereden geçmişti. Benliği vücudundan sökülerek alınmış, zamanın anlamını yitirdiği ötelere doğru fırlatılarak atılmıştı. Yaşadığı bu sancılı süreçten sonra o ben artık maddi unsurlarından tamamen arınmış, üzerindeki sürücüyü atan vahşi bir atın özgürlüğe doludizgin koşması gibi hızla yeryüzünden yükselmeye başlamıştı. Her bir aşamada o ben artık ben olmaktan uzaklaşıyor, bütünü oluşturan bağlar çözülüyordu. Gevşeyen yapı, yükselişin tesiriyle geriye doğru sarkıyor, küçüle küçüle sonunda kuyruksu bir iz bırakıyordu. Bilinç, işte tüm bu dağılmaya yüz tutmuş yapı içinde çözülerek yeniden şekillenmeye başlamıştı. Bir biçimde var olduğunu biliyordu ama durumuna doğrusu açıklamada getiremiyordu. Üstelik her nasılsa artık dört bir yönü de algılayabiliyordu. Şu uçsuz bucaksız evren sır olmaktan çıkmış en ücra köşelerine kadar nüfuz edilebilen tanıdık bir mekân olmuştu. Hani bir zamanlar çocukça oyunlar oynar, bahçelerindeki küçük havuzda kırmızı balıkları yakalamaya çalışırdı. Gece karanlığında da suya akseden dolunayı defalarca avuçlar bir türlü yakalayamazdı. Yine aynı duyguyla rengârenk, ışıl ışıl parıldayan topaçları avuçlamak istiyor ama sanki müşfik bir el tarafından durdurulmaktan korkuyordu. Aslında bu yüceler yücesi iradeye sınırsız bir saygı duyması gerektiğini hissediyordu. Gecikmişte olsa gördükleri karşısında bu hisse kapılmıştı. Utanıyordu kendisinden. Benliğinin granit gibi sert yontulmaz yüzü, yumuşaklık ve uysallıkla örülmüş bu gök kubbeye ne kadar da aykırı düşüyordu. Ayşe Hanım'ın ruhu evrenin sınırsız gibi görünen derinliği içinde yolculuğuna devam ederken kimselerle paylaşamayacağı daha bir nice harikulade izlenimler ediniyordu. Hâlbuki ölümün bir son olduğuna inanmıştı. Acı, tatlı, yaşama dair her şeyin ölümle birlikte sona ereceğini düşünmüştü ama şimdi önünde bir sonsuzluk uzanıyor ve kendisi de bu yolun yolcusuydu. Geçte olsa bu tuhaf durumuna uygun bir tanım bulmuştu Ayşe Hanım; ölmüştü. Doğumu nasıl kendi iradesinin dışında gerçekleşmişse ölümü de bir oldubittiye gelmiş, hazırlıksız yakalamıştı kendisini. İşin doğrusu o,sonunu bir başka türlü kurgulamıştı hep. Kızları, oğulları ve torunlarının çevreledikleri sevgi fanusunun ortasında, yatmakta olduğu yatağında, kelimelerin tükendiği o çok özel anda, son bir gayretle bakışlarını sevdikleri üzerinde gezdirdikten sonra ruhunu teslim edeceğini ve varlık sebebi olduğu bu insanların hıçkırıklar içinde cansız bedenine abanarak ağlayacaklarını hayal etmişti.( Devam edecek…)
-
Çoktandır yazdığı günlükler düşünce ve hislerini bir bütünlük içinde rahatça ifade edebilme yeteneklerini geliştirmiş, kendine olan güvenini arttırmıştı. Bir gün baba, yazdığım hikâye denemesini yarışmaya göndereceğim dedi. Peki dedim. Henüz on birinde olmasına rağmen yazı stilini beğenmiştim. Kendi yetenekleriyle yüzleşme zamanı gelmişti. Hikâyesini benden habersiz ilgili adrese göndermiş ve sonucu beklemeye başlamıştı bile. Nisan’ın ikinci haftasına ait bir gündü, İstanbul’dan arayan bir telefon Garanti Mini Bank 4. Uluslar arası Çocuk Filmleri Festivali kapsamı dâhilinde yayımlanacak olan Filmimin Hikâyesi adlı kitaba yedi yüzü aşkın hikâye katılımından seçilen elli hikâyeden birisinin kızımın yazdığı hikâye olduğunu ve 28 Nisanda yapılacak olan ödül merasimine davetli olduğumuzu bildiriyordu. Haberi duyduğunda ne kadar sevindiğini anlatamam. Yonca Evcimik ablasının dans gösterileri eşliğinde yapacağı program sunumunda üstelik Ceyda Düvenci Hanım efendiyi de yakından görebilecek ve belki de ödül plaketini çok sevdiği bu isimlerin elinden alacaktı ha ! Her gün severek gittiği okulundan ve hafta sonları devam ettiği dershane programı dışında kalan, çocukça yaşayabileceği, zamanı gönlünce harcayabileceği bir yirmi dört saati olacaktı demek! İşte bunun için her şeye değerdi doğrusu. Düşündüm, haklıydı çocuk. Çocukları kapalı mekânlarda kendilerine danışmadan hazırladığımız zaman çizelgelerine mahkûm ederek özgürlüklerini ellerinden alıyor sonra da başarı bekliyorduk onlardan. Gerçi bu minik yürekler, büyüklerin bile tahammül edemeyeceği bu zorlu süreci yıllar ve yıllar boyunca taşıyarak çok güzel sonuçlar alıyorlar sınavlardan. Fakat bilgiyle yüklenmek için çocukluk ve gençlik yıllarının en verimli çağlarını heba etmeye değer mi? Eğitim ve öğretim, çocuklara kendi yaş dönemlerine uygun bir formatta, taşıyabilecekleri bir ağırlıkta verilemez mi? Zayıf ve yetersiz özellikleri olan çocuklarımızı hayatın akışına entegre edecek formüller bulunamaz mı? Beklenen gün geldiğinde kızım, o çok sevdiği Yonca Evcimik ve Ceyda Düvenci hanım efendilerin ellerinden aldı ödülünü. Yüreğini çocuk sevgisine adamış olan bu değerli insanlara en kalbi sevgilerimi iletir, bu tür organizasyonlara verdikleri desteği esirgememelerini temenni ederim. Ayrıca TÜRSAK Vakfına, jüri üyeleri; Yekta Kopan, Sevim Ak, Sevin Okyay, Ömür Gedik, Cem Mumcu, Naciye Günal, Serap Engin ile bize çok yardımcı olan Sermin Hanım’a canı gönülden saygılarımı iletir, onlarca çocuğun yüreğinde yıllarca unutulmayacak olan bu verimli katkılarını sonraki organizasyonlarda da esirgememelerini rica ederim kendilerinden. Kızım eline aldığı kitabının sayfalarını çevirirken o güne ait izlenimlerini gururla anlatıyor ve düşüncelerinde yeni yazacağı hikâyesinin taslağını şekillendiriyordu.
-
Çizgi Roman Kahramanı Ustura Kemal Ve Kırkpınar Ağası Kel Aliço Tefrikaları
Puslugeceler şurada bir başlık gönderdi: Diğer Edebi Türler Forumu
Sanırım 1975’li yıllardı. Babamla birlikte Oberursel’deki gazete bayiine sabah erken bir saatte ulaşmak, oradan Tercüman ve bir de Milliyet gazetesini almak keyifle hatırladığım anlardandır. O vakitler, Tercüman gazetesinin başlık altındaki bir rumuzu şaşkınlığıma neden olur, resmi tanımlamada zorlanırdım. Bu, anahtar deliğinden bakan bir adamı mı tasvir ediyordu yoksa tv. Ekranında zevkle izlediğim bir çizgi film kahramanına mı aitti? Ahtapota benzeyen sevimli karakter, filmdeki olayların akışına göre uzayıp kısalarak şekilden şekle giriyor ve zorlukların üstesinden kolayca geliyordu. Peki, ama bunun Tercüman gazetesinde ne yeri olabilirdi! Anahtar deliğinden bakan bir adama aitse, bu nereye ve niçin bakardı? Ve benzeri çocukça sorular zihnimde peş peşe uzayıp giderdi. Kel Aliço ve Koca Yusuf, Kurtdereli Mehmet pehlivan’a ait tefrikaları ne büyük keyifle okurdum o zamanlar. Her bir bölüm en heyecanlı yerinde kalır ertesi güne kadar bizi sabırsızlık içinde bekletirdi. Edirne, Kırkpınar, Kırkpınar efsanesi, Selimiye Camii gibi yurduma ait maddi ve manevi kültür unsurları belleğimde yer edinmeye başlar, yabancıların “Türk gibi güçlü ve kuvvetli ” özdeyişi azınlıkta olan bizlerin gururunu okşardı. Bir de Ustura Kemal isimli çizgi roman kahramanının serüvenleri yer alırdı gazetelerde. Milliyet gazetesi idi dersem yanılmış olur muyum acaba? Emin değilim. Bunlar ne kadar da bize ait, bir solukta okuduğumuz, örf ve adetlerimizle uyuşan şeylerdi öyle! Başında fes, ceketi omuzlarında, bir elinde tespih, yürüyüşü afilli, kara yağız bir Türk delikanlısı. Kuralları çiğnemiş olsa da haksızlığa dayanamayan, harbî, bir külhan beyi tiplemesi. Bundan esinlenerek mahalle ve sokaklarımızın köşe başlarında bekleyen huzur ve asayişin gönüllü bekçileri olan nice yeni yetme genç delikanlılar olurdu o vakitler. Mahallenin kabadayısı, mahalleli tarafından da kabullenilir, o geniş Anadolu hoşgörüsü içinde delişmenliği yatıştırılarak suç batağına saplanmaları engellenirdi. Asil ruhlu bir toplumuz vesselam. Düşenin elinden tutan, içiyle dışı bir olan, dayanışması eksik olmayan temiz bir anlayışa sahiptir bizim insanımız. Sonra yavaş, yavaş yabancı menşeli resimli romanları tanımaya başladık milletçe. Başkahramanı “Klink” olarak bilinen iskelet görünümündeki kostümünü üzerinden hiç çıkarmayan ve hangi dürtüyledir bilinmez, tuzağına düşürdüğü kadınları katleden bir psikopatı anlatıyordu roman. İhanet ve benzeri ağır taksiratlara bağlı nedenler arayarak anlamaya çalıştık cinayetleri. Gerçi Allah’ından bulsun diyerek böylesi suçları dahi yeri geldiğinde kendimizden öteleyebilen bir basiretimiz vardır toplum olarak. Ama her neyse, yine de gerekçe bulamadığımızda şaşırdık önceleri. Sonra ise onlar gibi düşünmeyi öğrendik. Değişime çok hızlı uğradık. Hazırlıksız yakalandık. Değişim hayatın akışında mukadder olarak var, buna karşı olmak düşünülebilecek bir şey değil. Ama değişimi kültürümüzün ana dinamikleriyle frenleyerek kontrol edebilmeliydik. Değişimi öğrenebilecek kadar bir zamanımız olabilmeliydi. Gel de Japon milletine hayran olma. Nerede görsem, ellerinde kamera ve kitaplarıyla mütebessim simalara sahipler. Kendileriyle bu kadar barışık insan topluluğu nerede görülebilir? Teksas, Tommiks, Zagor serileri hep bu furyayı izledi. Sempatik tavırlı prof. Oklitus, Konyakçı ve Zagor Tenay’ın fıçısı Çiko, en az baş karakterler kadar çekiciydi okuyucular için. Serilerini bulamadığımız da İstanbul Küçükyalısı’ndan bazen yürüyerek bazen banliyö trenine üstelik biletsiz binerek taa Kadıköy’e kadar tüm gazete bayilerini tek, tek dolaşarak arardık bu kitapları. Bulduğumuz da dünyalar bizim olurdu. Akşam, “ Koşarlar sitesi ” ndeki evimize döndüğümüzde elimizdeki fasikülleri arkadaşlara gururla gösterirdik. Haa unutmadan söyleyeyim; ben kitap okuma alışkanlığını, bu çizgi romanlar sayesinde edindim. Hakkını yemek olmaz şimdi. Şu an bile konusu yarım bırakılmamış serilerini bulsam zevkle yüksünmeden okurum onları. Okulumuzda ki altı yaşında olan dahi çocuğun satranç oyununu anlatmakla anlatmamak arasında kaldım bugün. Umarım yararlı bir yazı olmuştur. -
Akılcılık ve sezgicilik metotlarının değerlendirilmesi
Puslugeceler şurada bir başlık gönderdi: Güncel Konular
Hayatı kavramada, hayatın akışı içinde bir değer olarak konum belirlemede akılcılık ile sezgisel kavrayış arasında kalmak nasıl mümkün olabilmiş? Bu konu geçmişte düşünürlerimiz arasında bir problem ve ihtilaf kaynağı olarak asırlar boyunca nasıl olup ta gündemimizi meşgul edebilmiş? Doğrusu şaşılacak şey. İslam’ın akla verdiği değer ortada. Akla, insan hissiyatına rehber olmak, duygu zenginliğine ve coşkusuna kabul edilebilir ideal ölçüler içinde müdahale edebilmek yeteneği olarak bakmak gerekir. Akıl, sadece insan ruhunda tebarüz edebilen muazzam bir ruhsal yetenek. Belki de insan ruhunun muhakeme edebilme, tanımlama yapabilme yeteneklerinin kendini açığa vurduğu noktadır akıl. Akıl, organik varlığın, beyin ve sinir sistemi üzerinde uyandırdığı izlenimlerin toplamı olmamalı. Aksi halde nefes alıp veren her canlıda farklı düzeylerde de olsa akli yeteneklerin bulunduğu gözlenecekti. İçinde yaşadığımız gezegende hayat için gerekli olan şartlar oluştuğunda nasıl bir canlılık formu oluşuyorsa, eğer akıl biyolojik varlıktan kaynaklanan bir değer olsaydı o veya bu şekilde başka canlılarda bunun değişik düzeylerdeki karşılıklarını görecektik. Demek ki, akli yeteneklerin kaynağı ve ilintisi insan organizması değil. O,tabiri caizse insan tabiatına haricen enjekte edilen bir dinamizm. Akli yetenekler, insanın biyolojik doğasına ait isteklerini dengeleyemeyip onların güdümüne girecek olursa gücünü manevi kaynağından değil organizmadan alarak sınırları görülebilen sonlu bir kuvvet olacaktır. İşte bu noktada insani değerlerden uzaklaşarak insan hissiyatına rehber olabilme ayrıcalığını kaybedecektir. Dinimizce böylesine bir değere sahip olan akılcılığın göz ardı edilebilmesi kabul edilebilecek bir durum değil. Kaldı ki, akılcılığa karşı çıkarken ortaya konan mantalite yine aklımızın kurguladıklarından oluşuyor. Tarihimizin 1200 lü yıllarını değerlendirirken döneme ait şartların da göz önünde bulundurulması gerekir. O dönemde akılcılık acaba nasıl tanımlandı? Akılcı yaklaşımlarla ne gibi sonuçlar alınmak isteniyordu? Ya da sezgici yaklaşım ne tür bir tercihin karşılığı idi? Döneme özgü şartları bilmeden bu çekişmeyi açıklayabilmek zor. Benim bildiğim, o dönemlerde yeni eflatuncu dünya görüşü ile Epikürcü görüşlerin etkileri ve rekabetleri vardı. Karşı çıkılıp, tenkit edilen görüşler bu yaklaşımların etkisindeki akılcı ve sezgisel görüşler olmalı. Çünkü bir defa zaten felsefe biliminde fikri çekişmeler bilgiye ulaşmada bir metot olarak kabul edilmiştir, doğaldır ve kaçınılmazdır, işin tabiatı bunu gerektirir. Belki de bu çekişmeyi bir olumsuzluk olarak algılamak yerine zamana ait fikri yaklaşımların değerlendirilmeye tabi tutulduğu bir sorgulama ve hazım dönemi olarak kabul etmek gerekecek. Ayrıca “ ilim müminin yitik malıdır. Onu nerede bulsa alır.” Hadisi şerifi gereği o dönemlerde Müslümanlar ulaşabildikleri bütün ilim merkezlerinden ilk etapta her hangi bir tasnifte bulunmaksızın bütün bilgi ve kaynakları olduğu gibi devşirmişler. Uzun bir etüt sürecinden sonra İslam dünyası ilimde kendi orijinal metodolojisini geliştirerek bu bilgilere yeni açılımlar kazandırmıştır. O dönemlerin zamanımızdan bir farkı da çok kültürlü bir sosyal dokuya sahip oluşlarından kaynaklanan çok boyutlu düşünebilme yeteneğine sahip oluşlarıydı. Biz bugün olayları siyah-beyaz çizgiler olarak görme kolaylığı içinde hareket ediyor ve o dönemlerin gri alanlarını anlamakta zorlanıyoruz. Sezgisel yaklaşımla ilgili olarak âcizane kanaatim şudur; Yukarıda nasıl akılcılığı kendi döneminden bağımsız bir şekilde ele alarak değerlendirmeye çalışmışsam, sezgisel yaklaşımı da güncelliğinden ayrı görmem gerekecek. Aksi halde İhvanı safa ekolü ve Asya ile Mısır mistisizminin özelliklerine değinmeliyim ki bu da oldukça zamanımı alır. Yukarıda kısmen belirttiğim gibi akıl, ruhsal bir yetenektir. Daha doğrusu, duygusallığı belli ölçüler içinde dengeleyerek onu koruyabilme becerisidir. Bunun ötesinde duyguların sonsuzca açılabilme, şekillenebilme yeteneği bulunmaktadır. Tıpkı rüyalarda duyguların bizi gerçek dışı bir mecraya sürüklemesinde görüldüğü gibi. Fakat insan iradesi aktif olduğu uyanıklık durumunda bu kontrolsüz açılımlara izin vermez. Günlük deneyimlerine ait izlenimleri sonucunda belirlediği zihni ölçütlerle irade, bir durum değerlendirmesi yaparak gerçek olanlarla olmayanları bir birinden ayırır. Sezgisel metotta, irade duygular üzerindeki denetimini bırakarak, duyguların kendisini yönlendirmesine izin verir ve somut, algılanabilir günlük izlenimlerinin ötesinde farklı bilinç boyutlarını tanıyarak bilgi edinir. Dış dünyada somut karşılığını bulamadığı yeni izlenimlerini tanımlamakta, bunları ifade etmekte zorlanır. İşte sezgisel metotla elde edilen bu tür bilgilerin bir değer taşıyabilmesi için kısaca Kuran-ı kerim’in ortaya koyduğu ölçülerle örtüşmesi gerekir. Ayetlerde övülen İlmi Ledün ya da İlmi Resüh, belki de sezgisel kavrayışın her durum da Kur’an esaslarıyla örtüşen en sağlıklı algılama biçimidir. Altıncı hisse sahip olan canlıların tabii felaketleri şaşmaz bir şekilde hissetmeleri gibi her zaman doğru bilgilere ulaştırabilen bir iç kaynak olmalı sezgisel metot. Ama Asya Şamanları, Kızıl derililerin büyücüleri, Hint ve Budist rahiplerin yaptığı gibi duygusallığı tabiata endeksleyerek, sınırsızca yaşayacak olursanız geleceğiniz nokta duygusallığın sınırlarını belirleme çabasından öte olamayacaktır. Akılcılık ve sezgicilik tarihte bu kadar birbirini hırpalamamalıydı. İki metodunda doğru bilgilere ulaşmada hâlbuki birbirine ne kadarda çok ihtiyacı vardı. -
meşe közünde sabahlayan testideki kaz yahnisinin cilveleri
Puslugeceler şurada bir başlık gönderdi: Güncel Konular
Allah gani, gani rahmet eylesin. Hatıralarımda unutulmaz izler bırakmış olan büyükbabamın bir vakitler yaşadığı Manyas Kuş cennetine takriben yirmi, yirmi beş kilometre uzaklıkta ki Erecek Köyü’ne giderek orada üç beş gün geçirmek, şimdilerde özlemle andığım mutluluk dolu günlerdendir. Üzeri çoğunlukla sanırım buğday demetleriyle örtülmüş kerpiç evlerde, kandil ışığıyla aydınlatılmış bir odada, ocakta kocaman meşe odunlarının gürültüyle yanarken çıkardıkları sesleri dinleyerek uyunan bir gece için şimdilerde neler, neler vermezdim ki. Aradan otuz yıl geçse de dün gibi hatırlanan günlerdi o zaman dilimleri. Büyük babam ilerleyen yaşına rağmen dağdan eşeğiyle keserek getirdiği odunları, balta ile kesip, keçileri için yapılan barınağın sahanlığına bunları istifledikten sonra, damdaki hayvanların bakımını yapar ve “ setresini ” alarak köy kahvesine gider. Orada yaşça akranı sayılmasa da diğerlerine göre daha yaşlı olan arkadaşlarıyla bizim çocukluk aklıyla muzip bulduğumuz ve izlerken gülümsememize neden olacak bir şekilde; bir birlerine iyice sokularak, söylenenleri duyabilmek için neredeyse kulağını diğerinin ağzına sokacak kadar eğilerek konuşurlardı aralarında. Gece, ellerinde içine kandilin konulduğu fenerle güç bela eve döner ve ocak başında kendisi için hazırlanmış pöstekiye kurularak bize çoğunlukla gençlik günlerine ait hatıralarını anlatırdı. Şehre geldiğinde onun huzursuz olduğunu ve fazla oyalanmadan işini bitirir bitirmez köye döndüğünü hatırlarım. Beton binaların kendisini rahatsız ettiğini söylerdi. Daha o günlerde bile fabrikasyon sayılabilecek gıdalar tüketmezdi. “Tadı saman gibi oğlum, nesini seviyorsunuz bunların derdi.” Ve devam ederdi; “ Bu yiyecekler yüzünden etraf genç yaşlılarla dolmuş baksanıza bir. Bunlar bizim yaşımıza gelseler ne yaparlar bilemiyorum.” Bu sözlerin anlamını bugün daha iyi biliyorum artık. O ocak başında bize bir gün şunu anlatmıştı ; “ Oğlum bak, lezzetli bir kaz yahnisi için biz eskiden birkaç kazı diğerlerinden ayırır, kümese çekerdik. Onları orada kırk gün kadar çeşit, çeşit bakliyatın ununu çekerek hazırladığımız lapayla besler ve semirtirdik. Ama bu havaların soğuk olduğu kış günlerinde yapılmalı aksi halde hayvanın eti kokar. Sonra hayvanın yağını üzerinden kazır ve alırdık. Ocakta ağır ateşte ve hatta sadece meşe közünün bulunduğu küllerin arasına bıraktığımız destinin içine büyük bir parça et ve Manyas gölünün oradaki Hamamlı Köyünden getirttiğimiz kuru fasulyeleri koyardık. Ayrıca kabuğu soyulmuş soğanları doğramadan bütün, bütün bu karışımın içine koyar sonrada destinin ağzını kapatırdık. Akşama kadar, köz içinde pişecek olan bu lezzetli yemeği beklerken ninen de bu arada bahçede ki fırında köy ekmeği pişirir, bazlamalar yapardı. Ekşi macunla maşrapaları doldurur, sonrada afiyetle yerdik yemeğimizi. O vakitler baban da…” diyerek uzar giderdi ocak başı sohbetleri. Vefat ettiğinde yaşı doksanı geçkin ve vücudu gayette zindeydi. Bugün hormonlarıyla oynanmış ya da adını bile telaffuz etmekte zorlandığımız kimyasal içerikli katkı maddeleriyle yetiştirilen veya meyvesini yedikten sonra tohumunu alamadığımız ürünleri görse idi gözlerine inanabilir miydi acaba? İçinde kurt ve böceklerin bile mesken tutamadığı bu meyveleri değil tüketmek evinin bahçesine bile atar mıydı acaba diye sormaktan alamıyorum kendimi