ANTİ ŞAHVELİ tarafından postalanan herşey
-
ÇYDD , ADD , SEV ve ÇEV (MİT raporlarıyla)
kardeşim o saydığın türden insanlar cemaat evlerinde yok! Benim sınıfımfa güneydoğulu ve doğulu çok temiz vede sevdiğim arkadaşlarım var , hem kapalılar hemde ağızlarından tek bir hıyanetvari söz çıkmaz çıkmadı şimdiye kadar..Nede olsa cemaat evlerinde kalıyorlar , bu sorunuda onlar çözecekler..Mesela Van da Serhat Liseleri var o da nur cemaatiyle bağlantılı , ordada suç oranları ondan düşük oluyor..
-
Kandil'deki terör kampından bebekleriyle birlikte kaçtılar
Kandil’deki terör kampından bebekleriyle birlikte kaçtılar Irak’ın kuzeyindeki Kandil Dağı’nda terör örgütüne ait kampta birbirlerine âşık olan S.Ö. ile C.D., 45 günlük bebekleriyle Türkiye’ye kaçtı. Irak’ın kuzeyindeki terör örgütüne ait kamplardan Türkiye’ye kaçan terör örgütü üyelerinin sayısında her geçen gün artış olurken, son bir ay içerisinde 2’si kadın 4 terörist, biri 1,5 aylık, diğeri 9 aylık olan bebekleriyle güvenlik güçlerine teslim oldu. Teröristler, ifadelerinde, örgüt içindeki insanlık dışı uygulamalardan dolayı kaçtıklarını söyledi. Kandil’deki kampa zorla götürüldüklerini itiraf eden PKK’lıların, “Evlenip çocuk sahibi olunca kamp yaşamının bize uygun olmadığını anlayıp kaçtık.” dedikleri öğrenildi. Zaman'dan
-
BASINDAKİ YALAN HABERLERDEN ARTIK GINA GELDİ(Bilmeniz gerekenler)
Yalan haber yazarak halkı tahrik ediyorlar Kanal Türk’te yayınlanan Ceviz Kabuğu programında Prof. Dr. Suat Yıldırım’ın yazdığı Kur’an Meali’yle ilgili tartışmanın Yeniçağ Gazetesi’ne yansıması sert tepkilere yol açtı. Gazetenin, haberi ‘Kur’an İncilleştiriliyor’ ve ‘İşte Küresel Gücün Dayattığı Yeni Din Kitabı’ başlıklarıyla vermesi programa katılan ilahiyatçıları üzdü. Suat Yıldırım, gazetedeki haber için, “Kimse Kur’an’ı değiştiremez. Bu başlık birilerini tahrik amaçlı.” derken, programa katılan Prof. Dr. Yümni Sezen de “Maksadını aşan bir tabir.” ifadesini kullandı. Prof. Dr. Bayraktar Bayraklı ise başlığın, gazetenin tercihi olduğunu ileri sürdü. Önceki gün, Hulki Cevizoğlu’nun hazırladığı Ceviz Kabuğu isimli televizyon programında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Suat Yıldırım’ın kaleme aldığı Kur’an meali tartışıldı. Yümni Sezen ve Bayraktar Bayraklı’nın katıldığı programa Suat Yıldırım’ın Kur’an Meali’nde Tevrat ve İncil’e atıf yapması gündeme geldi. Suat Yıldırım’ın stüdyoda bulunmadığı tartışma programında, Kur’an Meali ve Yıldırım’a ağır eleştiriler yöneltildi. Programa telefonla canlı bağlanan Halkın Yükselişi Partisi Genel Başkanı Yaşar Nuri Öztürk, Suat Yıldırım’a ağır ithamlarda bulundu. Sesinin dozunu yükselten Öztürk, “Orada şeytanlık yapma, beni konuşturma. Biz enayi değiliz, 50 yılımızı verdik bu işe. Kur’an-ı Kerim’i İncilleştirmeyi bırakın. Bunun altından kalkamazsınız.” dedi. Gazetenin üslubu katılımcıları üzdü Gece geç saatlere kadar devam eden televizyon programı Yeniçağ Gazetesi tarafından ilginç ifadelerle yansıtıldı. ‘Kur’an İncilleştiriliyor’ ve ‘İşte Küresel Gücün Dayattığı Yeni Din Kitabı’ başlıklarını kullanan gazete, Suat Yıldırım’ın savunmasına yer vermedi. Gazetenin kullandığı başlıklar ve üslup, tartışmanın katılımcılarını da üzdü. Prof. Dr. Suat Yıldırım, mealinde Tevrat ve İncil’den alıntı yapmadığını; ancak konu Tevrat ve İncil’de de geçiyorsa zaman zaman atıfta bulunduğunu söyledi. Televizyon programına gece 01,30’dan sonra bir arkadaşının uyarısı üzerine telefonla bağlandığını belirten Yıldırım, “Yaşar Nuri Öztürk kitabı okumuş bile değil. Buna rağmen ‘Kur’an’ı İncil’e benzetiyorsunuz’ gibi alakasız şeyler söyledi.” diye konuştu. Yıldırım, programın yapımcısı Hulki Cevizoğlu’nun da objektif davranmadığını aktardı. Yıldırım, “Ben Cevizoğlu’nu entelektüel birikimi olan ve objektif bir kişi olarak tanıyordum. Cevizoğlu, diyaloğu karşı tarafın görüşünü kabul etmek gibi yansıttı. Sokaktaki adam bile böyle düşünmez.” dedi. Suat Yıldırım, Yeniçağ Gazetesi’nin başlığı için de şunları söyledi: “Bunu kabul etmek mümkün değil. Kur’an ortada iken nasıl İncilleştirilecek? Kimse Kur’an’ı İncilleştiremez. Bunu yapabilecek kimse var mı? Bu başlık birilerini tahrik amaçlı, kasıtlı.” Prof. Dr. Yümni Sezen de, “O gece ‘Kur’an İncilleştiriliyor’ tabirini ben kullanmadım. Ama kim ne maksatla söyledi onu da tam bilmiyorum. Ama bunu biraz maksadını aşan bir tabir olarak değerlendiriyorum.” şeklinde konuştu. Prof. Dr. Bayraktar Bayraklı ise “Kur’an İncilleştiriliyor’ sözünü Yaşar Nuri Öztürk kullandı. Başlık gazetenin tercihi.” değerlendirmesinde bulundu. ------------------------------------------------------------------------ Unakıtan: Hodri meydan Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, hakkındaki gensoru önergesinin ''gerçeklerle ilgisi olmadığını, alelacele hazırlandığını'' ifade ederek, ''Ofer ile bir çıkar ilişkimin olduğunu ispat edemeyen ******, müfteridir'' dedi. Unakıtan, TBMM Genel Kurulu'nda, hakkındaki gensoru önergesinin görüşmelerinde kendisine yönelik iddialara yanıt verdi. AK Parti iktidarının, bugüne kadarki siyaset anlayışını değiştirdiğini, gerilim ortamını kaldırdığını söyleyen Unakıtan, ''Siyaset ezberini bozduk. Halkımız da bunu benimsedi. Muhalefet bu yaptıklarımıza maalesef ayak uyduramadı'' dedi. Unakıtan, muhalefetin, kendini yenilemeyince, kısır çekişmeleri körükleyen bir politika içine girdiğini savunarak, ''Politika üretemedikleri için değişim karşısında geride kaldılar. Gerçeklere dayanmayan, iftiraya dayanan kısır çekişmelerle gündemi doldurmaya başladılar. Gensorunun gerçeklerle ilgili yok'' diye konuştu. -''SİZE Mİ SORACAĞIM''- Gensoru önergesindeki konulardan birinin, bir gazetede yer alan ''mesnetsiz'' habere ilişkin olduğunu belirten Unakıtan, bu haberi, aynı gün yalanladığını, haberi tekzip ettiğini; gazete aleyhine tazminat davası açtığını anlattı. Bu açıklamayı sabah yapmadığı için eleştirildiğini ifade eden Unakıtan, ''Size mi soracağım ne zaman yapacağımı? O gün Bakanlar Kurulu toplantısındaydım. Toplantıdan çıkacağım, 'aman biri benim hakkında böyle yazmış, onlara, tekzip yapayım, beyefendiler darılabilir, küsebilirler.' Bunlar, boş şeyler...'' dedi. Unakıtan, şimdiye kadar hiç kimsenin hesabını açıklamadığını, bundan sonra da açıklamayacağını, kimsenin hesabının ve servetinin peşinde olmadığını vurguladı. Unakıtan, Maliye Bakanı'nın isterse, bir kişinin hesabını kuruşuna kadar açıklayabileceğini, isterse kendisinin de bunu yapabileceğini ancak yapmadığını ve yapmayı da düşünmediğini belirtti. Unakıtan'ın bu sözlerine CHP sıralarından, ''Önce sen kendi hesabını açıklayacaksın'' diye tepki geldi. -''BAYKAL'A SORDUM''- CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'a, kendisine yönelik sözleri üzerine yazı yazarak bunu sorduğunu kaydeden Unakıtan, Baykal'ın, ''böyle konuşmadığını'' belirttiğini anlattı. Gazete dedikoduları üzerine siyaset anlayışının devam ettiğini öne süren Unakıtan, şöyle devam etti: ''Anamuhalefet partisinin meseleye bu şekilde yaklaşımı, onların planlı ve sistematik bir karalama kampanyası yürüttüklerinin açık göstergesidir. Bu siyaset anlayışı, yalan üzerine kurulu bir senaryoyu kendisi çalmakta ve kendisi oynamaktadır. Ben, 'yalandır bu haber' diyorum, 'hayır söyledin' diyorlar. Böyle siyasetle bir yere varılmaz. Siyaset kurumunun bir ciddiyeti vardır. 'Gazetede gördüm, yazdım. Ondan sonra servetimi açıkladım' Sonra işi boyuna servete dolandırdınız durdunuz. Her gün cevap vermek mecburiyetindesiniz. 'Bir şey yapmadım, rutin' diyorsunuz'' Unakıtan, böyle bir açıklama yapmadığını yineleyerek, ''Bankacılık veya vergi mevzuatına aykırı bir davranışta bulunmadım. Bu iddialar, tamamen asılsızdır'' diye konuştu. -''GİZLİ-KAPAKLI SATIŞ YOK''- Unakıtan, TÜPRAŞ'ın 14.76'lık hisse satışında danışman şirketin İş Yatırım Menkul Değerler A.Ş. olduğunu, Özelleştirme İdaresi adına aracılık yaptığını vurguladı. Borsada satışa ilişkin işlemin başladığı andan itibaren SPK ve İMKB'ye bildirildiğini, ''gizli-kapaklı satış'' olmadığını ifade eden Unakıtan, bunun, İMKB'nin 1 Mart 2005 tarihli 40 numaralı bülteninde ilan edildiğini söyledi. Unakıtan, CHP milletvekillerinin tepkilerine, ''İşiniz gücünüz karıştırmak'' diye karşılık verdi. Tekliflerin beklendiğini, ardından Borsa Başkanlığı'nın 3 Mart 2005 tarihli bülteninde satışa tekrar onay verildiğini ifade eden Unakıtan, ''Yok gece yarısı, yok kapı arkasında, kapı önünde satılmış... İyice işi mizaha döktüler'' dedi. Unakıtan, satış işleminin 4 Mart'ta gerçekleştiğini vurguladı. Unakıtan, ''Biz ne yaparsak açık seçik yaparız. Bu kadar şeffaflığı, böyle ihalelerde göremiyorlardı da ondan... Alışık değillerdi'' diye konuştu. -''BİRAZ GERÇEKLERE BAKIN''- Gensoru önergesinde, ''Galataport ihalesine fesat karıştırıldığının'' belirtildiğini anımsatan Unakıtan, ''Öyle alelacele hazırlanmış önerge ki şaşırıyorum. Biraz oturun çalışın, biraz gerçeklere bakın'' dedi. Galataport ihalesinin, Danıştay'ın yürütmeyi durdurma kararıyla durdurulduğunu, daha sonra İhale Komisyonu'nun bunu iptal ettiğini anımsatan Unakıtan, yürütmeyi durdurma gerekçesinde, planları, Özelleştirme İdaresi'nin onaylaması gerekirken, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın onayladığı, bunun değiştirilmesi gerektiğinin vurgulandığını belirtti. Unakıtan, bu planların eski Kültür ve Turizm Bakanı tarafından tasdik edildiğini kaydetti. İhalenin açık ve şeffaf şekilde yapıldığını, zarfları, bir zamanlar olduğu gibi evde değil, basının önünde açtıklarını ifade eden Unakıtan, Özelleştirme İdaresi'nce ihaleye çıkılması gerektiği için prosedürü bu nedenle bozduklarını söyledi. Unakıtan, yakında çalışmaların sona ereceğini ve yeniden ihaleye çıkacaklarını bildirerek, bu özelleştirmeleri tamamlamaları gerektiğini kaydetti. -''HODRİ MEYDAN''- Unakıtan, Ofer ailesinin 50 yıldır Türkiye'de bulunduğunu dile getirerek, Türkiye'nin yabancı yatırımcıya ihtiyacı olduğu bir dönemde, ülkeye yeni bir veçhe ve yüz kazandırdıklarını söyledi. ''Siz hayatınızda bu kadar özelleştirme gördünüz mü?'' diye soran Unakıtan, sözlerini şöyle sürdürdü: ''Özelleştirme nedir, farkında değiller. 20 yılda 8 milyar dolarlık özelleştirme yapılmış, bu hükümet 1 yılda 25 milyar dolarlık özelleştirme yaptı. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir ilke imza attı. Ofer ile ilgili bir çıkar ilişkim olduğuna dair birtakım iddialarda bulunmak istiyorsanız, onu da erkek gibi çıkın burada söyleyin bakalım, ne varmış? Her müddei, iddiasını ispatla mükelleftir. Bu imaları bırakıp da benim hakkımda bir çıkar ilişkisi olduğunu ispat edemeyen de *****, müfteridir. Çıkıp, iddianız varsa söyleyin, hodri meydan.'' --------------------------------------------------------------------- Perinçek, başyazarı olduğu Aydınlık dergisini yalanladı İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, başyazarı olduğu Aydınlık dergisinde çıkan ‘Van’da Haç’lı Üniversite’ başlıklı haberin yalan olduğunu söyledi. Derginin sonraki sayılarında düzeltme yapıldığını belirten Perinçek, “Van Üniversitesi Rektörü Yücel Aşkın hakkında 5 Haziran 2005’te yazılan haber yalandır, esası yanlıştır.” dedi. Perinçek, “Başyazarı olduğunuz bir dergide nasıl yalan haber yer alabilir?” şeklindeki soruya ise şu karşılığı verdi: “Dergideki haberler benim önüme gelmez. Bundan Genel Yayın Yönetmeni Emcet Olcaytu sorumlu.” Aydınlık Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Emcet Olcaytu ise Perinçek'in yalanladığı haberin düzeltmesini derginin son sayısında yaptıklarını dile getirdi. Perinçek, İşçi Partisi’nin Bakırköy’deki yeni şubesinin açılışında Zaman’ın sorularını yanıtladı. Rektör Aşkın’ın kesinlikle misyoner olmadığını, cumhuriyetçi olduğunu ileri sürdü. Rektörlerin Aşkın’ı desteklemek amacıyla Van’a yaptığı çıkarmayı onayladığını belirten Perinçek, aynı desteğin İstanbul Üniversitesi eski Rektörü Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu’na da verilmesi gerektiğini kaydetti. Derginin Genel Yayın Yönetmeni Emcet Olcaytu ise Perinçek’in yalanladığı haberin derginin son sayısında yaptıklarını dile getirdi. Beş ay önce Aydınlık dergisi, ‘Van’da Haç’lı Üniversite’ başlıklı haberiyle Rektör Yücel Aşkın’ı misyonerlikle suçlamıştı. Perinçek, Oyak’ın Fransız ortağı Axa’nın Ermeni soykırımı konusunda tazminat ödeme gibi bir plana alet olduğunu söyledi. Axa şirketinin Fransa’daki tutumuna Türkiye’nin hizmet vermemesi gerektiğini vurgulayan Perinçek, “Bizi sigortalı edecek, topladığı paralarla Ermeni soykırımı gibi Türkiye’ye karşı bir komploya mali destek yapacak! Oyak’ın açıklamasından ziyade eylem ve fiiliyat bekliyorum.” dedi. Perinçek, konunun takipçisi olacaklarını vurguladı. Osman Asiltürk, Halil Özcan; İstanbul --------------------------------------------------------------------------- Sami Ofer’le ilgili iddialar çirkin Başbakan Tayyip Erdoğan, Galataport ihalesi ve Tüpraş’ın yüzde 14,76’lık hissesinin satışında usulsüzlük yapıldığı yönündeki iddialara sert çıktı. Bu yöndeki iddiaları “çirkin ve yalan” diye nitelendiren Erdoğan, şöyle konuştu: “Bunların hepsi Türkiye’nin bu sıçrama sürecini geçmişte olduğu gibi engelleme gayreti içerisinde olanların yakıştırmalarından başka bir şey değildir. Tüpraş ve Galataport ihaleleri henüz önümüze gelmedi. Gelecek olursa göreceğiz; bakacağız. Burada herhangi bir şey var mı yok mu? Varsa zaten biz de bunlara karşı gereği neyse yaparız.” Ankara Sheraton Otel’de düzenlenen 2004 yılı Türkiye Vergi Şampiyonları Ödül Töreni’ne katılan Erdoğan, tören çıkışında gazetecilerin sorularını cevapladı. Başbakan, yıllarca “Özelleştirme niçin yapılamıyor ya da niye bu kadar ağır gidiyor?” diyenlerin şimdi “Burada usulsüzlük var.” şeklinde yakıştırmalar yaptığını kaydetti. Erdoğan, Tüpraş ve Galataport ihaleleriyle ilgili inceleme başlatılması yönünde bir talimatının olmadığını da açıkladı. Bu tür yalanlara alıştıklarını vurgulayan Başbakan, ancak bunlara Türkiye adına üzüldüğünü bildirdi. Erdoğan, “Tüpraş’ın 14,76’lık hissesinin satışının gizli yapıldığı”na ilişkin bir soruya ise şu karşılığı verdi: “Olur mu öyle şey? Bunların hepsi hamiline yapılmış satışlardır. İsteyen girer alır.” Başbakan Erdoğan akşam ise gazeteci Fatih Altaylı'nın atv'de canlı yayınlanan ''Teke Tek'' programına konuk oldu. Altaylı’nın sorularını cevaplandıran Erdoğan, Sami Ofer’le Başbakanlık’ta değil Davos’ta görüştüğünü vurguladı. Altaylı'nın “Bilkent'te de görüştüğünüz söyleniyor.” sözleri üzerine “Hatırlamıyorum. Kaldı ki görüşsem bile niye bunun üzerinde duruluyor? Özelleştirmeler gizli kapılar ardında yapılmıyor ki.. Güzel bir atasözümüz var: Abdestimden şüphem yok ki namazımdan şüphem olsun.” Gençliğinde tornacılık yapan kardeşinin Ofer'lere ait gemilerde çalıştığını belirten Erdoğan “Ancak onlar kardeşimin şirketlerinde çalıştığını bilmiyorlardı. Ben bir görüşmemizde söyledim. Onun üzerine selam söylediler.” ifadelerini kullandı. Başbakan, Telekom ihalesini kazanan Oger grubunun ortaklarından Hariri ailesini de suikast sonucu hayatını kaybeden Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri'den dolayı tanıdığına dikkat çekti. Erdoğan, “Rahmetli Hariri ile görüşen bir insandım. İlk olarak Cidde'deki forumda tanışmıştık. Ta o zaman Türkiye'ye yatırım yapması için konuşmuştuk.” dedi. ZAMAN gazetesinden bunlarda
-
GÜLEN'İN ESKİ YAVERNDEN MÜTHİŞ İTİRAFLAR... (Biz 1970 yılında 12 insan yoksul öğrencilerin okutulması ve hayır işleri için yemin ederek yola çıktık..)
Nurettin Veren İP'li oldu 02.11.2005 ÇARŞAMBA Nurettin Veren, Doğu Perinçek liderliğindeki İşçi Partisi'ne (İP) katıldı. İP'in İstanbul'daki parti merkezinde gerçekleşen törende, Veren'e rozetini Perinçek taktı. Bugüne kadar siyasete girmediğini söyleyen Veren, ‘cesur' ve 'yiğit' olarak nitelediği Perinçek'in partisinde siyaset yapma kararı aldığını belirtti. Perinçek ise, İP'in ‘birleştirici' ve ‘bütünleştirici' bir parti olduğunu savundu. Başbakan Erdoğan'ın “Ülkemi pazarlamakla mükellefim” sözünü de eleştiren Perinçek, “Kendisini pazarlasın.” dedi. Bu arada İP lideri Doğu Perinçek, kendisine en çok askerî istihbarat birimlerinden bilgi geldiğini açıkladı. Tempo dergisine konuşan İP lideri, gelen bilgilere güvenmekle birlikte, askerlere teyit ettirdikten sonra yayımladıklarını söyledi. İstanbul, Zaman --------------------------------------------------------------------------------------- Bu haberin eski olduğunu biliyorum çünkü ne zamandan beri Nurettin Veren'leri İşçi Partili diye görmenizi istedim! Hani şu 50 yıllık koca cumhuriyet rejimini eski rusya rejimine çevirmeye uğraşan , terör örgütleriyle sarmaş dolaş! , diyalektik materyalist ne zaman kimi tutacakları belli olmayan tutarsız partiden diyeyim
-
GÜLEN'İN ESKİ YAVERNDEN MÜTHİŞ İTİRAFLAR... (Biz 1970 yılında 12 insan yoksul öğrencilerin okutulması ve hayır işleri için yemin ederek yola çıktık..)
:D Dipnot sağol yine güldürdün o son cümleyle , dünyayı cennete din iman olmadan çevireceksiniz demek :D Evet bundan önceki kavimlerde peygamberlerinin onlara hayat sunan zülmu adaletsizliği ortadan kaldırma , paylaşma öğrenme Allaha kulluk etmelerine çağırmalarında çok karşı çıktılar , onlara ve inananları çilelerle öldürdüler..SAPKINLIKLARINI BIRAKMAMAK İÇİN , hatta bazıları (örneğin yahudiler) peygamberlerini öldürdüler bile..Sen keşke bilsen DİPNOT o kavimlerin sonunu ne olduğunu ! Çoğu ebedi acıklı bir azapta kalacak! Sana demekten usandım ama yine diyeyim , dinimizi öğrende gel ! Bugün sizin şu kurtluşu zannetiğiniz ülekerde insanların nasıl çarpık ilşkilere girdikleri , Allahı 3 lemeleri DALGA GEÇMELERİ , intihar etmeleri , içlerinde müslümanlığı seçenlerin artması vs sanki onların o kadarda cennette yaşamadıklarını! sanki bir hidayet aradıklarını gösteriyor! ve gerçektede öyle zaten..Onlarında çoğu sizin gibi müslümanlığı daha bilmiyor..Bizim dinimizin ilk emri OKU! olmuştur , bundan öğrenin! manasınıda çıkarabilirsin ki zaten öyle..Cuman hutbeleri mesela neyle bitiyor : Muhakkaki Allah ; adaleti , iyiliği , akrabaya yardım etmeyi bakmayı gözetlemeyi emreder , çirkin işleri! azgınlığı fenalığı yasak eder! O ; size tutasınız diye öğüt veriyor Son olarakta DİPNOT , birlik olmaya kavgaların ön yargıların ortadan kalkmasına , insanların çarçacuk damgalanmamasına üzerine yürünmemesine vs en çok nur cemaatinden insanlar çalışıyorlar..Örnek mi istersin İŞTE HOŞGÖRÜ VE DİYALOG VE MEYVELERİ
-
NE HZ. MUHAMMED, NE HZ. İSA VE NEDE HZ. MUSA VEYA BİLMEM KİM... (Dinler aynı Allah’a yönelmiş ayrı yollardır. Aynı Allah’ a ulaşacağımıza göre ayr.)
DİPNOT anladık dinsizsin , her bakımdan olduğu gibi dini konulardada ******* , tek huyunuz var o da hakkında bilgi sahibi olmadığınız konularda bilmişlik rolü yapmak..Bak kalın kalın yazarak diyorum belki anlarsın bundan önceki semavi Allahın indirdiği dinler insanlar tarafından değiştirilmiş bozulmuştur..Ama en sonuncusu olan islam bozulmayacaktır , BOZMAYI BAŞARAMAYACAKSINIZ , hala daha hala daha tutturduğunuz sığınacak başka mazeretiniz olmayan şablonu kullanıyorsunuz , SEN İLK ÖNCE GİTTE BAK İLHAN ABİNİN HAYATINA , emperyalizm diye size yutturulan şey yahudi hakimiyetine dayalı masonik bir dünya kurmaktır..Sağolsun! İlhan Selçuk abinin büyük hizmetleri oldu bu konuda , stalini savunma , cumhuriyet rejimini yıkıp yerine sol ideolojilere dayalı bir rejim kurma , cuntaların içinde bulunma , din düşmanlığı insanları dinden soğutmak İFSAT ETMEK İÇİN türlü yalanlarla çarpıtmalarla hayatı boyunca çok hizmetleri oldu! Gidinde aynaya bakın kim emperyalizmle kol kola , aynı uğraşı veriyor mu vermiyor mu..İşte bunların karşısındaki en büyük engelide müslümanlar ve insanları samimice bu kötü gidişattan kurtarmaya çalışan cemaatler oluşturuyor...Bu GÜNCEL HABERLER bölümğne koyduğun haberleri bu konulardakş TAMAMI YAHUDİYE HİZMET EDİYOR , hepside çarpıtma eksiklik ve cahilane başka bişey değil.. Bu arada senden rica etsem İlhan Selçuka bir kaç sorum olacaktı onları iletirmisiniz diyecektim , siz ona deyin o anlar siz anlamasanızda olur , ne dersiniz Dipnot bey
-
YERLİ EVRİMCİLER NEDEN SUSKUN?
BİLİMSELCİ biraz zahmet olacak ama ÜSTÜNDEKİ YAZIYIDA OKURMUSUN Bİ LÜTFEN , biraz bilimselci ol! Milyardolarlar harcadılar ve hala daha afrikalarda arıyorlarda bulamıyorlar sizin beklediğiğniz türden GERÇEK değerler , boşuna hayal aleminde var ettiklerine inanmayın sakın , sen bi üstündeki şu kalın ve uzun yazıyı NE OLUR OKUYUVER!
-
Vefalı olmalıyız arkadaşlar
VEFA Vefa, dost ikliminde yetişen güllerdendir. Onu düşmanlık atmosferinde görmek nâdiratdan ve hatta mümkün değildir. Vefa, duyguda, düşüncede, tasavvurda aynı şeyleri paylaşanların etrafında üfül üfül eser durur. Kinler, nefretler, kıskançlıklar ise onu bir lâhza iflah etmez öldürür. Evet o, sevginin, mürüvvetin bağrında boy atar, gelişir, düşmanlık ikliminde ise bir anda söner gider. Vefayı; insanın, gönlüyle bütünleşmesi şeklinde tarif edenler de olmuştur. Eksik olsa bile yerindedir. Doğrusu, kalbî ve ruhî hayatı olmayanlarda vefadan bahsetmek bir hayli zordur. Konuşurken doğru beyanda bulunma, verdiği sözlerde, ettiği yeminlerde vefalı olma gönül hayatına bağlıdır. Kendini yalan ve aldatmadan kurtaramayan; her an verdiği söz ve yeminlere muhalif hareket eden ve bir türlü yüklendiği mesûliyetlerin ağırlığını hissetmeyen iki yüzlü ve müraî tiplerin gönül hayatları olabileceğine ihtimâl vermek, sadece bir aldanmışlıktır. Böylelerinden vefa beklemek ise bütün bütün gaflet ve safderûnluk ifâdesidir. Evet, vefasıza güvenen er geç iki büklüm olur. Onunla uzun yollara çıkan yolda kalır. Onu rehber ve rehnümâ (yol gösterici) tanıyanların gözü, daima hicranla dolar. Fert, vefa duygusuyla itimada şâyân olur, yükselir. Yuva, vefa duygusu üzerine kurulmuş ise devam eder ve canlı kalır. Millet bu yüce duygu ile faziletlere erer. Devlet, kendi teb'asına karşı ancak bu duygu ile itibarını korur. Vefa düşüncesini yitirmiş bir ülkede, ne olgun fertten ne emniyet vadeden yuvadan, ne de istikrarlı ve güvenilir devletten bahsetmek mümkündür. Böyle bir ülkede fertler birbirlerine karşı kuşkulu; yuva kendi içinde huzursuz, devlet teb'aya karşı uğursuzlardan uğursuz ve her şey birbirine karşı yabancıdır, tıpkı câmitler gibi. Üst üste ve iç içe olsalar bile... Vefa, fertlerin birbiriyle kaynaşıp bütünleşmesini temin eder. Vefa sayesinde cüzler küll olur; ayrı ayrı parçalar bir araya gelerek vahdete ulaşır. Vefa duygusu varıp sonsuzluğa erince, ötelerden gelen tayflar, kitlelerin yolunu aydınlatır ve toplumun önünü kesen bütün tıkanıklıkları açar. Elverir ki o toplum, vefa duygusuyla olgunlaşmış ve onun kenetleyici kollarına kendini teslim etmiş olsun. Bir düşünceye gönül mü verdin; bir ideâle mi bağlandın; varıp biriyle dostluk mu kurdun, gel! Diriğ etmeden ver canını o uğurda, servetin yağma olup gitsin. Fakat vefalı ol! Zira Hakk katında da halk katında da en çok itibar gören "vefa" ve vefalılardır. "Bana Hak'tan nida geldi; Gel ey âşık ki mahremsin, Bura mahrem makamıdır; Seni ehl-i vefa gördüm." Nesimî Âdem Nebi (as), yüzüne kapanan kapıları gönlünde taşıdığı sırlı vefa anahtarıyla teker teker açtı ve "gufran" çeşmelerine ulaştı. Aynı hâdisede azgınlaşan iblis ise göz göre göre gitti kendini vefasızlık gayyasına atarak boğuldu. Tufan peygamberi de asırlarca süren ızdıraplı, fakat vefalı bir hayat yaşadı. Yıllar yılı bütün tembih ve ikazlarının, cemaatinin büyük bir kesiminde tesir icra etmemesi, onu, bağlı bulunduğu kapıya karşı vefa hissinden döndüremedi. Ondaki bu vefa düşüncesiydi ki yerlerin ve göklerin hışımla insanlığın üzerine yürüdüğü hengâmda, ona bir necât gemisi oldu. Hakk'ın dostu ve nebiler babası, Nemrut'un ateşini göğüslerken ne kadar vefalıydı! Onun gökleri velveleye veren"hasbî hasbî!" şeklindeki vefa solukları, öteler ötesinden coşup gelen rahmet esintileriyle birleşince, cehennem gibi ateşlerin bağrı "berd-ü selâm"a [1] döndü. Kudsîler ordusunun Öncüsü, gelmiş ve geleceklerin en birincisi, kimseye müyesser olmayan semâlar ötesi seyahata, ruhundaki vefa duygusu sayesinde muvaffak oldu. Evet, o bu sayede meleklerin varıp ulaşamadığı iklimlere ulaştı ve hiçbir fânînin eremediği devletlere erdi. Sonra da gözlerin kamaştığı ve gönüllerin hayrette kalıp kendinden geçtiği o mutlular âlemini, ümmetine olan vefa duygusuyla terk edip arkadaşlarının yanına döndü. Hâdiselerle pençeleşecek, karşısına çıkan bâdireleri göğüsleyecek, onları da o yüce iklimlere yükseltecekti... Dost ve arkadaşlarına karşı vefa duygusuydu O'na cennetleri ve hûrileri unutturan. Onlara karşı bir vefa sözüydü O'nu, başı semâvî ihtişamlara ulaştığı bir zamanda, bütün mânevî payeleri bir tarafa bırakarak, bu ızdıraplı ve elemli dünyaya yeniden onların yanına döndüren!.. Bütün yükselenlerin hasenât defterleri, vefa ile kapanıp vefa ile mühürlendi. Bütün yolda kalmışların çirkinlikler meşheri kitapları ise vefasızlık damgasını yedi, onunla damgalandı. Evet, üzerlerine aldıkları mükellefiyetleri, iki adım öteye götürmeden vefasızlık edip bir kenara çekilenler, zillet ve hakaret damgasını yiyerek aşağıların aşağısına itildiler. Mukaddes yük ve yolculuğa çeyrek gün bile tahammül gösteremeyip yan çizenler ise o gün bu gün doğru yolu kaybetmiş sapıklar gürûhu hâline geldiler. Nihayet dönüp dolaşıp mukaddes çile nöbeti bize gelince, en sağlam vefa yeminleriyle yürüyüp bu koca mesûliyetin altına girdik. Coşkun ve heyecanlı, azimli ve kararlı idik. Heyhât... Beklenmedik bir dev önümüzü kesti ve bozduk ettiğimiz bütün o yeminleri. Ve sonra, yeniden, her taraf çölleşmeye başladı. Bütün civanmertlikler eriyip yağ gibi gitti. Güllerin yerini dikenler aldı. Aylar güneşler peşi peşine batarken, ortalığı kasvet dolu bulutlar bastı. Bağ çöktü, bağban öldü; "petekler söndü, ballar kalmadı." Ve artık, insan nedretine maruz kalan bu devrin talihsizleri, kalbinde zerre kadar emanet ve vefa hissi bulunmayan ölü ruhlara, destan tutup yahşi çekmeye başladı. "Ne akıllı, ne centilmen!" diye alkışlamadıkları ham ervâh kalmadı ve işte, bu devreye ait milletin yüreğinden yükselen son inilti ve son inkisar. Vefaya susamış neslimizin vefa düşüncesinin korunması dileğiyle... "Vefa yok, ahde hürmet hiç... Emânet lafz-ı bî medlûl; Yalan râyiç, hiyânet, mültezem her yerde, hak meçhûl! Ne tüyler ürperir, yâ Rab! Ne korkunç inkılâb olmuş: Ne din kalmış, ne îman, din harâb îman serâb olmuş." M.A. Bu devrede, etrafı yalan ve mübâlağanın esiri bir sürü kara kura bastı. her gün birkaç defa yeminini bozan; her defasında ettiği ahd u peymandan dönen ve ebediyyen vefa duygusundan mahrum bir sürü kara kura!.. Lânet ediyor onlara yer ve yerdekiler, lânet okuyor onlara semâ ve semâdakiler. Nereden çıktı bu kadar "cinsi bozuk, ahlâkı fenâ!" Hangi hâin bunlara bağrını açıp dâyelik yaptı!.. Hangi talihsiz bunları sînesinde büyüttü ve hangi uğursuz ağızlar bunlara buyurun çekti!.. Ah vefa, nerde kaldın! Bıktık şu her gün birkaç defa yemini bozup ahdinden dönenlerden. Her sözü mübâlağa, her davranışı sun'î nâmertlerden ve vefa duygusundan mahrum uğursuz gönüllerden!.. Ve nerdesiniz! Ey bir vefa düşüncesiyle sözleştiği yerde günlerce kıpırdamadan bekleyen vefalı dostlar!.. Nerdesiniz ruhuyla bütünleşmiş vefa timsali er oğlu erler!.. Nerdesiniz bir vefa uğruna harap olup, turâb olup gidenler ve çok bereketli bir devrin ak alınlı insanları!.. Kalkın; girin ruhlarımıza. Kamçılayın hayâllerimizi ve boşaltın vefa adına ne taşıyorsanız hepsini sînelerimize!.. Mertliği, yiğitliği, vefayı bütün bütün unutmuş sînelerimize. Bizleri bu yeniden diriliş yolunda Hızır çeşmesine ulaştırın! Gelin, gelin de şurada burada dolaşıp duran şu üç-beş vefalı insanı, ümitsizlik ve inkisardan kurtarın!..
-
Mutluluk
Mutluluk, herkesin özlediği bir sevgili ve uğrunda her fedakârlığa katlanılan yüce bir gâyedir. İnsanlar arasında mes’ûd olmak istemeyen tek fert yok gibidir. Ama saadet nedir? İşte zorlardan zor bir mes’ele!.. Yunanlı’ya göre o, aşk ve sevda; Sezar’a göre nâm ve şöhret; Firavun’a göre iktidar ve mevki; Kârun’a göre de yığın yığın servet ve hazinelere sahip bulunmaktır. Oysaki, bunlardan hiçbiri, ne gerçek saadet ne de onun vesilelerinden biridir. Hakikî mutluluğu bu yollarla arayanlar, hep aldanmış ve hüsrâna uğramışlardır. Gerçek saadet, insan zihninin dağınıklık ve perişaniyetten kurtarılması, insan kalbinin itmînan ve istirahata ermesinden ibarettir. Onu, deniz kenarlarında, dağ başlarında, tenhâ koruluk ve koylarda arayanlar, hep yanılmışlardır. Vâkıa, bu türlü yollardan başkasıyla, rûhunu dinlendirmesini bilmeyen avâm için, bunlar da birer vesile sayılabilirler. Ama, gerçek huzur ve saadet için, ne zaman ne de zemine ihtiyaç yoktur. O her yerde insanla beraber ve onun iç aydınlığına, onun hür irâdesine tevdi edilmiş mukaddes bir sevgilidir. Her insan, istediği zaman, kanatlanan rûhuyla, kalbinin sonsuz iklimlerine doğru açılıp, temâşâsına doyamayacağı âlemlere ulaşarak, özlenen mutluluğu elde edebilir. Hele, kalb hazinesi tertemiz fikirlerle donatılmış ve lebrîz edilmişse... Boyce’nin dediği gibi: “Ruhunun derinliklerinde, böyle bir mihrabı olan insan ne bahtiyardır!..” Evet, mes’ûd olabilmek için, önce rûhun iyice techîz edilmesi, gönlün pâk ve temiz fikirlerle donatılması, sonra geçmişin kanatlandırıcı hatıralarıyla, geleceğin isabetli ve ma’kûl ümitlerinin yan yana mütalâa edilmesi lâzımdır ki, bu sayede, fenalıklara karşı konulabilsin.. şehevî hisleri frenleyip yükseltici duyguları da takviye ederek, yaşanan hayatın her lâhzasını fazîletli kılmak mümkün olabilsin. Zaten ahlâkî hayatın yegâne düsturu da fazilettir. Aradığımız saadet ise, aslâ faziletten ayrı düşünülmeyen ve bir bakıma onun neticesi ve mükâfatıdır. Rûhu kanatlandırıp pervâz ettirecek ve kalbi dâima canlı tutacak tek şey, Yaratıcı’nın hoşnutluğu düşüncesidir. Fazîlet düşüncesi olmadan mutluluktan bahis açmak abestir ve manâsızdır. Bezmimize saadet mührünü basan müstesnâ varlık, şu hasletleriyle hem fazîletli hem de mutlu idi: O, o kadar azimli ve kararlıydı ki Yüce Yaratıcı’nın tasvibinden geçmeyen hiçbir şeye, bütün hayatı boyunca bir kere olsun hüsn-ü kabul göstermemişti. O kadar dürüst idi ki, en ehemmiyetsiz şeylerde dahi, kimseye haksızlık etmemişti. O kadar yüce âlemlere tutkun ve o denli ulvî tecellîlere doymuş idi ki; hiçbir zaman lezzeti fazîlete tercih etmemişti. Öyle üstün bir idrâk ve kavrayışa sahip idi ki; bir kere olsun, iyiyi kötüden tefrik hususunda tereddüde düşmemişti. İnsanların fikirlerine karşı hep hürmetkâr kalmıştı; ama onlardan nasihat almaya hiç ihtiyaç hissetmemişti. En anlaşılmaz meseleleri gayet rahatlıkla halleder, bir solukta, gaflet ve dalâlette olanları fazîlet ve şerefe yükseltirdi. İfâdelerinde akıl ve hikmet omuz omuzaydı; makûl ve doğru bildiklerinde fevkalâde sebat gösterirdi. O kadar müttakî idi ki; tavır ve davranışlarındaki berraklık, muamelesindeki yumuşaklık ve duruluk, melekleri gıbtaya sevk edecek kadar zarifdi. Böbürlenmeler, fahirlenmeler bir kerecik olsun, onun yakıcı ve eritici ikliminde görünme imkânını bulamamışlardı. Şahsıyla alâkalı bütün ayıplamalara karşı mukabele etmeksizin tahammül eder ve insanları suçlamaktan fevkalâde uzak bulunurdu. Korkaklık semtine sokulamamış, vesvese ve tereddütlerle hiç mi hiç tanışmamıştı. Kavim ve kabilesi karşısında nasıl yılgınlık göstermemişse, topyekün dünya ile hesaplaştığı zaman da aynı şekilde polat gibi olmasını bilmişti. Odası, yatağı, elbisesi ve yiyeceği şeyler gâyet sâde ve fakirceydi. Ve O, içinde yaşadığı toplumun herhangi bir ferdi görünümünde idi. Dostluğunda menendi olmayacak kadar sebatkâr ve muhkem, vefasında herkesi minnet altında bırakacak kadar civanmert idi... O, bunlarla serfiraz ve fazîletliydi. Fazîletli olduğu kadar da gönlü huzur içinde ve mutluydu. O’nun vicdanı kadar saf ve duru bir vicdana sahip olmak için, fazîletin rükünleri sayılan bu şeylerde, O’nu örnek almak ve rûhumuzun rengini aksettiren bu düşüncelerin, kirlenip bozulmasına meydan vermemek lâzımdır. Evet, bu türlü yüce hasletlerin hepsine sahip çıkmak, bizi fazîletli kılacak, dolayısıyla da bizlere gerçek mutluluğun kapılarını açacaktır. Aksine, bu vâdîde gösterilecek herhangi bir kusur ise, fazîlet dünyamızda meydana gelmiş bir yırtık, dolayısıyla da saadetimizi bulandıran bir keyfiyet olacaktır. Nasıl ki suyu, saf ve temiz tutmanın tek çâresi, onun içine bir şey atmamak ve bulandırıcı şeylerden uzak bulundurmaktır. Öyle de rûhun huzur ve mutluluğu, bir an olsun onu, fazîletten mahrum bırakmamaya bağlıdır.
-
YERLİ EVRİMCİLER NEDEN SUSKUN?
Fethullah Gülen Hocaefendinin yorumuda arkadaşlarımız bi zahmet okuyuversin! , belki kafaları çalışıyorsa hala çok aydınlanabilirler Şemsettin Günaltay, Felsefe-i Ûlâ’nın, Hegel’i tenkit bahsinde, Hegel’in bu husustaki nokta-i nazarını çok haklı olarak eleştirir ve alaycı bir tavırla, “Hegel, denizlerin dibinde birbiri peşi sıra gelen 20 nesilden bahsetmektedir. Zavallı, sanki onlarla beraber yaşamış gibi adlarını söylemekte, şekilleri mevzuunda bile fikir beyan etmektedir” der. Evrim nazariyecileri, hayata geçişi izah edemedikleri için, baştan beri tesadüfe ve kendi kendine oluşa sarılmaktadırlar. İddialarına göre, ilk atmosferimizde bol amonyak, metan, su buharı ve hidrojen vardı. Bunlar, yıldırımlarla ve volkanik patlamalarla gelişigüzel çıkan enerji boşalmaları sayesinde birbirleriyle reaksiyona girerek, aminoasitleri meydana getirdiler. Aminoasitler de, zamanla tasaffiye maruz kalarak, proteinler haline geldi ve bu protein molekülleri denizlere aktı. Derken, bataklıklarda solucan şeklinde ilk canlılar meydana çıktı. Miller’in Denemeleri Evrim yanlıları, kimyevî reaksiyonlarla böyle bir şeyin vuku bulabileceğine güya delil olarak, Miller’in denemelerini kullandılar. Halbuki Miller’in yaptığı, bilgi, şuur ve irade sahibi insanın hususi olarak seçtiği aminoasitlerden canlı meydana gelip gelmeyeceğini tecrübe etmekten ibarettir. Bu tecrübelerde, canlının meydana gelmesi ve geldikten sonra da hayatiyetini devam ettirebilmesi için kendisine devamlı ve kontrollü enerji verilmesi gerekmektedir. En önemlisi, seçilen aminoasitleri parçalanmaktan koruyup, bir araya getiren ve biriktiren bir soğuk tuzak mekanizması vardır ve bu mekanizma hususi olarak hazırlanmıştır. Aminoasitlerde hayata dönüşme, ona zemin teşkil etme istidadı varsa –ki bu istidadı veren de Allah’tır– bilgi ve irade sahibi insan, bu istidadı harekete geçirebilir. Fakat, bütün bunların tesadüflerle ve kendiliğinden olduğunu ileri sürmek, bilgi, şuur ve irade ile alay etmek demektir. Ototrof, Heterotrof Evrimciler, kendiliğinden ve tesadüfler yoluyla meydana geldiğini iddia ettikleri canlıların hayatiyetlerini sürdürmek için de gerekli enerjiyi güneşten veya kimyevî reaksiyonlardan sağlayabileceklerini ileri sürerler. Ayrıca, bir amipin kendi çevresinden beslendiği gibi beslenebileceklerini, gıdalarını kendilerinin oluşturabileceklerini de iddia ederler. Bu iddialarını da, ototrof (kendi kendine beslenme) ve heterotrof (dıştan beslenme) tezleriyle desteklemeye çalışırlar. Bunlardan, canlının kendi besinini kendisinin yapması demek olan ototrof, zaten günümüzde kabul görmemektedir. Gıdayı meydana getiren kimyevî reaksiyonlar, meselâ fotosentez, çok karmaşık bir hâdisedir. Fotosentez yapabilen yeşil nebatlardaki karmaşık reaksiyonları ve bu reaksiyonlarda görev alan enzimleri düşündüğümüzde, nelerin neye muhtaç olduğu, nerelere nelerin gitmesi gerektiği gibi hususların çok mükemmel şekilde işlediği görülür. Evrimciler, böylesine mükemmel bir sistemin ilk yeryüzü şartlarında hemen teşekkül etmiş olmasını bizzat kendi evrim iddialarına aykırı bulduklarından çaresizlik içine düşmüşlerdir. Zira böyle karışık, karmaşık reaksiyonlar, ancak karmaşık bir mekanizma ile elde edilebilir. Bu mekanizmanın da ilk yeryüzü şartlarında birdenbire meydana gelmiş olması gerekir ki, canlı için lüzumlu gıdayı hasıl etsin. Halbuki bu, Darwinizm’e temelden aykırıdır. Çünkü, Darwinizim’e göre, çok kompleks bir mekanizmanın birdenbire meydana gelmesi imkânsızdır. Tekâmül, yani evrim düşüncesi, bütün bunların tedricen ve yavaş yavaş, birer birer meydana gelmiş olmalarını gerektirmektedir. Yapılan araştırmalarda ise, bırakın fotosentez gibi karmaşık mekanizmalara sahip bitkileri, bugün hayatta olan yüz binlerce hayvan türünün bile, araştırmaların uzanabildiği en eski devirlerde de var olduğu ortaya çıkmakta ve o devirlerden bu yana bir evrim vakasına da rastlanmamaktadır. Yani evrim, bilemeyeceğimiz kadar uzun bir zaman almaktadır. Dolayısıyla dünyanın ömrü, bu şekilde bitkilerin ve hayvanların oluşmasına ve gıdalarını sağlayacakları mekanizmayı oluşturmalarına yetecek uzunlukta değildir. Heterotrof tezine göre ise, canlı için gıda hazır değildir; onu, canlı kendisi de yapamaz ve dışarıdan alır. Oysa bu da, aynen ototrof hâdisesinde olduğu gibi, yine karmaşık reaksiyonları meydana getirecek mekanizmaların varlığını gerektirmektedir. Çünkü bir canlının alması gereken gıda da, yine bir canlı tarafından yapılmış organik bir madde olmalıdır. Dolayısıyla her canlı veya ortaya çıkan ilk canlı, kendisinden önce bir canlının varlığına muhtaç olacaktır. Bu ise, teselsül denilen zincirleme bir geriye gidiş mânâsına gelir ve dolayısıyla ortaya, canlıların ezelî olması gerektiği çıkar. Bu ise bâtıldır ve mümkün değildir. Var Olma ve Kanunlar Kaldı ki, kâinatın ve ondaki bütün nesnelerin, canlı-cansız varlıkların oluşmasında apaçık bir şuur, ilim ve tercih, yani irade vardır. Tabiatperest ve materyalist ilim adamları, bunu bir yandan tesadüflere ve kendi kendine oluşuma havale ederken, bir yandan da kanunlardan söz ederler. Halbuki kanun, kendi kendine oluşmayı da, tesadüfü de reddeder. O, ancak bilen birinin eseri olabilir. Şuursuz ve cansız maddede, kâinatı kuşatacak ölçüde şuurlu işlere medar kanunlar bulunmaz. Kanun, kanun koyucuyu gerektirir ve kanun koyucuyu görmeden kanunları varlığın esası, meydana getiricisi saymak, önemli bir mütefekkirin verdiği şu misaldeki duruma benzer: Akılsız bir adam büyük bir saraya girer. Görür ki, muhteşem bir mimarî eser olan saray çok muhteşem donatılmış. Koltuklar, masalar, sandalyeler, vazolar ve çiçekler, tablolar, soba veya kaloriferler, mutfaktaki eşyalar, kısacası her şey yerli yerinde. Bu akılsız adam, böyle bir tefrişatı kimin yaptığının merakı içinde sarayın içini dolaşır, fakat kimseyi göremez. Derken oradaki masanın üzerinde bir kitap bulur. Kitapta, sarayın tefriş programı yazılıdır. Akılsız adam, “tamam” der, “bu sarayı böyle döşeyen, işte bu kitaptır.” Bir sarayın tefrişini onu tarif eden kitaba veya bir makinenin yapımını ve çalışmasını, onunla gelen kılavuza veren insana deli demeyecek kimse var mıdır? Gerçek bu iken, üniversite tahsilinin de ötesinde fizik üzerinde, biyoloji üzerinde, kimya ve biyokimya üzerinde ihtisas yapmış bir profesör, şu muhteşem kâinatı, onun tefrişini, her şeyin mükemmel bir dizayn içinde yerli yerine yerleştirilmesini, sahip bulunduğu muhteşem ve asla sarsılmaz, bozulmaz âhengi ve hiçbir tamire ihtiyaç duymadan mükemmel ve âhenkdar işleyişini, onun varlığı ve işleyişi üzerindeki araştırmalar neticesi varılan ve adına kanun denilen birtakım mefhumlara; cansız, bilgisiz, şuursuz, iradesiz maddeye; sadece bir isimden, kavramdan ibaret tesadüflere veya kendi kendine oluşa nasıl verebilmektedir, doğrusu aklım almıyor! Protein ve Aminoasitlerin Dizilişi İsveçli meşhur ilim adamı Charles Eugenie Guye diyor ki: “Bir protein, 40.000 tane atomdan meydana geliyor. Dolayısıyla bir protein, ancak 10 üstü 60 rakamıyla ifade edilen korkunç ihtimalden ancak bir ihtimalle kendi kendine oluşabilir.” Dikkat buyuruyor musunuz? Kaldı ki, canlı varlıkta tek bir protein değil, proteinler dizisi söz konusu. Bir dizi proteinin meydana gelmesi için de, Dr. Lecomte de Nouy aynen şöyle der: “10 üstü 243 rakamıyla ifade edilecek korkunç bir rakamdan ancak bir ihtimalle bir protein dizisi tesadüfen meydana gelebilir.” Ama, insan bir protein dizisi de değildir, bir hücre de değildir. İnsan, 60 trilyon hücreden müteşekkildir ve bu hücreler, bazen içlerinden bir tanesinin sisteminin bozulmasıyla bile insanın ölümüne yol açabilecek ölçüde birbirleriyle öyle bir münasebet içindedirler ki, insan hayatı, bu hassaslardan hassas, fakat olabildiğince mükemmel münasebet ve işbirliği içinde sürüp gitmektedir! Bu mükemmel sistemi düşündüğünüzde vicdanınızın ancak, سُبْحَانَ مَا أَعْظَمَ شَأْنَكَ “Allah’ım, Seni her türlü yanlış anlayışlardan tesbih u takdis ederiz. Allah’ım, Senin şanın ne büyüktür!” dediğini duyarsınız. Bir canlının teşekkülünde proteinlerden önce aminoasitlerin varlığı söz konusudur. Aminoasitler dizilir ve bir protein meydana gelir. Proteinlerin canlı bir hücre meydana getirmesi için de daha başka şeylere ihtiyaç vardır. Her canlı, belli bir plan dahilinde organize edilmiş bir moleküller sistemi olup, teşekkülünde ve teşekkül ettikten sonra da varlığını devam ettirmek için enerji ile birlikte beslenmeye muhtaçtır. Evrimci biyoloji, ilk canlının bu enerjiyi güneşten aldığını, ayrıca, çakan şimşeklerden ve mor ötesi ışınlardan da istifade ettiğini iddia eder. Oysa biz biliyoruz ki, bir canlı, teşekkülü esnasında da, meydana geldikten sonra varlığını devam ettirmede de düzenli ve kesintisiz olarak, belli bir nispette enerjiye ihtiyaç duyar. Güneş ışınları ise, bulut gibi engellere takılmazsa gündüz vurur, gece çekilir; sonra yılın önemli bir kısmı kış olarak geçer ve onun enerjisi hiçbir zaman düzenli şekilde ve aynı miktarda gelmez. Şimşekler ise, hiçbir zaman düzenli değildir; bir çakar bir kaybolur. Çaktığı zaman ise yakar, yıkar. Haydi bu iddiaya bir doğruluk payı versek bile, şimşekler, güneş ve mor ötesi ışınların meydana gelmesi ve onlarla canlı varlıkların var olması arasında var olduğu iddia edilen münasebetin tanzimi ne ile izah edilecektir? Beslenme ve Büyüme Canlının teşekkülü gibi beslenmesi de, karşımıza ayrı problemler çıkarır. O, beslenecek, gelişecek, kendisi için lüzumlu olan yeni maddeler sentez edecek ve hayatiyetini devam ettirecektir. İddiaya göre, eğer evrimle ortaya bir canlı çıkmışsa, bu canlı, difüzyon usulüyle, yani daha henüz sindirim sistemi, dolaşım sistemi, teneffüs sistemi teşekkül etmemiş bulunduğundan, bir bakıma amip gibi beslenmiş olmalıdır. Böyle bir beslenme ise, şu iki sebeple mümkün değildir: Vasat veya muhit yoğunluğu, yani canlının içinde bulunduğu sıvıdaki protein yoğunluğu ile kendi hücresi içindeki katı ve sıvı maddelerin yoğunluğu arasındaki dengenin ayarlanması çok mühim bir problemdir. Biliyoruz ki, erimiş moleküller daha sıvı olan yerlere akar ve daha katı olan yerlere girmezler. Buna karşılık, daha katı olan yerlerdeki şeyler ise sıvı yerlere akarlar. Bu, bir kaidedir. Bu durumda, yeni teşekkül etmeye ve canlı hale gelmeye durmuş protein dizisinin eğer çevresi daha sıvı ise, bu çevreden canlının içine bir şey girmeyecek, üstelik, canlının içinde gıda olarak bulunan maddeler dışa akacak, böylece teşekkül etmeye durmuş olan canlı adayı varlık mahvolacaktır. Bu varlığın dış çevresi katı olursa, bu durumda, bu çevreden canlı adayı varlığın içine akmalar olacak ve onun bir canlı olarak tekemmülüne imkân kalmayacak, çünkü, birden şişecektir. Bu varlık ile dış çevre aynı sıvılıkta veya aynı katılıkta olursa, bu defa difüzyon, yani beslenme için gerekli karşılıklı münasebet olmayacak, emme (imtisas) gerçekleşmeyecek ve yine canlı, tekemmül etmiş haliyle ortaya çıkmayacaktır. Diyelim ki, bütün imkânsızlığına rağmen, canlı meydana geldi. Beslenmenin dışında, artıklarını dışarıya atmak için de bu canlının enerjiye ihtiyacı olacaktır. Daha yeni teşekkül etmeye başlamış böyle bir canlı, bu enerjiyi nereden alacak? Çünkü enerji santrali mesabesindeki mitokondri isimli hücre organcıklarının da yaratılması gerekmektedir. Kaldı ki, sadece beslenme ve boşaltım için değil, hayatının devamı adına her dakika, her saniye belli nispette enerji almaya muhtaçtır o. Bu enerjiyi almadan hayatiyetini devam ettirmesi mümkün değildir. Bilhassa denizin dibinde, protein çorbası içinde devamlı enerji bulabileceğini düşünmek, ne derece akıl kârıdır? İhtimal hesapları içinde bu şartlarda bir kimyevî mürekkebin (bileşim) canlı olması, bırakın onu, bir protein dizisinin bile oluşması imkânsızdır. Ama diyelim ki, böyle bir canlı teşekkül etmiş olsun. Bu defa da o, ilk şekliyle kalmayacak, elbette gelişecektir. Bunun için de sindirim, dolaşım, boşaltım ve teneffüs (solunum) sistemlerinin birbiriyle tenasüp içinde müştereken gelişmeleri gerekecektir. Canlının varlığını sürdürmesi için bunlar aynı anda ortaya çıkıp, birlikte gelişmek ve birbirleriyle işbirliği halinde çalışmak mecburiyetindedirler. Bu ise, Darwin’in evrim telâkkisine terstir. O, böylesine karmaşık bir mekanizmanın birden ve bir arada teşekkül edemeyeceğini belirtir. Yine farz-ı muhaller (imkânsız varsayımlar) üzerinde yürüyerek diyelim ki, bu ilk canlıda sindirim, dolaşım, boşaltım ve teneffüs sistemleri birden kendi kendilerine gelişip teşekkül etti ve Darwin’in iddia ettiği gibi, bataklık içinde bir solucan meydana geldi. Bu solucan elbette büyüyecektir. Solucanın ömrü ne kadardır? Bu ömür, onun tekâmülle bir başka türe dönüşmesine yeter mi? Sonra bu solucan, başka türe dönüşünce, arkadan yeni bir solucan mı oluşacak? Veya aynı anda dünyanın her yerinde çok sayıda solucanlar meydana geldi de, içlerinden bir grup mu başka türe dönüştü? Diyelim ki, solucan kurbağa oldu; bu şekilde tekâmül zincirinde kanguru meydana geldi; sonra insana doğru devam eden zincir insana dayanınca, meselâ lüzumsuzluğundan dolayı kulaklar küçüldü. Bu şekilde, tür türe dönüşerek bugünkü canlı hayat ortaya çıktı. İyi de, her türde bir veya birkaç fert dönüşürken, diğerleri niye dönüşmeden kaldı? Bu işlemi ve süreci belirleyen bilmediğimiz bir mekanizma mı var? Bu mekanizma, bir başka ifade ile, bir aminoasitin, bir protein molekülünün bile meydana gelmesi için ihtimal hesapları yetmezken, kâinattaki bu muazzam sistemin, yeryüzündeki canlı sistemin kurulması, oluşması, gelişmesi tesadüflere mi verilecek? Haydi, türler içinde bazı fertler başka türe dönüştü diyelim; hangi canlı türünün ömrü böyle bir dönüşüm için yeterlidir? Yoksa o dönüşen fertler, diğerlerinden ayrı olarak milyonlarca yıl mı yaşadı? Darwincilerin de, esasen bilimin de bu sorulara vereceği bir cevap yoktur; bu sorular karşısında yapabilecekleri, yapabildikleri tek şey, sadece “böyle oldu” demektir. Ve bunu da, bilim adına yapmaktadırlar!.. Darwincileri Yanıltan çok Önemli Bir Diğer Husus Darwincileri ve onların peşinden gidenleri aldatan çok önemli bir diğer husus da, meseleye tek bir noktadan, birkaç ilim şubesinin penceresinden bakmalarıdır. Halbuki, kâinatta, canlı-cansız, bilhassa canlı sistem konusunda, hiçbir ilim şubesi, diğeriyle tenakuza düşmemelidir. Fizik, Matematik, Kimya, Botanik, Zooloji, Jeoloji ve Paleontoloji, varlığı izahta birbiriyle çelişmemelidir. Fakat, hayatın ve ilimlerin herhangi bir şubesinde yaptığımız çalışmaları, deneyleri, kurduğumuz sistemleri mutasyon, evrim, adaptasyon ve tabiî seleksiyon üzerine oturtmuyoruz. Bunları nazara bile almadan, kâinatın ve hayatın işleyişinde keşfettiğimiz kanunları, yani Allah’ın bu konuda, hayatın olabilmesi ve sürebilmesi için % 99 aynı minval üzerinde cereyan eden icraatına taktığımız isimleri, yani milyarlarca yıldır aynı şekilde işlediğini düşündüğümüz bir sistemi esas alıyor, çalışmalarımızı da, yorumlarımızı da bunların üzerinde sürdürüyoruz. Meselâ, farmakolojide, koruyucu hekimlikte ilaç yapar, onların tesirleri ve nasıl kullanılacakları üzerinde dururken, hastalıklara sebep olan bakterilerin mutasyonla başka türlere dönüşebileceğini hiç nazara almıyoruz. Mesele evrime gelince, bunların dönüşebileceğini düşünüp, hatta bir zaman dönüştüklerini iddia edip, bu iddiamızı da ispatlamak için, müdahalelerle bu dönüşümleri tekrarlamak adına olabildiğince yoğun çalışmalar yapıyoruz; fakat iş tıbba gelince, farmakolojiye gelince buna inanmıyor ve evrimi de, ona dayalı olarak ortaya atılan diğer teorileri de hiç nazara almıyoruz. Hastalıklar için tavsiye ettiğimiz, kullandığımız antibiyotikler, mutasyonlarla türü değiştirir; cüzzam mikrobu verem mikrobuna, verem mikrobu veya içlerinden birkaç tanesi kolera mikrobuna dönüşebilir diye hiçbir zaman düşünmüyoruz. Koruyucu hekimlikte, mikropların mahiyetlerini muhafaza etmesi esasına göre hareket ediyoruz. Evet, hayatlarını devam ettirebilmek için nasıl her varlık türünde müdafaa mekanizmalarını geliştirme istidadı vardır ve Allah, bu istidadı onlara vermiştir; bunun gibi, bakteriler de, maruz kaldıkları ilaçlar karşısında birtakım tür içi mutasyonlara uğrayabilirler; ama bu, sadece mikropların, antibiyotiklere karşı dirençlerini artırma adına müdafaa sistemlerini geliştirme yönünde bir değişme olur, bu küçük değişiklikler ise hiçbir zaman bir başka türe dönüşmeye yol açacak bir mutasyon değildir ve olamaz da. Kaldı ki bunlar, mikroskobik varlıklardır. Bunlarda 30 yılda meydana gelecek bir değişme, insan hayatı için milyarlarca seneye tekabül eder. 30 senede bu varlıklarda bir mahiyet değişmesi olmuyorsa, bu bile, dünyanın yaşına göre evrimin olamayacağını görmeye ve göstermeye yeter. Kaldı ki, bırakın 30 seneyi, bilim, denizlerde yaşayan mavi ve yeşil alglerin 50 milyon yıl önce de var olduklarını söylemektedir. Bu canlılar, 50 milyon sene önce nasıl idilerse, bugün de aynıdırlar. Çift Varoluş Ve yine muhalleri olabilir kabul ederek diyelim ki, evrimle bir solucan meydana geldi. Fakat görüyoruz ki, yalnız canlı değil, cansız sistemde bile her şey erkek ve dişi olarak bulunuyor. Maymundan merhale merhale insan meydana getirip, bunun hayalî resimlerini çizenler, en nihayet ortaya orta yaşlı bir batılı erkek tipi çıkarıyorlar ama, kadının nasıl meydana geldiği üzerinde hiç durmuyorlar. Bunun gibi, ilk meydana gelen canlının dişisi nasıl oluştu; sonra nerede oluştu; hemen erkeğin yanı başında mı, yoksa başka yerde mi? Bunlar birbirini nasıl buldu ve döllenme “insiyakı”nı nereden elde ettiler? Bunlara da mı tesadüf diyeceğiz? Ayrıca, yüz binlerce hayvan türünün, birinden diğerine atlaması ve yeni ortaya çıkan türün bir erkek ve dişiden türeyip, dünyanın pek çok yerine dağılması, acaba kaç yıl tutar, hiç düşünülmüş müdür? Hücre ve Hücredeki Faaliyetler Yeri gelmişken, bir başka hususa daha dikkat çekmek istiyorum: Hücrenin kendisine göre bir koruyucu keyfiyeti vardır. Hücre, bir hükümet gibi çalışır. İçinde her insanın biyolojik yapısının tayin ve tespit edildiği DNA, bir hükümdar ve kumandan gibidir. Bir tarafta da bir kimyacı, bir mühendis gibi iş yapan, terkipler, sentezler ortaya koyan RNA bulunur. İnsanın vaziyetini, keyfiyetini tayin ve tespit işi, kader tarafından âdeta bunlara tevdi edilmiştir. Binlerce ciltlik kitaba denk bilginin moleküller vasıtasıyla şifrelenmesini ve gerektiği zaman reaksiyonları ortaya çıkararak, hücreye lâzım olan proteinleri sentezlemesini dayandıracak bir merci bulamayan materyalist düşünceye göre bu mekanizma, yani DNA’nın RNA’ya gönderdiği şifreleri RNA’nın deşifre etmesi, şuursuz moleküllerin ve tesadüflerin eseridir. Bugün hücrenin ilk yaratılışı hakkında kesin malûmata sahip olmasak bile, modern ilim, hücre mevzuunda bize artık çok şey söylemektedir. Hücrenin parçalarını karşımıza sermiş, onun ne kadar kompleks bir varlık olduğunu göstermiştir. O kadar kompleks ki, eğer Darwin, hücre hakkında bugünkü bilgilere sahip olsa idi, göz hakkında söylediği sözü hücre hakkında da söyleyecekti. O, bir dostuna yazdığı mektupta şöyle der: “Şu gözü düşündükçe tepem atıyor.” Çünkü, onu natürel seleksiyonla izah edemiyor. Eğer bir de beyine bakabilse ve onun nasıl meydana geldiğini bilebilseydi, hayreti de, kızgınlığı da bir kat daha artacaktı. Hücrenin özellikleri, esasen saymakla bitmez. Onun içinde bir ordunun faaliyetleri gibi faaliyetler cereyan eder. Vücudun ihtiyacı olan şeyler orada sentezlenir; zarına yerleştirilmiş bulunan hususî şifrelere sahip moleküller, dışarıdan hücreye her ne gelirse gelsin, onların faydalısını zararlısından ayırabilir. İhtiyaç baş gösterdikçe yeni şifrelemeler olur. Bu moleküller, birer sınır karakolu zabiti veya gümrük memuru gibi davranıp, faydalı şeylere kapıları açarken, zararlı şeylere karşı ise reaksiyon gösterirler ve hücrede birden bir seferberlik hareketi başlar. Yabancı müdahalelere karşı hücre mukavemet eder; mukavemet edemezse hastalanır, bazen de ölür. Bu defa, vücuttaki bütün hücreler el ele verir ve ölen hücreleri vücudun dışına atmaya girişirler. Hücreye dışarıdan müdahalelerde o, ya mukavemet eder ve zararlı mikropları dışarı atar; veya mukavemet edemez hastalanır ve ölür. Bu, bazen insanı da ölüme götürebilecek bir hastalık olur. Demek ki, hücreye dışarıdan giren herhangi bir şey, onun mahiyetini değiştirmez; değiştirmediği gibi, onun yapısına uyum sağlayacak ve ona faydalı olacak cinsten değilse, onu bozar ve hastalığa, bazen de ölüme sürükler. Kısaca, bırakın bir canlıyı, en basit bir hâdise bile kendi kendine olmaz; bir taş kendiliğinden yer değiştirmez; dış tesir olmadan aşınmaz. Bir yandan, yine Yaratıcı’yı ve O’nun kâinatı, eşya ve hâdiseleri yaratıp, sürekli idare etmesini inkâr adına her şeyi, her hâdiseyi sebep-sonuç kanunlarına bağlayıp, kanunların ve bazen onlardan ibaret gördüğümüz tabiatın dışında bir tesir sahibi kabul etmeyerek, bunlara âdeta ulûhiyet atfedeceğiz; bir yandan da, kendimizle tenakuza düşme pahasına, yine sadece inkâr-ı Ulûhiyet adına, şu muhteşem kâinatın ve ondaki her şeyin kendi kendine var olduğunu iddia edeceğiz. İnkârın ne kadar çirkin, gayr-ı ilmî, gayr-ı mantıkî, gayr-ı aklî olduğuna bundan daha anlamlı bir delil ve misal bulunabilir mi? Kaldı ki insan, bin bir duygu ile, fevkalâde istidat ve zihnî, kalbî pek çok meleke ile donatılmış bir varlıktır. Ayrıca, şuur ve irade sahibidir; hem zamanla hem de mekânla münasebettardır. Hatta, bu kadarla da iktifa etmeyerek, doymayarak zamanın ve mekânın ötesiyle ilgilenmektedir. Bundan başka, nâmütenahi arzularla donatılmış ve ebed için yaratılmış mükemmel bir varlıktır o. Dolayısıyla, böyle bir varlığı, maddeye, tabiata, tesadüfe, itibarî değer ifade eden kanunlara, evrim gibi faraziyelere bağlamak, -bunu yapanlar dahil- insanlığa, insanın mahiyetine en büyük hakarettir. Evet, insanın kendisine yaptığını başka bir varlık yapamaz. Bu sebepledir ki, insanlıktan istifa etmiş ve bu yoldaki insanları Kur’ân-ı Kerim, kendi kendilerinin zalimleri olarak tavsif eder.
-
köy enstütüleri
Siz şimdi gençliğin diyalektik metaryalizme , düşmanlarımızın içimizde var edip beslediği akımlara katılmalarına , hem kendi dünyalarını hem başkalarınında dünyalarını ve ebedi ahiret hayatlarını kaybetmelerine , ülkesinin yönetimini ülkemizin düşmanlarının belirleyip o mevkiye getirdiği kişilerin eline geçmesine çalışmalarına , onların bu yola düşmelerine sebep olan KANDIRMA VE ÇEKME amaçlı söylemleri kafalarına yüklemelerine biliçlenme mi diyorsunuz???
-
ÇYDD , ADD , SEV ve ÇEV (MİT raporlarıyla)
Orgeneral Şener Eruygur , ADD'de İP egemenliğine son verdi İşçi Partisi egemenliğine girdiği için eleştirilere muhatap olan Atatürkçü Düşünce Derneği'nin genel başkanlığına Jandarma eski Komutanı emekli Orgeneral Şener Eruygur geldi. Eruygur'un yardımcılığına ise İstanbul Üniversitesi eski Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Nur Serter ile Savunma Sanayi eski Müsteşarı Prof. Dr. Ali Dursun Ercan getirildi. Derneğin genel sekreterliğini ise Hüseyin Emre Altınışık yapacak. ADD'nin 9. Olağan Kongresi'nde adaylardan Şener Eruygur 350, Prof. Dr. Anıl Çeçen 288, eski Başkan Ertuğrul Kazancı 267, Prof. Dr. Ahmet Saltık 231 oy alarak 25 üyeden oluşan ADD Genel Yönetim Kurulu'na seçilmişti. ADD tüzüğüne göre, yönetime seçilen 25 kişi dün seçimle ADD genel başkanını belirliyor. Buna göre Eruygur 17, eski başkan Kazancı 7 oy alırken, 1 oy boş çıktı. Bu sonuçlara göre Eruygur, ADD'nin yeni genel başkanı oldu. Çekişmeli geçen ADD Genel Kurulu'nda İP Genel Başkanı Doğu Perinçek'e yakın isim olan Ertuğrul Kazancı seçimi kaybetti. Kazancı, kendi döneminde ADD'yi İP'e teslim etmekle eleştirilmişti. -------------------------------------------------------------------------------------------- ‘ADD, Atatürk’ü halktan koparıyor’ Atatürkçü Düşünce Derneği’nin (ADD) 9. Genel Kurulu’nda yapılan konuşmalar Atatürkçü aydınların tepkisine yol açtı. ADD üyelerinin Anıtkabir ile Kâbe’yi karşılaştırmasına tepki gösteren Prof. Dr. Zekeriya Beyaz, “Halkın inançları ile Atatürkçülüğü çatıştırmak istiyorlar.” dedi. ADD’nin eski genel başkanlarından Halil İbrahim Şahin ise “İslam’ı Kur’an-ı Kerim’den, ulusal kimliğimizi tarihimizden alıyoruz.” şeklinde konuştu. Şahin, ulusal kimlik ile inancın birbirine karıştırılmamasını istedi. ADD’de böyle sözler söyleyebilecek bağnazlıkta insanlar bulunduğunu kaydeden Prof. Dr. Toktamış Ateş de, kuruluşuna destek verdiği ADD’nin son zamanlarda siyasetle uğraşmasından rahatsız. Atatürk Araştırma Merkezi Başkanı Prof. Dr. Mehmet Saray ise Atatürk’ü sevmenin kimsenin tekelinde olmadığını dile getirdi. Pazar günü yapılan ADD Genel Kurulu’nda Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ‘Cumhuriyeti yıkacak yasaları imzalamakla’ suçlanırken, ‘Biz orduyuz, cumhuriyetle uğraşan iktidarla cephe cephe savaşmalıyız.’ denilmişti. ADD Genel Sekreter Yardımcısı Ersan Barkın ise Atatürk’ün kendi tekellerinde olduğunu iddia etmişti. Bir üye ise ‘Anıtkabir’in Mekke’den daha kutsal’ olduğunu öne sürmüştü. Kongrede dile getirilen bu görüşler kamuoyundan büyük tepki aldı. Atatürkçü kimliğiyle tanınan isimler de yapılan konuşmalara tepki gösterdi. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi eski Dekanı Prof. Dr. Zekeriya Beyaz, ADD Genel Kurulu’nda söylenen sözleri saçma sapan olarak nitelendirdi. Beyaz, şunları söyledi: “Bu sözler Atatürkçülüğe ve Atatürk’e suikasttır. Eskiden de yapmışlardı. ‘Kâbe Arab’ın olsun Çankaya bize yeter’ demişlerdi. Halkın inancı ile Atatürkçülüğü çatıştırma gayretleri bunlar. Atatürkçülüğü halktan soyutluyorlar. Bunlar Atatürkçülük ile dini, Müslümanlığı, halkı çatıştırmak istiyor. Atatürkçülüğü Türk milletinden koparmaya gayret ediyorlar. Atatürk bizim zannettiğimizden çok daha samimi bir Müslüman’dır. Dinine bağlıdır. Türk milleti ile bütünleşmiştir. Atatürk’ü din dışı göstermek son derece yanlıştır. Bu Atatürkçülüğe ihanettir.” ADD eski genel başkanlarından Halil İbrahim Şahin de söylenen bu sözlere tepki gösterdi. Müslümanların dinini Kur’an-ı Kerim’den öğrendiğini, ulusal kimliğini de tarihinden aldığını anlatan Şahin, “Ulusal kimlik ile inancı karıştırmamak lazım. Ulusal kimlik ile inancı birbirine karıştırarak değerlendirme yapılması istismar olur. Bunu doğru bulmam.” dedi. Prof. Dr. Toktamış Ateş de, ADD’de son yıllarda anormal bir değişimin yaşandığına dikkat çekerken şöyle konuştu: “ADD, kuruluş aşamasında benim de çok sıcak baktığım, çok arkadaşlarımın yer aldığı bir örgüttür. Ancak son zamanlarda garip bir şekilde siyaset ile uğraşıyor. Ve doğrusunu isterseniz bunu tasvip etmiyorum. Aralarında böyle sözler söyleyebilecek bağnazlıkta arkadaşlar var.” Atatürk kimsenin tekelinde değil Atatürk Araştırma Merkezi Başkanı Prof. Dr. Mehmet Saray, Atatürkçülüğün kimsenin inhisarında (tekelinde) olmadığını söyledi. Atatürkçü Düşünce Derneği'nin kuruluşunu geçmişte yapılmış bir hata olarak değerlendiren Saray, “Bir zamanlar Atatürk Araştırma Merkezi üzerine düşeni yapmadığı için ADD'ler kurulmuş. Bir zamanlar Türk Tarih Kurumu üzerine düşeni yapmadığı için Tarih Vakfı diye vakıflar kurulmuş. Bir zamanlar Türk Dil Kurumu vazifesini yapmadığı için dil dernekleri kurulmuş. Bunlar geçmişte olan hata ve eksiklikler. Türklüğü, Atatürk'ü, dinimizi sevmek kimsenin inhisarında değil. Burası devletin anayasal bir kuruluşudur. İlmî bir kuruluştur. Buranın politika ile, şunla bunla, hiçbir şeyle ilgisi yoktur.” -------------------------------------------------------------------------------- ADD kongresinde tuhaf mesajlar Atatürkçü Düşünce Derneği'nin (ADD) 9. Genel Kurulu'na katılan delegeler tuhaf mesajlar verdi. Bir delege, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'i ‘Cumhuriyeti yıkacak yasaları imzalamakla’ suçlarken, bir başkası ise ‘Biz orduyuz, cumhuriyetle uğraşan iktidarla cephe cephe savaşmalıyız.’ dedi. ADD Genel Sekreter Yardımcısı, Atatürk’ün tekellerinde olduğunu söylerken, kongrede konuşan bir üye ise ‘Anıtkabir’in Mekke’den daha kutsal’ olduğunu iddia etti. Anıtkabir Mekke’den daha kutsalmış ADD Genel Sekreter Yardımcısı Ersan Barkın “Atatürk bizim tekelimizde.” derken bir kongre üyesi ise, Anıtkabir’in Mekke’den daha kutsal olduğunu iddia etti. Cumhurbaşkanı Sezer’e sert eleştiri Niğde Ulukışla Şube Başkanı Mehmet Karakaya’dan Cumhurbaşkanı Sezer’e sert eleştiri: Cumhuriyetin yıkılma-sına yol açacak yasalara imza attı. ‘Biz orduyuz, cephe cephe savaşalım’ Eskişehir Şube Başkanı Adil German, kendilerini orduya benzetti. German, “Cumhuriyetle uğraşan iktidara karşı cephe cephe savaşalım.” dedi. Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Farabi Salonu'nda cumartesi günü başlayan genel kurul dün gerçekleştirilen seçimlerle sona erdi. Genel kurulun dünkü oturumunda tuhaf mesajlar verilirken Cumhurbaşkanı Sezer’in eleştirilmesi kavgaya neden oldu. Niğde Ulukışla Şube Başkanı Mehmet Karakaya kongrede konuşan herkesin Sezer'i övdüğünü belirterek, “Ancak Sayın Sezer cumhuriyetin yıkılmasına yol açacak yasaları imzaladı.” dedi. Karakaya’nın bu sözlerine tepki gösteren bazı delegeler kürsüye yürümek istedi. Karakaya'nın konuşmasını engellemek isteyenlere divan başkanının izin vermemesi üzerine salondan bir üye ayağa kalkarak “Bu adamı konuşturursanız ve de ADD'den ihraç etmezseniz intihar edeceğim.” diye bağırdı. Bazı üyeler ise bu sırada “Kimse Cumhurbaşkanı'mızı eleştiremez. Sezer'i eleştiren adamın ADD içinde yeri yoktur. Bu adamı atın.” şeklinde bağırdı. Tepkilerin artması üzerine Karakaya’nın konuşması kesilerek salondan çıkarıldı. Genel kurulda kürsüye çıkan üyelerin çoğunluğu hükümeti ‘Cumhuriyetin altını oymak ve irticaya destek vermekle’ suçlayan konuşmalar yaptı. Eskişehir Şube Başkanı Adil German, “Biz bir orduyuz, sokak sokak, cephe cephe savaşmalıyız. Karşımızda ise cumhuriyetle uğraşan iktidar var.” ifadelerini kullandı. Hükümeti irticayı desteklemekle suçlayan German, Türkiye'nin elden gittiğini savundu. ADD Genel Sekreter Yardımcısı Ersan Barkın, derneğe yönelik eleştirilere tepki göstererek, cumhuriyetin kuşatma altında olduğunu iddia etti ve “Atatürk tabii ki bizim tekelimizdedir.” dedi. Bu sözlerin ardından kürsüden inen Barkın'ı ADD Başkanı Ertuğrul Kazancı tebrik etti. Genel kurulda konuşan üyelerden İsmail Akpar ise ‘Anıtkabir'in Mekke'den daha kutsal’ olduğunu iddia etti. Akpar halka gitmeden salonlarda bir şeylerin değiştirilemeyeceğini ifade ederek “Biz siyasi erki ele geçirmeliyiz. Bunun yolu da halkı ikna etmektir. Ancak bu yolla millete gerçekleri anlatabiliriz. Millete gerçek anlamda Türk olmanın ne demek olduğunu bu şekilde anlatabiliriz. Bu şekilde insanlar aslında Atatürk'ün Anıtkabir’inin Mekke'den daha kutsal olduğunu anlarlar.” diye konuştu. Sezer’den 80 bin YTL bağış Kongrede, Cumhurbaşkanı Sezer'in, ekonomik sıkıntılar yaşayan derneğe 80 bin YTL bağışta bulunduğu açıklandı. Sezer'in bağışladığı paranın kültür merkezi inşaatında kullanılacağı öğrenildi. Sezer'in bağışının açıklanmasının ardından bazı üyeler de derneğe bağışlarını açıkladı. Emekli Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Şener Eruygur ile mevcut başkan Ertuğrul Kazancı'nın yarıştığı seçimin sonuçları bugün açıklanacak. ----------------------------------------------------------------------------------- Atatürkçü Düşünce Derneği, Atatürk’ün sözlerini değiştirdi Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Marmaris Şubesi’nin düzenlediği “Vatan tehlikede mi?” konulu konferansta Atatürk’ün sözlerinin çarpıtılması tepki topladı. Dernek yetkilileri, tepkiler üzerine sözlerin çarpıtılmadığını, sadece günümüz Türkçesine uyarlandığını savundu. Pinata Otel’de gerçekleştirilen konferansta Doç. Dr. İsmet Görgülü’nün konuşma yaptığı masanın yanındaki masanın önüne asılan dövizin üzerindeki, “Cumhuriyet düşünsel, bilimsel, tensel, güçlü ve yüksek kişilikli korumacılar ister. K. Atatürk” sözünün yanlış yazıldığı anlaşıldı. Atatürk’ün 1924 yılında öğretmenlere hitaben söylediği bu sözün aslının, “Cumhuriyet fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek seciyeli muhafızlar ister.” olduğunu savunan vatandaşlar, derneğin Atatürk’ün sözlerini değiştirmesini eleştirdi. Konferansta konuşma yapan Doç. Dr. Görgülü ise Atatürk’ün sözlerinin çarpıtılmadığını, sadece kelimelerin değiştirildiğini kabul ederek sözün doğrusunun, “Cumhuriyet fikri, ilmi, maneviyatlı ve yüksek karakterli muhafızlar ister.” olduğunu söyledi. Konunun eleştirilmesi üzerine ADD Marmaris Şube Başkanı Cemalettin Efecan ve Yönetim Kurulu üyeleri, sözlerin çarpıtılmadığını, sadece daha anlaşılır hale getirildiğini ve günümüz Türkçesine uyarlandığını savundu. Efecan, cümledeki “tensel” kelimesinin yanlış yazıldığını, doğrusunun “tinsel” olacağını belirtti. Efecan ayrıca Tercüman gazetesinin 18 Mart Çanakkale Zaferi yıldönümünde okuyucularına armağan ettiği, parçalanmış elbise ve postallarıyla iki Türk askerini gösteren, “Çanakkale Zaferi’ni kazandıran asil ruh anısına…” yazılı posterdeki, “Tercüman’ın armağanıdır” cümlesindeki “Tercüman” kelimesinin boyanmasının ise kendileriyle ilgisi olmadığını savundu. Derneğin Atatürk’ün sözlerini değiştirmesi, çeşitli kesimlerden tepki aldı. Dr. Selami Adamoğlu, “Türkçeleştirmek adı altında tamamen yanlış yazılmış, anlam kaybolmuş. ‘Tinsel’ kelimesi ise tıp dilinde ‘ruh’ anlamında kullanılır. Kimsenin orijinali bozmaya hakkı yok.” dedi. Tiyatro ve sinema sanatçısı Selma Sonat da Atatürk’ün anlaşılır bir Türkçe kullandığını vurgulayarak, “Böyle bir şey yapmaya kimsenin hakkı yok.” şeklinde konuştu. Atatürk’ün açık ve net bir şekilde herkesin anladığı bir Türkçe kullandığını belirten Sonat, “Bu Atatürk’e saygısızlıktır. Ayıplıyorum.” dedi. Gazeteci Umur Özlüer ise tepkisini, “Atatürk Türkçe konuşmuştur.” diyerek dile getirdi. ADD’nin Türkçeleştirmesine emekli eğitimci ve gazeteci-yazar Sadi Tonbul da tepki gösterdi. Tonbul, “Biz Atatürk’ün ne dediğini anlıyoruz; ama Atatürkçülerin dilinden anlamıyoruz. Ne demek günümüz Türkçesine uyarlamak? Atatürk’ten daha mı iyi Türkçe kullanıyor bu arkadaşlar? Atatürk bu sözleri biz öğretmenlere hitaben söylemişti. Yıllarca öğrencilerimize bunu anlattık; ama Atatürkçülerin anlattığından hiçbir şey anlayamıyoruz.” diye konuştu. --------------------------------------------------------------------------------------------------------- Taner Ünal: Atatürkçü derneklerin çoğu mason Milliyetçi Hareket Partisi’nde uzun yıllar siyaset yaptıktan sonra partiden ayrılarak Vatansever Kuvvetler Güç Birliği Hareketi Derneği’ni kuran Taner Ünal, ulusalcı ve Atatürkçü dernekleri ağır bir dille suçladı. “Ulusalcı dernekler, tepeden inme politika ile hareket ediyor. Samimi değiller. Atatürk’le hiçbir ilgileri yok. İstanbul’daki 45 Atatürkçü derneğin 43 tanesi mason.” diyen Ünal, iddialarını daha da ileri götürerek bu derneklerin ABD’den para yardımı aldığını söylüyor. ABD’ye karşı yazılarına son vermesi için söz konusu derneklerin kendisine milyon dolarlar teklif ettiğini ileri süren Ünal, İşçi Partisi lideri Doğu Perinçek’in ortaya attığı Avrasya projesinin ardında Amerika’nın olduğundan da emin. Ünal’ın iddialarına Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkanı Ertuğrul Kazancı sert karşılık verdi. 3 yıl önce masonluğa karşı olduklarını içeren bir genelge yayınladıklarını ifade eden Kazancı, “Saçma sapan suçlamalar. Taner Ünal bunları nasıl tespit etmiş? Tamamen iftira.” dedi. Öte yandan Ünal’ın başkanı olduğu derneğin onursal başkanı ise kamuoyunun yakından tanıdığı bir isim, emekli Koramiral Hasan Kundakçı. AB ve Kıbrıs gibi konularda aynı safta yer alan ulusalcı dernekler birbirini ‘mason’, ‘samimiyetsiz’ ve ‘tepeden inmeci’ olmakla suçlamaya başladı. 4 ay önce Vatansever Kuvvetler Güç Birliği Hareketi”ni (VKGB) kuran Taner Ünal, diğer ulusalcı dernekler hakkında ilginç iddialarda bulundu. Bir dönem Milliyetçi Hareket Partisi genel başkanlığına da aday olan Ünal, kuvay-ı milliye veya müdafaa-i hukuk adıyla kurulan ve son zamanlarda sayıları hızla artan derneklerine halkın teveccüh göstermediğini savundu. Ulusalcı dernekleri ‘sanal ve tabela örgütlenmesi’ olarak nitelendiren VKGB Başkanı Ünal şunları söyledi: “10-15 kişi toplanıp bir tabela asıyor. Ama bu dernekler tepeden inme politikalarla hareket ediyor. Hiçbiri samimi değil. Halkın teveccühü de yok. Etraflarında kimse yok. Halk olmadan birbirleriyle münazara yapıyorlar. Atatürk’le hiçbir ilgileri yok. İstanbul’daki 45 Atatürkçü derneğin 43 tanesi mason. Atatürk, mason localarını kapattı. Masonluk, hem İslam’a, hem Türklüğe hem de vatana aykırı bir kuruluştur. Bunların kafalarında dayatma var. Adam emekli olduktan sonra heves için dernek kuruyor.” Ünal, ulusalcı derneklerle ilgili ilginç bir iddiada bulundu. VKGB başkanı, Amerika’ya karşı yazdığı yazı ve faaliyetlerinin durdurulması için ulusalcı derneklerin kendisine milyon dolarlık iş teklif ettiğini ileri sürdü. Ünal’a göre, Aydınlık grubunun Türkiye için alternatif gösterdiği Avrasya projesinin arkasında Amerika var. Ünal’ın iddialarına karşı ADD Genel Başkanı Avukat Ertuğrul Kazancı’dan sert cevaplar geldi. Atatürkçü derneklerden hiçbirinin mason olmadığını savunan Kazancı, “Bu iddiaları reddediyorum. Bu tamamen bir iftira. 3 yıl önce masonluğa karşı olduğumuzu içeren bir genelge yayınladık. Bu iddialar saçma sapan iddialar. Bunu nasıl tespit etmiş? Derneklerde çalışanlar amatör ruhlu ve samimi insanlar.” dedi. ADD Genel Başkanı, Taner Ünal’ın ‘samimi değiller’ sözlerine ise ‘Kendi samimiyetlerinin ölçüsü nedir?’ diye sordu. Ünal’ı tanımadığını belirten Kazancı, “O dernek birdenbire nasıl gelişti? Bir yerde eylem yaptıklarına veya herhangi bir faaliyette bulunduklarına ben hiç tanık olmadım. Aynı paralelde faaliyet gösteren derneklere saldırmak çok yanlış bir yöntemdir. Hiç yerinde olmayan bir tarz.” diye konuştu. Ulusal Birlik Konseyi Genel Sekreteri Mehmet Cengiz ise Ünal’ın ‘kuvay-ı milliye derneklerinin sanal olduğu’ iddialarına ise katılmadığını söyledi. Cengiz, Taner Ünal diye birisini tanımadığını belirtti. Ulusal Birlik Konseyi Genel Sekreteri Cengiz, Vatansever Kuvvetler Güç Birliği Hareketi diye bir oluşumdan haberi olmadığını ifade etti. --------------------------------------------------------------------------------------------------- Baykam: Perinçek’in maskesini indirmeye hazırım Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) üyesi ressam Bedri Baykam, İşçi Partisi (İP) Genel Başkanı Doğu Perinçek’e ağır eleştiriler yöneltti. Daha önce İP’in, Lozan 2005 toplantısında ADD’yi kullandığını açıklayan Baykam, bu kez de Perinçek’in Kıbrıs, Türk Silahlı Kuvvetleri, sözde Ermeni soykırımı iddiaları, İsmet İnönü’ye yönelik ‘faşist’ suçlaması, Avrupa Birliği ve Kürtlerin kendi devletlerini kurabileceği yönündeki iddialarını gündeme getirdi. Perinçek’e, “Ülkeye yapacağınız en büyük hizmet, bizi öyle uçurumlara atmamak için artık köşenize çekilmenizdir, çünkü sizin yüzünüzden bütün diğer Cumhuriyetçilerin sözleri de güvenilmez hale gelir.” diyen Baykam, şöyle devam etti: “Sizi tüm faturalarınız ve çelişkilerinizle tarihe ve Tanrı’ya havale ediyorum. Ortaoyunu sona ermiştir. Senaryonuz kendi gayretkeşliğinizle iflas etmiştir. Perde üzerinize kapanmıştır.” Perinçek’e ‘hodri meydan’ diyen Baykam, İP lideriyle istediği platformda gelip maskesini indirmeye hazır olduğunu belirtti. Baykam, Türk Solu Dergisi’nde yayımlanan yazısında Perinçek’e hitaben “Sizi Solculuktan ve Kemalistlikten azlediyorum.” şeklinde hitap etti. Doğu Perinçek’in Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi (TİİKP) Davası Savunma, Kıbrıs Meselesi, Osmanlı’dan Bugüne Toplum ve Devlet kitapları ve 2000’e Doğru Dergisi’yle İP’in parti programından alıntılara yer verdiği geniş bir makale hazırlayan Baykam, “Geçmişinizdeki bugünkü kimliğinizi inkar eden tüm noktaları görmezden geldik, unuttuk, “Bu büyük ‘dönüşüm’ünüzü kabullendik. Ama pardon, bir yere kadar Sn. Perinçek. Artık bu maske indi.” dedi. ADD üyeliğinin yanı sıra Cumhuriyet Halk Partili (CHP) kimliği ile de öne çıkan Bedri Baykam, Perinçek’in şu iddialarını hatırlattı: “İttihatçı kompradorlar yüz binlerce Ermeni’yi katletti”, “Ankara hükümeti, Lozan’da emperyalistlerle uzlaştı”, “Kemalist iktidar, en tabii hakları için mücadele eden işçilere vahşice saldırdı”, “Kürt milleti, kendi kaderini tayin etme hakkına kayıtsız şartsız sahiptir. Eğer isterse ayrı bir devlet kurabilir”, “İktidar sahiplerinin Avrupa’dan gelen özgürlükçü telkinlere karşı ‘Bağımsızlık’ bayraklarını açmaları sanmıyoruz kimseyi aldatabilsin”, “Yağmacı Türk işgalciler Kıbrıs’tan çekilmelidir”, “Militarizmin ülkemiz siyasetindeki gizli ve açık rolüne son vermeden demokrasi ve özgürlük kazanamayız”, “Milli Şef’in CHP’si savaş yıllarında jandarma dipçiği ve tahsildar zulmüyle faşist bir diktatörlük sürdürdü.” Perinçek’i terör örgütü PKK elebaşısı Abdullah Öcalan’ın siyasi söylem aracılığını yapmakla suçlayan ressam Baykam, bu hatırlatmaların ardından İP liderine şunları söyledi: “Benim kaypaklık ve oportünistlik tanımayan ödünsüz tavrımdan bir şeyler kapmaya çalışın. Kah Maoculuk, kah Kürtçülük, kah Atatürkçülük yaparak varacağınız yerler belli.” Baykam, yazısının ilerleyen kısımlarında ADD’nin Perinçek’in arka bahçesi ve emir kulu olmadığını belirterek şu soruyu yöneltti: “Siyaset nedir sizin için Sn. Perinçek? Her an saf değiştirebileceğiniz, her an yeni yaratılmış sahte ‘düşmanlarla’ beslenebileceğiniz, her an sol dayanışmayı çatırdatabileceğiniz bir özel sado-mazoşist arena mı?” Ünal’ın hareketinde emekli paşalar da var Ünal’ın genel başkanlık yaptığı VKGB Hareketi Derneği’nin onursal başkanlığını emekli Korgeneral Hasan Kundakçı yapıyor. Kundakçı Paşa’nın yanı sıra emekli Tümgeneral Cumhur Evcil ve emekli Korgeneral Suat İlhan gibi birçok isim de harekete destek verenler arasında. Yargıtay eski Başsavcısı Vural Savaş, emekli Deniz Binbaşı Erol Bilbilik, Prof. Dr. Erol Manisalı gibi isimler ise derneğin çıkardığı ‘Türkeli Dergisi’nde yazıyor. 4 ay önce eski MHP Genel Başkan adayı Taner Ünal tarafından kurulan dernek 2 ay içinde 98 şube açtı. Ünal, örgütlenmek için 5 daire ve arabasını sattığını ifade ediyor. İnşaat mühendisi olan Ünal, yaklaşık 1 trilyon TL’yi derneğe hibe ettiğini söyledi. Ülkü Ocakları’nın kurucuları arasında yer alan Ünal, uzun bir dönem Ortadoğu gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. ----------------------------------------------------------------------------------- Atatürk’ü Batı karşıtı gösteren Uludağ Üniversitesi rektörü, ulusalcıları kızdırdı ‘Türkiye’nin İttifakı’ adı altında bir araya gelen ancak ‘nifak’ tartışmasının merkezine oturan ulusalcıların Afyon buluşmasında yaşanan gerginlik dün kavgaya dönüştü. Atatürkçü Düşünce Derneği’nin düzenlediği panelde, kendisini ‘Kemalist Türk milliyetçisi’ olarak tanımlayan Uludağ Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mustafa Yurtkuran’ın, Atatürk’ün her zaman Batı medeniyetine karşı olduğunu söylemesi ortalığı karıştırdı. Yurtkuran’a büyük tepki gösteren ADD üyeleri, rektörü devamlı sağa sola sataşmakla suçladı. ADD’lilerin yoğun tepkileri üzerine Yurtkuran konuşmasını yarıda kesmek zorunda kaldı. ADD’lilerin zorla sakinleştirildiği panelde ‘Türkiye İttifakı’ sloganı da tartışma konusu oldu. Bazı konuşmacılar, ‘ittifak’ yerine ‘birlik’ kelimesinin kullanılmasını istedi. Prof. Dr. Mustafa Yurtkuran’a gösterilen tepkiyi destekleyen Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkanı Ertuğrul Kazancı rektörü, ulusalcı çizgide bilindiği ve kendisini böyle tanımladığı için programa davet ettiklerini söyledi. “Böyle bir konuşma yapacağını tahmin etmedik.” diyen Kazancı, panelde rektörün Atatürk hakkında sarf ettiği sözlerin doğruyu yansıtmadığını dile getirdi. Kazancı, “Bazı spekülasyonlara meydan vermemek için ‘rektörün böyle bir konuşma yapacağını bilseydim kendisini davet etmezdim’ demeyeceğim; ama biz çağırdığımız insanları bizim ideolojimiz doğrultusunda konuşsun diye çağırıyoruz. Yanlış bir konuşma oldu, üzüldük.” dedi. Dört oturumdan oluşan ve yaklaşık 20 bilim adamının katıldığı panelin Zafer Haftası kapsamında düzenlenmesine rağmen konuşmacıların, günün anlam ve önemini anlatmak yerine imam hatip liselerine ve hükümete yüklenmesi dikkat çekti. Konuşmacılardan Gazi Üniversitesi Rektörü Kadri Yamaç, meslek liselerini bitiren YÖK’ün uygulamalarından imam hatip liselerini sorumlu tuttu. Oturumda ayrıca siyasi sataşmalar da yaşandı. Habertürk TV Program Yapımcısı Erol Mütercimler’in, Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP), genel başkanını seçme sürecinde gülünç duruma düştüğü eleştirisi Yeniçağ Gazetesi yazarı Necdet Sevinç’ten tepki aldı. Sevinç, “MHP hiçbir zaman gülünç duruma düşecek bir şey yapmamıştır.” dedi. ADD’lilerin Yurtkuran’a gösterdiği tepki ve büyük tartışma ise YÖK’teki icraatlarıyla toplumu geren Kemal Gürüz ile İstanbul Üniversitesi eski Rektörü Kemal Alemdaroğlu’nun katıldığı son oturumda yaşandı. Kemal Gürüz, Kemal Alemdaroğlu, Gazi Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Kadri Yamaç ve Uludağ Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mustafa Yurtkuran’ın konuşmacı olduğu panelde Gürüz’ün, ‘Yakın dostum ve kardeşim’ dediği Alemdaroğlu’na halen ‘rektör’ demesi dikkat çekti. Alemdaroğlu ise, 20 Eylül 2003’te İstanbul Üniversitesi’nde Kamu Yönetimi Yasa Tasarısı’nı tartışmak için yaptırdığı iki günlük sempozyumdan övgüyle söz etti. Sempozyuma Sadettin Tantan ve Doğu Perinçek gibi birçok ismin katıldığı söz konusu toplantıyla Kuvayı Milliye hareketinin başladığını iddia eden Alemdaroğlu, gelinen noktada ulusalcı güçlere başka gözle bakıldığını söyledi. ZAMAN Gazetesinden..
-
ÇYDD , ADD , SEV ve ÇEV (MİT raporlarıyla)
Ulusalcılar, Prof. Dr. Türkan Saylan’ı Atatürkçülüğü terk etmekle suçluyor Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Dergisi çevresinde örgütlenen ulusalcılarla, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) birbirine düştü. ÇYDD Genel Başkanı Prof. Dr. Türkan Saylan'ın Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu Azınlık ve Kültürel Haklar Alt Komisyonu'nun hazırladığı Azınlık Raporu'nu sahiplenmesine ulusalcılar sert tepki gösterdi. Saylan, Atatürkçülüğü bırakarak ‘işbirlikçi’ ve ‘mandacı’ olmakla suçlanıyor. Raporu hazırlayan Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu Başkanı Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu halen ÇYDD'de Saylan'ın yardımcılığını yapıyor. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk dergisinin son sayısında ÇYDD ve Türkan Saylan’la ilgili yazı yazan Sivil Toplum Kuruluşları Platformu Başkan Yardımcısı Yetkin Aröz ağır ithamlarda bulundu. Aröz, 3 Kasım 2002 seçimleri öncesinde Doğu Perinçek'in organize ettiği “İşçi Partisi Hükümeti'nde Göreve Hazırız” kampanyasına da imza atmıştı. ÇYDD'nin Sarıyer eski Şube Başkanı ve Sosyal Demokrasi Vakfı kurucuları arasında da yer alan Aröz, Saylan'ı ÇYDD'yi kendi başına yönetmek ve muhalifleri dernekten uzaklaştırmakla suçluyor. Saylan'ı ‘kadife eldivenli, demir yumruklu başkan' olarak nitelendiren Aröz, 1989 yılında kurulan dernekte zamanla antidemokratik yönetim anlayışının hakim olmaya başladığına da dikkat çekti. Aröz, Saylan'ın sermaye ile dernek arasındaki yardım bağlarını sağlamlaştırmak için AB taraftarı olduğunu öne sürerek, “Büyük sermayeden katkı almak, AB fonlarından yararlanan kuruluşlar listesine girmek olanağı vardı. Dernekteki etki-yetki ve saygınlık da daha bir medyatikleşiyordu böylece. Ödenecek bedel ise biraz daha az Atatürkçü olmaktı.” diyor. Aröz, bu çerçevede Saylan'ın Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu Azınlık ve Kültürel Haklar Alt Komisyonu'nun hazırladığı Azınlık Raporu'na destek verdiğine dikkat çekiyor. Saylan'ın Kıbrıs sorununda ise ‘ver kurtulcu' bir tavır takındığını hatırlatan Aröz, şunları söyledi: "Saylan'ın yanından ayırtmadığı merkez yönetim kurulu üyelerinden birisi de Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu Başkanı İbrahim Kaboğlu'dur. Prof. Dr. Baskın Oran'ın başkanlığında hazırlanan Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Çalışma Grubu raporunu savunan, bu savunmalarla toplum önüne çıkan Kaboğlu'na en büyük desteklerden birisini Saylan vermektedir." ÇYDD'nin bir yol ayrımına geldiğini öne süren Aröz, yazısında bir süre sonra dernek içinde hesaplaşmanın yaşanacağı işaretlerini vermiş oldu. ----------------------------------------------------------------------------------- Saylan: Öldüğümde İÜ'de tören yapmayın orada çok haksızlık var Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) Başkanı Prof. Dr. Türkan Saylan, öldükten sonra 35 yılı aşkın süre görev yaptığı İstanbul Üniversitesi'nde kendisi için tören yapılmamasını vasiyet ettiğini açıkladı. Yıldız Teknik Üniversitesi (YTÜ) tarafından eğitime katkılarından dolayı "üstün hizmet" ödülünün verildiği törende İstanbul Üniversitesi Rektörü Kemal Alemdaroğlu'nun uygulamalarını isim vermeden eleştiren Prof. Dr. Saylan, "Öldüğümde üniversitemde tören yapılmasın; çünkü orada birçok haksızlık yapıldı." dedi. Saylan, Kemal Alemdaroğlu'nun Kıbrıs referandumu ile ilgili olarak söylediği 'Gerekirse Yunanistan'ı da alırız.' sözünü de dolaylı tenkit etti. Saylan, şöyle konuştu: "Biz hep sevgi ve barıştan yanayız. Biz Yunanistan'ı da işgal etmek istemiyoruz, üniversitemin başındaki insanın dediği gibi." Türkiye'de insanların ortak amaçlarda birleşmek yerine sürekli birbirlerini engellediklerini söyleyen Türkan Saylan, bu durumun en bariz şekilde üniversitelerde yaşandığını dile getirdi. Yıldız Teknik Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ayhan Alkış da Türkan Saylan'ın biyografisini özetledi. -------------------------------------------------------------------------------------------------- Çağdaş bölücülük “Bölge, ırk, sosyal sınıf, din ve mezhep esasına veya adına dayanarak faaliyette bulundukları tesbit edilmiştir.” Cümle bu. Peki bu cümle kim(ler) için söylenmiş olabilir? Ne PKK sempatizanı, ne de Güneydoğu kökenli bir dernek bu? Bilemediniz, İslamcı da değil. 2. Cumhuriyetçi? Hayır... Bir insan hakları örgütü, devlet muhalifi bir dernek? Onlar da değil. 1. Cumhuriyeti sonuna kadar destekleyen, önce devlet sonra demokratik haklar diyen, Türkiye’nin kendine özgü koşulları nedeniyle insan hakları ihlallerini daha az gören, devletin âli menfaatleri için bireylerin din ve vicdan özgürlüğüne sınırlama getirilebileceğini düşünen ve kamu yararına faaliyet gösterdiğini söyleyen bir dernek. Adı ÇYDD. Yani Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği. Evet, İstanbul Valisi Erol Çakır’ın oluru ile İstanbul Emniyet Müdürlüğü, İl Defterdarlık ve Vergi Dairesi görevlilerinden oluşan bir ekip tarafından denetlenen ÇYDD, toplam 18 ayrı nedenden dolayı kusurlu görülmüş ve Beyoğlu Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunulmuş. Kuruluş amacında Kemalizm, Atatürk İlke ve Devrimleri ile gerçekleşmiş olan hakların korunması, geliştirilmesi, yaygınlaştırılması ve çağdaş eğitim yolu ile çağdaş topluma ulaşmayı hedeflediklerini belirten ÇYDD, çok genel ifadeyle “bölücülük” ile itham ediliyor. Buraya dikkat; itham ediliyor, öyledir demiyoruz. Çünkü mahkeme, daha böyle bir karar vermiş değil. Dolayısıyla ÇYDD’nin yaptığı gibi, kişi ve kurumları hemen bölücülük yapmakla suçlamak yerine, hakkında böyle iddialar var demeyi tercih ediyoruz. Çünkü hukuk sadece güçsüzler için gerekmiyor, güçlülere de hukuk şart. ÇYDD’nin hukuk konusundaki karnesinin çok iyi olduğunu söylemek oldukça zor. Demokratik talepler, din ve vicdan özgürlüğü ve, bireysel tercihlerin ortak bir adı oldu hep; “gericilik.” Ve bu taleplerde bulunan kurumlarla ilgili en küçük bir iddia, sanki gerçekmiş gibi propaganda malzemesi olarak kullanıldı. Gün geldi aynı duruma onlar düştü. Üstelik de ‘Sen de mi Brütüs’ dedirtecek ölçüde. Devletin bölünmez bütünlüğüne en çok sahip çıkan bu dernek şimdi; bölge, ırk, sosyal sınıf, mezhep ayrımcılığı yapmakla suçlanıyor. Yine suçlandı diyoruz, çünkü henüz mahkeme başlamadı. Savcılık, Beyoğlu 5. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde yöneticiler için dava açtı. Dolayısıyla bütün delillere rağmen ÇYDD hâlâ suçsuz. Hukuk öyle diyor. Bu kural, hukuku ihlâl etmekte hiç sakınca görmeyenler için de geçerli. Şikâyet üzerine inceleme İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne, isimleri belirli altı kişinin yaptığı şikayet üzerine Emniyet, STK (Sivil toplum Kuruluşları Birliği) ile birliğin yöneticileri konumunda bulunan Çağdaş Eğitim Vakfı Başkanı Gülseven Yaşer, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı Türkan Saylan, Atatürkçü Düşünce Derneği yöneticilerinden İlhan Baş, Dayanışma Derneği Başkanı Bülent Berkarda, Demokratik İlkeler Derneği Başkanı Engin Yurddaş, Eymen Sezerman ve 68’liler Vakfı Başkanı Haşmet Atahan için yapılan şikayetler üzerine inceleme başlatmış. Valilik oluruyla gerçekleştirilen denetim sonucunda ÇYDD için suç duyurusunda bulunulmuş. İşte geçtiğimiz hafta Milliyet gazetesinde, “komplo” olarak değerlendirilen ancak içeriği es geçilen rapor. Ve aşağıda okuyacağınız bütün iddialar valilik oluruyla hazırlanan raporda belirtiliyor. STK yasal değil mi? Dernekler Kanunu’nda derneklerin diğer derneklerle hangi şartlarda biraraya geleceği düzenlenmiş. Ancak STK’ya üye olan ÇYDD, bu kanunlarda öngörülen düzenlemeleri yerine getirmemiş. Raporda bu ilişkinin yasal olmadığı şöyle belirtiliyor; “Dernekler Kanunu’nun 37. maddesinde, ‘Dernekler tüzüklerinde gösterilen amaç ve bu amacı gerçekleştirmek üzere sürdürüleceği belirtilen çalışma konuları ve biçimleri dışında faaliyette bulunamazlar’ hükmünün kendilerine bildirilmesine rağmen STKB ile işbirliğine devam etmişlerdir.” Gayrimenkullerin akıbeti meçhul Dernekler Kanunu’nun 64. maddesi, satın alınan veya bağış ve vasiyet yoluyla derneklere intikal eden taşınmaz malların, tapuya tescilinden itibaren üç ay içinde İçişleri Bakanlığı’na bildirilmesi zorunludur diyor. İşte ÇYDD bunu da yapmamış ve dernek kullanımında bulunan sekiz gayrimenkulün sadece üçü için bu işlem gerçekleştirilmiş. Beş gayrimenkul hakkında bildirim yapılmadığı için, gayrimenkullerin ihtiyaç fazlası olup olmadığı bilinmiyor. Yurt dışından izinsiz gelen paralar Raporda, derneğin yurt içinde açtırmış olduğu banka hesap numaralarına, yurt dışından da yüklü miktarlarda yardım yapıldığı, ancak sözkonusu bağışların İçişleri Bakanlığı’nın izni olmadan gerçekleştirilerek, Dernekler Kanunu’nun 60. maddesinin ihlal edildiği belirtiliyor. İlginç olan, ÇYDD yıllardır Anadolu’da kurulan holdinglerin yurt dışından izinsiz para getirdiklerini söylüyordu. Rapordaki iddiaların doğru olmama ihtimali elbette var. Ama Anadolu holdinglerine, ortada böyle resmî bir belge olmadan, aynı suçlamalar fazlasıyla yapıldı. Avrupa ÇYDD Bu da kaderin bir cilvesi olsa gerek. ÇYDD, yıllardır Avrupa’da yaşayan Türklerin kurdukları dernek ve örgütlere mesafeli yaklaşmayı tercih etmiş, bu kurumları, yurt içinde bazı örgütlerin uzantıları gibi değerlendirmişti. Rapordan öğreniyoruz ki, Türkiye’deki ÇYDD örnek alınarak Avrupa’da da benzeri bir örgütlenme yoluna gidilmiş. İki dernek arasında ilişki kurulabilmesi için Dışışleri Bakanlığı’nın görüşü, İçişleri Bakanlığı’nın önerisi üzerine Bakanlar Kurulu’nun izin vermesi gerekiyor. Ve sıkı durun, yapılan suçlama iki dernek arasındaki ilişkiden devletin resmi yetkililerinin bilgisinin olmadığı şeklinde. Alman ÇYDD, Türkiye’deki ÇYDD ile işbirliği içerisinde olduklarını söylüyor ama, bunun için alınmış bir izin belgesi yok. Makbuzlar ve demirbaşlar kayıp Üye aidatları düzenli tutulmamış. Toplanan paralar üye aidat defterine düzenli olarak işlenmediği için, aidatların aylık mı, yoksa yıllık mı toplandığı belli değil. Dernek adına alınan demirbaşlarda da sorunlar tesbit edilmiş. Mesela, derneğin Körfez Şubesi tarafından kullanılan Mercedes otomobil hiçbir kayıtta gözükmüyor. Usulsüz makbuzlar kullanılmış, bir çok makbuz hatalı basım olduğu gerekçesiyle iptal edilmiş. Bağışta bulunanların açık kimlikleri düzenli olarak yazılmamış, asıl koçanı olmayan makbuzlar iptal edilmiş. Ayrıca, yönetim kurulu kararınca çeşitli şahıslara sosyal yardım adı altında yapılan ödemelere ilişkin harcama belgeleri, tek tek gösterilmesi gerekirken, gider defterlerine toplu kayıt edilmiş. Üç milyarlık market ve çiçek parası Raporda, dernek tüzüğünde olmadığı halde amaç dışı olarak 1999 ve 2000 yılı içerisinde, market ve çiçek parası olarak 2.902.651.250 lira usulsüz harcama yapıldığı belirtiliyor. Yine her ay öğrencilere burs verilmesine rağmen, burslarla ilgili yönetim kurulunda alınan kararlarla yapılan ödemelerin birbirini tutmadığı tesbit edilmiş. Deprem paraları repoya gitmiş Dernek, depremden sonra bölgenin imarına katkıda bulunmak amacıyla kampanya başlatarak para toplamış. Şartlı toplanan paralarla, yine genel kurul kararı olmadan, hisse senedi, tahvil ve bono alınmış. Yine Marmara Depremi için toplanan yardımların 60 milyar lirası Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da amaç dışında kullanılmış. Kiliselerle işbirliği İsmi bizde saklı bir vatandaşın yaptığı bir ihbar ÇYDD’yi oldukça zor durumda bırakacak gibi. Bu vatandaşın İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne yazdığı şikayet dilekçesine göre, Dünya Kiliseler Birliği, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği aracılığıyla, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesindeki yoksul, nitelikli, kimsesiz ve zeki kız öğrencileri seçip burs vererek, Hristiyan dünyasına hizmet edecek bir kadro oluşturup, Hristiyan annesi Reiman Hanım’ın vasiyetini yerine getirmek istiyor. Çağdaş bölücülük! ÇYDD’nin, Turkcell ile imzaladığı ve Doğu ve Güneydoğu’da 5 bin kız öğrenciye burs verdiği kampanya, derneği bölücü konumuna getirmiş. Bir öğrencinin, bu kampayadan yararlanabilmesi için kız olması, Doğu ve Güneydoğu illerinin birinde yaşaması, ailesinin doğum kontrol metodlarından herhangi biri ile korunması ve imam hatip liseli olmaması gerekiyor. Bu şartlar da, ÇYDD’yi Dernekler Kanunu’nun 5. maddesinin 5. fıkrasında belirtilen “bölge, ırk, sosyal sınıf, din ve mezhep esasına veya adına dayanarak faaliyette bulunan bir dernek” konumuna sokuyor. İlgili kanunlara göre yöneticiler mahkemede altı aydan az olmamak üzere hapis cezası istemiyle yargılanabilecek. “İddialar saçma sapan” Bu kadar iddia var ve ÇYDD bunlara ne diyor? Bunun için de Dernek başkanı Prof. Dr. Türkan Saylan’ı aradık. Bize bütün gazetelere ve Anadolu Ajansı’na gerekli açıklamalarını yaptıkların söyledi. Bu raporu yayınlıyoruz, söylemek istediğiniz ekstra ne var sorumuzu ise şöyle cevapladı; “Saçma sapan ve uydurma iddialar.” Peki bu kadar sözün anlamı ne? Demokrasinin, ne olursa olsun işlediği bir sistemde belki de yukarıda saydıklarımızın pek çoğunda ciddi bir suç unsuru olmayacaktı. Ama ÇYDD’nin bugüne kadar olmazsa olmazları arasında yer alan değerlerine göre, dernek yöneticileri hapis cezaları gerektirecek suçlar işlemiş. Şimdi karar, yüce Türk adaletinde. İtham etmiyor, suçlamıyoruz.... Sadece küçücük bir hatırlatma. ÇYDD geçtiğimiz günlerde Merkez Bankası eski Başkanı Gazi Erçel’in parasını, ‘ÇYDD böyle bir parayı kabul edemez’ gerekçesiyle reddetmişti. -------------------------------------------------------------------------------------- ‘Baş açık namaz kılan grup, MİT’in de misyonerlikle suçladığı SEV’le bağlantılı’ Misyonerlerle ilgili çalışmaları ile tanınan ve yaptığı araştırmalar Milli İstihbarat Teşkilatı’nın (MİT) yayınladığı rapor ile doğrulanan gazeteci Adnan Odabaş, Çamlıca Subaşı Camii’nde kıldıkları baş açık namazla gündeme gelen grubun ‘misyoner’ olduğunu iddia etti. Aynı grubun daha önce Beyoğlu’nda bir camiye gittiğini kaydeden Odabaş, “2 yıl gibi bir süredir Subaşı Camii’ne geliyorlar. İçlerinden bir kısmı Sağlık Eğitim Vakfı’na (SEV) bağlı Amerikan Board okullarından mezun. Bunların amacı İslamiyet’i sulandırmak.” iddiasında bulundu. İstanbul Çamlıca’daki Subaşı Camii’nde, kadınların başı açık olarak, erkeklerle aynı safta namaz kılması ilginç tartışmalara yol açtı. Üsküdar Gazetesi sahibi Adnan Odabaş, cami cemaatinin huzurunu bozan gruptaki isimlerin büyük kısmının Amerikan Board okullarından mezun olduğunu öne sürdü. Dün Milliyet gazetesinde de yer alan haberde, baş açık olarak namaz kılan kadınların Üsküdar Amerikan Koleji’nden sınıf arkadaşları oldukları ifade edildi. Üsküdar Amerikan Koleji, misyonerlik yapmakla suçlanan Sağlık Eğitim Vakfı’na bağlı olarak faaliyet gösteriyor. SEV’in Hıristiyanlık propagandası yaptığını yazması sebebiyle mahkemelik olan, ancak kendisini doğrulayan MİT belgesiyle kurtulan gazeteci Adnan Odabaş, Subaşı Camii’ndeki namazı da bu kuruluşla ilişkilendirdi. Odabaş, “Bu kişilerin büyük bir kısmı Amerikan Board üyesi ve Üsküdar Amerikan Koleji’nden mezun. Bu okullar da SEV’e bağlı. Bunlar belli merkezlerden yönetiliyor. Farklı hareketlerde bulunarak kafa karıştırmaya çalışıyorlar.” dedi. Odabaş, bu tür faaliyetlerin önümüzdeki dönemlerde İstanbul dışındaki illerde de ortaya çıkacağını savundu. Sağlık Eğitim Vakfı’nın misyonerlik faaliyetlerinde bulunduğunu gazetesinde yayınlayan Odabaş, söz konusu haber yüzünden SEV ile mahkemelik oldu. Üsküdar 4. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde görülen davada Odabaş’ı, Milli İstihbarat Teşkilatı’nın (MİT) hazırladığı rapor haklı çıkarmıştı. Gazetenin iddialarını doğrulayan MİT, 2 Mayıs 2005’te mahkemeye gönderdiği cevapta, Amerikan Board’ın Kitab-ı Mukaddes (Bible House) şirketi aracılığıyla Protestanlığın yayılması için uğraş verdiğini bildirdi. Yazıda Üsküdar Amerikan Lisesi, Üsküdar SEV İlköğretim Okulu, İzmir Amerikan Lisesi, İzmir SEV İlköğretim Okulu, Tarsus Amerikan Lisesi, Tarsus SEV İlköğretim Okulu ve Gaziantep Amerikan Hastanesi’nin Amerikan Board’la bağlantılı çalıştığı aktarıldı. Aksiyon dergisinde de 5 Temmuz 2004’te yayınlanan bir haberde, MİT İstihbarat Başkanı Cemal Uzgören imzasıyla 24 Nisan 2001 tarihinde Başbakanlık’a gönderilen yazıda, Dünya Kiliseler Birliği’nin ülkemizdeki temsilcisi durumundaki Amerikan Board Heyeti’nin, bu faaliyetini SEV eliyle yürüttüğü belirtilmişti. Yazıya göre, SEV’in başında ise Çağdaş Eğitim Vakfı (ÇEV) Başkanı Gülseven Yaşer’in kocası Yaşar Yaşer bulunuyor. --------------------------------------------------------------------------- Eğitimciler: ÇEV’in adı çağdaş, uygulaması çağdışı Çağdaş Eğitim Vakfı'nın (ÇEV) burs vereceği öğrencileri fişleyerek ayrımcılık yapmasına eğitimciler sert tepki gösterdi. Eğitimciler Birliği Sendikası (Eğitim-Bir-Sen) Genel Başkanı Ahmet Gündoğdu, vakfın bu çağdışı uygulamayla toplum mühendisliğini çok daha erken yaşlara çektiğini belirtti. Türk Eğitim-Sen İstanbul Bölge Başkanı Hanefi Bostan, “İsmi ‘Çağdaş' kelimesiyle başlayan bir vakfa yakışmayan bir yöntem.” değerlendirmesinde bulundu. Mülakata katılan imam hatip lisesi mezunu B.M. adlı bir öğrenci ise kendisiyle alay edildiğini açıkladı. İstanbul Üniversitesi'nde öğrenimini sürdüren B.M., mülakatta kendisine, “Gömücü geldi, bizi gömmeye mi geldin?” denildiğini söyledi. Bu arada Ağrı'da uzun süredir çeşitli vakıf ve derneklerden burs alan öğrencilere, paraların ‘aileleri mutaassıp olduğu' gerekçesiyle bir yıldır verilmediği belirtildi. Çağdaş Eğitim Vakfı'nın burs için müracaat eden öğrencileri, “Alevi, Kürt, dinci, tarikatçı” şeklinde fişlediği Vakıflar Genel Müdürlüğü müfettişlerince tespit edilmişti. ÇEV yetkililerinin burs için başvuran İHL'li öğrencilerle alay ettiği ve onları aşağıladığı da ortaya çıktı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ni kazanan öğrencilerden B.M. burs için başvurduğunda yaşadıklarını anlattı. ÇEV'in üniversitede bulunan bir temsilcisi, B.M.’yi İstanbul Üniversitesi'nin okutmanlarına ait bir odada mülakata aldı. Devletin açtığı ve Milli Eğitim Bakanlığı'nın müfredatına tabi imam hatip liselerinden mezun B.M. görüşme odasına genel liseden mezun bir arkadaşı ile girdi. Arkadaşından sonra yetkililer ona, önce hangi liseden mezun olduğunu sordu. B.M, “İmam hatip lisesi” cevabını verince, mülakat yapan vakıf yetkilileri, “Gömücü geldi. Bizi gömmeye mi geldin? Hadi bizi göm.” diye alay etmeye başladı. B.M.'ye burs verilmedi. Türkiye’de benzer hadiselerin yaşandığı ortaya çıktı. Edinilen bilgiye göre Ağrı’da görev yapan bir okul yöneticisi, ihtiyaç sahibi öğrencileri tespit ederek, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ve ÇEV’in de bulunduğu bazı derneklerden burs sağlıyordu. Ancak öğrencilerin bursları son bir yıldır verilmedi. Okul yöneticisi, konuyu araştırdığında, bursların ‘aileleri mutaassıp’ diye kesildiğini tespit etti. Ağrı’daki büyük şirketlerden biri de bahis mevzuu derneklerin yönlendirmesi ile bursları kesti. Eğitim-Bir-Sen Genel Başkanı Ahmet Gündoğdu, ‘toplum mühendisleri’nin kamu çalışanlarına yönelik ‘fişleme’ uygulamasının öğrencilere indirildiğini kaydetti. “Çok gülünç bir durum” nitelemesini yapan Gündoğdu, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı’nın burslarında “TC vatandaşı, fakirlik” gibi temel kriterlerin yerine, “Alevi, Kürt, gerici görünüyor” kriterlerinin kullanılmasının çağdışılık olduğunu kaydetti. Türk Eğitim-Sen İstanbul Bölge Başkanı Yard. Doç. Dr. Hanefi Bostan, ÇEV’in bu ayrımcı yaklaşımının üniversitelerde kamplaşmalara neden olacağına dikkat çekti. İsmi ‘Çağdaş’ olan bir vakıftaki bu uygulamaların tasvip edilemeyeceğini ifade eden Bostan, “Burs veren kurumların bu tür ayrım yapması büyük bir tehlike taşır. Başvuran ihtiyaç sahiplerine verilmesi gerekir. Üniversiteleri ve Türkiye’yi sıkıntıya sokar.” dedi. Avukat Mustafa Ercan, burs verilirken fakirlik ve ihtiyaç sahibi yerine ÇEV’in başka hususları gözetmesinin, Anayasa’nın 24. ve 25 maddelerine aykırı olduğuna dikkat çekti. Bilindiği gibi 1997 ile 2000 yılları arasında, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı’nın (SYDV) eğitim yardımları Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Cem Vakfı, Rotary Kulüpleri ve ÇEV’e devredilmişti. İstanbul Valiliği’nden alınan bilgiye göre SYDV’nin şu an için böyle bir uygulaması yok. SYDV’nin eğitim yardımları bizzat öğrenciler adına hesap açılarak veriliyor. Öğrenci bankamatik kartıyla parasını ATM’lerden çekebiliyor. Fakat, çeşitli derneklere eğitim yardımlarının tahsisinin, bahis konusu derneklerin müracaatı ve vakıf mütevelli heyetinin kararı ile gerçekleşebileceği kaydedildi. ZAMAN Gazetesinden..
-
ÇYDD , ADD , SEV ve ÇEV (MİT raporlarıyla)
‘ÇYDD, bölücü hareketleri güçlendiriyor’ Asuman Özdemir, bir sivil toplum gönüllüsü. Banka emeklisi Özdemir, uzun bir süre Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Üsküdar Şubesi başkan yardımcılığı yaptı. ADD adına Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin (ÇYDD) projelerinde aktif çalışmalarda bulundu. ÇYDD üyesi olan Özdemir, derneğin tespit ettiği öğrencilere burs da veriyordu. Özdemir, geçtiğimiz günlerde ÇYDD’den istifa etti. Özdemir ‘ÇYDD’nin bölücü terör örgütü PKK’ya destek mahiyetindeki çalışmaları’ yüzünden istifa ettiğini söylüyor. Özdemir, yıllarca samimi duygularla çalıştığı ÇYDD’nin PKK’nın siyasallaşmasına katkı sağladığını düşünüyor. Ona göre Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan “Kardelenler Projesi” adı altında İstanbul’a getirilen kız öğrenciler, Demokratik Toplum Partisi’nin (DTP) kadro açığını karşılıyor. Yine Özdemir’e göre ÇYDD’nin Kandilli Kız Lisesi gibi yerlerde okuttuğu kızlardan bazılarının akrabaları hâlâ dağlarda Türk askerine kurşun sıkıyor. Asuman Özdemir, Dünya Türkleri ve Akraba Toplulukları Hizmet Derneği’nin muhasip üyesi olarak görev yapıyor. Ufuk Ötesi gazetesinde yazılar kaleme alan Özdemir, emekli olduktan sonra topluma faydalı olmak için önce ADD’de sonra da ÇYDD içinde çalışmaya başlamış. Zamanla samimi duygular içinde aktivitelerine katıldığı ÇYDD’nin projeleri hakkında zihninde soru işaretleri oluşmaya başladığını kaydeden Özdemir, o günleri şöyle anlatıyor: “ÇYDD, İstanbul’a sadece Güney ve Doğu Anadolu’dan kız öğrenci getirip okutuyordu. Neden Edirne ve Muğla gibi diğer illerden kız öğrenci getirmediğimizi yönetime soruyorduk. Çünkü oralarda daha zor şartlarda okuyamayan kızlarımız vardı. Ama sorularımıza yanıt alamıyorduk. Zamanla ÇYDD içinde bazı şeyler açıktan açığa konuşulmaya başlandı. İstanbul’a getirilen öğrenciler içinde yakınları dağlarda terörist olanlar olduğu konuşuluyordu. Bütün bunlar beni rahatsız etmeye başladı. Burs verdiğimiz öğrencileri niçin sıkı bir elemeden geçirmiyorduk?” Benzer soruları ÇYDD Genel Başkanı Prof. Dr. Türkan Saylan’a ilettiklerini; ancak ya yanıt alamadıklarını ya da kendilerine, “Onları burada eğiteceğiz.” denildiğini anlatan Özdemir, ileri sürülen gerekçeleri gerçekçi bulmuyor. Hatırlanacağı gibi ÇYDD son birkaç yıldır “Çağdaş Türkiye’nin Çağdaş Kızları-Kardelenler Projesi” kapsamında Doğu ve Güneydoğu’daki kız öğrencilere eğitim desteği veriyordu. Bazı öğrenciler, İstanbul’a getirilerek Kandilli Kız Lisesi gibi okullarda her türlü maddi ihtiyaçları karşılanarak okutuluyordu. Özdemir, İstanbul’a getirilen kız öğrencilerin çok şımartıldığını ve bu yüzden okul arkadaşları ile aralarında kavgalar yaşandığını da belirtiyor. ÇYDD’nin bu projesinin başarısızlıkla sonuçlandığını hatta Güneydoğu’da bölücü hareketlerin güçlenmesine yol açtığını ileri süren Özdemir, “Bu projeyi şöyle tarif edebiliriz. Güneydoğu’da saksıdaki çiçeği söküp İstanbul’a getiriyoruz. Ama burada toprağa ekmiyoruz. Pamuğa koyup her gün su veriyoruz. Sonra çiçeği mezun olduktan sonra ait olduğu saksısına koyuyoruz. Başlanılan yere dönülüyor. Devleti onlara sevdiremiyoruz.” diyor. Özdemir, kopuş sürecinde Saylan’ın, yardımcılığına, tartışmalara yol açan Azınlık Raporu’nu hazırlayan Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu Başkanı Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu’nu getirmesinin ise bardağı taşıran son damla olduğunu kaydediyor. Kızlar Kürtçü oldu ÇYDD’nin İstanbul’a getirerek okuttuğu öğrencilerin mezun olduktan sonra gittikleri yerlerde bölücü hareketlere destek olduğu görüşünü ileri süren Özdemir, şöyle konuştu: “Bugün DTP binalarında erkek üyeden çok genç kızlar var. Orada bilgisayar başında genç kızları görürsünüz. Nereden öğrendiler bunları? Son birkaç yıldır bölücü örgütün Güneydoğu’da düzenlediği eylemlere iyi bakın. Kadınlar, özellikle genç kızların ön sıralarda olduğunu görürsünüz. Hakkari gibi illerde, İstanbul’da okumuş kızlara daha büyük değer verilir. ÇYDD’nin yetiştirdiği kızlar İstanbul’daki okullarından mezun olunca orada kendi talebelerini yetiştirmeye başladı. Bu nedenle ÇYDD’nin yetiştirdiği kızlar Güneydoğu’da Kürtçülüğün, PKK’nın daha çok sivilleşmesine hizmet eder hale geldi.” Bu nasıl Atatürkçülük? Asuman Özdemir, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin Doğu’da hiç kadın okutulmadığı izlenimi vermeye gayret eden KADER ile ortak çalışmalar yaptığını da hatırlatıyor. Özdemir: “ÇYDD de KADER’in bu çalışmalarına destek veriyor. İyi de burada atlanılan bir ayrıntı vardı. KADER’in çalıştığı ya da diğer bir deyişle koruyup kolladığı aileler çoğunlukla terörist ailelerdi. Her zaman eylemlerde başrolde gördüklerimizdi. Bunun en güzel örneğini geçen yıl Avrupa Konseyi Nobel Barış Ödülü projesine destek verince Türkiye’den gösterilen adaylarda gördük. Başta KADER olmak üzere kadın derneklerinin desteği ile dört kadın aday belirlediler. Leyla Zana, Ayşe Düzkan, Müyesser Güneş ve Pervin Buldan... Bunların kim olduğunu anlatmama gerek yok. Hepsini biliyorsunuz. Bu nasıl Atatürkçülük?”diye konuşuyor. ZAMAN Gazetesinden.. -------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- MİT'İN MİSYONERLİK RAPORUNDAKİ ŞOK İSİMLER Milli İstihbarat Teşkilatı’nın Türkiye’deki misyonerlik faaliyetlerini anlattığı yazıda, Profesör Türkan Saylan’ın da adı geçiyor. Yazıya göre, Türkiye’deki bazı Amerikan okullarının kurucusu olan Amerikan Bord Heyeti, bu faaliyetini SEV vakfı eliyle yürütüyor. “Kuruluşumuzdan beri Atatürk ilke ve devrimlerini korumayı ve çağdaş eğitim yoluyla çağdaş insana ve topluma ulaşabilme ilkesini kendimize misyon belirledik. Amblemimizde Mustafa Kemal Atatürk’ün yüzünün arkasında bir genç kızın ve bir genç erkeğin hatları vardır. Ve bir yanında bütün toplumun bir ok ucuyla ileriye gidişi simgelenir.” Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı Profesör Türkan Saylan, başında bulunduğu derneği, “Güneş Umuttan Şimdi Doğar” kitabında işte bu sözlerle anlatıyor. Ama, Milli İstihbarat Teşkilatı’nın bir süre önce Başbakanlığa sunduğu ve Türkiye’deki misyonerlik faaliyetlerini anlatan bir raporda, Türkan Saylan’ın ismi ve başında bulunduğu dernek de yer alıyor. Ülkemizde bir süredir misyonerlik faaliyetlerinin yoğunlaştığı tartışılıyordu. Geçtiğimiz ay, başında Sinan Aygün’ün bulunduğu Ankara Ticaret Odası bir “misyonerlik raporu” yayımladı. Rapora göre, görünüşte Hıristiyanlığı yayma amaçlı görülen misyonerlik faaliyetiyle, Türkiye’de etnik ayrımcılık ve dini ayrımcılık körüklenmekteydi. Rapor, “Asıl hedef devletin üniter yapısıdır” demekteydi. Misyonerlik faaliyetlerinin Ankara’da yolaçtığı rahatsızlık, yakın zamana kadar Başbakanlık Müsteşarı olarak görev yapmış olan Ahmet Şağar’ın bu konudaki demeçleriyle sürdü, misyonerlik yapan yabancı kuruluşlar hakkında yayınlar yapıldı. Ancak Aksiyon’un ele geçirdiği bir belge, halen sürmekte olan misyonerlik tartışmasına yepyeni bir boyut getiriyor. Milli İstihbarat Teşkilatı İstihbarat Başkanı Cemal Uzgören imzasıyla 24 Nisan 2001 tarihinde Başbakanlığa gönderilen iki sayfalık yazıda, sürpriz isimler yer alıyor. MİT’in yazısına göre, Hıristiyanlığın bir kolu olan Protestanlığın Türkiye’de yayılması için faaliyet gösteren Dünya Kiliseler Birliği’nin ülkemizdeki temsilcisi durumundaki Amerikan Bord Heyeti, bu faaliyetini Sağlık ve Eğitim Vakfı eliyle yürütüyor. Yazıda Amerikan Bord adına Türkiye’de faaliyet yaptığı belirtilen Sağlık ve Eğitim Vakfı’nın mütevelli heyetinin başında ise Gülseven Yaşer’in kocası Yaşar Yaşer bulunuyor. Yazıda, doğrudan Amerikan Bord ile bir ilişkisi olup olmadığı belirtilmemekle birlikte Profesör Türkan Saylan’a ve onun başında bulunduğu Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ne de genişçe yer veriliyor. [/b]MİT’in yazısında Profesör Türkan Saylan’ın annesi Lili Mina Raiman’ın aslen Hıristiyan olduğu, 1936’da Leyla ismini aldığı belirtiliyor. İşte büyük tartışmalara yol açacak olan MİT’in iki sayfalık raporu:[/b] “Dünya Kiliseler Birliği temsilcisi olarak 1830’lu yıllardan beri ülkemizde faaliyet gösteren Amerikan Bord Heyeti’nin, Protestan mezhebini benimseyen bir kuruluş olduğu, din eğitimi ve sağlık hizmetleri konularında faaliyet gösterdiği, bünyesindeki Protestan kilisesi ve Kitab—ı Mukaddes (Bible House) şirketi aracılığıyla Protestanlığın yayılması için uğraş verdiği öğrenilmiştir. Üsküdar Amerikan Lisesi, Üsküdar SEV İlköğretim Okulu, İzmir Amerikan Lisesi, İzmir SEV İlkoğretim Okulu, Tarsus Amerikan Lisesi, Tarsus SEV İlköğretim Okulu, Gaziantep Amerikan Hastanesi ile bağlantısı bulunan Amerikan Bord Heyeti’nin sağladığı eğitim hizmetlerinden dolayı Milli Eğitim Bakanlığı’na, sağlık hizmetlerinden dolayı Sağlık Bakanlığı’na, dini çalışmalarından dolayı ise Diyanet İşleri Başkanlığı’na karşı sorumlu olduğu tespit edilmiştir. Ayrıca faaliyetlerini yabancı müessese sıfatıyla yürüten ve son yıllarda yeni mülk edinmeyen Amerikan Bord Heyeti’nin tasarrufu altındaki mülklerini de Sağlık ve Eğitim Vakfı’na (SEV) devrettiği ve halihazırda faaliyetlerini SEV aracılığıyla yürüttüğü intikal eden bilgilerdendir. Öte yandan Amerikan Bord Heyeti’ne bağlı olarak faaliyet gösteren Kitab—ı Mukaddes şirketinin yöneticisi olan Süryani Asıllı Emanuel Bağdaş’ın, Türkiye Ermenileri Patriği Metrof Mutafyan ile Fener Rum Patriği Bartholomeos Arhondonis’in Haziran 2000 ayı içinde yaptıkları görüşmede vardıkları mutabakat gereği, 17 Ağustos 1999 yılı Marmara depremi ardından ortaya çıkan Kiliseler arası deprem yardım komisyonu başkanlığı yaptığı öğrenilmiştir. Amerikan Bord heyeti ile aynı adreste faaliyet gösteren Sağlık Eğitim Vakfı’nın ise ülkemizde sağlık, eğitim, kültür kurum ve kuruluşlarına yardım amacıyla 1968 yılında kurulduğu, vakfın üye sayısının yaklaşık 12 bini bulduğu, üyelerinin Amerikan Bord heyeti ve SEV’e bağlı okullardan mezun olan şahıslardan oluştuğu, 1999 yılı itibariyle 15 trilyon TL’yi bulan malvarlığına sahip olduğu yönünde duyumlar alınmıştır. Başkanlığını Gülseven Yaşer’in yaptığı Çağdaş Eğitim Vakfı (ÇEV) ile Amerikan Bord Heyeti ve SEV koordinasyon içerisinde olup, ÇEV deprem bölgesinde eğitim ve öğretim evi projesi hazırlayarak Amerikan Bord’dan yardım talebinde bulunmuştur. ÇEV, ayrıca üç bine yakın öğrenciye burs vermektedir. Başkanlığını Profesör Türkan Saylan’ın yaptığı Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği hakkında, Atatürk İlke ve İnkılaplarını kalkan olarak kullanıp, bir çok kişi ve kuruluştan yardım adı altında para topladığı, ilgili bakanlıklardan izin almaksızın yurtdışından yardım aldığı, hiç bir yasal dayanağı olmadan kamuoyuna kendisini sivil toplum kuruluşları birliği olarak tanıtan çeşitli dernek ve vakıflarla işbirliği içerisinde oldukları yönünde yapılan ihbarlar sonucu denetime tabi tutulmuş ve Dernekler Kanunu 62 ve 85/2 maddesine muhalefetten 5 Şubat 2001 tarihinde Maltepe Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusu yapılmıştır. Profesör Türkan Saylan hakkında yapılan incelemede annesinin Raber Ragman ve Mina Verlig kızı, 1324 (1908) Bermingen İngiltere doğumlu ve Katolik Hıristiyan olduğu, Lili Mina Raiman ismini taşımakta iken 1936 yılında Leyla ismini aldığı hususları tespit edilmiştir. Merkezi İsviçre Cenevre’de bulunan Dünya Kiliseler Birliği’nin kurulması ilk defa Birinci Dünya Savaşı sonrasında 1920 yılında Fener Rum Patrikhanesi tarafından gündeme getirilmiş ve 22 Ağustos 1948 tarihinde Katolik kiliseleri haricinde 44 ülkeden 147 kilisenin katılımıyla kurulmuştur. MİT’in yazısı hakkında görüşlerine başvurduğumuz Profesör Türkan Saylan, “Bahsedilen olay adaletin önünde bir konu. Bir görüş vermiyorum. İleride kitaplarımda bu konuyu anlatacağım” diyor. MİT’in yazısında Saylan’ın annesi için sadece ismini “Leyla” olarak değiştirdiği yer alırken, Saylan hayatını anlattığı “Güneş Umuttan Şimdi Doğar” kitabında annesinin Müslüman olduğunu şöyle anlatıyor: “Annem bana hamile kalınca Müslüman oluyor. İngilizcesinden Kur’an’ı okuyor. İyi bir Türk gelini olabilmenin tüm koşullarını yaratmaya çalışıyor. Örneğin oruç tutardı. Biz hiçbirimiz evde oruç tutmazken o tutardı.” Sağlık Eğitim Vakfı’nın görevlilerinden Belkıs Aktürk ise Aksiyon’a şu açıklamayı gönderdi: “Amerikan Bord Heyeti, Türkiye’de malvarlığını dinî kökenli olmayan, mezunları tarafından kurulmuş laik bir vakıf olan Sağlık ve Eğitim Vakfı(SEV)’na devretmiştir. Bu, dünyadaki ilk ve tek örnektir. Dolayısıyla Sağlık ve Eğitim Vakfı’nın Amerikan Bord Heyeti ve bağlı olduğu merkezle olan bağı eğitim ve sağlık hizmetleri ile sınırlıdır. Cumhuriyet öncesi dönemde anaokulundan üniversite düzeyine ve meslek okullarına kadar pek çok eğitim kurumunun yanı sıra çeşitli yetimhaneleri, hastaneleri ve yayınevi de bulunan Amerikan Bord Heyeti cumhuriyetin kurulmasından sonra da Türk halkına kaliteli eğitim ve sağlık hizmeti götürmeyi amaçlamıştır. Milli Eğitim Bakanlığı’nın müfredatına uygun bir program takip eden okullarımızın temel amacı Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı gençler yetiştirmektir. (Aksiyon dergisinden)
-
DEVİR DEVİR CUMHURİYET GAZETESİ VE ONA BİÇİLEN ROL
Cuntacıların Akıl Hocalığını 'Gizli Yahudi'-Sabetay 'İlhan Selçuk' Yapıyor Milliyetçi Hareketin siyasi yükselişini hazmedemeyen ve demokratik yollardan iktidara yaklaşmasından rahatsız olan azınlık çevreleri, bugünlerde bu yükselişin önünü kesmeye ve bir yolunu bulup demokrasinin işleyişine ara vermeye çalışıyorlar. Türk Milleti nezdinde saygınlığını ve güvenirliğini yitiren bu çevreler, hegemonyalarını kaybetmemek için korkular içinde çırpınırken oldukça komik durumlara da düşüyorlar. Kısa bir süre önce, ‘cuntacılığı’ meslektaşları dahil herkes tarafından alenen bilinen ve Türk solunun önde gelenleri arasında olduğu zannedilen İlhan SELÇUK “efendi”, “sol”un kurtuluşunun Süleyman DEMİREL’in elinde olduğunu açıklayarak Türk Milleti’ni bolca güldürdü. Büyük Türk Milleti’nin ne kadar saygı duyduğu malum(!) olan Süleyman DEMİREL’i Türk siyasetine yeni bir adres olarak gösterme komikliğinin altında ne yattığını çok iyi BİLİYORUZ ve ŞİMDİLİK SUSUYORUZ. Daha sonra ise, kendisinin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet SEZER’in ‘dert ve sır ortağı’ olduğunu açıklayan ‘cuntacı’ İlhan SELÇUK, çekinmeden Cumhurbaşkanı adına konuşarak, ‘hiç utanmadan, anayasanın kılıfına uydurularak Türkiye’de demokrasinin kesintiye uğratılması gerektiğinden’ bahsetmeye başladı ve ‘Cumhurbaşkanını demokrasiyi askıya almaya davet etti.’ ‘İddianame’ krizi kamuoyuna ilk yansıtıldığında, İlhan SELÇUK, ‘BÜYÜKANIT’a nasıl konuşması gerektiği hususunda akıl vermiş ve yapacağı konuşmayı şu şekilde tarif etmişti’: "Ben bu sebeple yargılanmaktan onur duyarım. Mahkemeye çıkar, avukatlığımı da bizzat kendim yaparım. Bu benim için bir gururdur. Bugüne kadar dağlarda çarpıştık. Mahkeme kürsüsünde de fikirlerimizi söyleriz" Hatırlanacağı üzere bu açıklama kriz başlangıcı olan 6 Mart tarihinde, sadece Cumhuriyet ve Hürriyet gazetelerinde manşet yapıldı. İlhan SELÇUK’tan aldığı akıl üzerine BÜYÜKANIT’ın sarfettiği bu sözler, psikolojik harekatın gereği olarak basına yansıtılırken, bir gün önce Genelkurmay Başkanlığı’nda yapılan durum değerlendirmesinin sonucu ortaya çıkmış sözler gibi gösterilmişti. BÜYÜKANIT gibi 40 yıldır ve BÜYÜKANIT kadar samimi milliyetçi olan (!?) Cumhuriyet gazetesi yazarı İlhan SELÇUK, bu sıralar, yapılacak psikolojik harekat operasyonları için BÜYÜKANIT’a sadece akıl vermekle kalmıyor; aynı zamanda görüldüğü şekilde, darbe zemini oluşturmak için birtakım karanlık dolaplar da çeviriyor! Bu vesileyle ve ‘Türk kanı taşımadığı için Erkan-ı Devlet’e sır ortağı olamayacağını göstermek amacıyla’, başta Cumhurbaşkanı olmak üzere Aziz Türk Milleti’ne, sabetaycı / ‘gizli yahudi’ olan İlhan SELÇUK’un gizlediği gerçek kimliğini açıklıyoruz: Babası Mehmet Kasım SELÇUK bir ‘gizli yahudi’ yani ‘sabetaydır’. (TC Kimlik Numarası: 39292926484), Eşi Handan GÖR’ün babası ve annesi, ‘kayıtlı birer yahudidir.’ Kayınbaba Hamdi Namık GÖR (TC Kimlik Numarası: 52552159026) ile kayınvalide Şivekar GÖR (TC Kimlik Numarası: 52549159190)’ün dinleri (dolayısıyla ırkları) nüfusta yahudi olarak kayıtlıdır. Sabetaylarda, sabetay / yahudi olmayan kadınla evlenmek büyük günahlar arasında sayılmaktadır ve lanetlenme sebebidir. Çünkü anaerkil olan yahudilerde, soyun, kadınlar üzerinden devam ettiğine inanılır. Bu sebeple evlenilecek eşler, mutlaka sabetay asıllı olanlar arasından seçilir. İlhan Selçuk’un ailesinde de bu kurala hassasiyetle riayet edilmiş ve aileye alınan diğer gelinler de sabetaylardan seçilmiştir. Yengesi Sema KÖYMEN’in akrabası olan Öykü KÖYMEN gibi, akrabalarının pek çoğu sabetaylara ait olan Şişli Terakki Vakfı Özel Şişli Terakki Lisesi mezunudurlar. Bir diğer yengesi olan Ruhan SELÇUK’un ninesinin isminin Yuhna ve yeğenlerinin isimlerinin Samuel ve Benjamin (GÜMÜŞSOY) olması, ülküdaşlarımıza bir kanaat veriyordur. SELÇUK’un akrabalarının soyadlarına bakıldığında tamamına yakınının sabetay asıllı oldukları görülecektir: Ertel, Köymen, Kiper, Oskay, Uzel, Yenersü… Tanrı Türk’ü, içimize Türk’müş gibi görünerek sızmış iki yüzlü azınlık bozuntularından korusun! --------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- Sabetaycı Darbetör* İlhan SELÇUK’a Göre, Kimler Bizden Daha Üstün? Sitemizde kısa bir süre önce, BÜYÜKANIT’ın akıl hocası ve Cumhuriyet gazetesi yazarı sabetaycı İlhan SELÇUK’un, darbe zemini için çevirdiği dolaplardan bahsetmiş ve gizli yahudi (sabetaycı) olduğunu belgeleriyle Türk Milleti’ne duyurmuştuk. Önce Cumhuriyet gazetesi manşetlerinden aleni tahrikler yapan, sonra yetiştirdikleri “ulusalcı tetikçi”lere kendi gazete binasının bahçesine bomba attırarak ülkeyi karıştırmaya çalışan ve en sonunda da katliam yapmaları için Danıştay’a gönderdikleri bu tetikçiler yakalanınca “ülkücü” gibi göstererek camiamızı hedefe koyan sabetaycı darbetör İlhan SELÇUK, gizli yahudi olduğu ortaya çıktıktan sonra bir yazı kaleme aldı. 18.06.2006 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan bu köşe yazısı, Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant **** ve arkadaşlarının yargılandığı mahkemede, bir grup ülkücünün protestosu bahane edilerek yazılmış. SELÇUK yazısında aynen şu ifadeleri kullanıyor: “Bugün Türkiye'de Çerkesler, Lazlar, Kürtler, Araplar, Rumlar, Yahudiler, Ermeniler, Süryaniler vb. yaşıyorlar... ….. Bizim için en değerli Türkler onlardır... Hele Yahudiler.. Rumlar.. Ermeniler.. Sayıları gün geçtikçe azalıyor.. Onlara gözümüz gibi bakmalıyız.. El üstünde tutmalıyız.. Üstlerine titremeliyiz..” 4000 yıllık Devlet sahibi olan Büyük Türk Milleti! Demek ki, artık yeni misyonumuz buymuş!?) Demek ki, Aziz Türk Milleti’nin 21. yüzyılda görevi, düşmanlarımızla anlaşarak bizlere Sevr’leri dayatan, BOP için emperyalistlerle işbirliği yapan, ticaretimizi, ordumuzu, maarifimizi, medyamızı ve bürokrasimizi ele geçirmeye çalışan, provokasyonlarla ülkemizi teröre, kaosa ve darbelere sürükleyen sabetaycıları, ermenileri ve rumları el üstünde tutmakmış!!??) Yazısında, “Çerkesler, Lazlar, Kürtler ve Araplar” ı azınlıklarla bir tutan İlhan SELÇUK’un sözlerini okuyan basiretli Ülküdaşlarımız, umarız, provokatör-azınlıkların önümüzdeki dönemler için hazırladıkları yeni ihanet planlarını da sezmişlerdir. Ne demiş atalarımız: “Yahudi tüccar, maharetinden bahsederken yaptığı hırsızlıkları söylermiş.” İhanetleri ifşa edilen Darbetör İlhan SELÇUK ve onun gibi """"""" """"""" Kulaklarınızı iyi açın, dinleyin ve boyun eğin: Türk Oğlu Türk Oğulları artık uyanmıştır. Oynadığınız ihanet oyunları artık gün yüzüne çıkmıştır. Bize dost görünmeye çalışmanıza aldanmayacağız. Kutsal Anadolu toprakları üstünde artık hegemonya döneminiz sona ermiştir! Kabımızdan bizimle birlikte yemek yedikten sonra, kabımızı çalmanıza ve içini kirletmenize artık müsaade etmeyeceğiz! Artık yabancı uşaklığınıza ve işbirliğinize göz yummayacağız! (*) Sabetaycı İlhan SELÇUK’un tanımlamakta zorluk çektiğimiz darbeci kişiliği sayesinde, Güzel Türkçemiz’e yeni bir kelime daha kazandırdık. Darbetör: Aziz Türk Milleti’nin sağduyusundan korktuğu için, iktidarı seçimle değil, provokasyon ve darbeyle ele geçirmeye çalışan Türk kanı taşımayan """""" """"""" (Ülkücü bir siteden alıntıdır)
-
FETHULLAH GÜLEN'İN DİL MOTİFLERİ... (Fethullah Gülen’in ne yaptığı ile değil nasıl yaptığı ile ilgileneceğiz bu yazımızda. Ne söylediğine değil nasıl)
ya bakın size yalvarırım lütfen hakkında bilgi sahibi olmadınız konularda yorum yapmayın! yoksa çok ********* söyleyim , sizdeki akıl seviyesi beni kahrediyor ancak bu kadar herşey yanlış bilinir
-
GÜLEN'İN ESKİ YAVERNDEN MÜTHİŞ İTİRAFLAR... (Biz 1970 yılında 12 insan yoksul öğrencilerin okutulması ve hayır işleri için yemin ederek yola çıktık..)
Fethullah Gülen Hocaefendi kimdir? 1941 Doğum Yılı: Fethullah Gülen, resmî nüfus kaydına göre 27 Nisan 1941'de, Erzurum ili, Hasankale (Pasinler) ilçesi, Korucuk köyünde dünyaya geldi. 1945 Kur'an Öğrenmeye Başladı Annesinden 4 yaşında Kur'an öğrenmeye başladı ve kısa zamanda Kur'an'ı hatmetti. "Benim ilk Kur'an hocam validemdir. Kendi anlattığına göre bana dört yaşımda Kur'an okumayı öğretmiş. Bir ay içinde de hatmettiğimi söyler. Ben, hatmettiğimi hatırlamıyorum. Ancak bütün köylüye yemek verdiler. Birisi de bana "Senin düğünün oluyor" dedi. Utandım, ağladım." 1946 İlkokula Başladı "O sıralarda köyümüzde ilkokul yoktu. Şu anda da mevcut olan caminin bitişiğindeki medreseyi, sınıf olarak kullandılar. Gündüzleri çocuklara, geceleri de yaşlı erkek ve kadınlara orada okuma-yazma öğretiyorlardı. O yaşlı başlı insanların durumunu pencereden seyreder gülerdim. Bana halleri çok tuhaf gelirdi. Yaşım tutmadığı için ilk sene beni okula almadılar. Okula gittiğimde yaşım yine tutmuyordu; fakat devam ettim. İki veya üç sene okula gittim." 1949 İlkokul Günleri ve Yarıda Kalan Eğitim Babasının 1949 yılında Alvar Köyü'ne imam olması ve ailesinin oraya taşınması nedeniyle ilkokulu bırakmak zorunda kaldı ve daha sonra dışarıdan tamamladı. "İki buçuk sene kadar okuduktan sonra okuldan ayrıldım. Babam, İmam olarak Alvar'a gittiği için biz de ailece oraya taşındık. Bir daha da okula gitmedim. Bir ara Korucuk'a gelmiştim. Bu kadın öğretmen beni görmüş ve "Ben seni dördüncü sınıfa geçirdim" demişti. Fakat onun bu jesti de fayda etmedi. Okula gitmedim. İlkokulu daha sonra, Erzurum'da dıştan imtihanla bitirdim." 1951 Hafızlık Çalışmaları Babası Ramiz Hocaefendi'den Arapça dersler aldı ve hafızlığını tamamladı. "Ev işlerinden ve hayvanları gütmekten vakit bulabildiğim ölçüde ezber yapabiliyordum. Buna rağmen iyi çalıştığım günler yarım cüz kadar ezberleyebiliyordum. Zaten yazın vakit bulmam mümkün değildi. O kış hıfzımı tamamladım." (Küçük Dünyam) "Ben şahsen hafızım ve hayatımda iki defe hafızlık yapanlardanım. Bir, on küsur yaşlarındayken babam yaptırmıştı. Bazı sebeplerden ötürü üzerinde duramadığımdan tamamen unutmuştum. Daha sonra 1980'lerde tekrar dört ayda hafız oldum. Fakat kemâl-i samimiyetle söylemeliyim ki, onu her okuyuşta yeni yeni ufuklar, yeni yeni kıtalar keşfediyor gibi oldum. Ona gönlünü veren herkesin de aynı şekilde düşündüğünü zannediyorum. Elverir ki, mânâya âşina olarak ondaki ilâhi maksatlar takip edilebilsin ve biraz da –daha önce de bahsettiğim gibi- konsantrasyon içinde ciddî bir biçimde okunsun. (Prizma-4, Kasım 2003)" 1955 Erzurum'daki Talebelik Günleri Kurşunlu Camii Medresesindeki Sadi Efendi'nin yanından ayrıldı ve Kemhan Camii yanındaki medresede 6 ay kadar okudu. Oradan da ayrıldı ve Taşmescid'e gitti. Metruk haldeki Ahmediye Camii'nde kendi imkanlarıyla bir oda hazırlayarak Zinnur adında bir arkadaşıyla oraya yerleştiler. Burada Osman Bektaş Hoca'dan ders almaya başladı.Edirne'ye gidinceye kadar hep burada kaldı. "Sadi Efendi ile aramızda bir ara huzursuzluk oldu neticede, medreseden ayrılmaktan başka çarem kalmadı. " Sadi Efendi'nin yanından ayrılınca Kemhan Caminin yanındaki medreseye gittim. Zaten eşya olarak sadece bir sandığım vardı. Bu medresede beş-altı arkadaş kalıyorduk. Eğer birinin misafiri gelirse, yatacak yerimiz kalmazdı. Sadi Efendinin yanından ayrılınca Osman Bektaş Hocanın yanına gittim. Osman Hoca fıkıhta hakikaten üstattı. Zaten müftülüğe bir müstefti (fetva sormak isteyen) gelirse, o sırada müftü olan Sadık Efendi kapıcıyı gönderir ve Osman Hoca'yı müftülüğe çağırırdı. Meşguliyeti fazla olan bir insandı. İmkanları da iyiydi.Osman Hoca beni izhardan başlattı. Bir iki ders okuduktan sonra "Molla Fethullah! Seni bu derslerle meşgul etmeyelim. Sen de Cami oku" dedi." 1957 Risale-i Nurlarla tanışma Erzurum'da talebelik yıllarında Bediüzzaman'ın yanından gelen Muzaffer Arslan'ın sohbetlerine katılması üzerine risaleleri tanır ve bir daha da sohbetlere katılmaktan geri kalmaz. Ramazan vesilesiyle Amasya, Tokat ve Sivas taraflarını dolaşarak vaazlar verdi ve sohbetler yaptı. "Kırkıncı Hoca, bana, Selahattin ve Hatem'e Bediüzzaman Hazretlerinin yanından birisi gelmiş, akşam sohbet yapacak, oraya gidelim" dedi. Teklifini hemen kabul ettik. Çünkü, Bediüzzaman'ın yanında bulunmuş bir insanı ilk defa görecektik. Bu da bizim için çok cazip ve orijinal bir hadiseydi. Mehmet Şergil'in terzi dükkanına geldik. Burası, iki kilimden biraz daha genişçeydi. İlk gece veya ikinci gece orada bulunanlardan aklımda kalan isimlerden bazıları, Mehmet Şevket Eygi, Esat Keşafoğlu ve Osman Demirci'dir. Şevket Eygi, yedek subaylık yapıyordu. Esad Keşafoğlu ise o sırada üsteğmendi. Bediüzzaman Hazretleri, Muzaffer Arslan'a "şark'ı bir dolaş gel" demiş o da Sivas, Erzincan ve Erzurum'u dolaşmaya gelmişti. 15 gün kadar Erzurum'da kaldı. İlk gece Hücumat-ı Sitte okundu. Ertesi gün Beşinci Şua'dan ders yapıldı. Bizimle gelen mollalardan bazıları, oradaki tevillere itiraz ettiler ve bir daha gelmediler. Fakat anlatılanlar beni iyice sarmıştı. Bilhassa Muzaffer Arslan'ın bir sahabe hayatı yaşaması, sadeliği ve samimiyeti bana çok tesir etti. Ben zaten sahabe aşığı bir insandım. Onu görünce, işte aradığım insanları buldum, dedim ve bir daha da ayrılmayı düşünmedim. Muzaffer Arslan'ın pantolonunun iki dizi de yamalıydı. Ceketi de işte ona göreydi. Tabii ki bu sadelik bana apayrı duygular ilham ediyordu. Ayrıca ibadette derinlik vardı. Namaz kılışları, dua edişleri bana bambaşka görünmüştü. Derse gelip gidenlerden Çiğdem Bakkalı'nın sahibi bir Zeki Efendi vardı. Onun dua edişi de çok hoşuma giderdi. Yürekten dua etmesine bayılırdım. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum; fakat kısa bir müddet zannediyorum. Üstad'dan Erzurum'a bir mektup geldi. "Mektup kime hitaben yazılmıştı? Üstad bu mektubu kime dikte ettirmişti?" hatırlamıyorum. Fakat selam gönderdiği isimler vardı. Sonunda da Fethullah ile Hatem'e de selam deniyordu. Ben adımın zikredildiğini duyunca ayaklarım yerden kesildi zannettim; o kadar sevinmiştim. Hayatımda o derece sevindiğim çok az vakidir. Şimdi o mektup nerdedir, kimdedir, onu da bilmiyorum. Ancak bu bana yetmişti. Sohbetlere gitmeyi bir daha terk etmedim." 1959 Erzurum'dan Edirne'ye Gitti Erzurum'dan ayrılarak Edirne'ye gitti. Edirne'de Hüseyin Top hocanın yardımıyla çevre edindi. Girdiği imtihanları kazandı, ancak askerliğini henüz yapmadığı için 6 Ağustos 1959'da resmen Üçşerefeli Cami ikinci imamlığına tayin edildi. İki buçuk sene Üçşerefeli Cami'nin bir penceresinde kaldı. 1962 Askerlik Günleri ve Hava Değişimi Acemi eğitim dönemini Ankara Mamak'ta tamamladıktan sonra dağıtım yeri İskenderun'a çıktı. Burada hastalandı ve hava değişimiyle, 4 yıl önce ayrıldığı Erzurum'a gitti. Hava değişimi sırasında Erzurum'daki camilerde vaaz verdi. Usta erlik dönemini İskenderun'da geçiren Fethullah Gülen burada vaazlar verdi. Bir vaazı bahane edilerek mahkemeye sevk edildi. Yeni İstiklal Gazetesi olayı manşetten duyurdu. Mahkemece aklandı. Ancak disiplin cezası olarak 10 gün askeri hapishanede yattı. Hastalandı. Rapor alarak tebdil-i hava için Erzurum'a geldi. Askerliğinin bitmesine 34 gün kala terhis edildi. 1964-1966 Yeniden Edirne'ye Dönüş,Kırklareli ve İzmir'e Tayin Askerden sonra yaklaşık 1 sene Erzurum'da kaldı. Daha sonra yeniden Edirne'ye döndü ve 4 Temmuz 1964 günü Dar'ül Hadis camiinde Kur'an Kursu öğretmeni ve fahri imam olarak göreve başladı.Şimdi Profesör olan Suat Yıldırım o zamanlar Edirne müftüsü oldu. Bir ev tutup beraberce kaldılar. Darulhadis Camii'nin imam odasında özel sohbetler başlattı.Edirne'de 1 yıl geçmişti.Kırklareli'ne tayin istedi ve 31 Temmuz 1965'te Kırklareli merkez vaizliğine tayin edildi.1966'da İzmir merkez vaizliğine tayin edildi. Bundan ayrı olarak, Kestanepazarı Derneği Kur'an kursunda gönüllü öğreticilik ve belletmenlik yapmaya da başladı. 18.02.1968 İlk Kez Hacca Gitti İzmir Kestanepazarı Kur’an Kursunda hocalık yaparken Diyanet İşleri Başkan Vekili Lütfü Doğan kendisini telefonla arayarak Diyanet Görevlisi olarak hacca gönderileceği söyleyince o sene ilk kez hacca gitti. 1968 Yılı Kurban ve Hac mevsimi Mart ayının 10’unda idi. Fethullah Gülen’in hacca gidişi ile ilgili haber 19 Şubat 1968 tarihli İttihad gazetesinde yer aldı. Kabe’ye Doğru Kurban bayramının yaklaşması münasebetiyle bütün İslâm âleminden Hicaz’a Müslümanlar akın akın gitmekte ve Hac farizelerini ifâ için Mekke-i Mükerreme’de toplanmaya başlamış bulunmaktadırlar. Geçen yıllara nazaran Türkiye’den Hicaz’a gidenlerin sayıları bu yıl bir hayli arttığı gibi, hacı namzetlerini uğurlamak için onbinlerce Müslüman yollara dökülmekte ve tekbir sesleri arasında kafileler-otobüslerle mukaddes beldelere hareket etmektedir. Diyanet İşleri Riyaseti ise, Türkiye’den giden hacı namzetlerinin dini feraizi noksansız ifâ etmelerini temin için Hicaz’a temsilciler göndermiştir. Resimde, Diyanet Riyaseti tarafından Hicaz’a gönderilen İzmir Merkez Vaizi Fethullah Gülen Hoca, kendisini uğurlayan İzmirlilerle birlikte görülüyor. Hocaefendi’nin Diyanet tarafından Hacca vazifeli olarak gönderilmesi İttihad Gazetesi’nde bu şekilde yer almıştı. (İttihad Gazetesi, 19 Şubat 1968) 1971 12 Mart Muhtırası'na Doğru Kestanepazarı'ndan Ayrıldı 1971 yılında 12 Mart Muhtırası'ndan önce Kestanepazarı Kur'an Kursu'ndaki görevinden ayrıldı. 03.05.1971 Tevkif Edildi "Doktor Bey'e "Bizim eve gidelim" dedim. Yolda yine bir köpeğe çarptık. Ben, "Bizi evde bekliyorlar, herhalde" dedim. Eve girdiğimde siyasî polislerin bütün eşyaları didik didik edip evin ortasına yığdıklarını gördüm.. Ben içeriye girince polisler "Hoş geldin" dediler. Aramaya devam ettiler. Görevlilere "Geç kalır mıyım? Bir şeyler yiyeyim mi?" dedim. Gayem hem biraz açlığımı yatıştırmak hem de esas niyetlerini öğrenmekti. Bana "karnını doyur. Ne zaman döneceğin belli olmaz" dediler. Bir iki lokma pilavdan aldım. Biraz sonra Tepecik inzibat merkezine götürülmek üzere yola çıktık. 09.11.1971 Tahliye Oldu "Nihayet 7. ayın içinde son bir kere daha mahkemeye çıkarıldık. Avukatımız üç aydan beri tekrar edip durduğu tahliye talebimizi ümitli bir eda ile mahkeme heyetine bir kez daha arz etti. O esnada, birden bire alışmadığımız bir şey oldu. O güne kadar, elli defa tahliye talebimize bıkmadan usanmadan elli defa "tutukluluklarına" diyen mahkeme heyetine, savcı, ayağa kalktı ve "Nasıl olsa birilerini -Av. Bekir Bey'i kastediyordu- bırakınız; bunları da bırakın gitsinler" dedi. Hem şaşırmış hem de çok sevinmiştik." 20.09.1974 Babası Ramiz Efendi Vefat Etti Ramazan ayının üçüncü günü, babası Ramiz efendi vefat etti. "Evet, o sene benim için bir hüzün senesi oldu. Babamın vefatından bir ay kadar önce Edremit'te Ceza Hakimi Necmeddin Güvenli gibi çok sevdiğim bir dostum vefat etmişti. Onun vefatından az önce bir rüya görmüştüm. Rüyamda benim bulunduğum yerde semanın derinliklerine doğru iki uçak batıp kayboluyordu. Bu hadise bir-iki defa tekrarlandı zannediyorum. Ve babam ile Hakim bey bir ay ara ile vefat ettiler. -İnşallah- ikisi de Cenabı Hakk'ın rıdvanına mazhar olmuşlardır. 1975 Konferanslar Vermeye Başladı 1975 yılında Kur'an ve İlim, Darwinizm, Altın Nesil, İçtimaî Adalet ve Nübüvvet isimli konferanslar serisine başladı ve 1976 yılında da devam eden bu konferanslar münasebetiyle İzmir dışında Ankara, Çorum, Malatya, Diyarbakır, Konya, Antalya, Aydın gibi illeri ziyaret etti. 26.08.1977 İstanbul'daki İlk Vaazı İstanbul Eminönü'nde bulunan Yeni Cami'de ilk vaazını verdi. Vaazın konusu Müslüman'ın öncelikle kendine ve benliğine çeki düzen vermesi idi. 1979 Sızıntı Dergisi'nde Yazılar Yazmaya Başladı İlk sayısı Şubat 1979'da çıkan Sızıntı Dergisi'nde başyazıları ve daha sonra orta sayfa yazılarını yazmaya başladı. İnsana ve yeni nesle verdiği önemden ötürü ilk başyazı "Bu Ağlamayı Dindirmek İçin Yavru" adını taşıyordu. 09.1980 Askeri Darbe 12 Eylül 1980 günü ihtilalin ardından görevini fiilen sürdürme imkânı bulamadı. 45 günlük bir heyet raporu aldı. "12 Eylül öncesinde cereyan eden hadiselerin bir darbe ve ihtilale davet mahiyetinde olduğunu anlamak için, zannederim ne ferasete ne de kehanete ihtiyaç vardır. Hadiselerin dilinden en kaba çizgileriyle anlayanlar dahi gelmekte olan ihtilalin sesini kulak zarları yırtılırcasına duymuşlardır. Meseleye bu zaviyeden bakacak olursak, olması muhtemel darbeyi ben de herkes kadar hissetmekteydim ve etrafıma söylediklerim de bu mahiyette şeylerdir. 01.07.1988 Yeni Ümit Dergisi’nde Başyazılara Başladı İlk sayısı 1 Temmuz 1988 yılında çıkan ve üç aylık periyotlarla yayın hayatına devam eden Yeni Ümit Dergisi’nde başyazılar yazmaya başladı. Bu dergide yazdığı ilk başyazı “Yeni Ümit’in Mütevazı İkliminde” adını taşıyordu. 13.01.1989 Üsküdar’da Valide Sultan Camii'nde Vaazlara Başladı İstanbul’da 13 Ocak 1989 yılında Üsküdar Valide Sultan Camii'nde vaazlara başladı. Bundan önce en son 6 Nisan 1986 Çamlıca Camii'n açılışında Miraç kandili dolayısıyla vaaz vermişti. Üsküdar vaazları 1 yılı geçkin süreyle 16 mart 1990 tarihine kadar (62 hafta) devam etti. Burada bütün yönleriyle Peygamber Efendimiz’i ve O'nun sünnetini anlattı. Bu vaazlar, daha sonra Sonsuz Nur adıyla 3 cilt halinde kitaplaştırıldı. 1989 yılı içinde Üsküdar Valide Sultan Camii'nde haftada bir Cuma günleri toplam 51 hafta vaaz verdi. Geri kalan 11 haftalık vaaz 1990 yılı içinde 16 Mart gününe kadar devam etti. 28.06.1993 Annesi Refia Gülen Vefat Etti Refia Gülen Hanımefendi, 28 Haziran 1993 Pazartesi saat 12.20 sularında İzmir'de vefat etti. 23.01.1995 Sabah ve Hürriyet Gazeteleriyle Röportaj Yaptı Sabah'tan Nuriye Akman ve Hürriyet'ten Ertuğrul Özkök ile yaptığı röportajlar. Röportajlar Türkiye'nin içinde bulunduğu durum, Başbakan Tansu Çiller ile görüşme İslamiyet, siyaset, kadın ve eğitim ekseninde geçti. 11.02.1995 Polat Renaissance'ta Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın İftarına Katıldı Fethullah Gülen yaptığı konuşmada bu toplantının birlik vesilesi olmasını diledi. 04.04.1996 Patrik Bartholomeos İle Görüştü Son yıllarda toplumsal hoşgörü temasının en fazla işleyen, Fethullah Gülen ve Fener Rum Patriği Bartholomeos, sıcak bir ortamda bir araya gelerek Türkiye'de Müslüman ve gayr-i müslim kesimler arasında diyalogu başlattılar. 08.11.1996 Fatih Üniversitesi'nin Açılışına Katıldı İstanbul Beylikdüzü'ndeki merkez kampüsünde bulunan Fatih Üniversitesi 08 Kasım 1996'da Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından hizmete açıldı. Açılışa Alparslan Türkeş, Rıza Akçalı ve birçok siyasetçi, bilim adamı ve işadamı katıldı. Fethullah Gülen bütün davetliler ve Cumhurbaşkanı ile yakından ilgilendi 11.06.1997 Sağlık Problemleri Nedeniyle ABD'ye Gitti Uzun zamandır kendisini rahatsız eden kalp sıkıştırması nedeniyle ABD'ye gitti. Ohio eyaletinde anjiyo yaptırdı. 27.06.1997 ABD'de Kalp Anjiyosu Geçirdi Sağlık problemlerinden dolayı bir süredir ABD'de tedavi gören Fethullah Gülen Hocaefendi, başarılı bir kalp anjiyosu geçirdi. Ohio eyaletindeki Cleveland Clinic Foundation Hastanesi kardiyoloji mütehassıslarından Dr. Murat Tuzcu yönetimindeki bir ekibin geçtiğimiz Cuma günü, Hocaefendi'nin kalbine başarılı bir anjiyo müdahalesinde bulunduğu öğrenildi. Hocaefendi, uzun süredir kalp, şeker ve yüksek tansiyon rahatsızlıklarından mustaripti. 23.01.1998 Papa II. John Paul, Ramazan Bayramı Dolayısıyla Kendisine Bir Mesaj Yolladı Katolik dünyasının lideri Papa II. John Paul, Dinlerarası Diyalog İçin Papalık Kurulu Başkanı Kardinal Francis Arinze aracılığıyla Ramazan'ın sona ermesi ve yaklaşan bayram sebebiyle Fethullah Gülen'e bir mesaj gönderdi. 09.02.1998 Vatikan'da Papa II. John Paul İle Görüştü Vatikan'da dinlerarası diyalog adına Katolik dünyasının lideri Papa II. John Paul ile yaklaşık 30 dakika süren bir görüşme yaptı. 15.06.1999 Ankara Emniyet Müdürlüğü Tarafından Hakkında Hazırlandığı İddia Edilen Raporla İlgili Olarak Bir Basın Açıklaması Yaptı Fethullah Gülen, Ankara Emniyet Müdürlüğü tarafından hakkında hazırlandığı iddia edilen raporla ilgili olarak bu raporu hazırlayanların suç işlediğini belirtti. Amerika'da tedavi amacıyla bulunan Fethullah Gülen, Show TV'de Reha Muhtar'ın sorularını cevaplandırdı. 18.06.1999 ATV'de Fethullah Gülen'e Ait Montaj Kaset Görüntüleri Yayınlandı Bu olaydan sonra Gülen hakkında soruşturma başlatıldı. 03.08.2000 Ankara DGM Savcısı Tutuklama Talep Etti Ankara DGM Cumhuriyet Savcısı, hakkında soruşturma yürüttüğü Fethullah Gülen'in tutuklanmasını talep etti. Yaklaşık 1 yıldır Fethullah Gülen hakkında yürüttüğü soruşturmanın sonuna gelen Savcı, Gülen'in tutuklanması talebiyle nöbetçi Ankara 2 No'lu DGM yedek hakimliğine başvurdu. 07.08.2000 Mahkeme Tutuklama İsteğini Reddetti Ankara DGM Savcısı, Fethullah Gülen hakkında tutuklama talebiyle Ankara 2 No'lu DGM Yedek Hakimliği'ne başvurdu. Ancak, mahkeme “suç vasfının oluşmadığı” gerekçesiyle bu talebi reddetti. 11.08.2000 Fethullah Gülen Hakkında Yeniden Tutuklama Kararı Verildi Ankara 2 No'lu DGM, Fethullah Gülen hakkında gıyabi tutuklama kararı çıkardı. Ankara 2 No'lu DGM, Savcı'nın yaptığı itirazı görüştü. Yüksel'in talebini yerinde bulan Hakim Hüseyin Eken başkanlığındaki mahkeme, Gülen hakkında gıyabi tutuklama kararı verdi. 28.08.2000 İstanbul DGM Tutuklama Kararını Kaldırdı İstanbul 2 No'lu DGM heyeti, Gülen'in gıyabi tutukluluk kararını kaldırdı. Ankara DGM Cumhuriyet Savcısının, hakkında soruşturma yürüttüğü Fethullah Gülen'in gıyabi tutukluluk kararı kaldırıldı. Şerafettin İste başkanlığındaki İstanbul 2 No'lu DGM heyeti, Gülen'in avukatlarının itirazı üzerine, 23 Ağustos'ta gönderilen ve 12 klasörden oluşan dosyanın incelemesini tamamladı. Heyet, talep doğrultusunda Gülen hakkındaki gıyabi tutuklama kararını kaldırdı. 31.08.2000 DGM Savcısı Dava Açtı Ankara DGM Cumhuriyet Başsavcılığı, İstanbul DGM tarafından gıyabi tutukluluk kararı kaldırılan Fethullah Gülen hakkında dava açtı. Başsavcılık, Gülen için 'laik devlet yapısını değiştirerek yerine dini kurallara dayalı bir devlet kurmak amacıyla yasadışı örgüt kurup bu amaç doğrultusunda faaliyetlerde bulunduğu' gerekçesiyle Terörle Mücadele Kanunu'nun 7. maddesine göre, 5 yıldan 10 yıla kadar ağır hapis cezası istedi. 16.10.2000 Fethullah Gülen Hakkındaki Dâvâ Ankara DGM'de Başladı “Laik devlet yapısını değiştirerek yerine dini kurallara dayalı bir devlet kurmak amacıyla yasadışı örgüt kurup, bu amaç doğrultusunda faaliyetlerde bulunduğu" gerekçesiyle hakkında 10 yıla kadar ağır hapis cezası talebiyle hakkında dava açılan Fethullah Gülen`in muhakemesine başlandı. 04.12.2000 Mahkemenin İkinci Duruşması Yapıldı Fethullah Gülen hakkında 'laik devlet düzenini yıkmak için örgüt kurmak' iddiasıyla 5 yıldan 10 yıla kadar hapis cezası talebiyle açılan davaya devam edildi. 01.12.2001 Kırık Testi Sohbetleri Yayınlanmaya Başladı Fethullah Gülen Hocaefendi 21 Mart 1999'da ABD'ye gittikten sonra sağlığının elverdiği ölçüde sohbetlerini devam ettirdi. Hocaefendi'nin ABD'de yaptığı sohbetler ilk defa www.herkul.org sitesinde "Kırık Testi" adlı köşede 1 Aralık 2001 tarihinde yayınlanmaya başladı. 31.03.2002 Kalp Rahatsızlığından Dolayı Tedavi Altına Alındı 3 yıldır kronik kalb ve şeker rahatsızlıkları sebebiyle ABD'de bulunan Fethullah Gülen, 31 Mart 2002 Pazar günü yerel saatle 7.30'da acil olarak hastaneye kaldırıldı. 02.04.2002 Tedavi Gördüğü Hastaneden Çıktı Kronik kalb ve şeker rahatsızlıkları sebebiyle ABD'de bulunan Fethullah Gülen, 31 Mart 2002 Pazar günü yerel saatle 7.30'da acil olarak hastaneye kaldırıldı. 2 Nisan 2002 Salı günü Doktoru Hüseyin Çopur tarafından bir basın açıklaması yapıldı ve yerel saatle 16:30 civarında hastaneden çıkarıldı. 10.03.2003 Mahkemenin Son Duruşması Yapıldı Fethullah Gülen'in, ''anayasal sistemi değiştirerek yerine İslamî esaslara dayalı devlet kurmak amacıyla yasadışı örgüt kurup, bu amaç doğrultusunda faaliyetlerde bulunduğu'' iddiasıyla 10 yıla kadar hapis istemiyle yargılandığı davanın kesin hükme bağlanması, 4616 sayılı şartla salıverilmeye, dava ve cezaların ertelenmesine dair kanun uyarınca ertelendi. 21.01.2004 Fethullah Gülen Hocaefendi'nin Sol Koroner Arter Damarına Stent Takıldı Sağlık problemleri sebebiyle bir süredir ABD'de bulunan Fethullah Gülen'in kalp damarına operasyon yapıldı. 22.01.2004 Hastaneden Taburcu Edildi Fethullah Gülen'in kalp damarına operasyon yapılarak sol koroner arter damarına stent takıldı. 21 Ocak 2004 Çarşamba günü gerçekleşen ameliyat sonrası 24 saat hastanede dinlenen Fethullah Gülen evde dinlenmek üzere 22 Ocak 2004 Perşembe günü taburcu edildi. 29.02.2004 Nuriye Akman'a Mülakat Verdi Sağlık problemleri sebebiyle Amerika'da bulunan ve beş yıllık aradan sonra ilk kez Nuriye Akman'a konuşan Fethullah Gülen, dünyada ve ülkemizde yaşanan gelişmeleri değerlendirdi. Fethullah Gülen 5 yıl önce 21 Mart 1999 tarihinde ABD'ye gitmişti. Nuriye Akman'ın 1995 yılında Sabah gazetesinde yayınlanan Fethullah Gülen'le yaptığı röportaj o günlerin flaş bir gazetecilik olayı idi. Akman, dokuz yıl aradan sonra, Zaman Gazetesi adına Gülen ile yeni bir söyleşi yapmak istiyordu. Zaman Gazetesi'nde çalışmasına rağmen Amerika'ya sürekli haber yolluyor ama bir türlü olumlu cevap alamıyordu. Bir süre önce, Zaman Gazetesi Genel Yayın Müdürü Ekrem Dumanlı, Hocaefendi'ye "Nuriye Akman sizi ziyarete gelmek istiyor" deyince sonunda olumlu cevabı almış. 26 Şubat 2004 günü ABD'ye giden Akman, ziyaretçi olarak karşılanmış ancak röportaj için geldiğini söyleyince, Hocaefendi "Ben böyle bir söz vermedim" diyerek direnmiş ve iki gün konuşmamış. Ancak "bu kadar uzun yoldan geldi, kendisini kırmayalım" diyerek rahatsızlığına rağmen 29 Şubat 2004 günü başlayan sohbetle üç gün boyunca Nuriye Akman'ın sorularına cevap vermeye çalışmış. Bu görüşmeden sekiz gün sürecek bir röportaj dizisi ortaya çıkmış… Röportaj 22 Mart 2004 pazartesi gününden itibaren Zaman Gazetesi'nde yayınlanmaya başladı. 19/12/2004 Milliyet Gazetesi’nden Mehmet Gündem'e Mülakat Verdi Milliyet Gazetesi’nden Mehmet Gündem Fethullah Gülen ile 19 Aralık 2004 günü mülakat yapmaya başladı. Röportaj "Fethullah Gülen'le 11 Gün" başlığı altında 8 Ocak 2005 Cumartesi gününden itibaren 22 gün süreyle Milliyet Gazetesi'nde yayınlandı. ---------------------------------------------------------------------------- İşte size gerçekler arkadaşlar , aynı şeyleri , İSPATLANANAMIŞ İDDALARI LÜTFEN GETİRİP DURMAYIN , öyle yazmalarını size öyle tanıtılmalarını bu ülkenin düşmanları söylüyor.Artık düşmanlık böyle yapılıyor , bende içlerinde bulumdum zamanında ve yemin ederim hayatımda dinlediğim okuduğum en doğru ve iksir sözlü kaynaklardı , ordaki abilerde hayatımda gördüğüm en temiz en günahsız en güvenilir kimselerdi! Yemin ederek söylüyorum bunlar gerçekler işte..
-
GÜLEN'İN ESKİ YAVERNDEN MÜTHİŞ İTİRAFLAR... (Biz 1970 yılında 12 insan yoksul öğrencilerin okutulması ve hayır işleri için yemin ederek yola çıktık..)
Alın arkadaşlar size sadece gerçekleri sunuyorum , orda yazan sizin inandığınız şeylerin ne delili vardır nede ispatı ! çamur attılar izi kalsın diye , çünkü BEYEFENDİLERİ ÖYLE İSTEDİ , Nurettin veren ayrıca münafıktır , bir mümine kafir diyenin kendisinin kafir olması muhakkaktır diye hadis vardır O da yalan söylüyor , işte size sadece gerçekler : Bediüzzaman Said Nursî Kimdir? Bediüzzaman Said Nursî, yüzyılımızın yetiştirdiği önde gelen İslâm mütefekkirlerinden biridir. 1876'da Bitlis'in Hizan kazâsına bağlı İsparit nâhiyesinin Nurs köyünde dünyaya gelmiş, 23 Mart 1960'da Şanlıurfa'da Hakkın rahmetine kavuşmuştur. Keskin zekâsı, hârikulâde hâfızası ve üstün kâbiliyetleriyle çok küçük yaşlardan itibâren dikkatleri üzerinde toplayan Said Nursî, normal şartlar altında yıllar süren klasik medrese eğitimini üç ay gibi kısa bir zamanda tamamlamıştır.Gençlik yıllarını alabildiğine haraketli bir tahsil hayatı ile değerlendirmiş; ilimdeki üstünlüğünü, devrinin ulemâsıyla çeşitli zeminlerde yaptığı münâzaralarda fiilen ispatlamıştır. Bu meziyetleriyle ilim çevresine kendisini kabul ettirerek, "Bediüzzaman" , yani "çağın eşsiz güzelliği" lâkabı ile anılmaya başlamıştır. Said Nursî medrese eğitimiyle dini ilimlerde kazandığı ihtisası, çeşitli fenlerde yaptığı tetkiklerle tamamlamış; bu arada devrinin gazetelerini takip ederek ülkedeki ve dünyadaki gelişmelerle ilgilenmiştir. Diğer taraftan, doğup büyüdüğü şark topraklarının sıkıntı ve problemlerini bizzat yaşayarak gören Said Nursî, en zarurî ihtiyacın eğitim olduğu kanaatine varmış; bunun için de şarkta din ve fen ilimlerinin birlikte okutulacağı bir üniversite kurulmasını temin için yardım istemek maksadıyla 1907'de İstanbul'a gelmiştir. İstanbul'da da ilim dünyasına kendisini kısa sürede kabul ettiren Bediüzzaman, çeşitli gazetelerde yazdığı makalelerle, o günlerde Osmanlıyı ve İstanbul'u çalkalayan hürriyet ve meşrûtiyet tartışmalarına katılmış; meşrûtiyete İslam nâmına sahip çıkmıştır. 1909'da patlak veren 31 Mart Olayında yatıştırıcı bir rol oynamış; buna rağmen, haksız ithamlarla Sıkıyönetim Mahkemesine çıkarılmış, ancak beraat etmiştir. Bu hadiseden sonra İstanbul'dan ayrılarak şarka geri dönmüştür. Birinci Dünya Savaşının patlak verdiği günlerde Van'da bulunan Bediüzzaman, talebeleriyle birlikte gönüllü milis alayları teşkil ederek cepheye koşmuştur. Vatan müdâfaasında çok büyük hizmeti geçmiş; savaşta bir çok talebesi şehit olmuş; kendisi de Bitlis müdâfaası sırasında yaralanarak esir düşmüştür. Yaklaşık üç yıl Rusya'da esâret hayatı yaşadıktan sonra Varşova, Viyana ve Sofya yoluyla İstanbul'a dönmüştür. İstanbul'da devlet ricalinin ve ilim çevrelerinin büyük teveccühüyle karşılanmış; Dârü'l-Hikmeti'l İslamiye âzâlığına tayin edilmiştir. Bu devrede, resmî vazifesinden aldığı maaşla kendi kitaplarını bastıran ve bunları parasız dağıtan Bediüzzaman, İstanbul'un işgâli sırasında neşrettiği Hutuvât-ı Sitte adlı broşürle büyük hizmet etmiş ve işgal kuvvetlerinin plânlarını bozmuştur. Kezâ, işgalcilerin baskısı altında verilen ve Anadolu'daki kuvâ-yı milliye hareketini "isyan" olarak vasıflandıran şeyhülislâm fetvasına karşı, mukabil bir fetva vererek millî kurtuluş hareketinin meşrûiyetini îlân etmiştir. Bu hizmetleri Anadolu'da kurulan Millet Meclisi'nin takdirini kazanmış ve Bediüzzaman bizzat Mustafa Kemal tarafından ısrarla Ankara'ya dâvet edilmiştir. Bu mükerrer dâvetler neticesinde 1922 sonlarında Ankara'ya gelmiş ve Meclis'te resmî bir "hoşâmedî" merâsimiyle karşılanmıştır. Ankara'da kaldığı günlerde, yeni kurulan devlete hâkim olan kadronun dîne bakış tarzının menfî olduğunu görünce, on maddelik bir beyannâme hazırlayarak Meclis âzâlarına dağıtmıştır. Bu beyannâmede yeni inkılâbın mîmarlarını İslam şeâirine sahip çıkmaya çağırmış; akabinde Mustafa Kemal'le bir kaç görüşmesi olmuştur. Kendisine şark umumî vâizliği, milletvekilliği ve Diyanet âzâlığı teklif edilmiş; ancak Bediüzzaman bu teklifleri kabul etmeyerek Van'a dönmüştür. O sıralarda çıkan Şeyh Said hâdisesiyle hiç bir ilgisi olmadığı, hattâ hâdise öncesinde kendisinden destek isteyen Şeyh Said'i bu niyetinden vazgeçirmeye çalıştığı halde, Bediüzzaman hâdise sonrasında, Van'da ikâmet ettiği uzlethanesinden alınarak Burdur'a, oradan da Isparta'nın Barla nâhiyesine götürülmüştür. Burada "mânevî cihad" hizmetini başlatmış, birbiri peşi sıra telif ettiği eserlerde îman esaslarını terennüm etmiştir. Bu eserler, îmanını tehlikede hisseden halkın büyük teveccüh ve rağbetine mazhar olmuş; elden ele dolaşarak hızla yayılmıştır. O devrede elle yazılarak çoğaltılan eserlerin toplam tirajı 600.000'i bulmuştur. Başlattığı hizmetin halka mal olması, devrin idârecilerini rahatsız ettiğinden 1935'te Eskişehir, 1943'de Afyon, 1952'de de İstanbul mahkemelerine çıkarılmıştır. Bunlardan netice alınamamış, ancak Bediüzzaman yine rahat bırakılmamış; Kastamonu'da, Emirdağ'da, Isparta'da sıkı tarassud ve takip altında yaşamaya mecbur bırakılmıştır. Ömrünün son günlerine kadar keyfî muâmele ve eziyetlerden kurtulamayan Bediüzzaman, buna rağmen, îman hizmetini büyük bir kararlılıkla devam ettirmiş; o zor şartlar altında telif ettiği 6000 küsur sayfalık Risâle-i Nur Külliyatı'nı tamamlamaya ve yaymaya muvaffak olmuştur. Kur'ân'ı bu asrın idrâkine uygun ve ikna edici bir üslupla izah ve ispat eden ve vehbî olarak kaleme alınan bu eserler, onun çileli hayatını en güzel meyvesidir.
-
FETHULLAH GÜLEN'İN DİL MOTİFLERİ... (Fethullah Gülen’in ne yaptığı ile değil nasıl yaptığı ile ilgileneceğiz bu yazımızda. Ne söylediğine değil nasıl)
Buyrun size Fethullah Gülen Hocaefendinin bir yazısını koyuyorum , lütfen yazdıklarımı okuyun , ondan sonra diyeceğinizi deyin , at gözlüklü olmak karşı tarafı dinlememek akılla ilericilikle bağdaşmaz değil mi.. KENDİNİ YENİLEME Kendini yenileme, devamlı varolabilmenin ilk şartı ve en mühim esasıdır. Sırası geldikçe kendini yenileyemeyenler, güçlü de olsalar, er geç tükenip gitmeye mahkûmdurlar. her şey, kendini yenileyerek canlı kalır ve varlığını sürdürür. Yenileme durunca da canı çekilmiş ceset gibi, çürümeye, hebâ olup dağılmaya terk edilmiş olur. Bahar mevsiminde yeryüzü, her şeyin kendini yenilediği ne muhteşem meşherdir! Otlar, ağaçlar ve tırnak kadar bir parçasında milyonlarca canlıya dâyelik yapan toprak... Çık da bir kere gez; baharın, o formalarını takıp bin çığlık yenilenen ve gelişen canlıları arasında! Bak, nasıl ölü gibi camid şeyler, resmî geçide hazırlanan ordular misillü, rengârenk nişanları ve değişik değişik silahlarıyla, bir baştan bir başa yeryüzünü şenlendirip cennetlere çeviriyorlar. Ve dünya çapında, umûmî yenilenmenin bir değil, binlerce, milyonlarca misâlini birden veriyorlar. Şu kıpırdanan canlıya bak! Nasıl soluk soluğa ve diriliş yolunda... Yerini sümbüle terk eden şu çürümüş tohuma bak! Nasıl bir yenilenme sancısı içinde... Ya şu, tüy tüy etrafa saçılan tohumcuklar.. Ve böceklerin ayaklarına tutunarak, kendilerine göre döl yataklarına taşınan tozcuklar... Evet, her şey yenileniyor; yenilenmeyenler de bir daha dirilmemek üzere “harâb olup turâb olup” gidiyorlar. Her şey gibi insanoğlu da kendini yenileme mecburiyetindedir. Devletler, milletler duygu ve düşüncede, kalbî ve ruhî hayatta, kendilerini yenileyip gençleştikleri nispette, dünya çapında mesuliyetler altına girip, cihanı fethetmeye hazırlanabilirler. İlme aydınlık, tekniğe îman kazandırmak ve insanoğluna diriliş adına mesajlar sunmak suretiyle bir fethe... Aksine, kendini yenileyemeyen kavim ve topluluklar ise esaret içinde ezilip gitmekten kendilerini kurtaramayacaklardır. Kendini yenileme, yenilik hayranlığı ve moda düşkünlüğü ile de karıştırılmamalıdır. Bunlardan biri her şeyiyle delik deşik olmuş yığınların yüzüne boya çalıp, yarıkları kapama ameliyesi ise, diğeri Hızır çeşmesinden getirilen “âb-ı hayât” la, topluma ölümsüzlük kazandırma aksiyonundan ibarettir. Gerçek yenilenme, kök ve çekirdekteki safveti koruyarak, verâset yoluyla geçmişten süzülüp gelen bütün kıymetlerin, hâlihazırdaki düşünce ve irfan buğularıyla sentezleri yapılarak daha yeni, daha berrak tefekkür iklimlerine ulaşmaktır. Yoksa, yenilik ve eskiliği, sırta geçirilen bir cepken ve ferâcede, bir frak ve briyantinli saçta görmek, düpedüz bir aldanmışlık ve öyle göstermeye kalkışmak da bir illüzyonizm ve hokkabazlıktır. Kendini yenilemek, tamamen metafizik çizgide cereyan eden bir hâdise ve rûh plânında bir diriliştir. Mukaddeslerine,tarihine sımsıkı bağlılık içinde bir diriliş... Zaten, başka türlüsüne diriliş denmez ya!.. İlimlerin gelişip inkişaf etmesini, teknolojinin yeni yeni imkânlar hazırlayıp istifademize sunmasını en iyi şekilde değerlendirerek, elimizdeki menşûru sık sık kalbimize çevirip, yeni baştan kanaat, düşünce ve tasavvurlarımızı yoklamak, gönlümüzdeki irfan peteğine her gün başka başka şeyler ilave etmek ve her lâhza birkaç defa, bütün kâinatları ruh prizmasından geçirerek dimağlara “efor” yaptırtmak, işte gerçek yenilenme budur. Bu yolda, kendini yenilemeye muvaffak olmuş bir fert, toplumun, pörsümez, solmaz bir rüknü ve bu türlü fertlerden meydana gelmiş toplum da, dünya muvâzenesinin mühim bir unsuru olma durumuna yükselmiştir. Ne var ki bütün milleti içine alacak şekilde böyle bir yenilenme de, önceden kendini yenileyebilmiş bir kadronun mevcudiyetine vâbestedir. Gönlü îman ve ümitle par par yanan, dimağı her lâhza yığın yığın sentezlerle ayrı iklimlere doğru kanat çırpıp yükselen, gözünde “aydın günler” in tasavvuru kendini yenilemiş mukaddeslerden mukaddes bir kadroyla... Tabîi, bu kudsîler topluluğunun, düşünce kanaatlerini, sonsuza kadar birer meş’ale gibi taşıyacak ve yaşatacak “hayrü’l-halef” nesillerin bulunması da ayrıca ehemmiyet arz eden bir husus... Ömer bin Abdülaziz’in yenilenme adına, teklif ettiği düşünceleri, toplumun her kesimine mâl edemeyen Emevîler, kuvvetli rakipleri ve şiddetli fikir akımları karşısında kendilerini ölümden kurtaramadılar. Zillet içinde ve mülevvesin bağrında eriyip gittiler. Aynı şeyleri, ruhta ve gönülde yenilenme yerine, çeşitli yenilikler ve rûhu aşındıran paradokslara açık kapı siyaseti tatbîk eden Abbasîler, Endülüs Emevîleri, hatta on yedinci asır sonrası, Osmanlı Türkleri için de düşünebiliriz. Aynı kader çizgisinde eriyip giden bu çok muhteşem ve şanlı devletler, hasımlarından yedikleri darbelerle, sendeledikleri bir zamanda, kendilerini ruh plânında yenileyeceklerine, gidip Grek düşüncesini ve Latin felsefesini imdada çağırdılar. Bu ise onların ölümlerini hızlandırmadan başka bir işe yaramadı. Hele, Osmanlı münevverinin, yenilenme adına, kendini maskaraya çevirecek bir kısım yenilikler yapmağa kalkması, Türk toplumunu bütün bütün kendine has çizgiden kaydırarak bir ucûbe haline getirdi. Evet, ne “Nizâm-ı Cedît” düşüncesi ne “yeniçeri kıyım” hâdisesi ne de Gülhanedeki toy karbonarilerin “Hatt-ı Hümayûn”ları Osmanlı toplumuna kendini yenileme yolunu açamadı. Böyle bir yolu açmak şöyle dursun, aksine, bu hareketler, Türk toplumunun başına inmiş balyozlar gibi, onu cankeş edip komaya soktu. Bu arada bir kısım müspet kıpırdanış ve gayretlerin bulunduğunu da inkâr etmemek gerekir. Ancak bu gayretlerin, hemen hepsi, mevziî ve tedâfüî mahiyette olduğundan beklenen “yenilenme” yi getiremedi. Hatta, Türk toplumunun, açık seyreden rahatsızlıkları, bu hareketlerle sinsileşerek, daha da tehlikeli bir hâl aldığı da söylenebilir. Evet, toplumun çeşit çeşit rahatsızlıklarına karşı yerinde olmayan bu türlü müdâheleler, tıpkı ihtilaclar içinde kıvranan bir hastaya, müsekkin verip sesini kesmek veya fıtık üzerine yerleştirilen kasık bağı nevinden şeylerdi ki; hastayı muvakkaten teskin etmekten başka bir şeye yaramadı. Aslında, yolunu yitirmiş ve ne yanda bulunduğu belli olmayan bu ölü ve sersem ruhların, şimdiye kadar yenilenme adına vadettikleri hemen her şey, bir aldatmaca ve yığınları saptırmadan ibaret kalmıştır. Ah, o tekrâr tekrâr aldatılan yığınlar, bilmem ki gerçek manâda onlara, kendilerini yenilemeyi öğretebilecek miyiz!.. ---------------- Ne düşünüyorsunuz bu yazı hakkında , hiç onun böyle düşündüğünü biliyormuydunuz???
-
FETHULLAH GÜLEN'İN DİL MOTİFLERİ... (Fethullah Gülen’in ne yaptığı ile değil nasıl yaptığı ile ilgileneceğiz bu yazımızda. Ne söylediğine değil nasıl)
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- İSRAİL’deki BÜYÜK(K)ANIT! Org. BÜYÜKANIT’ın kanındaki ‘Yahudi Soyu’ ve ‘Türklüğe İhanet’ mezarı İSRAİL’de bulunan ‘DEDESİ Mehmet YAŞAR Efendi’ den ...! Büyükbabanın Kudüs Sürgünü Org. Mehmet Yaşar BÜYÜKANIT’ın büyükbabası (annesinin babası) Mehmet Yaşar Efendi ve anneannesi Safiye (asıl ismi Sifaye) Hanım, BÜYÜKANIT’ın annesi Fikriye ERYAŞAR’ın doğduğu 1905 yılında, Osmanlı toprakları içindeki Güney Ürdün’de yer alan Maan şehrinde yaşıyorlardı. Ortadoğu’da çalışmalarını yoğunlaştırmaya başlayan İngiliz istihbaratının ağırlık verdiği Maan şehri, Hicaz Demiryolu hattımızın en stratejik durağıydı. Bu stratejik önemden dolayı Lawrence, daha sonraki yıllarda istihbarat çalışmalarında Maan’ı merkez olarak kullanmış; bilahare meşhur Arap İsyanı bu şehirden başlamıştı. Bir devlet görevlisi olan büyükbaba Mehmet Yaşar Efendi, önce Maan’dan Anadolu’ya gönderilmiştir*. Anadolu’ya gönderilen Mehmet Yaşar Efendi, 1908 tarihindeki II. Meşrutiyetin İlanı’ndan sonra, devlet güvenliği açısından sakıncalı görülerek, Ankara Altındağ bölgesinde kayıtlı olan nüfus kütüğüyle birlikte “Kudüs şehri, Babıhatta mahallesi, 573 numara”da zorunlu ikamete ve gözetime tabi tutulmak üzere sürgün edilmiştir. Babıhatta mahallesi, o tarihlerde kullanılmakta olan Kudüs Hapishanesi’nin bitişiğinde ve genellikle sürgün gözetimi altında bulunanların ikamet ettirildiği bir mahalleydi. Mehmet Yaşar Efendi’nin Kudüs’te sürgünde bulunduğu dönemde, İtilaf Devletleri Çanakkale Savaşı’nı kaybetmiş; Çanakkale’yi geçemeyen İtilaf Devletlerinin başını çeken İngiltere de, Osmanlı Devleti’ne karşı Filistin Cephesi’ni açmıştı. İçimizdeki Hainleri Kullanan Yahudi İstihbarat Örgütü: NİLİ Çanakkale Savaşı’nda katır tugayları oluşturarak İngilizlere lojistik destek sağlayan yahudiler, Sina, Gazze ve Kudüs Muharebelerinde, İngiliz Ordusu’na istihbarat desteği sağlamışlardır. Özellikle Gazze Muharebeleri’nde büyük kayıplar yaşamaya başlayan İngilizler, sonunda, Osmanlı’nın cephe gerisindeki yahudilerce ulaştırılan bilgileri kullanarak, Osmanlı mevzilerini ve bataryalarını uçaklarla bombalamışlar ve böylelikle Osmanlı savunma hattını aşabilmişlerdir. Özellikle, müttefikimiz Alman subaylarının göz yumduğu Alman asıllı yahudilerin, Filistin Cephesi’nde İngilizler tarafından nasıl kullanıldıkları ve iki taraflı çalıştıkları hakkında, Genelkurmay Yayınlarından, Tuğg. Şükrü Mahmut Nedim’in “Filistin Savaşı” isimli eserinde bazı vakalarıyla bahsedilmektedir. O dönemde NİLİ, Osmanlı Ordusu’nun içinden bilgi toplama güçlüğü çeken İngiliz-yahudi ittifakının kurduğu ve içlerinde fahişe kadınların görev aldığı bir istihbarat örgütüydü. NİLİ, Sarah Aaronson adında bir genç yahudi kadın casus tarafından işletiliyordu ve bazı kaynaklara göre örgütün 400 adet fahişesi vardı. Bunlar Osmanlı Ordusu’nda görevli bazı karaktersiz askerleri ve bazı direnişçi Arap milislerini baştan çıkararak, bunlardan bilgi sızdırıyorlardı. Büyükbabanın Osmanlı Devleti’ne İhaneti Kudüs-Babıhatta’ya sürgün gönderilen Mehmet Yaşar Efendi, maalesef burada da uslu durmamıştır. Özellikle dönmeler arasında haber kaynağı edinme arayışını sürdüren NİLİ, kısa zamanda Mehmet Yaşar Efendi’nin sürgün gönderilmiş bir dönme olduğunu öğrenmiş ve kendisiyle irtibata geçmiştir. Mehmet Yaşar Efendi, bir taraftan yahudi kızlarının cazibesiyle, diğer taraftan damarlarında taşıdığı yahudi kanının etkisiyle, Osmanlı Ordusu ve Arap milisleri hakkında topladığı istihbari bilgileri NİLİ ajanlarına sızdırmaya başlamıştır. İçten bilgi akışını öğrenen Osmanlı Ordu İstihbaratı, bölgenin yerleşik Arap milislerinden de yararlanarak, NİLİ casusları ve üyelerine yönelik ciddi bir temizlik harekâtı başlatmıştır. Bu temizlik harekâtında, NİLİ casuslarıyla birlikte, çok sayıda asker ve milis de sorgulanıp suçlu bulunarak idam edilmiştir. Askeri sırları sızdırdığı tespit edilen Mehmet Yaşar Efendi de, bu temizlik harekâtından ileriki yıllarda nasibini almıştır. Mehmet Yaşar Efendi, biri milis olmak üzere iki Osmanlı İstihbarat Subayı tarafından, bir gece, birlikte olduğu ve görüştüğü bir NİLİ casusuyla birlikte evinden alınarak sorgulanmıştır. O gece kendilerinden önce alınmış olan Arap asıllı bir kişinin serbest bırakıldığı sorgulama neticesinde, hakkındaki kanaat kesinleşen Büyükbaba Mehmet Yaşar Efendi, birlikte yakalandığı (isimsiz, sadece kısa eşkal kayıtlı) NİLİ casusu ile birlikte Cehennem Vadisi’ne götürülmüş, infaz edilmiş ve ailesinin dini tören yapmasına müsaade edilmeden gömülmüştür. Cehennem Vadisi, Osmanlı’nın Kudüs hâkimiyetinin son döneminde, vatana ihanet ve casusluk suçu işleyen kişilerin idam edilerek (intihar edenler de mevcuttur) gömüldüğü yer olarak tarihe geçmiştir. Osmanlı-Arap İstihbaratı ile İngiliz-yahudi İstihbaratı arasındaki karşılıklı çetin faaliyetler ve infazlar, neredeyse İsrail’in kuruluşuna kadar devam etmiştir. Osmanlı 4. Ordu İstihbarat Şefi Filistinli Aziz Beg’in, NİLİ örgütünün faaliyetleri ve sorgulanan NİLİ üyeleri hakkında 1930 yılında yazdığı hatıratın yanı sıra, Babıhatta’nın ileri gelen ve o dönemde milis çalışmalarında bulunan Carallah sülalesinden Abdülhakim oğlu Raşid gibi kimselerin tuttuğu günlük benzeri çok sayıda kaynak da bulunmaktadır İsrail Genelkurmayı’nın Org. BÜYÜKANIT’a Jesti ! İsrail’in ve yahudilerin en belirgin vasıflarından biri, geçmişte yahudiliğe hizmet edenlere, hatta onların soyundan gelen kimselere karşı duydukları vefa hisleridir. Filistin’de İsrail devletinin kurulmasında emeği geçenleri ve bu arada NİLİ üyelerini de araştıran İsrailli araştırmacıların, arşiv çalışmasında tespit ettiği isimlerin arasında Mehmet Yaşar Efendi’nin ismi de yer almaktadır. İsrail Genelkurmayı, NİLİ üyeliği tespit edilen Mehmet Yaşar Efendi’nin mezarını yıllar sonra restore ettirmiş ve yapılan restorasyonu jest olarak göstermek üzere torun Mehmet Yaşar BÜYÜKANIT’ı İsrail’e özel olarak davet etmiştir. Büyükbabası hakkındaki bilgiler ile bu mezarın varlığından, Türk kamuoyunun ve medyasının haberdar olmasından ciddi olarak endişe eden Org. BÜYÜKANIT, yahudi meslektaşlarından, geçmişine ait bu bilgilerin ve mezar yerinin sır olarak saklanmasını ve kamufle edilmesini rica etmiştir. Bir şekilde bu bilgilerin duyulma ihtimaline karşı tedbir olarak, yıllarca çevresine, anne tarafından dedesinin Mescid-i Aksa’nın anahtarlarını taşıyan Kudüs imamlarının torunu olduğu ve dedesinin Kudüs’te şehit olduğu gibi asılsız bilgileri yaymıştır. Yine, kendisinin, dedesine atfedeceği boş veya sahte bir mezar yeri hazırladığı da bilinmektedir. Arka arkaya dört evlilik yaptıktan sonra, alkol bağımlısı olduğu için çocuklarını yetimhaneye veren babasından bile bahsederken “din görevlisiydi” diyebilen BÜYÜKANIT’ın, kimsenin tanımadığı dedeleri için “Kudüs İmamıydı” demesi aslında pek de garip değildir; yahudice gizlenme alışkanlığının gereğidir. Ancak tarihçilerin bilebileceği bir gerçek vardır ki; Tarihi Aksa Camii’nin anahtarlarını, sahabe Nüseybe’nin soyundan gelen ve Kudüs eşrafından olan Nüseybe Oğulları geleneksel olarak elinde bulundurmaktadır. Ayrıca, Kudüs ahalisi Anadolu Türkleriyle aynı mezhepten değildir ve bu yüzden tarihi süreçte Kudüs imamları tamamen yerel halk arasından atanmışlardır. Hele hele, geçmişi karanlık ve ne idüğü belirsiz bir gizli yahudi sabetaycının Kudüs’e imam olduğuna dair hiçbir tarihi belge bulunmamaktadır. Gerçi, şehitlerimizin cenaze namazında elini düz bağlamayı bile bilmeyen bir gizli yahudi sabetaycının, bu tür konuları bilmesi de zaten beklenemez**. Çünkü Org. BÜYÜKANIT, yahudilik dini ve sabetaylık tarikatına ait öğretileri, yirmi üç yaşına gelinceye kadar anneannesi Sifaye ERYAŞAR’dan, sonrası ablası Suzan BÜYÜKANIT’tan öğrene gelmiştir. Kimlik ve kişiliğinin gelişiminde en etkili olan iki kişi, şehit (!!?) dedenin eşi anneanne ve Türk Ordusu’nu ele geçirmeye azmetmiş küçük kardeşine kendisini adayan abladır***. “Yahudilik öğretisi”ni anneannesinden ve ablasından alan BÜYÜKANIT, provokasyonlarla uygulamaya koyduğu “ihanet öğretisi”ni de dedesinden miras almıştır. Şimdi, gizli yahudi olduğunu belgelediğimiz ve soy kütüğü hakkındaki gerçekler karşısında cevap veremeyen BÜYÜKANIT’a tekrar meydan okuyoruz: Yüreğin yetiyorsa, erkeksen, adamsan, bu metinde geçen bilgileri, ister sen yalanla veya isterse senin seçilmiş medyacılarından biri yalanlasın! Bu yalanlamadan en fazla iki saat sonra, yine bu siteden yiyeceğin biri noter tasdikli, diğeri ise görüntülü iki Türk şamarına hazır ol! Vurmadan önce iyice bir duyuralım ki, şaklaması kulaklarda yıllarca çınlasın! (*) Mehmet Yaşar Efendi’nin Anadolu’ya gönderilme sebebinin, Maan’da artan İngiliz istihbarat faaliyetleriyle ilişkili olabileceğini tahmin etsek de, tarihçi akademisyen ülküdaşlarımız, Mehmet Yaşar Efendi’nin “Maan”da yaşadığı döneme ait net bulgular elde edemedikleri için, Anadolu’ya gönderilme gerekçesi metne konulmamıştır. (**) Aziz Şehitlerimizin cenaze namazında sol elini sağ elinin üstüne koyarak ellerini ters bağlayan -ki belki de inancının gereği olarak kasıtlı yapmıştır, bunu bilemiyoruz- BÜYÜKANIT’ı temize çıkarmaya çalışan “seçilmiş medyacılar”, paşanın üzüntüsünden dolayı elini ters bağladığı hususunu haberlerine yorum olarak eklemişlerdi. İşte burada sabrımız taştı: Sen kimsin de, şehidin anasından, babasından, ağasından, bacısından fazla üzüldün? Herkes elini düz bağladı da, bir tek sen ters bağladın, üçkâğıtçı! Sakın aklına, yahudilik davasının şehidi olan deden gelmiş ve onun için bu kadar çok üzülmüş olmayasın? Gerçekten o kadar üzülecek olsaydın, şehit cenazesi üretmek için gencecik fidanları kasıtlı olarak pusulara düşürttürmez, bunu yapanlardan bir kez olsun hesap sorar ve verilen şehitlerden dolayı kendini de sorgulardın. Ama sen, bunu yapmak yerine can dostun Reha TAŞKESEN’le başka dümenler çevirmeyi tercih ettin. Yakında, o ‘namussuz’un seni nasıl örnek aldığını bütün kamuoyuna duyuracağız. (***) Türk gelenek ve görenekleriyle bağdaşmayan bu öğretiler yüzündendir ki; BÜYÜKANIT’ın can dostu ancak, Reha TAŞKESEN gibi, öğrencilerinin, astlarının ve meslektaş ailelerinin namusuna göz koyan bir “namussuz” olabilmektedir. Kirletici azınlık uşakları, bu onursuzluğu örtmek için intihar etmeleri gerekirken, bir de utanmadan gazetelere boy boy röportajlar vermektedirler ve Ordu’nun başına gelerek kendilerini korumasını umdukları azınlık “Efendi”lerine yağcılık yapmaktadırlar. Tarih, bu namussuzluğu yapanlarla birlikte, savunanların da haysiyetlerinin yerle bir olacağına tanıklık edecektir. Cumhuriyetimizin Kurucusu Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ü ve Genç Subayları yetiştiren KUTSAL OKUL’umuzun adını kirletenler ve kirletenleri bugüne kadar himaye edenler, yaptıklarının bedelini en kısa zamanda ödeyeceklerdir. ---------------------------------------------------------- Kurşad hareketininn sitesinden , bence burda yazan açıklamaların hepsi ne yazikki doğrudur..Hatta bir çok şey de eksiktir..
-
JET ATAMA...
siz ilk önce öğrendiniz mi şeriatın ne olduğunu , sen demiyormuydun benim kuran okuyup okumamam önemli değil , o kitaplarıda insanlarıda bilmeme gerek yok gibisinden diyen??? Önce onu öğren böyle şurdan burdan duyduğun çarpıtma şeyler yüzünden zarardan başka bişeye çalışmıyorsunuz! Laikliğin keşke ne olduğunu neden rejimimize sokulduğunu bilseniz gam yemiyecem , her şeyi çarpıtan yahudi idallerini oturtmaya çalışanlara demek inandınız!!! Bakın o zaman bu memlekete bir gram hayır gelecek mi , sizler farkında olmadan yada bilerek ülkemizi batırmaya resmen uğraşıyorsunuz..! Sizin bu kadar yahudileri sevdiğinizi açıkçası bilmiyordum ne çekti acaba , biz bunlara derin devlet diyoruz belgeler sunuyoruz hala daha at gözlüklerini çıkartmıyorlar..Halbuki onlar sizinde düşmanınızdır.. Ayrıca F.Güleni kimsenin bilmediği o kadaarrrrr aşina ki anlatamam , öbür başlığa gel istediğini sor , yada sorunlara verilen cevağları görde biraz doğru düzgün bişeyler öğren
-
FETHULLAH GÜLEN'İN DİL MOTİFLERİ... (Fethullah Gülen’in ne yaptığı ile değil nasıl yaptığı ile ilgileneceğiz bu yazımızda. Ne söylediğine değil nasıl)
Diyorsunuz diyorsunuzda Bİ KANIT GETİREMİYORSUNUZ Bir insan yurt dışında tedavi olmaya gitti diye böyle damgalanır mı..O insan hizmetinde samimi olmasa bu kadar büyüyebilirlermiydi??? Yahudilerin gizliden yönettiği bir süper güç olan ABD HİÇ AKLI SELİM İNSAN DÜŞÜNSÜN , İŞİ GÜCÜ GÖZÜNÜ DİKTİĞİ TOPRAKLAR YOKTA İSLAM DİNİNİN YAYILMASINA DÜNYANIN TÜRKLKEŞMESİNE YARDIM MI EDECEKMİŞ Halbuki o bunun tam tersine uğraşmaktadır , gelişmesini istemediği ülkelere doktrinler salar..Ajanlarını salar , şucu bucu akımların liderlerine destek verip o ülkede terör ortamı yaratıp zayıflatıp dahada hakimiyetini artırır (tıpkı ingiliz taktiği gibi)...Yani insanoğlu diyalektik metaryalizme çatışmayla gelişmeye kurtuluş demesinden sonra ikinci akla mantığa zarar dediği şey şu sizin iddaanızdır!Allah nurunu tammalayacaktır bunu o sizi kandıranlara böyle iletin bu ülkede bu dünyada uzun bir fetrettende olsa sonra o hayal ettiği huzura imana kavuşacaktır! Şu anda gizli hakimyet derin devletlere sızanların koltukları sallanmaya başladı..İnsanların gözü açılmaya başladı(bunu en çokta nur cemaati yaptı).O asırlarca kavgalar vererek kaptıkları köşeleri ellerinden çıkmaya başladığı için düğmeye basıyorlar! Bu çektiğimiz sancılar aslında bir doğumun bir kurtuluşa gidecek dirilmeye gidecek yolun haberidir..Papanın elini öptüğü falan yoktur , belki fotomontajla yapmışlardır öyle bir şey asla yok , buluştular ve medeniyetler çatışmasının , islamın terörle anılmaması için hoşgörü ve diyaloğu yayalım dediler , yakınlaşma kurmak ön yargıları silip atmak içindi o çabalar VE MEYVESİNİDE VERDİ..12 eylül saldırılarında o uçaklar aslında islamın ak yüzünüde yıktı , lakin siz bilmiyorsunuz , işte bu dalga kıranlar dünya üzerinde müslümanlığıda müslümanlara düşmanlarında emellerini boşa çıkardı.Atatürke deccal nerde demiş Allahım yarabbim yaa , gösterirmisin , veya size bunu yutturanlara dermisn nerde görmüşler..Gördükleri yer ya cumhuriyet gazetesidir , yada milliyetçi süsü verilmiş vatan hainlerinin yayın organı , yada satılık eski mason bürakratlardan birine aittir..İSTERSEN SANA İZLETEYİM F.GÜLENİN CUMHURİYET LAİKLİK VE ATATÜRK HAKKINDAKİ SÖZLERİNİ O cumhuriyetin ve laikliğin(çarpıtılmamak kaydıyla)en iyi yönetim şekli olduğunu , Atatürkün ne büyük bir kumandan olduğunu söylüyor mu söylemiyor mu izleteyim sana istersen..Size anlatılanlar iftiradan ibaret , tarihin her devrinde hep asrın alimleri peygamber efendimize kadar nice iftiaralara çilelere maruz kalmışlardır.Peygamberimize bile git araştır şair , mecnun , başımıza felaket getireceksin helak olasıca vs demişler mi dememişler mi! Bir sürü sahte dindi grup! var , onların bazıları GERÇEKTEN DÜŞMANLARIMIZIN PİYONLARI AMA NUR CEMAATİ TAMAMEN BİZDEN!!! Hayır için çalışıyor ve yarışıyorlar , gidip araştırsan ne bir cinayette nede bir eylemde adları geçmiştir (İFTİRALARDA BELKİ GÖRÜLÜR) Eğer sende kalksan hayatından canından cananından vazgeçip ömrünü insanlığın kurtuluşna adasan , içindeki iman ateşi başkalarınıda tutuşturunca kazanma kuşağına kadar gel ülke ve dünya çapında GİT BAK BAKALIM MEDYA DERİN DEVLET SENİN İÇİN NELER DİYECEK!! İnsanın beyni şu zamanda çok kirleniyor bunuda ancak Allahın nurlu beyanı ve dostlarının eserlerine kulak verme temizler.. Çatlı ap ayrı bir konu..Onu başka bir zaman konuşalım , yanlız şunu unutma O DEVLETİN DEĞİL DERİN DEVLETİN ADAMIYDI!!! Hakkında ortaya çıkarılanlardanda habersizsin anlaşılan..Sana tavsiyem Can Dğndarın Ergenekon , devlet içinde devlet kitabını oku , orda en özet şekliyle seriliyor gözler önüne kimlerle irtibatlı olduğu..Lakin ben şahsen o devirde samimize devletini komunizmden koruyanları hep sevgiyle ve rahmetle anacağım bunuda bil , ama kirli ilişkiler çok var o devirde!!! Ben aslında hepsi için üzülürüm bunuda böyle bilin 1997 artı 1999 da tedavi ve ameliyat amacıyla akrabasının (dayısının oğluydu galiba) yanına gitmiştir..Artı hakkında başllatılan karalama kampanyası bu ülkeye zarar verebileceği içinde , çünkü onu tanıyan seven insanlar o tür alçakça karalamalara iftiralara dayanamayabilir fırtınlar çıkabilirdi , nede olsa MÜSLÜMAN İNSAN HAMİYETLİ İNSANDIR.. Beni rabbim sevsin kabul etsin razı olsun başka bir şeye ihtiyacım uğraşım yok , İlhan dedeye sorsanıza neden bu kadar mikserlik yapıyor , yalan haberleri ne zaman bırakacak , neden bu gazete 83 yıl sonunda 70 bin tiraja sahip , 9 martçılar olmadıysa 10 martçıları deneseydi , belki o zaman DAHA İYİ TANITMIŞ OLURDU KENDİNİ , Stalinci takiyye ustası Kaynak holdingi bilmiyorum , siz o insanların samimiyetini ve ne kadar büyüdüklerini bilmediğinizden birde böyle yahudilerin çıkarına çalışan medya yüzünden şüpheye düşüyorsunuz , ama bir kötü yanlarını göremiyorsunuz , işte mahkeme kararları işte STV , işte ZAMAN , işte AKSİYON , işte FEM DERSANESİ , işte Bilim olimpiyatlarında madalyaları toplayan TÜRK OKULLARI
-
Üsküdarlıya Kulak Verin
Allah sabır versin , o çilenin ne olduğunu çok iyi bilirim! Polise şikayet edince müdahale edip artı ceza da kesecekler bundan sonra..Öyle yapabilirsiniz..İçki fuhşiyat aşırı yabancı müzik nedir bu yaaa , boşuna dememiş peygamber efendimiz , ahir zamanda bizi geçecek olan kafirler bilmemne deliğine girse benim ümmetimde peşinden girecek diye.!!! İnşallah çarpıtma ve kadın gazeteleri okuyanlar ne demek istediğimden tuhaf tuhaf bi mana çıkarmazlar
-
FETHULLAH GÜLEN'İN DİL MOTİFLERİ... (Fethullah Gülen’in ne yaptığı ile değil nasıl yaptığı ile ilgileneceğiz bu yazımızda. Ne söylediğine değil nasıl)
asfalt efendi kimseden talimat aldığım falan yok , bir insanı illa karalamak için hayal aleminizi yormasanız olmaz mı..BİZ ANCAK GERÇEKLERİ KONUŞURUZ , sizde ilhan abinizde örnek alsın bıraksınlar sizin beyninizi bulandırmayı mikserliği , erbakan değil konumuz onları savunan yok zaten , tek ben siyasete giriyorum çünkü ben cemaatten çıkalı yıllar oldu böyle haksızca karalamaları çok gücüme gidiyor..Hocaefendi ne gibi anlaşmalar yapıyormuş söyle diyecem ama bişey diyemeyeceğini bildiğim için demiyorum , anca hayal ürünlerinizi aslı astarı olmayan çarpıtma iddalardan başka bişey di-ye-mez-si-niz..Türk doktorları YÖK sayesinde gelişemedi asfalt efendi , batı teknolojide zirve oldu senin ondanda haberin yok anlaşılan... Ayrıca orda köşe kapmaca oynayan falanda yok , siz gidin ilhan abiniz gelsin , belki döner yakında o zaman ne diyeceksiniz bakalım
-
FETHULLAH GÜLEN'İN DİL MOTİFLERİ... (Fethullah Gülen’in ne yaptığı ile değil nasıl yaptığı ile ilgileneceğiz bu yazımızda. Ne söylediğine değil nasıl)
İlhan abileri çok güzel moskovadan , cemiyetten aldıkları talimata göre bu ülkeye yön veridler evet yetiştirdikleri şu forumcular sayesinde Atatürktende cumhuriyettende Atatürk ülkelerindende nefret geldi..Yalanlarını okumaya başlasan sabaha anca varırsın dipnot efendi BAK AÇTIK BAŞLIĞI AMA YOKSUN HALA ORDA , başkan büyükanıt paşa zaten sufleleri veren medyaya siyasi partilere cumhurbaşkanına YÖK e , onun yüzünden onun ve çetelerinin üslerinin ellerinin vardığı ülkelere yüzünden ÜLKEMİZDE NE BİRLİK OLUYOR NEDE KALKINABİLİYOR.SÖYLE BİTİRSİN ARTIK TERÖR ÖRGÜTÜNÜ , yeter bu kadar cana kıydıkları istikrarda birlikte battı , çok mu zor orduyu stratejistlerini arkasına alıp planlarını yapıp PKK nın kökünü kazımak?? Zaten ne tesadüf ki hep KKK larımız Aytaç yalman , abdurrahman nafiz gürman , nurettin ersin , çevik bir yaşar büyükanıt SABETAY oluyor..Hiç yok orduda bir kahraman okumuş Türk evladı!! O o usta kıvırma yeteneği yüzünden başkan o zaten ama sizin akılınız yetmez bunları bilmeye... Eğer Gülen dönerse hakkında gene olmadık şeyler yazacaklar nede olsa medyadan siyasete , büyük sermaye kuruluşlarından eğitime kadar , savcılıklardan ordunun en TEPESİNE kadar sızmışlar egenemen olmuşlar..Uyduracakları yalanlarla o insanı sevelerin sabrını taşırıp fırtınlara sebebiyet verebilirler..NEDE OLSA ONLARIN KANINDA BOZGUNCLUK ÇIKARMA FİTNE ÇIKARTMA VARDIR...Ayıca o 68 ytaşında kalp ve şeker hastası , uçağa binmeyi bırak ayağa kalkmıyor bile..Bir röportajı bile kaç günde tamamladılar haberin var mı 1 ayda..(milliyette çıkmıştı mehmet gündemin) Ama sizin için onun dedikleri değil gittiği akrabasının evine ev sahipliği yapan ülke önemli..Tabi 200 bin tane gurbetçimizide zihniyetiniz karealamış oluyor böylece..Onun gittiği zamanda bir çok tedavi için yurt dışına gidiliyordu bari ona bişey demeyin..Dahası gene eskisi gibi uğraşıyor orda olmasına rağmen bak bir kitabı daha çıktı , okuda bişeyler öğren ondan sonra yorum yap karalama hemen..Daha fazla tiksnti getirtmeyin şu her defasında sarıldığınız değerlerimizden...Peki NADİR NADİ nin mason biraderleriyle birlikte olmasına ne diyorsunuz SAYIN DİPNOT?? Atatürkün kovduğu kapattığı yahudi uşakları dediği birinin yalanlarını çarpıtmalarını ülkeyi karıştırma çabalarının ürünlerini okuyorsunuz