
siverekliyim
Φ Üyeler-
İçerik Sayısı
11 -
Katılım
-
Son Ziyaret
İçerik Tipi
Profil
Forumlar
Bloglar
Fotoğraf Galeresi
- Fotoğraflar
- Fotoğraf Yorumları
- Fotoğraf İncelemeleri
- Fotoğraf Albümleri
- Albüm Yorumları
- Albüm İncelemeleri
Etkinlik Takvimi
Güncel Videolar
siverekliyim tarafından postalanan herşey
-
Şeriat ve Tarikat değiştirilebilir mi ?
siverekliyim şurada cevap verdi: kolombo başlık İslam ve Şeriat
Şeriat, yol demektir. Tarikat'ın anlamı da aynıdır; yol (tarik= yol, tarikat= yollar) demektir. Kur'an-ı Kerim'de "yol" anlamına gelen başkaca kelimeler de vardır. Sebil, Din, Sırat bunlardan anda hatırlayabildiklerim.. Şeriat, sonradan, İslâm'ın genel ve değişmez hükümlerinin yaşama yansıtılması bağlamındaki tüm yorum ve içtihatları kapsayıcı anlamdaki bir içerikle kavramlaşmıştır. Bu kavramın içinde Kur'an'ın hükümleri ve Allah Resulün sünneti ve hadisler ile birlikte müçtehtlerin yoruları ve hatta müftülerin fetvaları, dahası kadıların verdiği hükmler de vardır. Bu anlamda aldığımızda şeriat şeraite göre (şartlara göre) oluşmuş bir birikimdir ve oluşma sürecinden de anlaşıldığı gibi süreklbir biçimde değişmektedir. Değişmez olan Kur'an ve sünnettir; bunların yaşama uygulama yorumları şartlara göre değişe gelmiştir. Örnek verirsek: Abdestte hangi organların yıkanacağı Kur'an'la belirtilmiştir; bu değişmez. Bu yıkamanın nasıl yapılacağı Peygamber tarafından uygulamayla gösterilmiştir. Bu da değişmez. Ancak; Peygamberden uygulamada ayrıntı düeyinden farklı şeyler görülmüştür. Söz gelimi kimisi O'nun başının yalnızca ön kısmını, kimisi de başın tamamını mesh ettiğini (elini ıslatarak sıvazladığını) görmüş olanların verdikleri haberlere göre uygulama yaparlar; bu tür farklılıklar vardır. Ama, burada değişmeyen abdest sırasında (Kur'an'da belirtildiği gibi) başin mutlaka meshedilmesidir. Abdest almaksızın namaz kılınamayacağı Kur'an'ın kesin emridir, değişmez. Namazın nasıl kılınacağı Peygamber tarafından gösterilmiştir, (ayrıntılrda kimi farklar olmakla birlikte) esas çizgileriyle değişmez. Kıyam (ayaka durma), rükû (eğilme), secde (yere kapanma), iki rekat onunda kuud (oturma) değişmeyen şeylerdir. Ayaktayken Kur'an'dan bir bölüm okuma da öyle.. Burada ayrıntıdaki farklar olarak ayaktayken el bağlayıp bağlamama ya da şöyle yada böyle bağlama kuudda (oturmada) ayakları şöyle veya böyle tutma, tahiyatı kurken şehadet parmağını kaldırıp kaldırmama ya da şurada şukadar kaldırma, Peygamberden görenlerin haberlerine göre değişmekte ve mezheplerdeki farklılıklar da buna benzer sebeplerden ileri gelmektedir. Zamana göre değişikliğin en belirgin örneği olarak zekatı gösterebiliriz. Belirli şartlarda malının kırkta birini zekat olarak vermek hükmü değişmez (tabii bu bazı mallarda farklı ölçülerdedir, onlar değişmez); ancak, zekatınbaşlangıçta devlet eliyle toplanıp dağıtılmasına karşılık, zamanla şartlara göre değişim olmuş ve herkes zekatını kendi verir olmuştur. Ya da, zekat başlangıçta zakatı verilen malın cinsinden iken, şartlar değişince, bildiğini gibi bugün başka cins mallarla ya da tutarı kadar para ile erilir olmuştur. Bunlar da şartlara göre alimlerin yorumlarıyla olmutur. Dikkat edilirse, zekatin bir değişmeyen hükmü vardır, bir de şartlara göre değişen uygulama şekli.. Bu böyle olunca, şeriat değişirdi, değişmezdi tatışması gereksizdir. Değişmeyen, değiştirilemeyecek olan Kur'an ve Resullulah'ın sabit sünneti ve sahih hadislerdki buruklarıdır. Şeriat içinde yer alan bunlar dışındaki herşey zamana ve şartlara göre değişir. Ancak bu değişiklik Kur'an'ı, Sünneti, Hadisleri, daha önceki alimlerin yorumlarınıçok iyi bilen ve şartlara yönelik tutarlı değerlendirme yapabilen kimselerce gerçekleştirilir Yoksa, din konusunda hiç de duyarlı olmayan yada dine dudak biken kimselerin sı mantıklarıyla değil.. Tarikata gelince, bu keyfi bir uygulamadır. Yani olup olmaması din bakımından birşey ifade etmez. Hatta, bazı görüş, inanış ve uygulamalarıyla (daha dindar görünme çabalarına karşın) dinin özüne ters düştüklerinden, din bakımından olumlu bir şey ifade emezler. Çünkü, bu tarikatlar ile ilgili olarak ne Kur'an'da bir buyruk, ne de Sünnet'te bir uygulama vardır. Eski kültürlerin, dinlerin, inançların, felsefenin etkilediği kimilerince oluşturulmuş yöntemlerdir. Bu yüzden değişirdi değişmezdi gibi sorun İslâm açısından yoktur. bunu kendine sorun edinenler tarikatı (neye dayanarak ise) dinin özü görme inancında olanlardır. Ku'an ve Sünnete sımsıkı bağlı müslümanlar için böyle bir sorun yokur. Hakikate gelince, bu tarikatçıların sırf kendilerini önemsetmek, benimsetmek için uydurdukları "şeriat, tarikat, hakikat" sıralamasının zirvesi olarak gündeme getirilir. Onlara öre hakikat, kimi tarikat uygulamaları (seyrüsüluk) ile ve marifet yoluyla elde edilir. Bu edildiğini söyledikleri şey ise, sürekli tlkin altında kalma sonucu beimsedikleri kimi mistik felsefi öngörülerden ibarettir. Önce görmeye talip olur ve sonra da sürekli telkin altında kalma sonucu bu şeyleri görürler. O kadar Çünkü, İslâmî/Kur'anî bakış açısında hakikat, ayetlerdedir. Bu ayetler ise, "haber" olarak Kur'an'da, akledilecek ögeler olarak da doğada yer alır. Öyle, kendi zanınca hakikat üretmek diye bir şey yoktur. Umarım bu kısa açıklamanın konuyu aydınlatma bakımından yararı olacatır. -
Değerli Taylan Kardeşim, Ayırımcılıktan yakınıyorsunuz ama, bu doğrultudaki ilk adımın aleviler tarafından atılmış olduğunu unutuyorsunuz. İtikat ve ibadet farklarını bir yana tutarak alevi inancındaki bu ayrımcılığın temel söylemini anımsatmak isterim: Bu inanca göre aleviler "sarı kil"den, diğer insanlar ise "kara toprak"tan yaratıldığı için, aleviler üstün ırk olmaktadırlar. Bu yüzden de bu özelliklerini korumak için alevi olmayanlardan kız almamak ve onlara kız vermemek konusunda çok hassas davrana gelmişlerdir. Çeşitliliğin zenginlik olduğuna inana bir insan olmakla birlikte, aleviler ile sünniler arasındaki uyuşmazlığın dinsel görüntüsüne karşın, gerçekte alevilerce sürdürülen bir tür ırkçılıktan kaynalandığı gerçeğini vurgulamayı da, olaya açıklık getirmek için, gerekli görüyorum..
-
PAGANİZM VE HIRİSTİYANLIK / İSLAM'A SORU...
siverekliyim şurada cevap verdi: A.T. başlık Din Felsefesi
İlk din, Adem Aleyhisselam ile iletilen semavî dindir. Bu dinden ilk kopma, Kabil ve Habil olayıyla olmuş; Habil, dinsel kural gereği evlenmemesi gereken kızla evlenebilmek içen kardeşi Habil'i öldürmüş, ardından da kendi yorumlarına dayalı bir din oluşturmuştur. Semavî olmayan dinlerin ilki budur ve bu dinin oluşturulması sırasında da o gün için bilinen dinsel kavramlara kendince anlamlar yükleyip dinini böylece oluşturmuştur. Bu yüzden Adem Aleyhisselam'a iletilen semavî din ile ondan kopyalamayla türetilen dinin benzerliği doğal görülmelidir. Olayı bir de bu açıdan değerlendirmekte yarar vardır. -
İnsan "Malik-el-Mülk" Değil, Yalnızca "Halife"dir/Zübeyir Yetik
siverekliyim şurada bir başlık gönderdi: Din Felsefesi
İNSAN “MALİK-EL MÜLK”DEĞİL, YALNIZCA “HALİFE”DİR Zübeyir YETİK Müslümanların, konu geniş çerçevede ele alınırsa belki de bütün insanların, kâfiri ve mümini ile bütün bir insanlığın içinde bulunduğu sorunlara yol açan -ister düşünce isterse eylem bağlamında olsun- en büyük yanılgısı, “durumdan vazife çıkarmak” olmuştur; Kur’an’dan değil de durumdan vazife çıkarmak… İnanmayanların Kur’an’dan vazife çıkarmak gibi bir derdinin olmadığı, olmayacağı varsayımıyla cümlenin bu bölümündeki vurgu tutarsız gibi görülse de, olayı, onların edip eyle-dikleri için “durum”dan “yorum” çıkararak buna dayalı “vazife” belirlemesinde bulundukları bağlamında irdelersek, söylemek istediğimiz daha bir açıklık kazanmış olur. Yalnızca sınırlı bir alan için ve ancak kullanımcı/yerleşimci bağlamında “halife” olarak Yeryüzüne gönderilmiş olan İnsanın kendini “Malik-el-Mülk” sanıcı/sayıcı bir yorumlayışa/anlayışa kapılmasından kaynaklanan bu yanılgının gözlemlenebileceği bir zemini oluşturmak adına Kur’an-ı Kerim’deki haberlere/bilgilere dayalı kimi belirlemeler yapmak istersek, birbirini izleyen adımları şöylece sıralayabiliriz: 1. Mülk, Yüce Allah’ındır. Bu “Mülk”te de, her şeyde olduğu gibi, O’nun ortağı, kendisine muhtaç bulunduğu ya da olacağı bir yardımcısı, destekçisi, şusu, busu söz konusu edilemez. 2. O, “Malik-el- Mülk”tür. Bu malik olma yalnızca “sahiplik”, sahip oluş bağlamında değil, “Melikiyet” düzlemindedir de. O, mülkü üzerinde mutlak ve tek hükümrandır, biricik egemendir. Mülkünde, ancak ve ancak, onun hükmü yürür, buyruğu geçer, iradesi gerçekleşir. 3. Bu Mülk, bizim anlayış/kavrayış kapasitemize görelendiğinde gökleri, yeri ve tüm bunların arasındakileri ve de bunlarla ilgili olan ve olmayan tüm süreci kapsayıcı genişliktedir. Gerçekte nerelere kadar uzandığını, neleri kapsadığını ise, ancak, Yüce Allah bilir. Bizim söyleyebileceğimiz bu Mülkün her anlamda ve bağlamda sınırsız oluşudur. Bütün varları ve varlarla birlikte yokları ve gerçeğin ve gerçekliğin özünde bu ikisi dışında kavramlar, olgular, oluşlar, olaylar söz konusu ise, onları da kapsayıcı olduğudur. Ve, elbette, bu “gökler, yerler ve ikisinin arasındakiler” bizim boyutumuz ve dolayısıyla algı alanımız için bir bilgilendirmedir; dolayısıyla da Mülk kavramının gerçeği bizim algılayış, düşünüş, kavrayış, hayalleyiş alanımızın ötesindeki bir vakıadır. 4. Bu Mülkten bizim algılayabildiğimiz kadarı, Kur’anî bir belirlemeyle “gökler, yer ve bunların arasındakiler”, üstelik bir “ecel” belirlemesi/sınırlamasıyla İnsana “ram edilmiş”; ona uyarlanmıştır. Dikkat oluna, temlik edilmemiş/mülk olarak verilmemiş, yalnızca “ram kılınmıştır”. Bu kapsamdaki “ram edilmiş” olma, “boyunduruk altına sokulma” değil, “uyarlama/uyumlandırma” düzeyindedir. Ve İnsanın gerçekten de buyruğuna verilmiş, boyunduruğu altına sokulmuş olan Yeryüzündeki yaşamının gerçekleşmesi, dengelenmesi, sürmesi ve günü geldiğinde de sona ermesi görevini gerçekleştirici bir uyarlanmadır, bu. 5. Açıklığa kavuşturulması gereken bir nokta: Yüce Allah, “Malik-i Yevm-id-Din” olarak, bizim algı alanımızda olan ve olmayan tüm süre-cin/süreçlerin sahibi iken, biz yaratıklar için olan süreç “ecel”den ibarettir ve “ecel” tüm yarattıkları için O’nun takdir ettiği, belirlediği akış halin-deki sonlu bir süredir. 6. “Boyunduruk altına sokulma, buyruğa verilme” bağlamındaki “ram kılınma”, yalnızca “Yeryüzü” için geçerlidir. Çünkü, İnsan, “Yeryüzünde bir halife” olsun için ve o donanımla yaratılmıştır. Kur’an-ı Kerim’de “arz/uzantı, genişlik” olarak bildirilen ve önündeki “el” harf-i tarifi dolayısıyla da “Yeryüzü”ne hamledilen, “Yeryüzü” olarak yorumlanan bu alanın yalnızca şu yaşadığımız Yeryuvarlağını mı, yoksa onun da içinde bulunduğu Güneş Sistemini veya bu sistem içinde belli bir alanı mı, yoksa daha fazlasını mı kapsadığı, ancak, insanlığın zaman içinde uzanabildiği, ulaşabildiği sınırlarla belli olacaktır. Kesin olan şudur ki, İnsanın buyruğuna verilmiş olan alan, işte, onun şu kuşatadurduğu ve kuşatabileceği alandır. 7. Burada çok önemli bir nokta üzerinde duyarlılık göstermemiz gerekmektedir: Yeryüzü İnsan için yaratılmamıştır da, “İnsan Yeryüzünde bir halife olsun için” yaratılmıştır. Kur’an-ı Kerim’de kullanılan ifade, Yeryüzü’nün “İnsan”dan önce var olduğu anlamını taşımaktadır. Nalıncı keserini ille de İnsana doğru yontalım dersek, söyleyebileceğimizin en fazlası, Yeryüzü’nün bu “halife”ye uygun bir donanım içinde bulunduğu, bilemediniz, İnsanın gönderilişi aşamasında Yeryüzünün böyle bir donanıma kavuşturulduğu biçiminde olabilecektir. 8. Yeryüzüne sınanmak için gönderilmiş bulunan İnsan ile birlikte Şeytanın da oraya indirilmesi, bu alanın İnsana hasredilmediği, “mülk” kılınmadığı; onun tekeline verilmediği gerçeğine açıklık kazandırıcı bir başka göstergedir. Ve dahası, Şeytan boyunduruk altına da verilmemiş; tam tersine başına buyruk bırakılmıştır. 9. Ve, işte, Yeryüzü -Kıyamet Gününe dek- İnsanın ve Şeytanın özgürce yaşayabileceği bir eylem alanı olarak, yaratma iradesi ve fiili ile birlikte olacakların bilgisi de elbette münhasıran Yüce Allah’a ait olmak kaydıyla, onlara bırakılmıştır. Haliyle de buradaki savaşım Rahman ile Şeytanın değil, İnsan ile Şeytanın savaşımıdır. 10. Mülk’ten, bu andığımız varlıklara, bunun dışında da bir pay var mıdır sorusuna gelince, cevap “elbette vardır” olacaktır. Yeryüzü yaşamının sonrasında Şeytan için Cehennem, burada konumuz dışında kaldığı için anmadığımız Cin taifesinin bir bölümü için yine Cehennem ve de İnsan için Cennet ve Cehennem vardır. Ve, “Mülk”ten İnsanın payına verilen işte bu bağlamda, bu çerçevede, bu anlamda ve bu kadarla, Yeryüzü, Cennet ve Cehennem alanlarıyla sınırlıdır ve üstelik bu alanlarda da, değindiğimiz üzere, “mutlak bir mülkiyet” değil, yalnızca bir yararlanma/kullanma/yerleşme imkânı vardır. Sözgelimi Araf diye bildiğimiz bir yer daha vardır ki, orası, İnsanın kullanımına verilen “mülk”ün dışında olup, insanların Hesap sonrası Cennet veya Cehenneme doğru yolculukları sırasında içinden ya da yanından geçecekleri bir alandır. 11. “Mülk”ün kendisine “ram edilmiş” bölümünde -halife sıfatıyla- mülkiyetine verilmişçesine kullanım/yararlanma yetki ve yetkinliğine sahip/malik kılınan İnsana göre “İnsan” ise, konum itibariyle “mülk”, bir “mülk ögesi” değildir de, “malik/melik”tir; obje değil, süjedir. Bu itibarla onun herhangi bir yolla boyunduruk altına alınmak istenmesi, ifsada, bozgunculuğa, yozlaşmaya kapı açar. Yüce Allah’ın buyruklarını insanlara iletmekle görevli tümünü de selâmla andığımız Elçilerin insanlar üzerine “bekçi” olarak değil de, insanlar arasına “tebliğci” ve de “Örnek İnsan” olarak gönderilmiş bulunması da, işte, bundan dolayıdır. 12. Yeri gelmişken bir cümle daha: Kıyamet, bize “mülk” imiş gibi verilmiş olan bu alan içindir. Bizim algımızın, kavrayışımızın, bilgimizin, boyutumuzun dışındaki başkaca alemler, elbette, kendilerine verilmiş olan ecele göre var oluş hallerini sürdüreceklerdir. 13. Şeytan, bu “mülk”te kendisine tanınmış olan etkinlik/eylem alanıyla yetinmek istemeyip, yeni alanlara el atma, ola ki mülk edinme umuduyla, arada bir semalara doğru yükselmeğe çalışırsa da, göktaşlarıyla taşlanınca, gerisin geriye yerine döner. “Halife” sıfatıyla andığımız anlam çerçevesinde “mülk”ün maliki ve meliki konumunda bulunmasından ötürü İnsanın bu doğrultudaki açılımıysa alan arayışı değil de, anlam arayışı biçiminde gözlemlenir. Bu yüzden, kendisine halifelik bağlamında tanınmış olan “malik-i mülk” olmaklığı, üstelik diğer insanları da “mülk” görücü bir anlayışla yorumlayarak, “Malik-el-Mülk” olmak biçiminde algılama/değerlendirme yoluna gider. “Halife” ile mutlak manada “Malik/Melik” kavramlarının birbirine karıştırıldığı nokta.. “Durumdan vazife çıkarma” yanılgısının başlıca/başat/hatta biricik itkisi, güdümleyicisi olan bu yorumlayış/algılayış/değerlendiriş hatası, İnsanı, ilk üçünü yaratılışının ardından yerleştirildiği Cennette Şeytanın yönlendirmesiyle yaşamış bulunduğu ve ancak tövbe ederek kurtulduğu, Yeryüzünde ise yine Şeytanın oyununa gelerek bir yenisiyle karşılaştığı, dört doğrultuda dört ayrı tutuma yönlendirir: Bunlardan ilki, başkaca yerlerde değindiğimiz için burada ayrıntıya girmeyeceğiz, “kalıcılık” sevdasıdır. Bu; kendini piramitler, heykeller, yazıtlar, destanlar, yönlendirmelerden de öte, “fenafillah” sonucu /verimi “bekabillah”a erişme çabalarıyla gösterir. İnsan, şu ya da bu süreçlerden geçerek tanrılaşma yollarını arar. Ve Şeytan, ta ilk Cennete yapmış bulunduğu bu önerinin ardınca gidenlerin önlerini açar, tanrı yolunda yürüyüşle tanrısal bir güç edinmeğe başladıkları izlenimini ve bu yürüyüşü sürdürücü tüm malzemeleri vererek onların “mana/gayb alemi”nde yetkinleşmekte olduklarına inanmalarını sağlar. İnsanı bu açılıma, başta kendisi olmak üzere (kendi ifadeleriyle kendilerinin payına verilmiş ve dolayısıyla da “mülk”leri konumundaki diğer) insanları daha iyi, daha ahlaklı, daha şu ve daha bu haline getirmek için Kur’an’dan değil de “durumdan vazife çıkarmak” sürükler. Her “durum” yeni bir “vazife” çıkarımına zemin hazırlar ve İnsan Şeytanın omzuna yüklediği bu ağır yük altında yürüyüşüne devam eder. Bu yürüyüş sırasında “hal”den “hal”e geçerek “makam”lara “yükselir. Her “hal/durum” yeni bir vazife çıkarımına yol açar. Bu yolda olanların (hepsini de selâmla andığımız) Elçilere bile yetki tanınmamış alanlarda yetkin kimselermişçesine gerçekleştirdikleri uygulamaları ve özellikle velayetin nübüvvetten üstün olduğu savına dayalı inançlarını ve böylece “veli”nin “marifet” yoluyla edindiği bilgileri “nebi”nin haberlerinin önüne geçirmelerini, “Nebevî Haber”i yalnızca bir stepne gibi kullandıklarını hatırlarsak, niçin Kur’an’dan değil de “durum”dan vazife çıkarılmakta olduğu savını öne sürdüğümüz daha iyi anlaşılır. Burada, bu “yol/tarik” üzere olanların “hal”i niçin çok önemse-dikleri de açıklığa kavuşur. İkincisi, “sarsılmaz bir saltanat” tutkusudur. Bu, İnsanı “zalim melik”e dönüştürür. İster iç aleminde, ister evinde, ister işinde, ister çevresinde, isterse ülkede, kısacası etkin olabildiği yer neresi ise, orada “zalim bir melik”tir, o.. Burada da, insanların yaşamlarını düzenleme, onları her bakımdan daha iyi bir toplum haline getirme konusunda “durumdan vazife çıkarma” vardır. Nemrut ve Firavun dahil, hiçbir melik yoktur ki, halkına ya da kendi halkından saydıklarına, yani “mülk”lerine kötülükte bulunmak için hareket etmiş olsun. Ancak, bunlar, Nebevî Öğretiler yerine “durum”dan vazife çıkarınca, işte, olan olur. Ve gariptir ki, “zalim melikler” de –zaman zaman ve bazen her zaman- Nebevî Öğretiyi bir stepne gibi kullanmakta hiçbir sakınca görmez ve bu gibi durumlarda insanlara “Allah adına” bile zulüm yapılır. Şu var ki, kolayca görüleceği gibi, burada Nebevî Öğreti’den “vazife çıkarmak” değil de, “durumdan vazife çıkarma” doğrultusunda/gereğince Nebevî Öğretiyi kullanma, yani bir kötüye kullanım vardır. Çünkü, “ durum” onlara “malik-el mülk” oldukları izlenimini vermiş; Şeytan, süslendirilmiş sözlerden oluşan öneriler getirerek mülklerine hizmetin ancak sözlerinin yürümesiyle mümkün olacağı kanısını “ilka” etmiş olarak bu yolda her türlü “tedbir”i “maslahat” ya da “zorunluluk” olarak etiketleyip, ortaya sürmüştür. Şeytanın insanı Yüce Allah ile bile aldatması gerçeği, bu perspektifte daha bir anlam kazanmaktadır. Üçüncüsü, “melekleşme” eğilimidir. Yaşadığı ortamdan memnuniyetsizliğin ve “müdahale” bağlamında çaresizlik/yetersizlik/umutsuzluk içinde bulunmanın sonucu ortaya çıkan bir bunalım ve bunun itkisiyle “kaçış” yolları aramayarak “mülk”ünü sağlama almak isteyici tutum.. Bu tutumun bir yanında “meleklere has” bir ortama istek duyma, öbür yanında da kendini bulunduğu ortamın kirliliğinden kurtulmuş/kurtulabilecek bir “melek-zat” sanma ve bu istek ve sanının gerçekleşeceği bir “mülk” oluşturma hırsı vardır. “Ruh”unun arınması/arındırılması gerektiği yolundaki ilkel inanca dayalı yöntemlerle bunalımı aşma çabası… Diğer iki öbekte olduğu gibi burada da içi boşaltılarak farklı anlamlar yüklenme yoluyla değişime uğratılmış Nebevî Öğreti kavramlarının işlevlendirilmesi olayı vardır. Rahatsızlık duyulan, bunalıma sürükleyen “durum”, işte bir “vazife çıkarma”ya güdülemiş ve durumdan çıkarılan bu vazife için gerekli malzeme olarak da, yine, ortalarda Nebevî Öğreti diye dolaştırılan “dönüştürülmüş” yol, yordam ve kavramlara başvurulmuştur. Burada da Nebevî Öğreti bir “şiar”, bir “ilke” değil, yalnızca bir “malzeme”dir. Dördüncü tutum, ne yazık ki, bir tür “isyan” ediştir. Şeytanın “kalıcılık, sarsılmaz saltanat, melekleşme” önerilerinin ucunun nerelere vardığının idraki içinde bulunan ve İnsanın sadece “Yeryüzünde bir halife” olduğu bilincine erişmiş olan kimseler arasından çıkan bu tutumun sergileyicileri, idrakleri ve bilinçlerine bakıldığında şaşkınlığa düşürücü bir “isyan”a tutuklanmışlardır. Olaylar karşısında Nuh Aleyhisselâm gibi “Yarabbi ben mağlup oldum” diye acı çekerek Yüce Allah’a sığınacakken, “niçin ben galip değilim, galip olamıyorum” deyici tavırda gözlemlenen ve Efendimiz Aleyhissalâtvesselâm’ın menedildiği tutumdan habersizmişçesine sorgulayıcı, kendini yargıladığını sanırken olayları, olanları, takdiri sorgulayıcı duruma düşme tutumunun doğurduğu isyan.. Ve, elbette bu da, “durumdan vazife çıkarma”nın; Kur’an-ı Kerim’den çıkarak olayları tartımlayacakken, olayları kendince değerlendirip/yorumlayıp bu kendi yorumu/değerlendirmesi penceresinden/gözlüğünden Kur’an-ı Kerim’e bakmanın, yönelmenin so-nucu bir yanılgıdan kaynaklanan isyan.. Burada da İnsan, evet, “halife”liğini unutarak, “melik”leşmiş; “Yeryüzünde halife”lik gömleğini çıkarıp, “malik-i mülk” kaftanını kuşanmıştır. Mülkünü düzeltmek/yönetmek için Kur’an-ı Kerim’den “reçete”ler çıkarmaktadır. Duruma yönelik değerlendirmesi sonucu belirlediği vazifesini yerine getirmede kullanacağı reçeteler.. Ve reçetelerin tutmamasından doğan bir isyan.. Kur’an-ı Kerim’in Kur’an olarak kendisinin, kendince konuştuğu değil, sorulan sorulara yanıt verme çizgisinde tutulduğu, bir bakıma soru sorulma yoluyla “konuşturulduğu”, soruyu sorana göre “konuşturulduğu” bir açılım. Ve, buradan edinilen “reçete”, elbette “Kur’anca” değil, “soranca” olmakta; haliyle de derde deva olamayınca, tanımladığımız türden bir çeşit isyana sürüklemektedir. “Kalıcılık” sevdalılarının yalnızca bir “kul” olduklarını idrak ve itiraf etmeleri, “sarsılmaz saltanat” tutkunlarının Hakka teslimiyet içine girmeleri, “melekleşme” eğilimindekilerin sabra sarılmaları, isyanları yaşayanların tevekkülü benimsemeleri, ancak, “malik-i mülk” ile “halife” arasındaki farkı görebilmeleriyle mümkün. Bu ise, “durumdan” değil de, Kur’an’dan vazife çıkarmakla, daha açık bir deyişle Kur’an ahlakıyla ahlaklanmakla gerçekleşebilecek bir durum.. Bu ahlakı edinmenin tek yolu ise, onun kalbimize ağarak/yerleşerek bizi biçimlendireceği inancı içinde Kur’an-ı Kerim’in orijinalini sık sık ve çokça okumaktan geçiyor.. -
DANIŞTAY SALDIRISININ ARKASINDAKİ GERÇEKLER
siverekliyim şurada cevap verdi: GeceKuşu başlık Güncel Konular
Teşekkür ediyor, selamlarımı iletiyorum.. -
DANIŞTAY SALDIRISININ ARKASINDAKİ GERÇEKLER
siverekliyim şurada cevap verdi: GeceKuşu başlık Güncel Konular
DANIŞTAY OLAYI ÜZERİNE BİR ÇEŞİTLEME Zübeyir YETİK O kurşunu sıkan, malûm kişi değil, şeytandır. Ve ne Danıştay’a, ne Hükûmet’e, ne de bir başkasına sıkılmıştır o kurşun; doğrudan doğruya halkın huzuru ve bunun da ötesinde din duyarlılığı olan Müslümanlar için bir nefesleme imkânı olabilecek olan demokratikleşme süreci hedeflenmiştir. Tetiği çekenin ya da eğer varsa -ki, mutlaka vardır- çektirenin niyetinin şu ya da bu olması, olayı şeytanın etkisi ya da güdümünün dışına çıkarmaz; çünkü şeytan, bilindiği üzere, doğrudan doğruya kötülüğü emretmenin daha fazlasını suret-i haktan görünerek yaptırır. Sonuçlarına bakılaraktır ki, ancak, şeytanın güdümünün varlığı belirlenebilir, bu gibi durumlarda.. Ve sonuç, halkın huzursuzluğu ve demokratikleşme süreci üzerine düşen gölgelerin verdiği kaygılar biçiminde gözlemlendiğine göre, evet, iş, şeytanın işidir. Çünkü şeytan Yüce Allah’ın kullarının huzursuzluk ve kaygı içine düşmesini bile kendisi için büyük bir zafer kabul eder. Öyleyse, şeytanın sevincini yarıda bırakmak, belki oyununu bozmak için yapılacak şey, huzursuzluk içine girmemek, herhangi bir kaygıya düşmemektir. Ancak, olay şeytanla ilişkili bir bağlam içinde alındığında bu kadarı da yeterli değildir; bu kadarıyla yetinmek, şeytanın bir başka oyununa gelmek olacaktır. Çünkü, görüyoruz ki, şeytan bir tek kurşun (dört beş olanlar fazlalıktır, olan tek kurşunla olmuştur) sıktırarak bütün bir halkın huzurunu bozmuş, demokratikleşme sürecine ilişkin ümitlerini kırmıştır ve ülkenin geleceğini çok korkunç bir açmazın içine sürüklemiştir. Yani, güç gösterisi yapmıştır. Yani, şeytan güçlü bir biçimde meydanda boy göstermiştir. Bu, inanan kimselerin zaaf içinde bulunduğunun ya da zaaflarının arttığının bir göstergesi olarak değerlendirilmesi gereken bir durum olduğundan, şeytanın oyununu bozacak asıl tutum, insanımızın kendini yeniden bir gözden geçirmesi, hesaba çekmesi, zaaflarını giderecek bir yönelim içine girmesi olacaktır. ●●● Ortada dolaştırılan, daha doğrusu “faili meçhul”ü malûm fail haline getirmiş olmak için ha bire öne sürülen ve doğabilecek kimi tepkileri de önlemek için “türban” diye etiketlendirilen “başörtüsü”, daha doğrusu kişinin başını örtebilme özgürlüğü, örtüye karşı çıkanlar için bir “bahane”, örtünme özgürlüğünün yanında yer alan bizler için ise, korkunç bir tuzaktır. Bu ülkede dinsel duyarlılığı olan Müslümanları, bir takım adamlar, adeta, “türban” kelimesiyle kelepçelemişler; Müslümanların eli-kolu bir yana dillerinin bile bu bez parçasıyla bağlanmasını sağlayabilmişlerdir. Başını örtüp örtmemek, dinin bir farzını yerine getirip getirmemek bağlamında yalnızca kişisel, o da yalnızca hanımlar için kişisel bir seçim iken ve dolayısıyla da “problem” yapılmak isteniyorsa, bu bütünüyle kişisel çerçevede bir problem olacakken, evet, işte iş getirilmiş, Müslümanların başat meselesi konumuna, üstelik bir de “tehdit” unsuru olarak oturtulmuştur. Böylece de hem inada bindirilmiş bir “tehdit”, hem de tek sorun immişçesine biricik gündem ya da gündemlerinin ilk maddesi yutturmacısıyla, Müslümanlar üzerinde oynanan oyunda bir taşla iki kuş vurulur olmuştur. Müslüman bu dağdağadan başını alabilse, görecektir, anlayacaktır, bilecektir gündemini, gündeminin önceliklerini ve örtünün bu gündemde nerede bulunduğunu.. Aslında bunun farkında olanlarımız da, elbette, vardır. Ve, onlar da bir haksız uygulamaya, bir özgürlük kısıtlamasına ve dolayısıyla bir zulüm ve baskıya karşı çıkmak adına, önlerine o getirildiği için, “türban”ın kavgası içine girmiş olmaktadırlar. Haklar, özgürlükler, kısıtlamalar, baskılar, dayatmalar, hileler ve zulümlerden oluşan, ister din duyarlılığı olsun ister olmasın tüm Müslümanların, hatta tüm yurttaşların sürüp giden sorunlarını ele alıcı bir gündemle çeşitleme yapılabilse, hem uygulamadaki oyun bozulacak, hem de Müslümanların gerçek gündemleriyle ilgilenmeleri mümkün olacaktır. Bugün Müslümanlar bu basiret ve feraseti göstererek kendilerini kuşatan zincirleri kırmak, tutuklandırıldıkları kapandan kurtulmak borcu altındadır; böylesine bir derlenip toparlanmanın da, eğer değerlendirebilirse, arifesindedir. Yaşadığımız olayları bir de bu bağlamda değerlendirmeliyiz.. ●●● Soruşturma sürüyor, o yakalandı, bu tutuklandı, pek çok şey aydınlanacak, gerçekler ortaya çıkacak diye kimsecikler ümitlenmesin. Haberleri dikkatle izleyenler görmektedirler ki, tezgâh büyük tezgâhtır. Olayın nerelere götürüleceği çok önceden, harfi harfine, planlanmıştır. Yazan kalemlerdeki, konuşan dillerdeki ağız değiştirmeleri dikkatle izleyenler, soruşturmadan ne çıkarsa çıksın, bu tezgâhı kuranların o çıkan şeyi de hedefleri için kullanmak üzere bin bir çeşit stratejilerini hazırlamış olduklarını görmektedirler. Şamar oğlanı, yine “laiklik karşıtları” diye habire lanse edilen ve edilecek olan din duyarlılığına sahip Müslümanlar olacaktır. Yavuz hırsız oyununun oynanacağını bilelim ve kendimizi buna hazırlayalım. ●●● Gelelim, üstümüze hiç de vazife olmadığı halde, bir başka konuya: Değindik, şeytanın bu güçlü çıkışı yapabilmesi, ancak, Müslümanların zafiyete uğramış olmalarının sonucudur. Bu bağlamda, tümünü de din duyarlılığı içinde gördüğümüz AKPARTİ, hangi eğilimleri, hangi kararları, hangi uygulamaları, hangi iş ve işlemleri ile şeytanın güçlenmesine yol açıcı bir tereddi içine girdiğinin hesabını yapmalıdır. Yola çıktığı gün ile bu gününü, hem ekibi, hem çevresi ve hem de bunların yapıp ettikleri bağlamında değerlendirmeye girmeli, aklını başına almalı, kimi konularda belki de hem üyelerinden, hem yandaşlarından, hem yakınlık duyanlarından, hem seçmenlerinden, hem halktan özür dilemeli ve özellikle de tövbe kapısına başvurmanın her zaman için en tutarlı çıkış yolu olduğunun bilinciyle gereken ne ise onu yapmalıdır. Bu mazlum halk, kimilerinin keyfi ve çıkarları uğruna şamar oğlanı olarak kalmağı hak etmemiştir; herkes bunu bilmeli.. ●●● Daha da önemlisi, dine duyarlı Müslümanlar da, hiçbir kaygı, endişe ve üzüntüye kapılmaksızın, her hangi bir partiye bağımlı kalmak zorunda olmadıklarının bilinci içinde belki her şeyi yeni baştan değerlendirmelidir. Bu değerlendirme bu kesimin aklının başına gelmesi demektir ve o takdirde de her şey yerli yerine oturacak, herkes yeni kesp edeceği liyakate göre bir yaşama kavuşacaktır. Örgüttü, türbandı, laikçilerdi, komploydu, seçimdi, şuydu, buydu; bunların hepsi bir yerde boş söz, şamata; işin gerçeğinin gerçeği ise, işte böyle… -
arakadaşlar buraya dini soruları atalım
siverekliyim şurada cevap verdi: internetkurdu başlık İslam ve Şeriat
Küçük bir düzeltme: Şeytan hiç bir zaman "melek" değildi. Onun cinlerden olduğu pek çok ayette belirtildiği gibi, secde buyruğunu red ediş gerekçesindeki "beni ateşten onu topraktan" ifadesi de, ateşten yaratıklar cinlerdir çünkü, açık bir delil. Kaldı ki, melek olsa irade sahibi olamaycağından secde buyruğuna karşı gelemezdi. Bu, şeytanın melek olduğu doğrultusuna ötedenberi sürüp gelen görüşte/iddiada şeytanî bir yan var, ama, nedir?- 28 cevap
-
- dini sorular
- İnançlı olanlar
-
(ve 1 diğerleri)
Yapıştırılan Etiketler:
-
Allah bizden ne istiyor bir taşa yönelip ibadet etmeyi mi?
siverekliyim şurada cevap verdi: evrensel_mesaj başlık İslam ve Şeriat
Değerli Kardeşim, Sen bu konuyu ev ödevi olarak al ve biraz daha çalış. Savını Kur'an ayetlerine dayandırdığına göre de bu çaışmanı yine Kur'an-ı Kerim üzerinde yap ve bu arada, en azından, kıble değişikliği ile ilgili ayetlere bak.. -
"TASAVVUF İSLÂMI"NA DİKKAT EDELİM/Zübeyir YETİK
siverekliyim şurada cevap verdi: siverekliyim başlık İslam ve Şeriat
Değerli Kardeşim, Yazınızı büyük bir dikkatle ve zevkle okudum. Olaya dıştan bakılığında aynen sizin de gördüğünüz gibi güllük gülistanlık bir manzara görülüyor ve doğrusu insanın gönlü böyle bir görüntüden vazgeçmeğe de pek razı olamıyor. Ama, biz konuya daha farklı bir açıdan, Nebevî Öğreti ile Sufi Gelenek arasındaki bağdaşmazlık ve özellikle de bu “gelenek” inancı sahiplerinin gizli örgütlenmelerle Yüce Allah’ın kullarını kul edinmeleri açısından bakıyoruz. Bu açıdan bakıldığında “İslâm, Tasavvuf, İslâm Tasavvufu, Tasavvuf İslâmı” olgularının birbirlerine göre durumları gündeme geliyor ve orada da farklı bir manzarayla, daha doğrusu bir gerçekle karşılaşıyoruz. Bu gerçeği kısaca vurgulamış olmak için de, yazısını bu forma taşımış bulunduğum Zübeyir Yetik ile yapılmış bir röportajdan kısa bir bölümü aktarıyorum: “Biz Guènon ve benzerleri üzerinde niçin şöyle veya böyle inanıyorlar veya inanmıyorlar diye durup, bu sebeple belirleme yapmıyoruz. Bunu durup dururken yapmıyoruz, en azıdan.. Ama herhangi bir kimse gelip, herhangi bir Müslümana “senin dininin hakikati bendedir, gel ben sana dininin hakikatini öğreteceğim ve senin imanını kurtaracağım, sen zahirde kalmışsın, işin gerçeğini gel de öğreteyim” diyorsa, o zaman Müslüman’ın kendisine bu teklifi getiren insanla ilgili değerlendirme hakkı vardır. Bizim Guènon’a yönelik eleştirilerimiz buradan kaynaklanıyor. Ve değerlendirmemiz de çok basittir. Hani imanın altı unsuru vardır. Bu altı unsuru üçe de indirmek mümkündür. Nedir bunlar; Allah’a, peygamberlere, ahirete inanmak.. Kader, Yüce Allah’ın meşiyet, ilim ve halketmesi; melekler ve kitaplar peygamberlik konumuyla alakalıdır. Bir insanın Kur’anî, Nebevî bağlamda bu üç inancı irdelendiğinde onu belirli bir yere oturtabiliriz. Kur’an-ı Kerime göre Yüce Allah’ın zatı vardır. Sıfatları vardır. Yüce Allah’ın kendisi nefissahibidir ve hiçbir şeye benzetilemeyecek olan bu nefsiyle vardır. Ve, Yüce Allah, yarattıklarından aşkındır, münezzehtir. Yarattıklarını içermesi veya onlar tarafından içerilmesi söz konusu edilemez. Oysa, bütün tasavvuf mensupları gibi Guénon da Cenab-ı Hakk’ın içrek olduğu inancındadır. Varlıkların Yüce Allah’ı mündemiç bulunduğu savındaki “vahdet-i vücut” inancına sahiptir. Buradaçatışıyorlar mı? Çatışıyorlar. Kur’an-ı Kerime göre, Kur’an-ı Kerim’in kendisi bir haberdir. Yüce Allah, bir haber olan vahiy ile gerçekleri tümünü de selâmla andığımız resulerine ulaştırır. Bütün mutasavvuflar gibi Guènon’a göre ise, insanoğlu riyazetle, seyrü sülûkla, şununla-bununla marifetullaha erer vehakikati bulur. Nitekim ibni Arabi’nin “velayet, nübüvvetten üstündür” demesi de bundandır. Çünkü, onlara göre, nebi pasiftir, haberin gelmesini bekler; veli ise, kendi çabasıyla gider hakikati kaynağından alır. Ahiret meselesine gelince: Guènon’un bütün yazdıklarında Hinduların çevrimsel zaman telakisi vardır. Diğer mutasavvuflarda da bu böyledir. Üstat Necip Fazıl’ın zamanı bir daire olarak anlatan şiirini hatırlayalım. Kur’anî bağlamda böyle bir inanış mümkün değildir. Kur’anı Kerim’de zaman doğrusaldır. Üstelik her yaratığın kendi zamanı vardır. Buna ecel denir. Ve bu zaman doğrusaldır. Biz bu doğrusal süreci kader, kaza, ukba diye adlandırıyoruz. Ukba nereye kadar gidiyor? Yüce Allah bilir. Çünkü, orada zaman bitiyor. Evet, görüldüğü gibi bu üç noktada, Allah, peygamber, ahiret inancı noktasında değerlendirme yaptığımızda, bir insanı nereye oturtacağımızı biliriz. Ama tekrar ediyorum, biz hiç kimseyi herhangi bir yere oturtma çabasında değiliz. Ama birileri gelir, dinimizin hakikatinin kendisinde olduğunu söyler ve “sen bu işin yozusun, hamısın, dışında kalmışsın, zahirle uğraşıyorsun, gel ben sana bilmem neyi öğreteyim” der ve dinin hakikati adı altında Batınî inançları telkin ederse ve bunu yaparken de Kur’an-ı Kerimin bir iki ayetini alet edinmeğe kalkışır ve bu arada içini boşaltarak kendince yükleme yaptığı İslâmî kavramlarla Batınî inançları yaymağa kalkışırsa, o zaman biz de gerekli değerlendirmeyi ve yargılamayı yapmak, o kimseyi kesin ve keskin çizgilerle belirlemek hakkına sahip oluruz. Yaptığımız, budur…” -
"TASAVVUF İSLÂMI"NA DİKKAT EDELİM/Zübeyir YETİK
siverekliyim şurada cevap verdi: siverekliyim başlık İslam ve Şeriat
Yazarı tarafından (www.zubeyir-yetik.com) sitesinde yayınlanmak üzere kaleme alınmış, henüz siteye yerleştirilmemiş bir yazı.. Aynı konuyla ilgili olarak yazarın "İnsanın Yücelişi ve Guénoniyen Batınîlik" başlaklı kitabına bakılabilir. Selamlar.. -
"TASAVVUF İSLÂMI"NA DİKKAT EDELİM/Zübeyir YETİK
siverekliyim şurada bir başlık gönderdi: İslam ve Şeriat
"TASAVVUF İSLÂMI"NA DİKKAT EDELİM!.. Konuya girmeden önce, belki, -üzerinde çokça tartışılır olduğu için- ortaya atmış bulunduğum şu “Tasavvuf İslâm”ı kavramı çevre ve çerçevesinde bir iki açıklayıcı ifadeye başvurmam gerekecek. Özlü olması için de bunu maddeler halinde sıralayarak yapacağım: 1. Tasavvuf kelimesinin “sof” veya “suffa”dan türetilmiş olduğu kanısında değilim. Bu, düpedüz Yunanca “sofi” kelimesinin bir türevidir ve bunun böyle olduğu da -görünürdeki kökleri Eski Mısır ve Hindu inançlarına dayanan Eflatun kaynaklı- Yunanî Düşünce ile Tasavvufî İnançlar’ın örtüşmesinde açıkça görülür… Burada Babil ve daha öncesine gitmeyi gerekli görmüyorum… 2. Tasavvuf, bir gelenek olarak çünkü, kendi kavramlarına sahip çıkma konusunda çok hassastır. Nitekim, öğretiyi adlandırmak için seçilmiş bulunan “tarik/tarikat” kelimesi de bunun bir başka göstergesidir. Her zaman ve her yerde o kendini “yol” anlamına gelen kelimelerle tanımlamış, tanıtmış ve öylece yürüyüp gitmiştir.. “Tao” sözcüğünde olduğu gibi.. 3. Bu adlandırma, bir yerde kendi “bağımsız” kimliğinin de ilânıdır. Biliyorsunuz, “din” kelimesi de “yol” anlamındadır ve onlar “yol”larını adlandırmak için, işte, “din”le anlamdaş olan fakat “din”den ayrı bir kelimeyi kullanarak bu farklılık ve bağımsızlıklarını dile getirmiş olmaktadırlar. 4. Tasavvuf bugün için yaygın biçimde anlaşıldığı üzere “zühd” ve “takva” ehli olmağı ifade eden ya da kapsayan bir kavram da değildir. Bunlar ayrı şeylerdir. Münhasıran “dünyaya karşı müstağni olma” anlamıyla alınmak şartıyla “zühd” ve elbette ki bütün kuşatıcı manaları ile birlikte “takva” İslâmî kavramlardır ve bunları benimsemek ve özümsemek için, hiç de, Tasavvuf eğitimine/eğilimine ihtiyaç yoktur; Tasavvuf yok iken de Müslümanlar için bunlar vardı, bugün de var olduğu gibi.. Hem de Kitap ve Sünnet buyrukları olarak… 5. Tasavvuf, çok geniş bir kapsam belirten Hıristiyanî bir “zühd” anlayışı zeminine oturtmuş olarak, bu kavramı bir anahtar gibi kullanıp İslâm’ın mahremiyetine sızmış; böylece İslâmî “zühd” kavramını kendisi için elverişli bir biçimde çarpıttıktan başka, “takva” kavramını da -kavramı kendi yapısal riyazetine uygun bir değişikliğe uğrattıktan sonra- benimsenebilirlik ve yaygınlaşabilme politikasının gereği olarak yedeğine almıştır. 6. Ve yine, her zaman ve her yerde Tasavvuf, içinde bulunduğu zaman ve yerdeki yerleşik “din”in kavramlarını kendince dönüşüme uğratıp kullanırken, öte yandan da, hep, “dinin hakikati bizdedir” savını öne sürmüştür. “Erkişi-herkişi”, “zahir-batın”, “tarikat-şeriat” ayırımı yapmaları bu savlarına zemin hazırlamak içindir. Dahası, “zahirde oyalanan her kişilerin tabi oldukları şeriat”ı açıkça küçümseyici bir tavır içinde “hakikat”in de kendi tekellerinde olduğu yolundaki savları ise, resulleri ve kitapları mutlak hakikat sahipliğinden dışlayıcı bir anlayışın ürünüdür. Velilerin nebilerden üstün olduğu inançları da, işte, “hakikat”in bilgisini “veliler”e münhasır kılıcı bu inançlarının bir ifadesidir. 7. Tasavvufun gerçek mahiyetinin bu olmasına karşın, daha hakça, daha gerçekçi ve aynı zamanda da -ola ki- uyarıda bulunucu bir değerlendirmede bulunmak için “mutasavvıf” olarak bilinen kimseleri aynı kategori içinde görmemek gerekmektedir. Nitekim, “Tasavvuf İslâmı” kavramını ortaya attığım “İnsanın Yüceliği ve Guènoniyen Batınîlik” başlıklı kitabımda, İslâm Aleminde Milâdın dokuzuncu yüzyılları dolaylarında gözlemlenen tasavvufu benimseme/sistemleştirme olaylarını iki kol halinde bir gelişme olarak değerlendirmiştim. Zünnun Mısrî, Beyazid Bestamî gibi isimlerle başlayıp Hakim Tirmizî ve Hallaç gibi kişilerle süren ve Şeyh-ül-İşrak(AYDINLANMA ÖNDERİ) Şehabeddin Suhreverdî ve Şeyh-ül-Ekber Muhyiddin Arabî gibi kimlikler eliyle “öğreti”ye dönüşen, Celâleddin Rumî ve Molla Camî gibi adlarla yaygınlaşıp yerleşen birinci kol.. Bu kolun, “İslâmı Başkalaştırma”ya yol açtığını belirterek, işin ucunun “Tasavvuf İslâmı”na çıktığını belirtmiştim… Muhasibî ve Cüneyd Bağdadî gibi isimlerle başlayıp, Serrac ve Kelabazî gibi kişilerle süren, Kuşeyrî ve Gazalî gibi kimselerce geliştirilen, Şeyh-ül-Irak Şehabeddin Suhreverdî ve İmam Rabbanî gibi adlar eliyle de “öğreti”ye dönüştürülen ikinci kol için ise, “İslâmda Başkalaşma” belirlemesi yapmış ve üstelik bu kolu bir “onarım” etkinliği içinde değerlendirmiştim.. “Sufi”lere kapılmış olanlara, İslâmın hakikatini “sufice” anlatma diyelim, biz buna.. İlk koldakiler, nasıl ki, İslâmî kavramları dönüştürüp öğretilerine uyarlamışsa, bu koldakiler de -tam tersine- sufî kavramlarını dönüştürüp İslâmlaştırmağa çalışmışlar; ne yazık ki, sonuçta “sufizm” İslâmlaşacağına, bu ikinci koldakilerin söylemleri mutasavvıfların, yani birinci koldakilerin öğretilerini yaymak için yeni tutamaklar edinmelerine imkân vermiş ve böylece de iş çığırından çıkmıştır. Muhyiddin Arabînin “vahdet-i vücud” öğretisine karşı –ve onu çürütmek/ihtida ettirmek için- “vahdet-i şühud” öğretisini, hem de güçlü delillerle, ortaya atan İmam Rabbanî’nin izleyicisi olan Nakşilerin bile Muhyiddin Arabî söz konusu olduğunda onu eleştireceklerine tutup da “o sır ona aittir, bir şey diyemeyiz” yollu bir ifadeyle aklama gayreti içine girdiklerini hatırlarsak, ne demek istediğimiz daha kolay anlaşılır.. 8. İslâmı niçin “sufice” anlattığına/öğrettiğine dair Ahmed Yesevîye isnad edilen “Hiçbir manevî kavramdan haberdar olmayan bu bozkır insanına İslâmı ancak böyle kavratabilirdim” mealinde bir ifade vardır. Bu yabana atılır bir gerekçe değildir. Yalnız bozkır insanı değil, belki de bütün zaman ve mekânlardaki insanlar için bu/benzeri zorluk vardır. Düşününüz ve hatırlayınız, beşikteyken duyduğumuz ninnilerden eşikteyken dinlediğimiz masallara varıncaya dek nasıl bir “mistik/batınî/sırrî” telkininin sağnağı altında olduğumuzu.. Eşikten dışarıya attığımız daha ilk adımlarda, daha mükellefiyete muhatap olur olmaz, “şeriat-tarikat-hakikat” basamaklandırması ile olaya nasıl da hazırlandığımızı.. Bu şartlarda, gerçekten de, “tasavvuf”u yok sayıcı bir yol, yordam ve yöntemin etki şansının ne kadar düşük olduğunu.. Ve, bu arada, başta İmam Şamil, Sünusi, Ömer Muhtar, Rifli Abdülkerim, Zübeyir ve benzerlerinin “cihad bayrağı” açtıklarında bunu fark etmiş olarak, bu fark edişe göre davranmak zorunda kalışlarını hatırlayın.. İşte, böylesine bir kuşatma.. Bugün de süren bir kuşatma.. Ve yalnız bizde de değil; her zaman için her yerde.. Yuhidisi, Hıristiyanı, Hindusu, Dinsizi (dikkat: ateisti değil, teisti), geçmiş kalıntısı bir nice inanış sahipleri ve “Müslüman”ı ile Mutasavvıfların tamamı, işte, binlerce yıllık “toplum ve özellikle insan mühendisliği” birikimleriyle bu kuşatmayı her yerde ve her zaman gerçekleştirmekte.. Kimbilir hangi peygamber eliyle gönderilen bir dini Hinduizme, İdris Aleyhisselâm’ın dinini Sabiîliğe, İbrahim Aleyhisselâm’ın dinini Mecusîliğe, Musevîliği Yahudiliğe, İsevîliği Kilise Hıristiyanlığına, Buda’nın tebliğatını Budizme, Muhammed Arabî Aleyhissalât-vesselâm’ın dinini de (sınırlı da olsa) Muhyiddin Arabînin dinine dönüştüren; bu dönüştürmeler sürecinde de hep aynı yolu/yordamı/yöntemi izleyen bu “gizli/batınî” topluluk, yeryüzünde her dönemde her yöredeki “inanmışlar”ı ile tam bir iletişim ve işbirliği içinde, “kutb-ul-aktab”larına tam bir bağlılıkla kutubları, üçleri, yedileri, kırkları ve daha kim bilir nice bir organizasyonları ile plânlı ve programlı bir şekilde dünyanın idaresini ellerinde tutmağa çalışmakta/tutmaktadırlar. Bu süreç içerisinde, “mana aleminin sultanları” olarak “madde aleminin sultanları” ile de -zaman zaman hegemonya ve çıkar kavgasına girmiş de olmalarına karşın- tam bir işbirliği içinde olmuşlardır. Bu işbirliği içinde oluşları, kendileri için birer kırılma noktası olan Nebevî çıkışlar karşısında “madde âleminin sultanları”nın da korku duymaları sebebiyle çok kolayca gerçekleşebilmiştir. İşte, yeryüzü şimdilerde yine bir yeni döneme adım atmakta, Kur’an-ı Kerim’in güçlü bir biçimde yeniden gündeme girmekte oluşunun belirtileri dolayısıyla andığımız “kırılma noktası” bir kez daha yaşanmaktadır. Bu durum, bu iki alemin sultanlarının aralarındaki işbirliğini yeniden güçlendirip, onları yeni strateji arayışlarına ve ayakta kalabilmek, egemenliklerini sürdürebilmek için daha büyük ve çok yönlü bir savaşım içine girmeğe zorlamaktadır. Coğrafyamızda yaşanmakta olan olaylar, işte, bunun sonuçlarıdır. İmdi, bileceğiz ki, ipler “onlar”ın elindedir. İnisiyatif ne yazık ki, onlardadır. Ve, bu stratejinin son dönemlerdeki uygulamaları olarak gündemlenen BOP, AB, Ilımlı İslâm, şu ve bu adlar altındaki gelişmelerin tümü, işte, aralarında ABD Başkanı Buş’un da bulunduğu Mutasavvifin takımının, bu “gizli/batınî/sırrî” inanç sahiplerinin Kur’an-ı Kerim’e karşı açtıkları savaşın görüntüleri/görüngüleri/göstegeleridir. İşte, burada agah olmalıyız ki, ülkemizde de ipler, yine (aralarında masonların da bulunduğu) bu gizli örgütlerin elindedir. Bunlar, dinlerin hakikatini dönüştürmek için kullandıkları “suret-i haktan” görünme taktikleri ile, ola ki, bazı ihlâslı Müslümanları da -her zaman olduğu gibi herkesten daha çok Müslüman görünerek ve İslâmın/Müslümanların ağabeyi rolünü oynayarak- yönlendirmektedir; İslâma hizmet yemi atarak onları da kendi emellerine alet etmektedirler.. “Ola ki” dedik ama, “muhakkak ki” bu böyledir… Bunu böylece oynayanlar ise, çok dikkatli bakınız göreceksiniz, mutlaka ve mutlaka Tasavvuf İslâmı diye adlandırdığımız inancın bağlılarıdır.. Ve, işte bu noktada, Şeytan’ın insanı Yüce Allah ile bile aldattığı gerçeği hatırlanarak, “her sakallıyı dede sanmak” örneği, her öyle görüneni Müslüman sanmak gafletine düşmeksizin, sahadaki oyuncuların, sahnedeki aktörlerin Tasavvuf İslâm’ı ile ilişkilerine dikkat etmek gerekiyor.. Evet, hemen belirtelim, bunlarla savaşım yoluyla baş etmenin, ifşa yoluyla etkinliklerini gidermenin yolu da yoktur. Çünkü, “virüs”ler gibi -biçimsel de değil- yapısal değişim ve dönüşümlerle hemen yeniden toplum içine sızmanın, etkinliklerini sürdürmenin yollarını bulmaktadırlar.. Demiştik ya, onbinlerce yıllık bir deneyim ve birikimleri var.. Tek yol, mutlak surette onların içlerine korku salan Kur’an-ı Kerim’i onların hesaplayabileceklerinden de hızlı ve daha etkili ve de daha yaygın bir biçimde yaşama geçirmektir. Başkaca “efendi”leri ve başkaca “efendi”ler edinmiş olan baklarını bir yana iterek, bizi etkilemekte oldukları alanın dışına çıkararak, Efendimiz Aleyhissâlatvesselâm gibi Kur’an-ı Kerim’i ahlâk edinmek, öylece yaşamak.. Yüce Allah cümlemize feraset versin, hepimizi basiret sahibi kılsın, tümümüzü Kur’an-ı Kerim’de “fakih” eylesin.. Yüce Kitab’ın âlimi olmak elbette zordur ama, “fakih”i olmak bizim ihlâslarımızla doğru orantılı olarak çok kolaydır. Alimi olmağa çabalamakla birlikte, asıl talebimizi “fakih”i olma hedefine yöneltelim.. Çünkü, zor olmasına karşın “alim”i olmak yetmezken, Yüce Allah’ın bir lûtfu olarak “fakih”liği yakalamak hem kolaydır, hem de yeterli.. Yeter ki, ihlâs üzere olalım.. Vesselâm.. Zübeyir YETİK