Zıplanacak içerik
View in the app

A better way to browse. Learn more.

Tartışma ve Paylaşımların Merkezi - Türkçe Forum - Turkish Forum / Board / Blog

A full-screen app on your home screen with push notifications, badges and more.

To install this app on iOS and iPadOS
  1. Tap the Share icon in Safari
  2. Scroll the menu and tap Add to Home Screen.
  3. Tap Add in the top-right corner.
To install this app on Android
  1. Tap the 3-dot menu (⋮) in the top-right corner of the browser.
  2. Tap Add to Home screen or Install app.
  3. Confirm by tapping Install.

DİPNOT

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

DİPNOT tarafından postalanan herşey

  1. TİSK'in yaptırdığı bir araştırmanın Türkiye'deki öğrencilerin yüzde 73'ünün Türkiye'yi beğenmediğini ortaya koyduğu, bu oranın yurtdışında okuyanlarda yüzde 77'ye vardığı belirtiliyordu NELER OLUYOR... 2007 yılında üzgün ve takıntılı biri oldum. Neden bilmiyorum. Geçenlerde anlatmıştım. Bizim evin penceresinden baktığımda, karşı kıyıdaki Rum Mehmet Paşa Camii'ni kapatan, büyük bir bayrak çektiler Sinai Kalkınma Bankası'nın çatısına. Baktıkça gülmek mi, öfkelenmek mi gerektiğini kestiremiyorum. Son yıllarda, sorunlar ile bayrakların boylarının büyümesi at başı gidiyor. Bir süredir, "İstiklal Marşı" daha fazla çalınır, reklamlarda bile yer alır oldu. Daha çok "İstiklal Marşı" söylüyor, daha büyük bayraklar çekiyoruz; bu arada borsamızın yüzde 70'inden fazlası, bankacılık sektörünün yüzde 42'si, sigorta şirketlerinin yarıdan çoğu yabancı denetiminde. Milliyetçi duygularımızın artışıyla, ekonomimizde milli sanayiimizin payı birbirleriyle ters orantılı gelişiyor. Zarar yok! Hani bir söz vardır, "ekonominin milliyeti olmaz" diye... Öyle anlaşılıyor ki, bizim milliyetçiliğimizin de ekonomik kaygıları yok. Olmasın da! Kapsın ekonomimizi medeniyet dediğin tek dişli canavar. Bizim kendi iman dolu, terli arslan göğsümüz var. Varsın alsın teker teker bütün bankaları gâvurlar! Unutulsun, onur, bağımsızlık, namus, emek ne çıkar! Benim bayrağım, marşım, cennet vatanım ruhuma dolar. Toplumumuzda şovinist eğilimler hiçbir zaman eksik olmadı. Ama artışı, PKK terörünün de etkisiyle bundan 15 yıl kadar öncesine rastlar. Ben milat olarak, lig maçlarından önce, milli marş söylenmesi olayını kabul ediyorum. Birdenbire maçlarda, takımlar sahaya çıkıp oyuna başlamadan seyirciyi selamlamaya durduklarında tribünlerden doğaçlama bir "İstiklal Marşı" başlıyordu, sıtma görmemiş sesler korosunun, detone marşı doğrusu pek iç açıcı olmadığı gibi, ulusal marş ile ilgili yasaya da aykırıydı. Öyle ya! Ulusal marşın nerelerde, hangi ahvalde, nasıl okunacağını söyleyen yasa, her isteyenin istediği yerde marşı söylemesine icazet vermiyordu. Önceleri bu şovinist gösteriye direndim. Yasaya aykırı olarak söylenen bu zorunlu marşa katılmadığım gibi, ayağa kalkmayı da reddettim. Ama zamanla, ben de kalktım. Öyle, herkesin ayağa kalkıp toplumsal çılgınlığa ayak uydurduğu yerde, protesto niyetine uzun süre oturamıyorsun, sen de mecburen dikiliveriyorsun. Sonra bir ara lig Telsim'in oldu, ama maçlar öncesi okunan marş ulusal kaldı. Şimdi artık Türkiye Kupası, Fortis Kupası oldu, ama marş hâlâ ulusal marş. Üstelik artık, ulusal marş tribünlerin baskısıyla değil, resmen söyleniyor, hoparlörlerden çalınıyor, kakafoni, daha senfoniye dönüşüyor hiç değilse. Bu arada futbolun kalitesi yükselmiyor, sorunlar azalmıyor. Hatta küçüleceğine büyüyor sorunlar, son birkaç yıldır sorunlarla birlikte bayrakların boyu da büyüyor. Bayraklar büyüyor, sorunlar büyüyor, borsadaki ve finas sektöründeki payımız küçülüyorken, artık milli marş reklamlara bile girdi. Son birkaç gündür, TV ekranlarında bir petrol firmasının reklamı var. Milli takımda oynamak için TC uyruğuna geçmiş Mehmet Aurelio , direksiyon başında İstiklal Marşı söylüyor. Sonra durduğunda, benzin pompalarını silah gibi tutup esas duruşa geçmiş olan benzinciler onu karşılıyorlar, şirket bayrağı ile al bayrak birlikte dalgalanıyor, ardından da bir ses, "Daha birlikte kazanacak çok maçlar var" diyor ve milli takım da, Macaristan maçı dışında galibiyete hasret, ikinci sınıf ekipler karşısında bile bocalıyor. Ben bütün bunları düşünüp tartışırken, çarşamba günü Metin Münir 'in köşesinde "Ya sev ya terk et mi? Peki gidiyorum" diye bir yazı çıktı. Yazıda TİSK'in yaptırdığı bir araştırmanın Türkiye'deki öğrencilerin yüzde 73'ünün Türkiye'yi beğenmediğini ortaya koyduğu, bu oranın yurtdışında okuyanlarda yüzde 77'ye vardığı belirtiliyordu. Türkiye en iyi yetişmiş beyinlerini kaçıran bir ülkedir artık. Bunda şaşacak bir şey yok, beyinsizliğin yani idiokrasinin egemen olduğu yerde beyin barınmaz. Her neyse arkadaşlar... Biz günde beş vakit "İstiklal Marşı" dinliyor, istiklal giderken, yadigâr kalan marşıyla teselli buluyoruz, Bu arada da bayraklar büyüyor. Bayraklar büyürken, genç beyinler de tüyüyorlar. Evet marşlar artıyor, bayraklar büyüyor, genç beyinler de tüyüyor! ____________________________ ____________________________ ____________________________ DİPNOT... KAYNAK...
  2. Türkiyemizde şu hanKi siyasal yapı Truva atı'ne benzemekte ve İCRAATLAR SADECE BEZ PARÇASI (TÜRBAN) ÜZERİNE POLİTİKA ÜRETMEK... Doğaldır ki, türbanın sorun olup çıkışında, başka etkiler de işin içine girmiştir: Başta, toplumu son yıllarda sarsıp duran iktisadi bunalımların ve çaresizliklerin insanları götürdüğü metafizik aranışları; gitgide yozlaşan eğitim ve kültür sığlığı; belli bir düzeyin altındaki ailelerde babanın, hele hele kocanın dayatması; son 20-25 yılda, okulların sayısını aşacak miktara ulaşmış camilerin, tarikatçı hareketlenişlerin de yardımıyla ülkeye sardırılmış ''muhafazakâr atmosfer'' in etkisi önemli. Farklı görünmenin çekiciliğini de hesapta tutmalı! 1980'lerle, ''yeşil kuşak'' kuramına uyup laik eğitimden verilen ödünlerin ayyuka çıkması, imam hatip okulları salgınına kızları da alma; bütün bunlar, kadınların örtünmesini dayatırken, din ve kadın sömürüsünde de kapıları ardına değin açmış ve toplum, ''din-siyaset-ticaret üçgeni'' nin cehennemi içine açıkça itilmiştir. Bu üçgen, bugün bizzat iktidarın da koruması altındadır. Türbanın, bir ''meta'' olarak, kapitalist pazarın sipariş listesine kaydolduğunu hatırlatmak bile fazla. Türban, işte bütün bu etkilerin yumağı ve karmaşıklığı! Çözüm de işte bu bütünün içinde gizli...
  3. Anton Çehov'a Göre Öğretmenler... "İyi, zeki ve eğitimli öğretmenlere köylerde ne büyük gereksinim duyulduğunu bir bilsen! Öğretmenler için kimseye sağlanmayan olanakları yaratmak zorundayız. Bunu da bir an önce yapmalıyız; çünkü halk, her yönden yeterli bir eğitim görmezse, devlet, yeterince pişirilmemiş tuğlalardan örülmüş bir ev gibi çöküverir. Öğretmen, bir sanatçı gibi, işine büyük bir tutkuyla âşık olmalıdır. Ve bizim öğretmenlerimiz, sürgüne gidercesine isteksiz, köylere gidip çocukları eğiten yarı eğitimli kişiler, acemi işçilerdir. Açlık içinde öğretmenlerimiz, yokluk içinde... Mağdur durumda... Canlılıklarını, verimliliklerini yitirme korkusu içinde yaşıyorlar. Oysa öğretmen, köyün en önde gelen kişisi olmak zorundadır. Köylülerin sorduğu bütün sorulara cevap verebilmek, kendisini saydırmak, bu saygıyı da etkinliğiyle kazanmak zorundadır. Bir öğretmenin karşısında kimse sesini yükseltmeye kalkışmamalıdır. Saygınlığını bozacak en küçük bir davranışta bulunmamalıdır. Bizde herkes öğretmene saldırır, köy polisi, cebi dolu bakkal, din adamı... İnsanları eğitmekle görevlendirilmiş birine üç kuruş aylık vermek yakışır mı! Halkı eğitecek bu öğretmen ha! Az iş değil! Böyle birinin pılı pırtı içinde dolaşması, rutubetli, yıkıntı okullarda titremesi, durmadan tüten sobaların dumanıyla zehirlenmesi, ömrünü aksırık öksürükle geçirip, otuzuna varmadan larenjit, romatizma, verem gibi bir yığın hastalıkla bir çöküntü haline gelmesi yakışık alır mı! Bu, bir yüzkarasıdır bizim için! Düpedüz yüzkarası." Yüzyılın ilk yıllarında Anton Çehov dostu Maksim Gorki 'ye böyle söylüyordu işte!.. Yüz yıl geçmiş aradan! Bugün aynı sözleri kendi ülkemiz için, kendi öğretmenlerimiz için yüreğimiz sızlayarak biz de sözcüğü sözcüğüne söylemiyor muyuz? Bir gün Gorki, arkadaşı Çehov'un evinde bir öğretmen görür. Şöyle anlatır o öğretmeni: "Genellikle kendi yakışıksız görünüşünün bilinciyle yüzü kızarmış, iskemlenin ucuna ilişik, terleye terleye ve sözcüklerini, beceriksizliğini gizleyemeyen bir özenle seçe seçe, elinden geldiğince 'eğitimli' ve düzgün konuşmaya çabalayan, hastalık derecesinde utangaç, bir yazarın gözünde aptal görünmemek için var gücünü harcadığını saklayamayan, oysa, belki de o anda aklına düşüvermiş bir yığın sorularla Anton Pavloviç 'i soru yağmuruna tutan bir kişidir" bu öğretmen... Kalın sesiyle önemli sözler söylemeye çalışır: "Pedagojik mevsim süresince yaşam koşullarından edinilen bu tür izlenimler, çevredeki dünyaya karşı nesnel tavır almak konusunda en küçük bir olasılık sağlama olanağını tümüyle ortadan kaldıran somut bir konglomera oluşturmaktadır." Böyle "derin mi derin" "felsefe" ler yapmaya çalışır yazar önünde bilgiçliğini göstermek istercesine!.. Oysa yazar, o tatlı, doğal inceliğini elden bırakmadan çok ama çok basit bir şey sorar: "Sizin bölgede çocuklara dayak atan öğretmen var mı?" Öğretmen şaşırır, o öğretmenin kendisi olmadığını söyler, çocukları döven öğretmeni de şöyle anlatır: "Karısı hasta, evi deseniz bodrumdan farksız. Tek oda" diye başlar kendi gerçeklerini belirtmeye. O ince, o sıcak, o dost, o gerçek insan, o doğal yazar, karşısında az önceki bilgiççe konuşmasından utanmıştır. "Az önce, süslü, büyük ve gülünç sözcüklerle Çehov'u etkilemeye çabalayan bu adam, birden sarkık burnunu sallandıra sallandıra, ağzından çakıl taşları dökülüyormuş gibi konuşmaya başlamıştı. Sözleri sade ve ağırdı. Rus köylerinde süregiden lanetli, kötü yaşamın gerçeklerine ışık tutuyorlardı" diye yazar Gorki... Öğretmen giderken Çehov'un kemikli elini uzun uzun sıkar: "Buraya gelirken okul müdürüne gider gibiydim. Bacaklarım titriyordu. Ama hindi gibi kabarmaya zorladım kendimi, size ne mal olduğumu, nice bilgili olduğumu göstermeye kararlıydım. Şimdi, kırk yıllık dostumun evinden gider gibiyim. İyi ve değerli bir düşünceyi de beraber götürüyorum. Büyük insanlar daha sade, daha çok şey anlıyorlar ve biz yoksul insanlara, aralarında yaşadığımız beş para etmezlerden daha yakınlar. Hoşça kalın, sizi hiçbir zaman unutmayacağım" der. Arkasından Çehov, Gorki'ye şu sözleri söyler: "İyi bir adam. Ama öğretmenliği uzun sürmez. Tutmazlar. Kendini ele verir yakında..." İşte gerçek bir yazar...
  4. BİZDE GENEL KONUŞUYORUZ ARKADAŞIM... BİZDE... MALEZYALI MUHALİF KADIN ÖNDERLERDEN IVY JOSIAH'IN İBRETLİK SÖZLERİ: SİYASAL İSLAM ADIM ADIM GELİYORKEN BİZ UYUYORDUK... Ece Temelkuran (Milliyet - 29.9.2007[/b] O kadar yumuşak ve argümanları hazırlanmış bir biçimde gelişiyor ki siyasal İslam ve muhafazakârlık, bu yumuşaklık karşısında tartışacak bir siyasi satıh bulamıyorsunuz. Biz uyuyorduk... Güzellik yarışması protestosunda, kadın eli sıkmamaya başladıklarında, devlet dairelerine kapalı giysilerle gelmemizi söylediklerinde... Yavaş yavaş oldu. Bazen düşünüyorum da Irak'tan çıkan en kıymetli şey petrol yerine elma olsaydı dünyanın başına bütün bunlar gelir miydi? Ya da Afganistan uyuşturucunun değil ıspanağın merkezi olsaydı? Ama artık bu "medeniyetler çatışması" hikâyesi üzerine kurulu kan çukurunun çözmek zorunda bırakıldığımız politik ve dini karmaşası bu soruları soramayacak kadar burnumuza dayanmış durumda. 1980'lerde dünya sahnesine çıkan siyasal İslamın kaynaklarının ne olduğunu, ülkelerin nasıl etkilediğini konuşamayacak kadar meşgulüz diyelim ki başörtüsü meselesiyle. Siyasal İslamın kahramanlarının dünyanın efendileri tarafından nasıl yaratıldığını, desteklendiğini konuşamıyoruz çünkü o kahramanların yönlendirdiği görece masum halk kitleleriyle uğraşıyoruz. Ve bütün bunları konuşmak, tartışmak çok zor. Çünkü, biliyorsunuz, onlar Tanrı'nın kendi taraflarında olduğunu söylüyor. 'Yeşil'den 'ılımlı'ya Politik bir hareket olmasına rağmen soru sorduğunuzda dinlerini sorguluyor duruma düşürülüyorsunuz. Türkiye gerçeğinde "darbe davetiyesi" çıkarmış oluyorsunuz, Malezya gerçeğinde İslam karşıtı ya da halk düşmanı ilan ediliyorsunuz. ABD'nin 80'lerde meyvelerini veren ve Ortadoğu'daki özgürlük hareketlerine, SSCB etkisine karşı kullandığı "Yeşil Kuşak Projesi"nin sonuçları "fazla kanlı ve tehlikeli" olduğu için icat ettiği "ılımlı İslam" projesi ise bu oyunun bizim kuşağımızı uğraştıracak devam filmi. Malezya'nın Tayyip Erdoğan'ı Anvar İbrahim'in dünkü röportajda söylediği gibi: "Bu, uluslararası bir hareket!" Şimdi ülkelerin demokratları, aydınları tarafından kabul görebilecek, hatta desteklenecek bir yaklaşımla siyasal İslamı yükseltme zamanı. Bu sadece Türkiye için değil, Türkiye ile pek bir benzerliği olmayan Malezya için de geçerli. Çok karmaşık toplumsal problemler içinden filizlenip güçlenen bu siyasi hareketin sevimli ve yumuşak tavrının görünmez kıldığı hakikatleri bulup çıkarmak da yine bizim kuşağımızın meselesi olacak. Ama bir ülkenin, bir rejimin "gerçek renklerini" her zaman kadınlar anlatır. Malezya ile Türkiye arasındaki farklar-benzerlikler üzerine uzun uzun konuşmaya gerek yok. Sivil toplum örgütü yöneticileri Ivy ve Toni'nin anlattıklarına bakın. Ve Türkiye Malezya resimleri arasındaki "7 benzerliği" kendiniz bulun. Malezya'dan Türkiye'ye dönerken bu bulmaca-röportajda herkese başarılar! Müslüman, kadın, muhalif! Bu yüzden işi daha da zor "Müslüman erkeğin en cahili bile en bilgili Müslüman kadından daha meşrudur." İslamda Kızkardeşler Örgütü'nün (Sisters in Islam-SIS) baş eğitmeni Toni Kasım muhafazakârlığa karşı bir Müslüman kadın olarak mücadele vermenin ne kadar güç olduğunu böyle anlatıyor. Çünkü: "Kuran'da ne yazdığını ben biliyorum. Ama bir toplantıya gittiğimde bütün kadınlar başörtülü olduğu için erkek veya kadınlardan biri çıkıp bütün bir konuşmadan sonra sadece şunu soruyor: 'Senin dediklerine nasıl inanabilirim? Başın açık!' Siz de biliyorsunuzdur, söylenen şeyle başa çıkamadıkları zaman söyleyene saldırırlar. 'Ben sizin kıyafetiniz yüzünden size saldırmıyorum. Gelin konuyu tartışalım' dediğimde ise işim pek kolaylaşmıyor." Tutucu kanaatler engeli İslamda Kızkardeşler Örgütü, Malezya'daki en etkin kadın örgütü. Müslümanlar ve Kuran'ın çağdaş dünyaya yorumları üzerinden muhafazakâr İslam hareketine karşı mücadele veriyorlar. Kadınlara, herhangi bir erkek egemen baskı altında kaldıkları zaman bunun Kuran'da olmadığını anlatıyorlar. Ya da Şeriat Mahkemesi'nin verdiği kararların İslami olmadığını aydın ilahiyatçılardan aldıkları yorumlarla halka açıklamaya çalışıyorlar. Ama hem basının üzerindeki sansür hem de Müslüman toplumdaki yerleşik, tutucu kanaatler işlerini zorlaştırıyor: "Burada değil İslam dinini sorgulamak onun erkek egemen olan ve 7. yüzyılda kalmış yorumunu sorgulamak bile İslam karşıtı sayılıyor." Peki bir sivil toplum örgütü olarak Kuran'dan yola çıkmak, Kuran ile uyumlu olmak zorunluluğu onları köşeye sıkıştırmıyor mu bazen? "Ne yapabilirsiniz? Kadına 'Bu sivil yasada yok. Bu insan haklarına aykırı' deseniz size dönüp dininin böyle istediğini söylüyor. O zaman ona 'Hayır, dinimiz böyle söylemiyor' demek zorundasınız." 'Çok bilmek yetmiyor' Toni, Avrupa'da yaşayan Müslüman kadınları örnek veriyor: "Kadın Avrupa vatandaşı ama Müslüman. Haklarının gasp edilmesine karşı her türlü laik imkâna sahip. Ama yine de dayak yiyince polise gitmiyor. Buna ne diyeceksiniz? Ona İslam'ın bunu reddettiğini anlatmak zorundasınız." Ama İslam'ı çok bilmenin hiç bilmeyen muhafazakârlar için "yeterince müslüman" olmaya yetmediğini, yerleşik kanaatlere sadece kadın olarak değil, erkek olarak karşı koymanın da "gayrimeşru" sayıldığını anlatıyor Toni. Peki hangisi daha çok saldırıya uğruyor? Ivy, Toni'yi gösteriyor: "Onun işi daha zor. Çünkü hem Müslüman, hem muhalif!" Her iki kadın da konuşma biter bitmez işlerine koşturuyorlar. İkisi de yapacak çok işleri olduğunu biliyorlar. 'Yumuşak ve yavaş yaparlar' "İnanç özgürlüğünü savunana kadar bizi çok sevimli bulurlardı. Ama ne zamanki anayasal inanç özgürlüğünden söz etmeye başladık ölüm tehditleri başladı." Ivy Josiah, Malezya'nın ilk kadın sığınma evi ve "Kadına Yardım Örgütü'nün (WAO) kurucusu, yöneticisi. Örgütün 25 yıllık bir geçmişi var. "Uyuyorduk" diyor Ivy, "Güzellik yarışmasını protesto ettiklerinde, kadınların elini sıkmamaya başladıklarında, devlet dairelerine kapalı giysilerle gelmemizi söylediklerinde... Hatta haklı buluyorduk bir yanıyla. Doğru, devlet dairesine 'düzgün' kıyafetle gidilmeliydi. Ama sonra o 'düzgün' yani kapalı kıyafetleri zorunlu hale getirdiler. Bu yavaş yavaş oldu. Siz de bilirsiniz, her dinin evangelistleri hiç acele etmeden yaparlar bu işleri." Halkı değiştiriyorlar O kadar yumuşak ve argümanları hazırlanmış bir biçimde gelişiyor ki, siyasal İslam ve muhafazakârlık, bu yumuşaklık karşısında tartışacak, kafa kafaya gelecek bir siyasi satıh bulamıyorsunuz. Ne der Ivy buna? "Evet, evet. Biz 'Tamam o zaman, eğer İslam devleti istiyorsanız, gelin anayasayı değiştirelim o zaman' dediğimizde asla kabul etmiyorlar. Çünkü, bu tepki çeker ve reddedilir, biliyorlar. O yüzden çok yavaş ve yumuşak yaptılar başlangıçta. Ama şimdi gücü ele geçirdikleri için o kadar yumuşak değiller." Ekonomi ve muhafazakârlık Ivy, "ekonominin tıkırında" olmasının herkesin bu siyasi gelişmeye sessiz kalmasının bir başka nedeni olduğunu söylüyor: "Bize maddiyatı verdiler ama soru sormamızı yasakladılar. Yani ülkenin 'hardware'i iyi, 'software'inde sorun var. Ve Malezya halkı Türkiye kadar (!) soru soramaz. Yıllarca otoriter bir rejim altında yaşadığımız ve Malay halkının resmi dini İslam olduğu için bu konuda tartışmamız daha zor. Oysa siyasal İslamı yükselten bir güç oyunu. Aşırı dinci PAS partisi çıktıktan sonra merkez parti UMNO da İslamcılaştı. Sonra birbirleriyle muhafazakârlaşma konusunda yarışmaya başladılar. Arada hep kadınlar harcandı, harcanıyor." 'Kitlelere ulaşamıyoruz' Ya muhafazakâr İslamcılığı destekleyen kadınlar? "Çok var tabii. Biliyor musun, biz aslında yukarıda bir yerde, elit bir düzeyde konuşup duruyoruz. Kitlelere, kitlelerle konuşmamız lazım. Ama sansür var. Sansürün olmadığı yerde de bizim söylediklerimizin din karşıtı olduğuna inananlar var. Yani bizim kitlelere ulaşmamızı engelliyorlar." Laiklik için bile değil, ülkedeki bütün dinlerin birbiriyle eşit olması için...
  5. DİPNOT şurada cevap verdi: muki başlık Kadın Erkek İlişkileri
    Teşekkürler sevgili muki... Sevgiler...
  6. Maalesef gidişata destek veren ve özlem duyan zihniyette var artık ve bunları olması gereken şeylermiş gibi dayatmaya çalışan ve bu zinciri boyunlarına geçirmekten mutluluk duyanlarda!... Bu yeterli eğitimden uzak, dünya vatandaşı bilinciyle yoğrulmamış, gerçek yaşamı algılamaktan ziyade özünde modern insan olamayan ve buna tepkisel yaklaşarak sadece inanç ağırlıklı bir yapının ne gösterilmişse büyütülmüş, dayatılmış, şartalndırılmış bir koşullu öğrenimin /öğretilmişliğin bir sonucu olsa gerek... Ama kırılamaz da değil... DİNSEL ANLAYIŞ; Dinin, inancın siyasete girmesi, toplumun bunu önlemek yerine aksine bu anlayışta olanları iktidara taşıması iste Türkiye imajını hızla "o görüntüler" dediğimiz "köktendinci", İslamî yönetimli ülkelerin görüntüsüne, imajına çevirdi. Din alimlerinin, uzmanlarının "Müslümanlıkta, Kur'an'da türban diye bir şey yok. Saçın telini göstermemek diye bir kural yok," açıklamalarına rağmen başörtüsüyle, eşarpla bile yetinmeyip, (Müslüman ülkelerin hemen hepsinin lider eşleri başörtüsü de takmadığı halde) radikal İslâm ülkelerinin tesettürünü taklit edenler sonunda amacına ulaştı... Bugün artık Türk kadınları İran, Suudi Arabistan, Cezayir kadınlarına benzetildi. Üstüne üstlük örtünenler "inançlı", örtünmeyenler "inançsız" anlayışı siyasetçi konuşması destekli olarak topluma enjekte edildi. Arap ülkelerin kadınlarında ne görülmüş ve ne bulunmuş ki biz bizdeki bu zihniyetten birşey bekliyelim....
  7. İslam ülkelerinin 'first lady'lerinin başı açıkken Türkiye'ninki türbanlı... First Lady farkı... Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad 'ın Türkiye ziyareti sırasında, resmi karşılama töreni düzenlenirken Çankaya Köşkü'nde ortaya çıkan tablo, Türkiye'nin imajının "türbana" teslim olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül 'ün türbanlı eşi Hayrünnisa Gül, başı açık Esma Esad ile yan yana geldiğinde Türkiye'nin getirildiği nokta objektiflerden dünyaya yansıdı. İslam ülkelerinin çoğunun liderinin eşi siyasal İslamın simgesi olan türbanı takmazken Türkiye ilk kez dünya kamuoyuna türbanlı bir first lady ile "resmi" görüntü verdi. Çankaya Köşkü'ndeki resmi karşılama töreninde, protokol kuralları çerçevesinde objektiflere poz verilirken Esad'ın türban takmayan ve çağdaş giysileri tercih eden eşi Esma Esad Cumhurbaşkanı Abdullah Gül 'ün yanında, türbanlı "first lady" Hayrünnisa Gül de Suriye Devlet Başkanı'nın yanında yer aldı. TÜRBAN YERİNE ÇAĞDAŞ GİYİMİ TERCİH EDİYOR Vahabi inancına sahip Suudi Arabistan, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri ve İran gibi şeriat ile yönetilen ülkeler dışında Ortadoğu'daki Müslüman kimliği olan ülkelerin çoğunun liderinin eşi türban takmıyor. Esma Esad'ın yanı sıra Ürdün Kralı Abdullah bin Hüseyin 'in Filistin asıllı eşi Kraliçe Reina da ülkesinde İslami kuralların büyük ölçüde günlük yaşamda etkili olmasına karşın türban takmadığını gibi çağdaş giysileri tercih ediyor. Arap dünyasının lideri konumunda olduğunu düşünen Mısır'ın Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek 'in eşi Suzan Mübarek de türban takmayan lider eşleri arasında bulunuyor. Çağdaş giyimi ile Mısır'ın dünyaya tanıtımında önemli rol oynayan Suzan Mübarek'e geçen sene de Almanya'da Barış İçin Uluslararası Kadın Hareketi derneğinin başkanı olarak "Dr. Rainer Hildebrandt Madalyası" adlı Uluslararası İnsan Hakları Ödülü verilmişti. Irak'ın devrik lideri Saddam Hüseyin 'in eşleri Sacide Tulfah ve Samira da türban kullanmıyordu. Sacide Tulfah sadece ara sıra başına eşarp takıyordu. Ancak ABD işgalinden sonra Irak Başbakanı olan Şii kökenli Nuri El Maliki, tesettürlü olan eşini protokole sokmadı. Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani 'nin eşi Hero İbrahim Talabani de ülkesinin ABD tarafından İslam Cumhuriyeti'ne dönüştürülmüş olmasına karşın türban takmıyor, o da diğer çoğu Arap Ortadoğu ülkelerinin lider eşleri gibi yerel giysileri değil, çağdaş Batılı giysileri tercih ediyor. HALKINA ÖRNEK OLUYOR Tunus Cumhurbaşkanı Zeynel Abidin bin Ali 'nin eşi Leyla bin Ali de çağdaş giysilerle halkına örnek oluyor ve türban kullanmıyor. Aynı şekilde Cezayir Devlet Başkanı Abdülaziz Butelfika 'nın 1990 yılında evlendiği eşi Amal Triki de türban kullanmayan "first lady" ler arasında bulunuyor. Nüfusunun tamamına yakını Şii inancına sahip Türk Cumhuriyeti olan Azerbaycan'ın "first lady" si, Cumhurbaşkanı İlham Aliyev 'in eşi Mihriban Aliyev de türban kullanmıyor. İşte onlar ve bizin kiler... Esma EsadMihriban Aliyev Suzan Mübarek Ürdün Kraliçesi Reina Ve bizim ki... Hayrünisa Gül...
  8. İnancı Türban sananları da ben hiiiiiiiiiç anlamadım, anlayabileceğimi de sanmıyorum.. Çünkü yaratıcı böyle isteseydi mutlaka insanların kafasına türbana benzer birşeyle dünyaya getirirdi ve buna da gücü yeterdi diye düşünüyorum... İnanç bu değil, olmaz, olamaz diyorum..
  9. Teşekkürler sevgili gelincik... Bizlere, anne babalara, toplumun tüm duyarlı kesinlerine ve eğitim yaşamına bakan anlamsız politikaca ve idarecilerin yüzüne tokat gibi çarpan gerçekleri bizimle paylaştığınız için... Kişisel başarıdan ziyade toplumsal bir talep ve istemeyle oluşabilecek bir oluşum bu... Toplumun dinamik ve bilinçli kesimlerinin yapabileceği bilinçi tercih ile... Yoksa; Bütçeden MİLLİ GÜVENLİKTEN sonra en büyük payı neden DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI aldığını çok daha iyi anlıyorum.... Yazık oluyor yazık... Saygılar...
  10. Ne önyargısı arkadaşım... Tehlikenin boyutundan bahsediyoruz... Türban denen şey (konu başlığında da bahsettim)... Türk ulusunun ortaçağ katolisizmine ve ABD evangelizmine hapsedilme projesidir, Türk ulusal kimliğine ve bütünlüğüne yönelik bir tehdittir. Türban, artık toplumda bir iletişim ve referans aracı haline gelmiştir. Bu kıyafet türü, hak, hukuk, adil gelir gibi toplumsal sorunların daha da derinleşmesini gözlerden kaçıran bir araç olarak kullanılmaktadır... Siz buna önyargı diyorsunuz değilmi.... Sinsi sinsi ve alıştıra alıştıra 21. yüzyıl Türkiyesini saçma bir şekile ve gereksiz, anlamsız bir örtünmenin içine sokuyorlar... Ülkemizin başına bu bez parçasını geçirdiler, bez parçasını... Sorunumuz oymuş gibi insanlarımızı çarşafa, türbana, burkaya sokmaya çalışıyorlar.. Bu mu din, bumu inanç, bu mu akıl, bu mu irfan, bu mu gelişme... Eğer buysa... Ben böyle bez parçasına umut bağlayan bir inanca asla inanmıyorum.... Aklım ve mantığım almıyor.... Üstelik dinin hiçbiryerinde böyle bir şekil yok... Böyle bir kıyafet yok... Bu arap özentisi ve arap kıyafetidir, arap.. Burası ATATÜRK TÜRKİYESİ... Kılık kıyafet devrimi 1920 lerde yapıldı... Bunları aşın aşın..
  11. Ulusalcılık gibi bir bilinci yok edip size göre Göbek kaşıyıp ya allah allah deyip tespih çekelim öylemi... Ve ülkemizi akıl ve bilinçten uzak doğma zihniyeti kurtarır... Öylemi... :::::
  12. Türban neyi örtüyor arkadaşım neyi... Yukarıda bir Üniversite öğretim üyesinin ortaya koyduğu tespitleri bire görmezden, duymazdan gelen birine ne anlatılır bilemiyorum... Bakın; Yakın geçmiş te üniformalaşmış dinci giyim hareketi ve bu dinci gericiliğin, yani siyasal İslamın (Mısır'da Müslüman Kardeşler, İran'da Mollalar hareketi) yükselişi ile örtüştüğünü herkes bilir... PSİKOLOJİK YAPISI İSE ŞU BENCE... Başta, toplumu son yıllarda sarsıp duran iktisadi bunalımların ve çaresizliklerin insanları götürdüğü metafizik aranışları; gitgide yozlaşan eğitim ve kültür sığlığı; belli bir düzeyin altındaki ailelerde babanın, hele hele kocanın dayatması; son 20-25 yılda, okulların sayısını aşacak miktara ulaşmış camilerin, tarikatçı hareketlenişlerin de yardımıyla ülkeye sardırılmış ''muhafazakâr atmosfer'' in etkisinde kalmış bir şekli giyimden başka birşey değildir... Aklını kullanan, düşünen ve aydın insanların bilinci sayesinde bunun ne menem bir aldatmaca ve dayatmaca olduğunu hepimiz biliyoruz... Birde şu var; Öğretim üyesine mi inanacağız... Kendini laik sanan dinci üniormanın altında ezilip kalan birinemi... Saygılar...
  13. Doç. Dr. Şahin Filiz, Türkiye'yi bekleyen tehlikenin mahalle baskısı değil mikro faşizm olduğunu söyledi... 'Türban ulusal kimliğe tehdit' Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Felsefesi Ana Bilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Şahin Filiz, mikro faşizmin çekirdeği olarak tanımladığı türbanın Türk devletinin tasfiye ve teslimine geçirilen kılıflardan biri olduğunu söyledi. Şeriatçıların tüm kutsal kavramları kirleterek kullandıklarını belirten Filiz, "Tarikat ve cemaatler, ekonomik güç, sosyal nüfuzun ötesine geçerek, siyasi ve idari nüfuzu ele geçirmek üzere özgürlüklerin genişletilmesini istemektedirler" diye konuştu. Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Felsefesi Ana Bilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Şahin Filiz , Türkiye'yi bekleyen tehlikenin, mahalle baskısından çok "mikro faşizm" olduğunu söyledi. Türbanın, 1970'li yıllardan sonra mikro faşizmin çekirdeği olarak ortaya çıktığını belirten Filiz, bu kıyafetin "Atatürk Cumhuriyetine, onun ilke ve devrimlerine, Türk devletinin tasfiye ve teslimine geçirilen kılıflardan biri" olduğunu vurguladı. Toplumda türbanlılarla türbansızların "kardeşçe yaşayacakları" görüşünün de gerçeği yansıtmadığının altını çizen Filiz, "Çünkü türbanlı, yanındakini kendisine benzetmediği sürece dini görevini tamamlamış olmayacaktır" dedi. Mahalle baskısı ve mikro faşizm kavramları üzerinde bir çalışma yapan Doç. Dr. Şahin Filiz, Türkiye'nin yaşadığı dönüşümü ve ulus devleti bekleyen tehlikeleri anlattı. Filiz'in sorularımıza verdiği yanıtlar şöyle: - Mahalle baskısı kavramı yerine mikro faşizm nitelemesini kullanıyorsunuz, bunu biraz açar mısınız? - Evet mikro faşizm kavramı daha uygun düşüyor. 1980'den sonra Batı'da postmodern dalga hiçbir doğrunun kendi başına diğer doğruları egemenliği altına alamayacağını, bütün mezhep, din ve ırkların her birinin kendi doğruluk alanları olduğunu ilan etti. Fakat, Batı'da ulus devlete yöneltilen eleştiriler, 3-4 yüzyıllık demokrasi tecrübesi nedeniyle ulus devletlere zarar vermedi. Bizde ise sekülarizme ve ulus devlete yöneltilen eleştiriler, bu kadar uzun demokrasi tecrübesi olmadığından ötürü doğrudan Atatürk Cumhuriyetini, ulusal birliği yıkıcı etkileri de beraberinde getirdi. 'Demokrasiyi kullanıyorlar' Her mezhep, tarikat ve cemaat ulus devlet olan Türkiye Cumhuriyeti'ni eleştirirken, kendilerine ait birer devlet hegemonyası alanı yaratmışlardır. Herkes, devletten kendi devletini istemiştir. Demokrasi, insan hakları ve özgürlük gibi kavramları hem etnik ırkçı teröristler hem de tarikatçı ve cemaatçi gerici kesimler yoğun olarak kullanmaktadır. - Mikro faşizm diye nitelediğiniz baskının temel simgesi ve aracı türban mı? - Evet, bir dinde ne kadar simgeye, gösterişlere vurgu yapılırsa, o dinden beklenen toplumsal yarar da o derecede azalmaktadır. Dindarlığın ölçüsü tamamen sembollerin görünürlüğü ve tüketilebilirliği ile ilgili bir ölçü olacaktır. Öte yandan yüzlerce vakıf ve dernek, devlet içerisinde devlet adacıkları oluşturacak, tarikat ve cemaatler, okulları, dershaneleriyle belirli sembollerin sahipliğini iddia edecek ve daha az devlet, daha çok cemaat anlayışı yerleşecektir. Türban, 1970'lerden sonra mahalle baskısı ya da mikro faşizm dediğimiz kavramların ilk çekirdeği olarak ortaya çıktı. 'Sorunları örtüyor' Bu kıyafet, ülkemiz ve ulusumuzun karşı karşıya kaldığı tehlikeleri karartıp örten bir işlev yüklenmiştir ve Atatürk Cumhuriyetine, onun ilke ve devrimlerine, Türk devletinin tasfiyesine, teslimine geçirilen kılıflardan birisidir. Türban, Türk ulusunun ortaçağ katolisizmine ve ABD evangelizmine hapsedilme projesidir, Türk ulusal kimliğine ve bütünlüğüne yönelik bir tehdittir. Türban, artık toplumda bir iletişim ve referans aracı haline gelmiştir. Bu kıyafet türü, hak, hukuk, adil gelir gibi toplumsal sorunların daha da derinleşmesini gözlerden kaçıran bir araç olarak kullanılmaktadır. - Peki mahalle baskısı ya da mikro faşizm nasıl yayılacak? - Türkiye'nin dönüşüm tehlikesi başladı. Çünkü demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi temel kavramlar, ne yazık ki ehil olmayanların, hem terörist grupların hem de tarikat ve cemaatlerin tekeli altına giren söylemlere dönüştü. Ne kadar kutsal kavram varsa maalesef bugün kirletilerek kullanılmaktadır. Tarikat ve cemaatler, ekonomik güç, sosyal nüfuzun ötesine geçerek, siyasi ve idari nüfuzu ele geçirmek üzere özgürlüklerin genişletilmesini istemektedirler... Diyorlar ki, başı açıkla, kapalı kardeşçe gezer. Bu yanlış bir düşünce, Türk halkının hoşgörüsünden kaynaklanan bazı davranış şekilleri olabilir yalnız dinin doğasında şu vardır, örtünen bir kişi, yanındakini de kendisine benzetmediği sürece dini görevini tamamlamış olmayacaktır. Belki fiziki baskı yapmayacak ama bu baskıyı psikolojik olarak yapacaktır. 'Psikolojik baskı önlenemez' Keşke fiziki baskı olsa, bunu önlemek mümkün olabilir ama psikolojik baskıyı önlemek mümkün olmaz. Bunun dışında, bir kimsenin belirli bir cemaat ya da tarikata bağlanmadığı sürece kendisini Müslüman hissetmemesine yol açan baskı grupları oluşmaya başlamıştır. Baskıyı besleyen etmenler, içte yoksullaştırma, dışta sömürgeleştirmedir. Her ilde onlarca vakıf yurdu kurulmaktadır. Ev ve apartmanlardaki abi, abla örgütlenmeleri, mahalle anneleri, tarikat temsilcileri de bu sistemin parçasıdır. Diğer bir araç da, ılımlı milliyetçiliktir. Atatürksüz, Türk ulusunu dışlayan milliyetçilik anlayışıdır. ___________________________ ___________________________ ___________________________ ___________________________ Cumhuriyet 16.10.2007
  14. DİPNOT şurada cevap verdi: zeyynepp başlık Anı Defteri - Defterleri
    Formumuzun bir sıcak ve gülen yüzü oldu sanki... Sevgiler...
  15. Bana çok çirkin geliyor.. ayıp diye bir şey varsa; böyle yaslı, acılı bir günde Türkiye Cumhurbaşkanı'nın, kızını saltanatlı bir düğünle evlendirmeye kalkışması!.. Bilmem siz ne diyeceksiniz, şehit anaları, babaları, eşleri ne diyecek! Onlar da Gül Ailesi'nin mutluluğunu paylaşacak mı? Yarın TV'lerde, gazetelerde çıkan yazıları, resimleri, övgüleri görünce...
  16. Ecevit’e sunulan ‘Siyasal İslam Raporu’ Türkiye son iki haftadır Malezya olur muyuz? sorusunun yanıtını arıyor. Aslında “yanıtı çileden çıkartan” türden sorular kategorisine girebilecek olan Malezya olur muyuz sorusu, yakın gelecekte bölgenin yeniden bir karmaşanın içine gireceğinin işaretçisi gibi duruyor. Medyanın aklı evvel kanaat önderleri bu sorunun yanıtını arayadursunlar, Türkiye’deki siyasal İslam’ın yakın geçmişte izlediği rota ve içinde yaşadığımız dönemde solun bir kesiminin ve liberallerin de desteğiyle geldiği nokta, Malezya- Mısır- Dubai arası bir Amerikan İslamı ve buna uyarlanmış düşük yoğunluklu ‘Şer’i demokrasi’ sürecine girildiğini gösteriyor. Toplumun bir kesiminde varolan laiklik elden gidiyor paranoyasının arkasına saklanmaları nasıl abartılı ve rasyonel değilse, kendini bunun karşıtı olarak konumlandıran çoğunluğun yaşam alanlarının hızla İslami referanslı bir dönüşüme uğraması karşısında sergilediği vurdumduymazlık da bir o kadar abartılı. Bu tartışmaların uzun yıllar süreceği kesin. Ancak 22 Temmuz seçimleri sonrasında Türkiye’nin içine girdiği tartışma ve arayış iklimi pek hayra alamet değil. Anayasa tartışmaları, referandum, Malezya- Mısır model tartışmaları ve AB’den kaygıyla izlenen bu tartışmaların yarattığı ruh iklimi Türkiye’nin yörüngesini derinden etkileyecek çalkantı bir yola doğru yavaş ve ‘derinden’ ilerlediği izlenimi veriyor. Bu tartışmaların gölgesinde böylesi endişeleri dile getirmenin ‘paranoya’ olarak algılanması ve asıl bu tür endişelerin dile getirilme biçiminin moda deyimle bir tür ‘zihinsel mahalle baskısı’ yarattığını söylemek yanlış olmaz. Tıpkı böylesi fikirleri sekiz yıl önce dile getiren ve siyasal İslam’ın bu gün geldiği noktayı sekiz yıl önceden net biçimde ve rakamlar vererek gören genç bir bilim adamının maruz kaldığı zihinsel mahalle baskısı gibi... Gürbüz Evren, genç bir bilim adamı. Paris 8 Üniversitesi’nde Siyaset Sosyolojisi, Paris 10 Nanterre-La Defense Üniversitesi’nde Kent Planlama ve Bölgesel Kalkınma bölümlerini bitirdikten sonra, Paris 10 Üniversitesi’nde lisans üstü eğitimini tamamlıyor ve 1998’de Türkiye’ye dönüyor. Aynı zamanda bir televizyoncu olan Evren, Kanal B televizyonunun Dış Haberler Editörü ve aynı kanalda Bekleme Odası adında haftalık bir program hazırlayıp sunuyor. Gürbüz Evren Fransa’dan ülkesine döndüğünde, aldığı eğitimin ve ülkesine duyduğu sorumluluğun hakkını verebilmek için yaptığı çalışmayla 1999 yılında Türkiye’deki Siyasal İslam konusunda belki de en çarpıcı sonuçlara ulaşan bir rapor hazırlıyor. Gürbüz Evren raporunda, “Değerli büyüğüm Sayın Başbakan Bülent Ecevit” diye başladığı sözlerin ardından, siyasal İslam konusundaki tespitlerini bir bir aktarıyor; “18 Nisan 1999 seçiminin sonuçları mutlaka doğru okunmalıdır. Aksi takdirde Türkiye’yi çok büyük bir tehlike beklemektedir. Siyasal İslam her geçen gün alan kazanmakta, önümüzdeki seçime kadar tek başına iktidara gelmenin hesaplarını yapmaktadır. Yanlış okumadınız, “Tek başına iktidar” ifadesini kullandım. Bu, kabul edilmesi mümkün olmayan bir iddia gibi gelebilir. Belki de bu düşüncemi deli saçması sayabilirsiniz. Öncelikle belirteyim ki, 18 Nisan 1999 seçiminin galibi, oyların % 22’sini alan DSP değildir. Yerel seçimin de 18 Nisan’da yapıldığını anımsarsak, bu seçimin gerçek galibi milletvekili sayısı düşmesine karşın, yerel seçimde % 23 oy oranına ulaşarak birinci parti olan ve elindeki belediye sayısını arttıran (Refah Partisi) Fazilet Partisi’dir. Siyasal İslam, halkla en yakın ilişkilerin belediye yönetimleri aracılığıyla kurulacağı bilinciyle hareket etmektedir. Çünkü bu kesim, diğer siyasi partilere göre toplumdaki değişimin sosyolojik, psikolojik ve ekonomik analizlerini daha iyi yaparak, özellikle anakentlerde artan yoksulluğu seçim sandığında oya dönüştürmenin yöntemlerini belirlemiş, belediyeleri de bu yönde kullanmaktadır...” ABD’li yetkililerin İstanbul Büyükşehir Belediyesi temasları... Gürbüz Evren, Türkiye’deki Siyasal İslam’ın gelişim sürecini isabetli tespitlerle Ecevit’e aktardığı raporunda, 28 Şubat sonrası Refah- Fazilet partilerinin kadroları içinde o dönemler su yüzüne çıkmayan bir ayrışma sürecinin başladığına işaret ederek bugünkü AKP’nin kimlerin elinde doğduğuna dikkat çekiyor: “ABD’nin bu süreci kontrol altına aldığı ve yönlendirdiğine ilişkin ciddi bulgular var. ABD, Ilımlı İslam modelinin Türkiye’deki savunucularını Refah ve Fazilet kadrolarının içinden çıkarmanın peşindedir. ABD’nin Ankara Büyükelçiliği’nden ve özellikle İstanbul Konsolosluğu’ndan yetkililer Siyasal İslam’ın elindeki İstanbul Belediyesi yöneticileriyle çok sık görüşmeleri, yakın temas içinde olmaları hayra yorulacak bir durum değildir. Bu durum, aradıkları isimler İstanbul Belediyesi’nde mi var sorusunu aklıma getirmiyor değil...” İç göç, medya ve depolitizasyon... Gürbüz Evren’in raporunda altını çizdiği 12 Eylül sürecinin yarattığı depolitizasyon, iç göç ve medyanın yarattığı yozlaşmaya dikkat çekilirken, “ Siyasal İslamcı kesim, anakentlerde yaşayan seçmen kitlelerinin büyük bölümünün yoksullardan oluştuğu gerçeğini kavramış ve bu insanların somut taleplerinin özellikle günlük ihtiyaçları kapsadığını anlamıştır. Bu nedenle var gücüyle belediye yönetimlerini ele geçirmeye ve belediyelerin olanaklarını yoksullar için kullanmaya çalışan Siyasal İslam’ın her geçen gün büyüyen yeşil sermayeyi de arkasına alması tehlikenin boyutlarını büyütmektedir.” deniliyor. Detayları uzatmadan Gürbüz Evren’in raporundan bazı önemli satır başlarını aktaralım: Müslüman Kardeşler modeli ve alternatif toplum... -Siyasal İslamcı kesim Türkiye’de, Mısır kökenli bir örgüt olan “Müslüman Kardeşler” modelini yerleştirmeye çalışmaktadır. Bu model, “Toplum içinde alternatif toplum” yaratmayı hedefler. Modele göre, yoksul yığınlar ve az gelirli kesimlerin en temel gereksinimleri belirlenir. Ardından, ücretsiz sağlık hizmeti sunan hastaneler ve sağlık merkezleri kurulur, öğrencilere sürekli artan sayıda burs sağlanır, dini eğitim veren kuruluşlar yaygınlaştırılır, daha çok insanı doyuracak aşevi açılır, daha geniş yığınları giydiren, maddi yardım dağıtan hayır kuruluşları çoğaltılır. Düğün, bayram, doğum gibi özel günlerde insanlara yalnız olmadıklarını hissettirecek ziyaretler yapılır, hediyeler verilir. Kısacası bir süre sonra, mevcut düzenin sorunlarını çözemediğine, kendilerine devletin değil de, İslam Dini’nin sahip çıktığına inandırılmış, giyimiyle, yaşam tarzıyla ülke toplumunun bir bölümünden farklı, dini motiflerle süslenmiş, giderek toplumun geri kalanına etki etmeye, baskı altına almaya çalışan bir toplum yaratılır. -Değerli büyüğüm Sayın Ecevit, bilinmesi gereken bir başka gerçek ise, önümüzdeki dönemde Türkiye’deki Siyasal İslam’ın ABD tarafından kontrol altına alınmak ve sonra da kullanılmak isteneceğidir. Bu, “Amerikan usulü İslam” ya da “Ilımlı İslam” olarak tanımlanan modelin yaşama geçirilmesi için Türkiye’ye yönelik yeni politikalar anlamına gelir. İşte bu nedenle, büyük bir olasılıkla Refah ve Fazilet partilerinin kadrolarından yeni bir parti kurabilir. -Değerli büyüğüm Sayın Başbakan, yoksulluk Türkiye’nin en önemli gerçeklerinden biridir. Siyasal İslamcı kesim “sadaka” gibi dağıttığı erzak torbaları, odun, kömür, çeyrek altın, giyecek, cep harçlığı, kırtasiye gibi yardımlarla kendisine muhtaç halk yığınları yaratmaktadır. Süreç, söz konusu kitlelerin Siyasal İslam’a bağımlı olması yönünde hızla işlemektedir. Siyasal İslamcı kesimin, yoksul kitleleri cemaatleşmeye götüren çalışmaları zaman zaman kesintiye uğrayıp, katıldığı seçimlerde bir miktar oy yitirse de, her seçimde kemikleşmiş oy olarak tanımlanan seçmen kitlesi büyümektedir. Siyasal İslam için önemli olan da, dönemsel nedenlerden ötürü kendisine oy verenler değil, kemikleşmiş, yani artık hiçbir siyasi partiye gitmesi mümkün olmayan fanatik kesimi büyütmek ve çoğunluk yapmaktır. -Değerli büyüğüm Sayın Ecevit, bu yazı elinize ulaşır da okursanız, lütfen beni makam peşinde koşan, komplo teorileri üreten birisi olarak değerlendirmeyin. Benim gibi gerçekleri gören, geleceği okuyan sorumlu vatandaşlar var. Tek farkım, birçok insanın düşündüğünü satırlara dökmem olabilir. Size ve Sayın Rahşan Ecevit’e daha önce de birçok kez yazdım. DSP Genel Merkezi’ne ve Başbakanlık Özel Kalemi’ne gönderdiğim yazılarımın hiçbirine yanıt alamadım. Buna kendim için değil, ülkemin geleceği adına üzülüyorum. Yakın çevrenizi aşarak size ulaşmanın ne kadar zor olduğunu görüyorum, ama çocukluğumdan buyana Ecevit sevgisiyle yetiştirilmiş bir Türk genci olarak 1998’de döndüğüm ülkemde, keşke tek bir yazım ciddiye alınsa da, bana yanıt ve görev verilse diye bekliyorum. Bir gün bir şeyler yapalım denildiğinde çok ama çok geç olabilir. (Gürbüz Evren, Politika Sosyoloğu - 28 Haziran 1999) Ve 2007 seçimlerine doğru... Yukarıdaki önemli tespitleri içeren ve Ecevit’e gönderdiği raporuna bir yanıt alamayan Gürbüz Evren, Ecevit’e yazdığı ikinci raporda yeni kurulan ve 3 Kasım 2002 seçimleri sonrasında tek başına iktidar olan AKP’nin bir sonraki seçimlerde yani 2007’de ‘ABD, AB, uluslar arası sermaye, yeşil sermaye, Arap sermayesi, İMF, tarikat ve cemaatlerin desteğiyle’ en az %40 oyla yeniden tek başına iktidar olacağını söylüyor... İşte 25 Aralık 2002’de Dr. Gürbüz Evren tarafından Ecevit’e sunulan ikinci rapordan kısa bir bölüm: Değerli büyüğüm Sayın DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit, 18 Nisan 1999 seçiminin hemen ardından bugünleri işaret eden görüşlerimi içeren bir yazıyı size göndermiş, üzülerek söylüyorum ki bir yanıt alamamıştım. Anımsamanız için ekte söz konusu yazıyı iletiyorum. Ama 3 Kasım 2002 seçiminden sonra ortaya çıkan tablonun, tıpkı 1999 gibi doğru okunamayacağı korkusunu taşıyorum. Evet, Siyasal İslamcı kesim (Amerikancı İslam ya da Ilımlı İslam anlayışına uygun yeni bir siyasi parti olan AKP) 18 Nisan 1999 seçiminin hemen ardından da belirttiğim gibi tek başına iktidar oldu. Eğer önümüzdeki süreçte de aşağıda tekrar özetleyeceğim çalışma planı (1999’da sunduğum model) uygulanmazsa, üzülerek söylüyorum ki 2007’de yapılacak seçimde Siyasal İslam’ın yeni temsilcisi AKP, ABD, AB, uluslar arası sermaye, yeşil sermaye, Arap sermayesi, İMF, tarikat ve cemaatlerin desteğiyle en az % 40 oy oranına ulaşarak yeniden tek başına iktidar olacaktır. Bu öngörümü de, tıpkı 18 Nisan 1999 seçiminin ardından gönderdiğim yazıdaki görüşlerime benzeterek, abartılı, hatta komplo teorisi olarak görebilirsiniz. Siyasal İslam’ın yoksul kitleleri “sadaka” yardım yöntemiyle kendisine muhtaç ve bağımlı kılarak cemaatleşmesi, sadece anakentlerde değil, Anadolu’nun her köşesinde hızla sürmektedir. Siyasal İslam artık sadece belediyelerin olanaklarına değil, tek başına iktidar olmanın sınırsız diyebileceğimiz olanaklarına da sahiptir. İşte bu nedenle eğer seçim normal zamanda, yani 2007’de yapılırsa, o tarihe kadar “sadaka” yardım yöntemiyle ulaşılmayacak tek yoksul kalmayacaktır. Bu da, artık kolay kolay başka bir siyasi partiden etkilenmeyecek, seçimlerin kaderini her dönemde belirleyecek kapalı, kemikleşmiş bir seçmen kitlesinin kesinlikle oluşması demektir. Değerli büyüğüm Sayın Ecevit, 28 Haziran 1999 tarihli yazıda önerdiğim projeyi uygulamaya gönüllü olduğumu bir kez daha hatırlatmak isterim. Aradan geçen süre için de Maalesef Siyasal İslam alan kazanmaya devam etti. Bu yüzden söz konusu projenin uygulanması cemaatleşen kesimlerin büyümesi nedeniyle daha da zora girmiştir. Buna rağmen projenin yararlı olacağına inanıyorum... ( Gürbüz Evren- Politika Sosyoloğu 25 Aralık 2002) Gürbüz Evren’in tespitleri bu kez karşılığını bulur ve Ecevit’in daveti üzerine her iki rapordaki tespit ve önerilerini DSP Genel Merkezi’nde 2003’te yapılan bir değerlendirme toplantısında bu gün bir çoğu CHP listelerinden meclise giren dönemin DSP milletvekillerinin önünde bir kez daha dile getirir... Peki sonra ne oldu dersiniz? Tabii ki bu toplantıdan AKP’yle siyasi olarak mücadele etme kararı çıkar. Ancak şimdi sıkı durun... Çıkan kararda AKP ile mücadele etmenin en etkili yolunun ‘Ecevit’in açıklamalarının internet üzerinden gönderilmesi” olduğu sonucuna varılır. Ve konu kapanır... Gürbüz Evren bu önemli çalışmasının 22 Temmuz seçimlerinin hemen ardından Fransız basınının çok ilgisini çektiğini ve röportaj yapmak için çok sayıda Fransız gazetecinin kendisini aradığını dile getiriyor. Türkiye’den ise önemli bir yankının gelmediğini... Türkiye’nin önünde bambaşka bir süreç var şimdi. Siyasal İslam’a karşı siyasi bir mücadele yerine ABD güdümündeki modellerden model beğenme sürecindeyiz. Sosyal alanda tartıştığımız ve biraz da magazin sosu katarak sulandırdığımız mahalle baskısının yerine bu zihinsel baskıyı, yok saymayı görmezden gelmeye devam edersek bu sürecin çok da uzun olmayacağı aşikar. * 1999 ve 2002’de Bülent Ecevit’e sunduğu raporun önemli bölümlerini bizimle paylaştığı için Politika Sosyoloğu Sayın Gürbüz Evren’e teşekkürler...
  17. Bakın olaya şöyle bir açıdan bakalım... Ülkemizin içinde bulunduğu durum ve gelecekte olabilecek varsayımlara şöyle bir göz atalım... Bugün Malezya vb. gibi tartışmala gündeme boşuna taşınmadı... Bütün plan ve programlar sinsi ve derinden yürütülüyor... Türkiye'nin Malezya olması uzak bir ihtimal olarak görülebilir. Ilımlı İslam'a doğru sürüklenirken Türkiye, azınlıklara hiç tahammülü olmamış bir kesimi, örgütlemiş beslemiş ve desteklemiştir. Anayasalar yapmaya alışkın bu ülke, yapacağı bu anayasada daha keskin tavırlar alacağı bu taslağından da belli olmaktadır. 1924 Anayasası'ndan sonra sözde yasal olmayan! Ama ciddi şekilde başta devletten destek gören tarikatlar, ılımlı İslamcılar, şeriat yanlıları ve imam hatiplerin yeni bir statüye büründürülmesi için bir girişimin başlangıcını hazırlamaktadırlar. Türbanın üniversitelere alınmasını sağlamaları halinde buralardan mezun olanların ne hâkim olmalarını ne öğretmen olmalarını engelleyemeyecekleri gibi, devlet dairelerinde ve mecliste türbanın önüne geçemeyecektir... Türkiye'deki ılımlı İslam'ın büyük bir kesimi şeriat yönetim biçimini hayata geçirme hayallerine büründüklerinde, ilk düşmanlar ve yok edilecekler; farklı din kesiminde bulunanlar, Yahudiler, Ermeniler, Rumlar ve Kürder olacaktır. Kendilerinden başka azınlıklara, farklı din ve ırklara tahammülleri olamayacağından ve tahammülsüzlüklerini sürekli ön plana çıkardıkları için Malezya olamayacaklardır. 12 Eylül Anayasası başta olmak üzere, radikal partiler ve şeriat özlemiyle yetişen tarikat ve kesimler, kendi içlerindeki vurucu timleriyle yukarda bahsettiğim kesimlere saldıracaktırlar. Düşünce, yaşam biçimi, türban, çarşaf gibi durumlarda Malezya olacağı da kesindir! Bu planların arkasında yatan, BOP projesinin hayata geçirilmesi ve Irak'ın parçalanarak İran ve Suriye üzerindeki saldırıların artırılmasıdır. Bu düşüncesinin altındaki ana politikaların temelini oluşturan, Türkiye'de geçiş sürecinin bu bütün içerisinde tamamlanmasını sağlamaktır. Adının ne olacağı çok önemli değil. Önemli olan gelecek tehlikenin gelmeden atlatılması olacaktır. Aksi halde, bu tehlikeden zarar görecek, işçiler, köylüler, emekçiler, itilmişler ve sosyalisder olacaktır. Bu kesimin davasını üstlenmiş ve gelecek tehlikeye göğüs gerecek güç yaratıldığında başta bu göstermelik anayasalar olmak üzere her türlü tehlikeye karşı mücadele ortamını, zeminini hazırlayarak zarar gören kesimleri arkasına alabilecektir... Lütfen bütün bu olup bitenlere ve biraz sağ duyuyla ve duyarlı birer yurttaş olarak bakalım.... Yarın çok geç olmadan... Kalın sağlıcakla...
  18. AİHM'in kararı mücadelemizin kazanımı... Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Genel Başkanı Kazım Genç, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin, zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi derslerine ilişkin kararıyla ilgili olarak, "AİHM'in bu kararının, ülkemizde verdiğimiz demokrasi mücadelesinin bir kazanımı olduğu açıktır" dedi. MAHALLE BASKISINA MARUZ KALIRLAR Genç, Yüksel Caddesi'ndeki İnsan Hakları Anıtı önünde yaptığı açıklamada, "Hükümetin, seçmeli ders konusundaki, 'dersi almak isteyenler başvursun' yaklaşımının, kişinin inancını açıklamaya zorlamanın yanında, devlet ve mahalle baskısına maruz kalmasına neden olacağını" ileri sürdü ve şunları kaydetti: "AİHM'in bu kararının, ülkemizde verdiğimiz demokrasi mücadelesinin bir kazanımı olduğu açıktır. Yeni anayasa tartışmalarının ve çalışmalarının yapıldığı bu günlerde, AİHM'in kararı nedeniyle din eğitimine anayasada yer verilmemelidir. Din eğitiminin anayasada yer alması AİHM kararının ihlali anlamına gelecektir. AİHM kararı, ülkemizde çok yoğun tartışmalara neden olan 'Anayasa'da din eğitimi' sorununu çözmüş bulunmaktadır. Bu nedenle hükümetin bu karara itiraz etmeyerek, sorunu çözmekte AİHM kararını emsal olarak alması gerekir." Eğitim-Sen Genel Başkanı Alaaddin Din-çer de AİHM'in kararını sendikalarının yetkili kurullarında değerlendireceklerini belirterek, hükümetin bu kararı "referans" olarak görmesi ve çalışmalarını ona göre sürdürmesi gerektiğini söyledi.
  19. AİHM'nin gerekçeli kararında, 'devletin, eğitim sırasında ebeveynlerin dini inançlarına saygı göstermesi gerektiği' belirtildi... STRASBOURG (AA) - Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Türkiye'de ilköğretim okullarındaki din ve ahlak kültürü derslerinin zorunlu tutulmasının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin eğitim hakkıyla ilgili maddesine aykırı olduğuna hükmetti. Alevi yurttaş Hasan Zengin ile kızı Eylem Zengin tarafından 2004 yılında açılan davayla ilgili kararını dün açıklayan AİHM, Aleviliğin toplumun önemli bir kesimini oluşturmasına rağmen, mevcut din dersi müfredatının bu konuda yetersiz olduğu sonucuna vardı. AİHM, zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi derslerine ya pılan itiraza ilişkin bir başvuruda Türkiye'yi haksız buldu. AİHM, 1. ek protokolün 2. maddesinin ihlal edildiği görüşüne vararak başvuruyu yapan kişiye Türkiye'nin, mahkeme masrafı olarak 3 bin 726 Avro ödemesini kararlaştırdı. Gerekçeli kararda, "eğitim sırasında, devletin, ebeveynlerin dini inançlarına saygı göstermesi gerektiği'' belirtildi. AİHM'nin ilgili dairesi, geçen yıl ekim ayında tarafların görüşlerini dinlemişti. Türk hükümeti adına savunma yapan Avukat Münci Özmen , AİHM içtihadına göre eğitimi düzenlemenin devletin yetki ve sorumluluğu altında olduğunu ifade etmiş ve "yasaların ailelere, kurumsal eğitimi çökertme hakkı tanımadığını" söylemişti. Başvuru sahibinin avukatı Kazım Genç, "Türkiye'deki uygulamanın laiklik ilkesine aykırı olduğunu, laiklik ilkesi gereği devletin din dersi veremeyeceğini, din derslerini gözetim ve denetim altında tutabileceğini" ifade etmişti. Alevi yurttaş Hasan Zengin, 2004'te yaptığı başvuruda, "Türkiye'nin, AİHS'nin din ve vicdan özgürlüğüyle ilgili 9. maddesini ve eğitim hakkıyla ilgili 1. protokolün 2. maddesini ihlal ettiği" görüşünü savunmuştu. Zengin, Türkiye'deki mahkemelere yaptığı başvuruda, 7. sınıfta okuyan kızı Eylem Zengin'in, din kültürü ve ahlak bilgisi derslerinden muaf olmasını talep etmiş, ancak sonuç alamamıştı. Kararı doğru buluyorum. Umarım insanlar bir siyasal görüşün temsil ettiği dini düşünceleri doğrultusunda tek yanlı bir eğitim verilmez/verilmeme de...
  20. EĞİTİMDE GERİYİZ... 2008-2009 eğitim-öğretim yılının başladığı şu günlerde yapılan araştırmalar gösteriyor ki Türkiye eğitim konusunda istenilen seviyeye halen gelebilmiş değil. Gelişmiş ülkeler seviyesine ulaşabilmemiz için eğitimin öncelikli olduğunun bilinmesine rağmen, bugün halen kız-erkek ayrımı yapılarak kızların eğitim haklarının ellerinden alındığı bölgelerin olduğu ülkemizde, okuma-yazma bilmeyen neredeyse bir milyon çocuğun bulunduğunu bilmek çok acı. 8 yıllık kesintisiz eğitim zorunlu olmasına rağmen, ailelerin baskısıyla okula gönderilmeyen çocuklar, bu ülkenin geleceği ancak maalesef ki bugün bile bunun farkında olmayanlar var. Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD)’nin kurucu üyelerinden olan Türkiye, eğitim konusunda OECD ülkeleri arasında nerdeyse son sıralarda. Sadece OECD ülkeleri arasında değil girmeye çalıştığımız ve girmek için adeta kırk takla attığımız Avrupa Birliği (AB)’ye üye olan ülkeler ile karşılaştırıldığımızda da eğitim konusunda çok da parlak bir noktada olmadığımızı görüyoruz. ATO’nun eğitim raporu Ankara Ticaret Odası (ATO) Türkiye’nin Eğitim Karnesi Raporu adlı araştırması ile Türkiye’deki eğitim sorunlarını bir araya toplamış. Raporda oldukça çarpıcı sonuçlar var. Öyle ki bugün binlerce öğretmen adayı atama beklerken eğitimde 150 bin öğretmen açığı bulunması ve öğrenci sayısı her yıl neredeyse 1,4 milyon civarında artış gösterirken öğretmen sayısındaki artışın yok denecek kadar az olması en başta gelen sorunlar arasında olsa gerek. Rapora göre, 2006-2007 döneminde ilköğretimde okuyan öğrenci sayısı 10.8 milyona ulaşırken, bu rakam, 18 AB üyesi ülkenin nüfusundan daha fazla. Her yıl yaklaşık 1,4 milyon öğrenci okula başlarken ve bununla orantılı olarak öğretmen sayısında da artış olması gerekirken, ne yazık ki artış istenilen düzeyde olmuyor. Hal böyle olunca da zaten yetersiz olan öğretmen sayısı her geçen yıl daha da yetersiz hale geliyor. Türkiye'deki eğitim sorunları arasında ilk sıralarda yer alan ve çözüm bekleyen öğretmen açığı ne yazık ki bu yıl da kapatılabilecek gibi görünmüyor. Raporda Türkiye'deki öğretmen açığının yaklaşık 150 bin civarında olduğu belirtilirken, Milli Eğitim Bakanlığı'nın verilerine göre, ilköğretimde okuyan öğrenci sayısında 342 bin 290 kişilik artış yaşanmasına rağmen, öğretmen sayısında buna paralel bir artış olmadığına da dikkat çekiliyor. Bu rakamlara ek olarak raporda sunulan istatistiklere göre 2004-2005 eğitim öğretim yılında ilköğretimde 401 bin 288 öğretmen görev yaparken, bir sonraki dönem öğretmen sayısının 11 bin 429 azalarak 389 bin 859'a gerilediği, 2006-2007 eğitim-öğretim yılında öğretmen sayısının 402 bin 829'a yükseldiği belirtiliyor. Raporda, yeni eğitim yılı başlamadan önce Milli Eğitim Bakanlığı’nın, 19 bin 294 yeni öğretmen ataması yapmasına rağmen, öğretmen açığının devam ettiği tespiti yapılıyor. Ayrıca öğretmenlerin özlük haklarının ve aldıkları ücretlerin düzeltilmesi de çözüm bekleyen sorunlar arasında gösteriliyor. 1 milyon çocuk okuma-yazma bilmiyor Rapordan elde edilen sonuçlara göre AB'de öğrenci sayısının en fazla olduğu ülke olan İngiltere'de, ilkokullarda öğretmen başına yaklaşık 21 öğrenci düşüyor. Öğrenci sayısının yüksek olduğu diğer iki ülke olan Almanya ve Fransa'da yaklaşık 19 öğrenciye bir öğretmen eğitim verirken, Türkiye'de bir öğretmene 26 öğrenci düşüyor. Bu sayıyla AB ülkelerinin tamamından daha yüksek bir orana sahip olan Türkiye'de öğretmen başına düşen öğrenci sayısı, bölgelere ve illere göre de farklılıklar gösteriyor. Öğretmen başına öğrenci sayısının en fazla olduğu iller, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde yer alıyor. Şırnak'ta öğretmen başına 57 öğrenci düşerken, Ağrı'da 48 öğrenci, Şanlıurfa'da 43 öğrenci, Mardin'de 39 öğrenci düşüyor. Batı illerinde bu rakam 20'lere kadar iniyor. Burdur, Bartın ve Sinop'ta ise öğretmen başına öğrenci sayısı 17. 8 yıllık kesintisiz eğitim zorunlu olmasına rağmen, Türkiye'de 1 milyon çocuk okuma yazma bilmediği gerçeği, çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşmaya çalışan ülkemiz için son derece üzücü. Nitekim AB’deki okullaşma oranlarına bakıldığında da Türkiye’nin ne kadar gerilerde olduğu görülebiliyor. Okullaşma oranı, İspanya'da yüzde 99.4, Fransa ve Portekiz'de yüzde 98.8, İtalya'da yüzde 98.8, Hollanda ve İngiltere'de yüzde 98.7, İsveç’te yüzde 98.6 seviyesinde. Dünyanın gelişmiş ülkeleri arasında yer alan Japonya'da da ilköğretimde okullaşma oranı yüzde 99.9 düzeyinde. Türkiye’de ise bu oran ilköğretimde yüzde 90.1, ortaöğretimde ise yüzde 56.5 seviyelerinde. Bugün kesintisiz eğitim süresinin 12 yıla çıkarılmasının tartışıldığı ülkemizde bunun gerçekleşebilmesi için okullaşma oranının arttırılması gerektiği bir gerçek. Raporda ortaya konulan diğer acı ama gerçek olan bir başka tespit ise engellilerin eğitim sorunlarını açıkça gözler önüne seriyor. Türkiye'de eğitim sorunları içinde ayrı bir yer teşkil eden engelliler, eğitim olanaklarından yoksun kalıyorlar ve buna doğru orantılı olarak iş yaşamında da yer alamıyorlar. Başbakanlık Özürlüler İdaresi Başkanlığı'nın verilerine göre, Türkiye'de 8 milyon 341 bin 937 engelli bulunuyor ve bunların yüzde 36.3'ü bırakın eğitim alma derecesini, okuma-yazma dahi bilmiyor. Engelliler arasında ilkokul mezunlarının oranı ise yüzde 41’lerde. Yüksekokula devam edebilenlerin oranı ise sadece ve sadece yüzde 2.24. Örgün eğitim verilen okulların özel alt sınıflarında, kaynaştırma sınıflarında, kaynak odalarında ve rehabilitasyon merkezlerinde verilen özel eğitimler engellilerin eğitim ihtiyacını ne yazıktır ki karşılamıyor. Milli Eğitim Bakanlığı'nın 2006-2007 istatistiklerine göre, resmi örgün özel eğitim kurumlarının sayısı 644 olup, bu kurumlarda toplam 39 bin 520 engelli öğrenci eğitim görüyor. Öğretmen sayısı ise 6 bin 811. Türkiye'de eğitime ayrılan maddi kaynak da dünya ülkeleri arasında az gelişmiş ülkelerin bile daha altında. Elde edilen sonuçlar gösteriyor ki Kamu eğitim harcamalarının GSYİH içindeki payı az gelişmiş ülkelerde yüzde 3.1, orta gelişmiş ülkelerde yüzde 4.4, gelişmiş ülkelerde yüzde 5.6 iken; dünya ortalaması yüzde 4.4, AB ortalaması yüzde 5.1. iken 2006 yılında Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitim Bakanlığı, 16 milyar 568 milyon YTL’lik bütçesi ile 575 milyar 784 milyon YTL'lik GSYİH'den ancak yüzde 2.8'lik pay alabilmiş durumda. 2007 yılında ise GSYİH'de 631 milyar 393 milyon YTL'lik hedef yakalanabilirse, 21 milyar 355 milyon YTL'lik bütçesiyle, Milli Eğitim Bakanlığı'nın aldığı pay yüzde 3.3 seviyesine yükselebilecek ancak Türkiye’nin bu “yükselmiş” oranla da hem dünya hem de AB ülkeleri arasındaki ortalamanın gerisinde kalacağı tespiti kolayca yapılıyor. (Araya) Kutu Araştırma sonuçlarına göre bazı AB ülkelerinde kamu eğitim harcamalarının GSYİH içindeki payları şöyle: Almanya yüzde 4.8, Fransa yüzde 5.6, Hollanda yüzde 5.1, İngiltere yüzde 5.3, İspanya yüzde 4.5, İsveç yüzde 7.7, İtalya yüzde 4.7, Polonya yüzde 5.6, Portekiz yüzde 5.8. İsrail, Gayri Safi Yurt İçi Hasılası'nın yüzde 7.5'ini, İsviçre yüzde 5.8'ini, ABD yüzde 5.7'sini eğitime ayırıyor (Ayrıntılı bilgi için bakınız; www.atonet.org.tr). 60. Hükümet’in eğitim programı Tüm bu verilere baktığımızda ülkemizin eğitim konusuna daha fazla önem vermesinin gerekliliği kaçınılmazdır. Zira geçtiğimiz günlerde 60. Hükümetin programı açıklandı ve bu programda Milli Eğitim ile ilgili yeni dönemde yapılması hedeflenenler Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın Eğitim Programı açıklamasında şu şekilde yer aldı; - Kamu harcamalarında en büyük pay, yine eğitime ayrılacak. - Okul öncesi eğitimdeki okullaşma oranı yüzde 50’ye çıkarılacak. İlköğretimde yüzde 100, mesleki ve teknik eğitim dahil olmak üzere ortaöğretimde yüzde 90 okullaşma gerçekleştirilecek. - İlk ve ortaöğretimde tekli öğretime geçmek kaydıyla, sınıflarda azami 30 öğrenci eğitim görecek. - Her okula internet bağlanacak, bilişim okur yazarı olmayan öğrenci kalmayacak. - Üniversitelerin, yönetişim ve öğretimdeki farklılaşmaları ile temayüz etmeleri desteklenecek. - Farklı insani, fiziki ve mali kaynaklara sahip olan üniversitelerin tek tip ve tek merkezli yönetim anlayışı yerine küresel rekabete katılabilen, dünyaya açık ve Türk toplumunun beklentilerini karşılayan dinamik kurumlar haline gelmesi sağlanacak. Yine yapılan açıklamalarda bugün itibariyle ihtiyaç duyulan öğretmen sayısının 25 bin olduğu ve önümüzdeki günlerde de 10 bin sözleşmeli öğretmen ataması yapılacağı açıklandı. Adalet ve Kalkınma Partisi Seçim Beyannamesinde ve hükümet programında yer verilen kesintili 12 yıllık eğitim uygulamasının hayata geçirileceği ancak bunun 2012 yılında ortaöğretimde yüzde 90’lık okullaşma oranına ulaşıldığı zaman, kesintili olmak üzere 12 yıllık zorunlu eğitime geçebileceği öngörülüyor. Hükümetin hedefleri arasında yer alan 12 yıllık kesintili eğitim uygulamasında, 8 yıllık zorunlu eğitimle bir ilköğretim okulunda okuyan öğrenci, bu 8 yılın sonunda lise eğitimini istediği bir ortaöğretim kurumunda devam edebilecek. İlköğretimde 8 yıl zorunlu olduğu için öğrencinin birinci sınıftan başlayıp 8. sınıfa kadar kesintisiz eğitim görmesi zorunlu. Ancak, kesintili eğitime geçilince, öğrenci ilköğretimi bitirdikten sonra istediği bir lise türüne devam edebilecek. Yani 8 yıl bir okulda okuyup sonraki 4 yılı istediği başka bir okulda okuyabilecek, ancak 12 yıl eğitim zorunlu olacak. 8+4 yıl olması bu sistemin kesintili olduğu anlamına geliyor. ÖSS’de yapılacak değişiklikte YÖK ile işbirliği yapılacağı, ortaöğretim müfredatında da köklü değişiklikler yapılacağı, OKS’nin ise bu yıl bu haliyle son kez uygulanacağı gibi hedefler 60. Hükümetin eğitimle ilgili yeni dönemdeki hedefleri olarak açıklandı. Ücretsiz ve eşit eğitim hakkı Yapılan bu çarpıcı tespitler gösteriyor ki Türkiye’nin eğitim konusunda daha çok yol alması gerekiyor. Dünya ülkeleriyle yarışabilmemiz için öncelikle günün şartlarına göre bilim ve teknolojiyi kullanmayı bilen, iyi eğitim almış insanlara ihtiyacımız var. Bunun olabilmesi için de öncelikle eğitime devlet tarafından ayrılan payın daha da işlevsel boyutlarda artırılması dolayısıyla eğitim kalitesinin yükseltilmesi gerekmektedir. Günümüzde bile halen okuma yazma bilmeyenlerin olması ve hatta bunlar arasında çocukların da olması ülkemiz için aslında bir utanç vesikasıdır. Hala kız-erkek ayrımı yapabilen bir ülkenin dünya devletleri ile yarışabilmesi düşünülemez. Yeterli sayıda derslik ve öğretmen olmaması, sınıflarda 50-60 kişi ile eğitim yapılıyor olması ülkemiz için kabul edilebilir bir durum olmasa gerek. Kalabalık sınıflarda eğitim yapılıyor olması kalitesiz eğitime neden olurken, velilerin de devlet okulları yerine özel okulları tercih etmelerinin önünü açıyor. Zira bugün eğitimin bile özelleştiriliyor olması maddi durumu iyi olan çocukların özel dershanelerde eğitim almaları, insanlar arasında sosyo-ekonomik durumlarına göre ayrımcılık yapılması sonucunu doğuruyor. Oysaki eğitim herkesin ücretsiz ve eşit bir şekilde sahip olması gereken temel bir haktır. __________________________________________ Dilek FİLİZFİDANOĞLU - ÇALIŞMA HAYATI VE TÜRKİYE ARAŞTIRMALARI MASASI
  21. Sevgili arkadaşım... ''Hafıza-ı beşer nisyan ile maluldür'' derler. İnsanoğlu işine gelmeyenleri unutarak geçmişten ders almadığı sürece tarih 'tekerrür' eder... Bakın yakın tarihimize baktığımızda tarih nasıl tekerrür eder anlayışını pekiştirebilecek yüzlerce örnek var.. Örneğin; Tarihi iyi kavrayabilmiş, iyi anlayabilmişsek tarihteki o olayların tekerrür etmemesi lazım. Ama bizim gibi toplumlara baktığımızda, tarih tekerrürden ibarettir, sözü doğru gibi geliyor. 1875'te iç ve dış borç sarmalı öyle hale geldi ki Osmanlı moratoryum ilan etti. Şimdi, bir iki aydır bu yine konuşuluyor. Bu sıkıntı yine önümüze gelebilir. Moratoryum ilanı dönemine bakıyoruz. O dönemin bakanlarının bir kısmı, moratoryum ilanından birkaç gün önce Osmanlı Hazinesi'ne borç olarak verdikleri paralarının faiz gelirlerinin moratoryum sonucu yarı yarıya düşmesini önlemek için tedbirlerini aldılar. Moratoryum ilanıyla birlikte padişahla hükümet arasında bir sıkıntı doğdu. Çünkü padişah da kendi parasının bir kısmını Osmanlı Hazinesi'ne borç olarak vermişti, ama bakanlar moratoryum ilanıyla ilgili onu uyarmamışlardı. Bugün bakıyoruz, Merkez Bankası Başkanı devalüasyondan bir gün önce kendi parasını dolara çevirmiş. Merkez Bankası'ndan beş milyar dolar para gitmiş. 1881'de Osmanlı Düyun-u Umumiye'ye teslim edildiğinde Maliye Nezareti'nde sekiz bin kişi çalışıyor. Düyun-u Umumiye'nin emrinde 7 bin 500 para tahsildarı görevli. Yani Düyun-u Umumiye'de Osmanlı Maliyesi'ndeki kadar personel var. Şimdi Bankalar Birliği binasında IMF yetkililerine odalar açıyoruz. İşte, tarih, bizim gibi toplumlar için tekerrür ediyor. 1881'de Osmanlı'nın önüne şu kondu: Sen savaş kazanamıyorsun, ekonomini büyütemiyorsun, asayişi sağlayamıyorsun. Ekonomiyi büyütmen için coğrafyanı küçültmen lazım. Sekiz milyon kilometrekarelik alanın üzerine oturmuş Osmanlı, coğrafyasını küçülterek yaklaşık 800 bin kilometrekareye düştü. - Peki, o zaman Osmanlı'ya dayatılan toprak küçültme bugün Türkiye'ye dayatılabilir mi? - Sanki önümüzde şöyle bir süreç var: Coğrafyayı küçültmekten çok, coğrafyayı kullanım hakkını elimizden almak gibi yeni bir modelin önümüze doğru sürüldüğünü görüyoruz. O zaman şu sorulmalı; Biz kurtuluş Savaşı'nı niye yaptık, sorusu akla gelmez mi? Siyasi elit Türkiye'nin bu gerçeklerini konuşmuyor. Hele bu medyanın sunduğu Türkiye, reel Türkiye'yle çok farklı noktada. Ne dersiniz... Tarih tekerrür etmiyor diyebilirmiyiz... Saygılar...
  22. DİPNOT şurada cevap verdi: hasan17 başlık Güncel Konular
    Çok üzücü... Terör hiçbir zaman hedefine uğlaşamayacaktır... Kınıyorum...
  23. Yani bizler olaya çocuksu ve duygusal yaklaşıyoruz öylemi... Bakın şunu söylemek isterim. Geçmişe günümüzden bakmak mümkün ve İran bizim gibi Kabakçı şeyh sait isyanları 31 mart vakaları Menemen olayları yaşamış bir ülke bile değilken pers egemenliği ve doğunun en gelişmiş ülkeleri konumundayken, Türkiye de İslami tehlike yoktur demek tam bir aydın aymazlığı ve körlüğüdür.Ve oynanan oyun belli; Türkiye yıllardan beri örgütlenen ABD destekli islami tarikatçı kadroların artık engelsiz iyice yerleşmesiyle bırakın malezyayı iran suudi arabistan olma yolunda hızla ilerliyor. Bizim aydınlarımız da demokrasi var canım herkes istediğini yapsın rüyalarıyla bu yok oluşa birer dinamit de onlar koyuyorlar... Walla durumun vahameti ortada ve başlık yazısının iyi okunup ona göre değerlendirmede bulunmak daha sağlıklı olacağı düşüncesindeyim... Sağlıcakla kalın...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.

Configure browser push notifications

Chrome (Android)
  1. Tap the lock icon next to the address bar.
  2. Tap Permissions → Notifications.
  3. Adjust your preference.
Chrome (Desktop)
  1. Click the padlock icon in the address bar.
  2. Select Site settings.
  3. Find Notifications and adjust your preference.