DİPNOT tarafından postalanan herşey
-
KURBAN BAYRAMLARINA SON VERELIM!
Istırap çekerek elde edilen zevkler her zaman daha üstündür. "Önce katlan, sonra tadını al"; katlanmanın, yani KURBAN etmenin özeti budur. Daha açık bir ifade kullanırsak; kurbanla kasap ikisi kafa kafaya vermişler, hem sıradan bir dünya işinde halleşiyorlar, hem de kurbanlığı da kasaplığı da önemsizleştiren gövde geçişleri yaşıyorlar. İnsan inancının ne kadar acz içinde olduğunun en temel kanıtı da bu değilmidir...
-
TÜRBAN SORUNU - KONUSU - ANA BAŞLIK
İnsanın inanası gelmiyor... Nedense 1400 yıldır zorunlu kural olmayan bir örtüyü inancın başat kuralı yapmak, yaşayan ve şimdiye değin bu dünyadan göçmüş olan milyarlarca insanı Müslüman saymama gibi bir sonuca götürür ki, son derecede çirkindir. Hatırlayacksınız bir zamanlar Müslüman olmak için Arapça bilmek zorunludur gibi safsatalar da tartışılmıştı İşin özü ise şu... Dincilik fırsat bulduğu zaman hiçbir kural ve sınır tanımaz… Bugün türban izni, yarın çarşaf... Hatta yatak odana kadar girer... Dibini bulunmaz bunun... Bulamazsınız... 21. yüzyıla ramak kaldı... Bizim dinciler 1400'lerde... İlkel, doğma, dayatma, zorlama, ezber peşinde... Y.. yani....
-
TÜRBAN SORUNU - KONUSU - ANA BAŞLIK
Bak bak düşünceye bak... Laf ola torba dola... Atatürkçüler neler mi yapmış tru... Şöyle bir 60 yıllık Cumhuriyet tarihine bakarsak... Sayalım... Menderes... Demirel.... Türkeş... Kenan Evren.... Ozal.... Erbakan... Vee Tayyip... Aynen yukarıda saydığım bu naylon Atatürkçüleri bugün herkes biliyor ve emperyalizm ve içimizdeki oligarşi naylon milliyetçiler, ümmetçiler, dinciler, ulemelar, tarikatlar üretti bu zihniyet. Biliyorsun ilk naylon çorabı Amerika üretmiştir.. patenti onlardadır... Sakın bunu gerçek Atatürkçülerde arama olurmu... Çünkü patent hala biz gerçek Atatürkçülerde... Dinci, yobaz, doları seccade, kıblesi ABD olanların ise 60 yıldır ülkeyi ne hale getirdikleri ortada... Tabi sizde bu ürünün sonucu olarak ancak bu tür sorular sorabilirsiniz... Beklerinde..
-
ABDULLAH GÜL BENİM CUMHURBAŞKANIM VE BAŞBAKAN ERDOĞAN BENİM BAŞBAKANIM DEĞİL..(En yüce değerlerimizi ayaklar altında paspas yapanları"reddetme"hakkım)
9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'le son günlerin tartışılan konularını konuştuk: 'Otel odasında görüşme olmaz' SÖYLEŞİ... Ankara'da Güniz Sokak'tayım. Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel , 22 Temmuz seçimlerinden sonraki uzun süreli suskunluğunu bozuyor. Anlaşılan son gelişmeler, hele de Suudi Kral'a el etek öpmeler ve PKK terörünün iyice azması, sınır ötesi operasyon teranesi Demirel'i iyice kızdırmış. Eleştirilerini ince ince yapıyor. Ama o inceliğin altında nasıl taş gibi bir sertlik yattığı da kolayca anlaşılıyor. Sorularım karşısında Demirel, "Çok güzel sorular soruyorsun. Soruların bir kısmı tehlikeli alanlara girer ve çok polemiğe müsaittir. Ama ben sana her zaman olduğu gibi gayet samimi, içimden geldiği gibi, mümkün olduğu kadar mayınlara yaklaşmadan cevap vereceğim. Bunları da başına böyle yazarsın" diyerek kahkahayı atıyor. - Suudi Arabistan Kralı Abdullah Türkiye'ye geldi. Kralın Atatürk ilke ve devrimlerine, Türkiye Cumhuriyeti'ne bakış açılarını biliyoruz. Anıtkabir'e gitmeyi reddetti. Böyle bir insana Devlet Şeref Madalyası nasıl verilebilir? Siz bir cumhurbaşkanı olarak bunu yapar mıydınız? DEMİREL - Suudi Arabistan da, Türkiye de devlettir. Bu iki devlet arasında siyasi sorun yoktur. Yalnız rejimleri farklıdır. Suudi Arabistan'ın rejimi şeriattır, krallıktır. Bizimki ise laik, demokratik cumhuriyettir. Geçmişte de biz bu tartışmaları çok yaptık. Mesela 1960'lı yıllarda Sovyetler Birliği'yle münasebete geçtiğimizde bu çeşit şeyler benim başımdan çok geçti. Ama rejim bir ülkenin kendi meselesidir. Devletler birbirleriyle, dostluk demiyorum, münasebeti kurarken birbirlerinin içişlerine, birbirlerinin rejimlerine karışmayacaklarını esas alırlar. Çünkü içişlerine karışma noktası, düşmanlığın ya da hoşnutsuzluğun başladığı yerdir. Esasen hiçbir ülke, öbürünün rejimini filan düzeltemez. Herkes kendi bildiği istikamette gidecektir. Türkiye'ye davet edilirken Suudi Arabistan Kralı'nın birtakım hassasiyetleri olduğu, Anıtkabir'i ziyaret etmeyeceği bilinir. O zaman Türkiye'ye davet etmemek lazım. Yahut ettikten sonra "Niye Anıtkabir'e gitmedi" demenin çok anlamı yok. 'Yanlış yapıyorlar' - Belli protokol kuralları var. Kral İngiltere'ye gittiği zaman İngiliz protokolüne, Vatikan'a gittiğinde de Vatikan protokolüne uydu. Ama her nedense Türkiye'nin protokolüne uymadı. Sizce neden? - Protokolün temel birtakım kuralları olmakla birlikte, çok katı değildir; esneklikleri vardır. Çünkü mesele şekil değil, esas meselesidir. İnsanlar arasında şahsi dostluklar olur. Ya da devletler arasında çok samimi ilişkiler olur. Bir başka ülkeye uygulanan protokolden farklı birtakım şeyler yapılabilir. Siz karşınızdakine ne yaparsanız onlar da size aynını yaparlar. Bir konuşma, müzakere söz konusuysa bunlar daha çok ziyaret edilen ülkenin makamında yapılır. Otel odasında yapılmaz. O yanlış. Biraz eleştirmeye değer bir konu. Protokol kurallarının esnekleştirilmesine rağmen yine de dikkatli olmak lazımdır. Esnekliğin de bir sınırı vardır. Mesela otel odasında müzakereye girişmek sınırları aşar. O esneklik değildir; yanlıştır. - Ayrıca anlaşıldığı kadarıyla bunlar zabıt tutulmadan yapılan müzakereler... - O da devlet kurallarına uymaz. Devlet adına söylenen her lafın mutlaka arşive girmesi gerekir. ........ Leyla Tavşanoğlu / Cumhuriyet / 18.11.07
-
ABDULLAH GÜL BENİM CUMHURBAŞKANIM VE BAŞBAKAN ERDOĞAN BENİM BAŞBAKANIM DEĞİL..(En yüce değerlerimizi ayaklar altında paspas yapanları"reddetme"hakkım)
- ABDULLAH GÜL BENİM CUMHURBAŞKANIM VE BAŞBAKAN ERDOĞAN BENİM BAŞBAKANIM DEĞİL..(En yüce değerlerimizi ayaklar altında paspas yapanları"reddetme"hakkım)
Av. Tezcan ÇAKIR Meşrutiyet cad. No:3/14* 06650 Ankara Tel: 0. 312. 418.39.89 * 418.59.21 Faks: 0. 312. 425.68.97 DANIŞTAY BAŞKANLIĞI'NA / ANKARA DAVACI : Av. Tezcan Çakır DAVALI : Başbakanlık T. TARİHİ : 8.11.2007 günlü ve 26694 sayılı R. G. Tebliğ ile duyurulmuştur. T. KONUSU : Suudi Arabistan Kralı Abdullah Bin Abdülaziz El Suud'a Devlet Şeref Madalyası verilmesine ilişkin 3.11.2007 tarihli ve 2007-12760 sayılı Bakanlar Kurulu Kararının iptali istemidir. OLAY: 1- 8.11.2007 günlü ve 26694 sayılı Resmi Gazete yayımlanan Tebliğ; ülkemizi ziyaret etmek üzere gelen Suudi Arabistan Kralı Abdullah Bin Abdülaziz El Suud'a, "Şeref Madalyası verilmesi" yolunda 3.11.2007 tarihli ve 2007-12760 sayılı Bakanlar Kurulu kararı alındığını kamuoyuna duyurmuştur. Bakanlar Kurulu kararı, Resmi Gazetede yayınlanmamış olmakla beraber, söz konusu tebliğ ile alındığı anlaşılmaktadır. 2- "Devlet Şeref Madalyası" 24.10.1983 tarih ve 2933 sayılı Madalya ve Nişanlar Yasasının 2. maddesinin ( bendi uyarınca verilmiştir. 3- İlgilinin madalyanın gerekçesi veya nedeni olarak da; "… Suudi Arabistan ile Türkiye arasındaki ilişkilerin her alanda güçlendirilmesi ve bölgemizin barış ve istikrara kavuşması için sorunların çözümüne yönelik şahsi çaba ve katkıları...." gösterilmiştir. A- Dava ehliyeti hakkında: 1- Ankara Barosuna kayıtlı olarak serbest avukatlık yapmaktayım.1136 sayılı Avukatlık yasasının 2. maddesi, "….her türlü hukuki mesele ve analaşmazlıkların adalet ve hakkaniyete uygun olarak çözümlenmesini, hukuk kurallarının tam olarak uygulanmasını…" avukatlığın amacı olarak belirtmiştir. Avukatlardan oluşan baroların, hukukun üstünlüğünü sağlamakla görevli olduğu yasanın 76. maddesinde öngörülmüştür. 2- Öte yandan, 30601426046 kimlik numarasıyla, T.C vatandaşlığına sahibim. Vatandaşı olmakla övündüğüm Ulusumun ve dolayısıyla Devletimin en üstün madalyasının, tebliğde öne sürülen gerekçelerden yoksun bir kişiye Devletim adına verilmesinden üzüntü ve elem duydum. Madalyanın üzeri altın kaplama olmasa bile,- ki yönetmeliğin 5. maddesi uyarınca, altın kaplamalı ve "T.C." sembolünü taşıması gerekir- ülkeme ait bir değer, öne sürülen nitelik ve değerleri taşımayan bir kişiye verilmiştir. Sade bir vatandaş olarak da, Anayasanın 36. maddesi uyarınca ortaya çıkarılan bu ölçüsüzlüğe hukuki bir tavır koyabilme hakkımın olduğunu sanmaktayım. B- Hukuki düzenlemeler: 1- 2933 sayılı Madalya ve Nişanlar yasasının 2. maddesi; Devlet madalyasını üç tür olarak tanımlamıştır. Maddede aynen; a) Devlet Şeref Madalyası; "Devlet Şeref Madalyası, Bakanlar Kurulunun teklifi, Cumhurbaşkanının tevcihi ile Türkiye Cumhuriyetinin bekası, ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü, toplumun huzuru, birlik ve beraberliği için yurt içinde veya yurt dışında üstün feragat, fedakârlık, başarı ve yararlık gösteren Türk ve yabancı uyruklu kişilere verilir." Devlet Övünç Madalyası; "İlgili bakanın teklifi, Bakanlar Kurulunun onayı ve Cumhurbaşkanının tevcihi ile yurt içinde veya dışında gösterdiği sorumluluk ve görev anlayışı içinde feragat ve fedakarlık, başarı ve yararlılık dolu çalışmalarıyla Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Milleti adına haklı gurur kaynağı teşkil ederek malul olanlara ve şehit olan kişilerin bu Kanunun 5 inci maddesinde belirtilen mirasçılarına verilir." Dava konusu Bakanlar Kurulu kararını göremediğimiz için tebliğe itibar ederek, madalyanın yasanın 2/b maddesi uyarınca verildiğini kabul etmemiz gerekmektedir. Ancak, madalya verilen kişinin yasanın 2/b maddesinde belirtilmiş kişilerden olmadığı çok açıktır. Eğer, tebliğ ve Bakanlar Kurulu kararındaki yasal dayanak 2933 sayılı yasanın maddesi ( 2/B) ise, hukuki sakatlık daha baştan belirgin bir haldedir. Kral Abdullah, "…. Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Milleti adına malul ve şehit olan kişilerinden olmadığı gibi, bunların mirasçıları…" da değildir. Basında yer alan haberler "Devlet Şeref Madalyasının" verildiğini yazdığına itibar edersek, bu takdirde yasanın (2/a) maddesindeki koşulların oluşmadığını aşağıdaki bölümlerde açıklamağa çalışacağım. 2- Bakanlar Kurulunun 4.07.1988 gün ve 88- 13039 kararıyla kabul edilip, 7.8.1988 gün ve 19892 sayılı Resmi Gazete yayımlanan "Devlet madalya ve Nişanları Yönetmeliği" 2933 sayılı yasanın 13. maddesi uyarınca çıkarılmıştır. Yönetmeliğin 2. maddesi kapsamı, 4. maddesi de madalyayı tanımlamıştır. Madalya; "yurtiçinde veya dışında, Türkiye Cumhuriyetinin bekasında, ülkenin ve milletin bölünmez. bütünlüğünün korunmasında, Devletin yücelmesinde ve milli menfaatlere katkıda, hizmet ve vazifede, üstün feragat, fedakârlık, başarı ve yararlık gösteren kişilere verilen muhtelif cins ve değerde bir sembol…" olarak tanımlanmıştır. Yönetmeliğin 8. maddesinde belirtilen kişi veya makamların, madalya ve nişanlara layık görülen gerçek veya tüzel kişileri, makama önerebilecekleri öngörülmüştür. Bu makam yönetmeliğin 4. maddesine göre, Başbakanlık Personel ve Prensipler Genel Müdürlüğüdür. Yönetmeliğin 9. maddesi de, Genel Müdürlükte toplanan tekliflerde ilgilinin kimliği, madalyaya layık ve talep edilme sebepleri ile ve varsa belgelerin de ekleneceğini düzenlemiştir. Yönetmeliğin düzenleme biçiminden anlaşıldığı gibi, ilgiliye madalya verilmesini isteyen bir kamu makamı ve bunun yazılı neden ve belgeleri anılan genel müdürlükte bulunmaktadır. Bir Hukuk Devleti olduğumuzdan, herhalde " bana madalya verene, ben de bir madalya vereyim … " denilmemiştir. İdarenin yargısal denetiminin yapılması gerçekten amaçlayan bir Hukuk Devleti isek, madalyayı öneren kamu makamı, önerisinin nedenini ve belgelerini içeren dosya, anılan Genel müdürlükten resen istenip değerlendirilmelidir. Hukuksal Durum ve İptal Nedenleri: Bu dava; kralın ziyaret günü ve nedeni, ziyaret biçim ve protokolü, karşılanma ve ağırlama biçimi üzerine kurulu olmamakla beraber, bu hususlarda gösterilen Devlet ciddiyet ve zaafiyet eksikliği veya yetersizliği, aynı zamanda madalyanın verilmesine de neden olduğundan, gerektiği ölçüde bu gibi hususların üzerinde durulmuştur. Elbette, bir hukukçu olarak konunun diplomatik ve tarihsel, sosyal ve siyasal boyutunu bir yana bırakarak salim kafayla hukuki açıdan değerlendirilmesi çabası içinde olmağa çalışılacaktır. 1- Öncelikle belirtmek gerekir ki, madalya verilmesinin yasal koşulları oluşmuş (!) veya oluşturulmuş veya bu dava nedeniyle hemen oluşturulabilecek olsa bile, ilgilinin ülkemize, ülkenin ve demokratik toplum düzeninin kurucu olan Mustafa Kemal Atatürk' e karşı aldığı tavırlar nedeniyle hakketmediği kanısındayım. Öte yandan, "ulusal çıkar" kavramı, iki ülke ve toplumlar arasında yaşanılan gerçekler ile halen ve herkez için geçerli hukuk kuralları göz ardı edilerek, iki kişi arasındaki özel ilişki madalya alışverişiyle resmileştirilmiştir. 2- Tebliğde yazılı olan madalya verilmesinin nedeni/ gerekçesi; "Suudi Arabistan ile Türkiye arasındaki ilişkilerin her alanda güçlendirilmesi ve bölgemizin barış ve istikrara kavuşması için sorunların çözümüne yönelik şahsi çaba ve katkılar…" imiş. Anlaşılan odur ki, ilgili kişi iki ülke arasındaki ilişkileri güçlendirmek üzere geçmişte esirgememiş olduğu ilgi ve çabayı (!), ileride de devam ettirecek imiş. Bu hususun güvenceye bağlandığı anlaşılıyor. Bunun yanı sıra, halen bölgenin barış ve istikrara yönelik katkılarından dolayı da, madalyayı hak etmiş imiş. Bu gerekçelerin neler olduğu, madalya teklif yazısında, Bakanlar Kurulu gerekçesinde görüleceğinden, resen getirtilip irdelenmelidir. Böylece, ilgilinin iki ülke ilişkilerini güçlendirme amaçlı olarak yaptığı ve yapacağı kişisel çaba ve katkılar, kamuoyunca da bilinir. 3- Somut olayda Mahkeme'nin re'sen araştırma yetkisinin harekete geçirilmesiyle, idarenin yasal sınırlarını aşıp aşmadığı anlaşılabilecektir. Uyuşmazlığın esasının çözümlenebilmesi için bu görev ve yetkinin kullanılması ve böylece idarenin, hukuka bağlılığı, yasal sınırları içinde olup olmadığı, dolayısıyla hukuka uygun bir Bakanlar Kurulu kararının tesis edilip edilmediği, hukuka saygılı bir idarenin varlığı anlaşılmış olacaktır. "… Her ne kadar idari yargıda resen araştırma ve inceleme ilkesi geçerli ise de, bu olgu mahkemenin araştırmalarının keyfi bir şekilde yürütülebileceği anlamını gelmez…"[1][1] , "…Gerçeğe ulaşılma doğrultusunda yapılan araştırma ve incelemelerin idarenin yerine geçme olarak düşünülmesi de mümkün değildir…"[2][2] biçimindeki Danıştay kararları, resen araştırmanın boyutunu ve gerekliliğini ortaya koymaktadır. İdare Hukuku öğretisinin üstadı, Ord. Prof.Dr. SS. Onar'ın konuya yaklaşımı da oldukça aydınlatıcıdır. "Dairelerin veya kurulların bu yetkilerinin, tetkik ve hükmü başka mercilerine ait olan hususları kapsamayacağı tabiidir. …. İdari hâkimin bilgi toplama yetkisi, ancak idari hususlar hakkındadır… İdare mahkemesinin yetkisi sadece davanın unsurlarını uyuşmazlığı aydınlatacak bilgi toplamağa inhisar eder, faal idareye emir, talimat ve direktif verme kudreti yoktur…" [3][3] biçimindedir. 4- Madalya verilen kişi, Türkiye Cumhuriyetinin sürekliliği, ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü, toplumun huzuru, birlik ve beraberliği için yurt içinde veya yurt dışında üstün feragat, fedakârlık, başarı ve yararlık gösteren bir kişi değildir. Eğer davalı idare, bu kanı ve iddiada ise, bunları tek tek kanıtlamalı ve belgelendirmelidir. Ülkemiz için yaptığı fedakarlıklar, gösterdiği yararlı çalışmalar, uluslar arası arenada ülkemiz için gösterdiği çaba ve girişimler, ulusun bölünmez bütünlüğü, huzur ve birliği için yaptığı çalışmalar, nelerse kanıtlanmalıdır. İşte bu nedenle, yargının resen araştırma yöntemini uygulamasını istemekteyim. Kanımızca, iki ülke insanlarının Müslüman olmaları dışında hiçbir ortak yönleri yoktur. Madalyalı kişi, Birinci Dünya ve Kurtuluş savaşında İngiltere ile birlik olup Türk askerlerin arkadan vuran bir aşiret devletin kralıdır. Geçmişte Ulusal bağımsızlığımıza yardım ve katkısı olmadığı gibi, bugün geçerli olan Devlet ve hukuk düzenimizi kendisine benzetme çabası içindedir. Tarihin görebileceği en büyük Önderinin kimliğini, anlamını ve tarihsel ağırlığını bilmekten aciz ve saygısız bir kişidir. Mekke'de Osmanlı mirası ECYAD kalesini yıktırarak tarihi değeri ve mirası yok etmiştir. Onun yerine inşa ettirdiği iş merkezi- otel yapısıyla, ne kadar paragöz olduğunu göstermiştir. Şeriat yasalarının uygulandığı, yargısız infazların ve teokratik polis devletinin geçerli olduğu, silah, petrol ve rüşvet ilişkileriyle ABD'nin kuklası olan bir devletin, ülkemizle ilişkileri tartışmalıdır. Ulusal bir matem gününde, yerleşik diplomatik kuralları ile - anıtkabire gitmemesi, bayrağını indirmemesi, oteline çöl çadırı kimliği vermesi, ülke Cumhurbaşkanını ayağına çağırması vs gibi- Cumhuriyetin kurucusunu ve ilkelerini hiçe sayan kişiye, Türkiye Cumhuriyetinin en büyük madalyasını verilmesiyle, ulusal onurumuz kırılmıştır. 5- Öte yandan daha önceden tanışmış olmaları, 1983-1991 döneminde Cidde İslam Kalkınma Bankasından dolayı amir ve memur ilişkisi içinde bulunmaları,- madem ki kral, Bankanın patronu sayılır ve banka çalışanları da kralın memurudur - aynı manevi değerlerle donatılı olarak yaşamaları, diğerinin de benzeri bir armağan vermesi gibi olgularla devlet adına ve devlet hesabından, madalya ve buna bağlı onurlandırma belgesi verilmez. Verildiğinde, ulusal onurumuz zedelenmiş olur. Ülkeyi ziyaret eden devlet Başkanlarına sembolik ve bir anı olarak hediye eşyalar verilmesi gelenek ise, bunun ayrıca bir madalyayla desteklenmesi gerekmez. Ülkemizi temsilen gidilen yabancı ülkelerde ve Ülkemizi ziyaret eden devlet Başkanlarına, gerek duyulursa ve bir karşılık olarak verilmesi gerekiyorsa, açık veya örtülü ödenekten hediye eşyalar, verile gelmiştir. Bu tür hediyelerin bedeli, tüm vatandaşlardan elde edilen gelirlerden sağlandığı halde, şimdiye kadar kimse "benden aldığım vergi ile ne diye hediyeler veriyorsun" dememiştir. Ama hediyenin konusu ülkenin onur madalyası olduğunda; olaya oldu-bitti, ahbap - çavuş ilişkisi, karşılıklı alış-veriş gibi bakılamaz. Hacca gidecek vatandaş sayısını arttırma amaçlı olarak görülemez. Sorun, Ulusun vatandaşlarını, halen ve geçmişte bu ülke için savaşanlarını, savaşırken arkadan vurulan atalarımızı çok yakından ilgilendirir. Savaşta bile, on binlerce kişi savaşır, üstün yararlılık ve fedakârlık gösterir, fakat bazılarına madalya verilir. Dünyada o kadar ilişkide olduğumuz ülkeler varken, neden şeriat ile yönetilen bir ülke başkanı seçilmiştir.? Bir ulusun onur madalyası, herkese değil, hak edene verilir. Devletimizin kurucusuna ve kuruluş felsefesine açıkça meydan okuyan birine, kamu vicdanı ve tepkisi göz ardı edilerek Devletin en yüksek madalyası verilemez. Atatürk'e sevgi ve saygısızlığını her ortamda ortaya koyan kişiye Atatürk'ün kurucusu olduğu Devlet, en üstün madalyasını en aykırı kişiye veriyorsa, madalya dışında bunun bir başka nedeni, anlamı olmalıdır. Milli bayramı ve matem günlerini, alternatif bir başka toplantı ve gösteriler düzenlemekle geçiren yöneticilerimiz, ulusal matem gününü seçerek birilerine özel mesaj iletmek istemiş olabilirler. 6- 2933 sayılı yasaya göre, "Devlet Şeref Madalyası" Bakanlar Kurulunun teklifi, Cumhurbaşkanının tevcihi ile" ile verilmektedir. Tebliğe göre, Bakanlar Kurulu bir karar aldığı anlaşılmakta ise de, 3-13 Kasım tarihli Resmi Gazetelerde yayımlanmadığı görülmüştür. Bu durum Bakanlar Kurulu kararı olmadığı değil, yayımlanmasından kaçınıldığı anlamında kabul edilebilir. Bakanlar Kurulu kararının kesinleşmesi veya uygulanabilir bir hale gelmesi ise, "Cumhurbaşkanının tevcihi" ile mümkündür." Tevcih; yöneltme, rütbe verme, mana verme, yorumlama anlamına gelmektedir. 2933 sayılı yasa ve yönetmelikte, tevcihin nasıl sağlanacağına açıklık getirmemiştir. Tevcih; yazılı karar alma, yazılmış olan kararı onaylama veya yazılı karar doğrultusunda işlem ve eylemde bulunma biçiminde olabilir. Hangi yöntemle sonuca ulaşılırsa ulaşılsın, Bakanlar Kurulunca bir karar alındıktan sonra yapılabilmektedir. Bir başka anlatımla, madalya verilmesine dair Bakanlar Kurulu kararı, bir ön- hazırlık- işlemdir. Bundan sonra Cumhurbaşkanının alacağı karar veya tavır, bu ön işleme kesinlik kazandırmaktadır. Öyleyse, ortada zincirleme- halkalı - bir idari işlemler dizini var denilebilir. Halkalı işleminin başlangıcındaki sakatlık, nihai işlemi de sakatlar. Öte yandan, Cumhurbaşkanının kararı veya takındığı tavır, yoklukla sakattır. Çünkü, 5678 sayılı yasada, görevde bulunan Cumhurbaşkanının yasa değişikliğinden sonra hukuki durumunun ne olacağını belirleyen geçici maddeye yer verilmemiştir. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine dair yasa, referandum sonucunda yürürlük kazanmış olduğundan, görev süresinin son ermiş olması ve 60 gün içinde halk tarafından Cumhurbaşkanlığı seçiminin yapılması gerekir. Yargılama sürecinde söz konusu 60 gün geçirilmiş olacağından, karar aşamasında bu tartışmanın yapılması gerektiği kanısındayım. 7- Hukuk, yaşayan ve yaşanılan toplumsal ilişki ve olaylara bir çözüm getiren, kurallara bağlayan bir bilim dalıdır. Hukuk, toplumsal olaylardan etkilenir, bunları bir kurala bağlar. Bu nedenle madalya verilmesine ilişkin yasal düzenlemeler dışında, iki ülke ve vatandaşları arasındaki tarihi, diplomatik ve sosyolojik gelişme ve olaylara bakılarak bir sonuca ulaşılmalıdır. "Verilmiş olan madalyanın davası görülmez.", "İptal kararı verilse bile, uygulanması sorun yaratır." denilse bile, davanın gerçek sahibi olan toplumun tavır ve tutumuna daha çok önem vermekteyim. Davanın usulden veya esastan reddi, hukuki inancımı ve vicdani kanımı değiştirmez.Toplumun, Devletimizin kurucusuna ve kuruluş felsefesine sahip çıkacağına inanıyorum. Demokratik ve laik bir Cumhuriyetin, şeriat kurallarını uygulayan bir ülke yöneticisine, Cumhuriyetin en üstün madalyasını vermemesi gerektiğini düşünüyorum. Somut olayda, demokratik, laik ve Hukuk Devletine yakışmayan bir karar alınmış ve uygulanmıştır.[4][4] Demokrasilerde hukuk, tarafların gücü ya da statüsüne göre yorumlanmaması gereken, evrensel kurallar bütünüdür. SONUÇ: Açıklanan nedenler ve resen görülecek sair hususlarla dava konusu kararın iptaline, avukatlık ücreti ile yargılama giderlerinin davalı idareye yükletilmesine karar verilmesini, saygılarımla arz ve talep ederim. 13.11.2007 Av. Tezcan Çakır EK: Dava konusu Bakanlar kurulu kararı R.G. bulunamadığından eklenilememiştir. BK Tebliği- TÜRBAN SORUNU - KONUSU - ANA BAŞLIK
Yukarıdaki bu ve buna benzer zihniyet... Tamamıyle kadına hakaret eden ve ona güven eksikliğinden kaynaklanan psikolojik bir hor görme biçimidir.. Çünkü... Bu zihniyet hiçbir zaman şunu anlamadı, anlamayacak... 1980'lerle, "yeşil kuşak" kuramına uyup, laik eğitimden verilen ödünlerin ayyuka çıkması, İmam Hatip Okulları salgınına kızları da alma; bütün bunlar, kadınların örtünmesini dayatırken, din ve kadın sömürüsünde de kapıları ardına değin açmış ve toplum, "din-siyaset-ticaret üçgeni"nin cehennemi içine açıkça itilmiştir. Bu üçgen, bugün bizzat iktidarın da koruması altındadır. Türbanın, bir "meta" olarak, kapitalist pazarın sipariş listesine kaydolduğunu hatırlatmak bile fazla. Çağdaş dünyada kadın- erkek eşitliği artık tartışma dışıdır ve kadına da yaraşır. Onu sarıp örtme bahaneleri ile türban, kadına karşı düpedüz bir hakarettir. Ona bu yakıştırmayı yapanlarda genellikle kadına güvenmeyen kişisel endişeden kaynaklanan ve bu kompleksini bir BEZ PARÇASI İLE GİDERECEĞİNİ sanan feodal, gerici ve doğma zinhiyettir.. Ne mutlu ki bizler bu gerçeği artık bütün çıplaklığı farkındayız... ÇÜNKÜ BİZ BİLİME İNANMIŞ, AYDIN, MODERN VE ÇAĞDAŞ BİR KADINA HER ZAMAN İHTİYAÇ DUYUYOR VE ONA HERŞEYİ İLE SONUNA KADAR GÜVENİYORUZ... ÖYLE BEZE BAĞLANMIŞ, EŞİ VE AİLESİ KARŞISINDA EZİK, BASTIRILMIŞ VE DOĞMA İLE ZİNCİRLENMİŞ KADINLARIMIZI DA BUNDAN KURTULMALARI İÇİN ELİMİZDEN GELENİ ARDIMIZA KOYMAYACAĞIZ... BUNU SAKIN UNUTMAYIN...- ABDULLAH GÜL BENİM CUMHURBAŞKANIM VE BAŞBAKAN ERDOĞAN BENİM BAŞBAKANIM DEĞİL..(En yüce değerlerimizi ayaklar altında paspas yapanları"reddetme"hakkım)
- İslam dininin, çok kadınla evliliğe müsade etmesinin gerekçesi
- ABDULLAH GÜL BENİM CUMHURBAŞKANIM VE BAŞBAKAN ERDOĞAN BENİM BAŞBAKANIM DEĞİL..(En yüce değerlerimizi ayaklar altında paspas yapanları"reddetme"hakkım)
Faizcilikte Dünya Şampiyonu AKP... Gazetelerin tümünde bir haber bangır bangır bağırıyor... Nedir o?.. Faiz haberi.. Ne olmuş?.. Faiz oranı indirilmiş... Ne kadar?.. Nınının nınısı kadar... Sayfalarda başlıklar çarpıcı gerçeği büyük puntolarla bildiriyor: "Faizde dünya şampiyonuyuz!.." Yeryüzünde en yüksek faizcilik, "Ilımlı İslamcı Devlet" Türkiye'de, AKP iktidarında, türban modasıyla birlikte tezgâhlanıyor... Peki, neden faiz folluğuna dönüşen bu ülkede, türban, devletin ve hükümetin en yüksek katlarına tırmanıyor?.. Sorunun kısa yanıtı: Göz boyamak için!.. * Aklı başında bir insan, Müslümanlığı nereden öğrenir?.. Yanıt açık: - Kuranıkerim'den!.. İslamda faizi öğrenmek mi istiyorsun?.. Aç Tanrı'nın kitabını oku!.. Bakara suresi: "Allah alışverişi helal, faizi haram kıldı..." "Kim faizciliğe dönerse, işte onlar cehennemliktir..." "Faiz yiyenler mahşerde ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar..." Allah faizi haram kalmış; ama, türbancılık yaparak iktidara oturmuş sözüm ona Müslümalar faizcilikle ceplerini dolduruyorlar; bunların soyu, sopu, akraba ve taallukatı faizcilerden oluşuyor... * Geleneksel başörtüsüne saygımız sonsuz... Ama, faizcilerin modası türban, satılmışlık siyasetinin flamasına dönüştüğünden, saygınlıkla ilişkisi bulunmayan bir kandırmaca işlevi görüyor. Hem Kuranıkerim'de yasaklanan faizciliği ülkede neredeyse temel ekonomik düzene çeviren sözüm ona İslamcı iktidar, türbanı-tesettürü Müslümanlık adına mı savunuyor!.. Yok canım... Bunlar için kadının tesettürü, cins-i latif üzerindeki erkek diktasının ilkellik, kıskançlık ve egoizmini tatmin etmek yöntemidir... Erkek egemenliğindeki bir toplumda demokrasicilik oynayanların türbancılık siyaseti, gerçekte kadın değil erkek davasıdır... * Çoğu Müslüman Kuranıkerim'i bilmiyor... Kuran'ı okuyup belleyeceksin, öğreneceksin... ki İslamı anlayabilesin... Ülkeyi yâr-ü ağyarla birlikte faiz folluğuna çevirip elin gâvuruna, keferesine ve kendi iktidarının palazlanmış yandaşlarına sömürttükten onra türbancılık yaparak Müslümanlık taslamak sahtekârlıktır... Türkiye tarihinde hiçbir politikacı kadrosu bu iktidar kadar sahtecilik yapmadı... İktidar, faizcilikte dünya, türbancılıkta ülke şampiyonu... İlhan Selçuk / Cumhuriyet / 16.11.207- TÜRBAN SORUNU - KONUSU - ANA BAŞLIK
Okullarda ne işi var türbanın kardeşim... Neyi evleyip geveleyip duruyorsun... Birde Burda sinsi sinsi birşeyleri savunmaya kalkma.. Nedir türban.. Ne anlamı ifade eder?.. Neye hizmet eder?... Neyi gizler?... Neyi örter... Soruyorum... Bütün bunlar.. Namusumu?... Şerefimi?... Onurumu?... Ayıbımı?... Yoksulluğumu?... Neyi, neyi... Muhayehanemizde ne ******** gördük bunlarda... Ne kadar gizli ve örtemeyen gerçeklerinin ikiyizlülüğünü.... Çarşafını çıkarıp, süslenip püslenip karşımıza çıkmayanlarımı... Asılmayanlarımı.. Herşeye hazır olmayanlarımı... Neden bahsediyorsun.. Sadece kendinizi kandırıyorsunuz... Sadece türbanlı kadınının sözüm ona kendinize köle olduğunuzu ve emriniz altında olduğunu sanıyorsunuz öylemi... Yeterin artık... Burda bunlardan çıkan birçok ****** açık açık anlattırmaya kalkmayın... Son olarak... Aydın, ileri düşünceli ve kendine güvenen başı açık kadınların ne kadar dürüst ve onurlu olduklarını her zaman gördüm... Yok öyle yama.. Kafasını bağladığınızı sandığınız şeylerin... Ne menem şeyler peşinde olduklarını bir ben bilirim birde allah... Bez parçası... Adı üstünde.. Bez... El insaf... Ne kadar komik...- TÜRBAN SORUNU - KONUSU - ANA BAŞLIK
Hımmm... Şimdi bir bakalım.. İran Türkiye.. İşin aslı aslında iran modelini soft hale getirip bizlerin önüne tercih olarak konuluyor... Gereklimi bu... Bence asla... Neden mi?... Şimdi olaya güncel ve temel bakalım. Gencecik ve tüm müslüman ülkelerin önünde yıldız gibi parlayan Milli Demokratik Devrim gerçekleştirmiş bir Türkiye var... Başarı kazanacak mı?.. Yoksa Türkler dinci karşıdevrime teslim olacaklar mı?.. İyice bilinsin ki Milli Demokratik Devrim başarıya ulaşmadan Türkiye'de demokrasi bir hayaldir... Şimdi Anadolu üstüne oynanan oyun bu!.. Emperyalist bu oyunu iyi biliyor, Türkiye'yi parçalamak için dinciliği kullanıyor... Ama unutulmaması gereken bir geçek var... Amerikancı-dinci AKP iktidarının İslamcı karşıdevrimine karşı, Milli Demokratik Devrim bilinci ışıdığı gün, Türkiye, adını bir kez daha tarihe yazacaktır... Bu hiç ama hiç unutulmamaılı... (Öyle din kısvesi ve rehavetiyle olayları ezbere yorumlamak kolay tabiki... Ama aydın olmak, bilincine varmak ve çağın gerekliliğini ön planda tutarak proje üretmek ise bir o kadar zor.... Türk halkı zorların insanıdır...)- TÜRBAN SORUNU - KONUSU - ANA BAŞLIK
O kadar caba gösteriyorum ki çapsız ve kapasitesiz bezlere sarılmak istenen düşüncelere muhatap olmamayı ama... Neylersin... Bak kadreşim... Biz demokrasi, bilim, aydınlanma ve toplumsal gelişme içerisinde geri kalmışlığı sergileyen ve bunu dinsel namus meselesi haline getirilmeye çalışılan ve iyi niyetli insanlarımızı kullanan bir zihniyetin aklını en iyi çalabilmek için BEZ PARÇASI imanı sloganlarıyla gemisini yürütenlerle mücadele ediyoruz... Ve benim annem 78 yaşında ve başı açık... Tam bir Atatürk Cumhuriyeti kadını ve müslüman... Birdaha size yazmama adına son olarak şunları belirtmek istiyorum "Demokrasi, çoğunluk ve özgürlük rejimidir; çoğunluk ibadet etmek, türban takmak istiyor, herkes bu özgürlük isteğine boyun eğsin, alışsın" diyorlar ki, farkında olmadan doğruymuş gibi dayatıyorlar insanlarımıza... Bu son derece yanlış ve tehlikeli bir görüş değilde nedir... Dolayısıyla çağdaş demokratik rejimlerin "olmazsa olmaz" iki temel kuralı bulunmaktadır: 1. Hukuka saygı ve bağlılık. 2. Laiklik. Başörtüsü, sıkmabaş, türban ve bilmen ne tür dinsel kıyafetler.... Bunlarla hiç bir yere varılamayacağını ve sadece bunlarla kelle taşıyan ve kullanılan bir birey olabileceğinizi unutmayın olurmu... Böyle bez parçalarıyla, dinsel giyimlerle saçma özgürlük ve buna hak olmaz, olamaz... Bunun mantıklı ve akla yatkın olması gerekir... Üstelik hak, bilimsel, gelişmeci, araştırmacı, aydınlanmacı, üretimden yana, gelişme içerisinde olan, barış amaçlı, toplumsal uzlaşmaya hizmet eden, bölücülükten ve şekilcilikten uzak, ülke misyonuna ters vs. vs. bir anlayış dışında düşünülemez... Dinin, ve dinsel sembollerin hiçbirinde bunları göremezsin... Yani bugün türban, yarın çarşaf, öbürgün burka ve daha ilerisi dinsel faşist bir yapıya bürünür... Çünkü dinin dibi yoktur.... Bir kere taviz verdinizmi... Gerisi tek tek gelecektir... Umarım anlaşılmıştır...- TÜRBAN SORUNU - KONUSU - ANA BAŞLIK
Ne diyebilirim.. Bu şartlanmışlıkların sen ve senin gibilerin suçu yok... Ne yapılabilir?.. Çünkü öyle yetiştirilmiş olmanın sonucu bütün bu düşünceler... Bez parçası arkasına sığınıp dinsel bir olgu kuran dar kalıpçı kırıntıları... Kadını bu bezlere sarmalayan feodal zihniyetin uygarlığa tepkisinden de öte bir reflekseten başka birşey değil... Dünya gülüyor, dünya...- ABDULLAH GÜL BENİM CUMHURBAŞKANIM VE BAŞBAKAN ERDOĞAN BENİM BAŞBAKANIM DEĞİL..(En yüce değerlerimizi ayaklar altında paspas yapanları"reddetme"hakkım)
'Yapay Protokol' (!) ve Teklifsizlik... Laik Türkiye'nin simgesi Atatürk'ü hiçe sayan bir adama şeref madalyası veriliyor. Protokole 'yapay teferruat' gözüyle bakmayan Vatikan ise 'konuğuna' maharetle konukluğunu bildiriyor. "Çıkarlarımızın ileriye götürülmesine fırsat veren bu önemli ziyaretin 'yapay protokol iddialarıyla' gölgelendirilmeye çalışılması üzüntü vericidir!" Suudi Arabistan Kralı'nın Ankara ziyaretinde yaşanan talihsiz gelişmeler, Köşk'ten yapılan açıklamada "yapay protokol iddialarına" (!) indirgeniyor. Yani "Aslolan reel politiktir. Reel politik çıkarlar yanında, aşırı önem atfedilen 'protokol' mevzuları, önemsiz ve 'yapaydır' . 'Yapay' formaliteyi kasıtlı biçimde böyle sakız gibi uzatanlar; bizim reel politik çıkarlarımıza hizmet eden bir geziye gölge düşürmekte; siyasi emellerine alet etmektedirler!" demeye getiriliyor... "En iyi savunma, saldırıdır!" hesabına yapılmış bir açıklama. Tatmin edici olmaktan çok uzak... Devlet protokolünü, "yapaylık" (!) kavramıyla yan yana getirmekte mahsur görmeyen bu "teklifsizlik" , sorunun ta kendisi değil mi? Bir şeriat devleti hükümdarı, Türkiye Cumhuriyeti'ne resmi ziyaret yapıyor. Şeriatçı Kral, laik T.C. devletinin bir numaralı değeri ve simgesi Atatürk 'ü tanımıyor ve hiçe sayıyor. Hiçe saydığı için, Anıtkabir'e çıkmayı, bayrağını Türk bayrağıyla gönderde yarıya indirmeyi zül addediyor. Bu adama siz "Devlet şeref madalyası" veriyorsunuz! Devletinizin kurucusu ve kuruluş felsefesine açıkça meydan okuyan birine, o devletin en yüksek nişanını layık görüyorsunuz. Hepimizin gözüne birer yumruk gibi giren o "Swissotel fotoğraflarını" bir an için bir kenara koysak bile bu "devlet nişanı" neyin nesidir? Köşk'ten gelen açıklamada bu konuya hiç girilmemiş. Soru, "Kral Abdullah bu nişanı hak etmek için ne yaptı?" falan da değil, "Laik devleti alenen tanımayan, hiçe sayan birine siz bu nişanı nasıl verdiniz?" gibi esasa dair bir soru... Böylesine esasa dair bir soruyu "yapay protokol iddialarıyla" geçiştirmek mümkün mü? Esnekliği Vatikan'dan öğrenin Protokol evet, sarsılmaz kanunlar değildir. Devlet protokolü, belli sınırlar içinde "âli çıkarlar" uğruna esneklik gösterebilir. Burada kullanılan kriter, "tarafların karşılıklı esneklik" göstermesi ve sözü edilen "âli çıkarların" da açık-sarih olmasıdır. Sizin kurallarınız ve değerlerinizi hiçe sayan birine, ileri geri "esneklik" göstermezsiniz. Nerde kalmış göğsüne devletinizin en yüksek şeref madalyasını iliştirmek! Kral Abdullah'ın Türkiye'ye gelmeden önce yaptığı Vatikan gezisi, mütekabiliyet esasına dayanan "esnekliğe" tipik bir örnek. Kral Abdullah'ın Vatikan çıkarması, çok yönüyle "tarihi bir gezi" oldu. Şeriat devleti Suudi Arabistan'la Vatikan arasında "diplomatik ilişki" yok çünkü. Yani resmi düzeyde ne Vatikan Suudi Arabistan'ı tanıyor ne Suudi Arabistan Vatikan'ı! Riyad'ın Vatikan'da, Vatikan'ın Riyad'da resmi temsilciliği yok. Suudi Arabistan zira "kutsal Müslüman toprakları" üzerinde, bir temsilcilik kapısında dahi "haç" görmeye tahammül edemiyor. Ancak küreselleşme ile birlikte Avrupa'da giderek artan bir Müslüman nüfus oluştuğu gibi Suudi Arabistan da bir milyonu bulan Katolik göçmen nüfus alıyor. Avrupa'da Müslümanların ibadet özgürlüğü var. Suudi Arabistan'da Hıristiyanlara bu özgürlük tanınmıyor. Hıristiyan göçmenler, İncil ve haçlarını, Suudi Arabistan girişinde gümrük kapılarında bırakmaya zorlanıyorlar. Papa II. Benediktus "mütekabiliyet" ilkesi çerçevesinde şimdi Suudi Krallığı'ndaki Hıristiyan göçmenler için "din ve vicdan özgürlüğü" istiyor. Ziyaretin ana teması bu. İki taraf için de öylesine önemli bir konu ki bu, ilk kez bir Suudi Kral, "kâfir" saydığı Vatikan'a ayak basmayı göze alıyor. Resmi diplomatik ilişkileri olmayan iki devlet arasında böylece en üst düzey bir ziyaret gerçekleşiyor. Ziyaret talebi, Papa ile "Ortadoğu meselesini" de görüşmek isteyen Kral Abdullah'tan geliyor! Baştan sona "esneklik" örneği... Gelin görün ki bu "esneklik" çift taraflı ve "esnekliğin" sınırları var! Sınırlarından "haç" sokmayan Kral Abdullah, "Haçlı" Papa ile dün "Cumhuriyet" te gördüğünüz, İsa tablosu altındaki pozu veriyor. Vatikan protokolünden bu konuda herhangi bir özel talepte bulunmuyor. "Arkası boş bir fon önünde" resim çektirelim falan demiyor. Ya da "Madem burda sağım solum 'haç', şurda da benim şeriat bayrağım duruversin!" diye bir dayatmaya girmiyor. Sıkı mı? İki bin yıllık "diplomasi geleneğine" sahip olan Vatikan çünkü hiçbir zaman protokole "yapay teferruat" gözüyle bakmadığı için "konuğuna" maharetle konukluğunu bildirmeyi başarıyor. "Reel politik çıkarlardan" zerre kadar fedakârlık etmeden hem de... 14.11.2007 / NİLGÜN CERRAHOĞLU / ROMA - Keşke okunabilse, keşke anlaşılabilse... Teşekkürler sevgili Nilgün hanım... Teşekkürler...- ABDULLAH GÜL BENİM CUMHURBAŞKANIM VE BAŞBAKAN ERDOĞAN BENİM BAŞBAKANIM DEĞİL..(En yüce değerlerimizi ayaklar altında paspas yapanları"reddetme"hakkım)
Balık baştan kokar ama değilmi sevgili gugukçuk... Burda bütün bunları rakı sofralarında da söyleyebiliriz tabiki ama... Şu küçücük formda bile bün bu olumsuzlukları var dilleriyle anlatan ve var dilleriyle mücadele eden değerli dostlarımız var. Bu nedenle dir ki dipten gelen bu dalga gün geçtikçe büyümette ve çoğalmaktadır... Her şeye rağmen tabiriniz ile çarpık, eksik ve yarım demokrası kullanarak devletin altını oyanlara, karanlıklara götürmeye çalışan tebedekilere inat, bunu iyiye, güzele, doğruya, doğru kanalize edenlerde az ama yetersiz değil... Umudumuz hep olacak ve bizler herşeye rağmen mücadelemizle ses olacağız... Sevgi ve saygılarımla...- ABDULLAH GÜL BENİM CUMHURBAŞKANIM VE BAŞBAKAN ERDOĞAN BENİM BAŞBAKANIM DEĞİL..(En yüce değerlerimizi ayaklar altında paspas yapanları"reddetme"hakkım)
Sevgili yersoy... Bu arkadaşlarımız galiba neyi görmüşse onu beğenme durumunda bırakılmış kişiler... Onurlarla dolu tarihlerinden haberleri bile yok sanıyorum... Söz Atatürkümüzden açılmışkan... Bence verilebilecek en güzel örneklerden biri şu olmalı... Yıl 1938 10 Kasım, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde bir Alman Profesör, Atatürk'ün öldüğünü duyunca şaşırmış, derse girip girmemeye karar verememiş. Rektöre müracaat ederek,"Efendim mütereddidim acaba ne yapsam?" diye sormuş. Rektör "Sizde büyük bir adam ölünce ne yapılıyorsa onu yapın"diye cevap verince Alman Profesör kollarını iki yana sarkıtarak " Ama bizde bu kadar büyük bir adam olmadı ki" demiş. İşte bizim Atatürk'ümüz bu... İşte büyüklük bu... İşte itibar bu... Ama bugünkü ülkenin başında bulunanlar ne itibardan, ne büyüklükten haberdar... Çünkü onların tek derdi... Ülkeyi çarşafa bürümek, türbana sokmak ve şeriat yazan bir bayrağın altında bir kral ile hotellerde boy göstermek... Yazık değilmi... Yazık... Hemde çok yazık...- ABDULLAH GÜL BENİM CUMHURBAŞKANIM VE BAŞBAKAN ERDOĞAN BENİM BAŞBAKANIM DEĞİL..(En yüce değerlerimizi ayaklar altında paspas yapanları"reddetme"hakkım)
Leman dergisi bu sayısındaki kapakla yine çok tartışılacak. İş Bankası'nın Atatürk reklamını Erdoğan'a uyarlayan Leman, Gül'ün Suudi Kralı'nın ayağına gidişini de kapağına taşıdı ve Abdullah Gül'ü 'Kral'ın soytarısı' olarak çizdi...- ABDULLAH GÜL BENİM CUMHURBAŞKANIM VE BAŞBAKAN ERDOĞAN BENİM BAŞBAKANIM DEĞİL..(En yüce değerlerimizi ayaklar altında paspas yapanları"reddetme"hakkım)
Benim cumhurbaşkanım olsaydı... Ben böyle "devlet adamı" görmedim. Sen kalk git kaldığı otele, Kral'ın dibine otur. Öbürü de öte yanında... Kral ortada. İki gündür bekliyorum: 9 uçak, iki bin bavul, üç yüz gardırop ve altın tahtı ile gelen (iyi ki petrol kuyularını getirmedi) Kral'ın oteline giden ve sağına-soluna oturan Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı ve Başbakanı size "gurur" mu verdi, yoksa "hüzün" mü? O zaman ben "Benim cumhurbaşkanım olamaz" dediğimde niye kızdınız? * "Benim cumhurbaşkanım" olsaydı; Anıtkabir'i ziyareti reddeden, bu ülkeyi kuran insana saygı göstermeyi kabul etmeyen bir Kral'a "Devlet Şeref madalyası" vermezdi. Hem de 10 Kasım günü... Mustafa Kemal; son yüzyılda, İslam áleminin Batı emperyalizmine karşı tek onurlu ve şanlı zaferini kazanmış komutandır. Kral ise; Körfez savaşları boyunca, kendi topraklarını korumak için kutsal mekanların savunmasını dahi elinde bira kutusu olan Amerikalı askerlere bırakmış birisidir. "Benim cumhurbaşkanım" olsaydı.... Kimin koltuğunda oturduğunu bilir, en şerefli savaşın kahramanına saygı göstermeyen, kutsal toprakları ABD deniz piyadelerine bekleten bir Kral'ın oteline koşmazdı. Kral, görüşme salonuna Atatürk'ün resimlerinin asılmasını da kabul etmedi, kendi fotoğrafını astırmış, onun altına oturdular. 10 Kasım nedeniyle tüm bayraklar yarıya indirilirken, Suudi Arabistan bayrağının yarıya indirilmesini de reddetti Kral. Ama bizim "devlet adamları" doğru otele. Biri sağında, biri solunda. Ortada Kral... Tepelerinde de, kendisi yetmiyormuş gibi fotoğrafı. Ben ise televizyonda şeriat bayrağının altındaki öpücükleri sayıyorum; işte sırayla ve hasretle yumuluyorlar... Sağ yanak bir, sol yanak iki, sağ yanak bir kez daha, etti üç... * Ne yapacaksınız? Abdullah Gül "Benim Cumhurbaşkanım" olsaydı böyle yapmazdı. Ben böyle "başbakan" ya da böyle "cumhurbaşkanı" istemem. Benim de; en yüce değerlerimizi ayaklar altında paspas yapanları "reddetme" hakkım vardır. Böyle yapmazdı "Benim Cumhurbaşkanım" olsaydı... Bekir Coşkun / Hürriyet / http://www.aktifhaber.com/news_detail.php?id=140544- TÜRBAN SORUNU - KONUSU - ANA BAŞLIK
Prof. Dr. Emre Kongar...- DÜNYA İMPARATORLUK POLİTİKALARI... Projeler, hedefler, oyunlar, izlenen tatkikler ve bunlara maalesef alet olan "dahili ve hariciler"...
İmparatorluk politikalarında... GOP ve Ilımlı İslam Batı emperyalizminin 'Doğu' üzerindeki siyasi programının yanı sıra bir de dinsel programı bulunuyor. 'Ilımlı İslam' olarak adlandırılan yaklaşımdan en çok ülkemiz etkileniyor. Hedefi ise İslam dinini liberal anlayışla barışık bir şekle dönüştürmek. İslam ile liberalizm tamamen çelişir. Irak'taki işgali 'demokratikleştirme' olarak gören anlayış, İslamla bağdaşmaz. 'Uyumlandırma' girişimleri 'tahrif' kapsamına girer. Genişletilmiş Ortadoğu Projesi (GOP) ve Ilımlı İslam bağlantısını ve bunların post-modern imparatorluk açısından stratejik anlamını ortaya koymak için, öncelikle izlenen politikanın mantığına bazı atıfların yapılması gerekir. Post-modern imparatorluk, gücün her yere yayıldığını ve "orada" olduğunu göstermek için üsler ağıyla dünyanın çeşitli kısımlarını, fiziksel ve örgütsel olarak birbirine bağlar. Aşırı disipline edilmiş kurumları ve teknolojik donanımla mücehhez askeri güçleri; düşmanlarını toptan yok etmeye çağırır. Dünyaya vermek istediği mesaj şudur: ABD'yi tehdit eden her hangi bir toplum veya devlet mutlak kesinlikte yok edilir. Çünkü post-modern imparatorluk için esas gaye sadece ülkeyi savunmak ve örgütlenmek değildir. Aynı zamanda yayılma gücünü genişletmektir. Dolayısıyla rızaya dayalı politikayı değil; müdahale ve işgal politikasını uygular. Güç dengesini aşan politik dil kullanır. Post-modern imparatorluğun kutsallık alanı geniş ve araçları yaygındır. Dini hayat eklektiktir. Her inancın kutsal mabedini kendi koleksiyonuna ekler. Ilımlı İslam işte böyle bir koleksiyonun parçasıdır. Politik hedeflerini gerçekleştirme sürecinde dini duyarlılıktan kaynaklanan direnci düşürmek için ürettiği kutsal araçtır. Gelecek tasavvurunu ekonomik planda yürüttüğü halde, böylesi araçları devreye sokmasının nedeni, bir taraftan bütün kapıların kendisine açılmasını sağlamaya; diğer taraftan stratejik amaçlarını kehanetlere ve şifrelere dökerek işgali toplum kesitlerinde meşrulaştırmaya yöneliktir. Yakın dönemde ABD politikasının parçası olan bazı dini hareketlerin dünyanın geleceğini dini şifreler ve kehanetlerle açıklamaları bunun kanıtıdır. Nitekim bütün kâhinler ve mistikler ABD'de yaşamaktadır. Çünkü ancak kâhinler ve mistikler, gücü "hoşgörü" kalıbı altında kutsarlar. Post-modern imparatorluk; hedef toplumda barış ve hoşgörü alışkanlığını yerleştirir. Teslim olanları geçici olarak ödüllendirir. Zihin yönlendirme aracı olan medyada ve sözde düşünce geliştirme mahfillerinde devşirdiği kişileri yüceltir. Böylesi yerlerde politik-dinsel metinler iç içedir. Kendi adına lobicilik faaliyetini ve öncelikli yere sahip olma eğilimini kutsar. Dünya vatandaşlığını savunur. Çünkü kürenin kendisine ait olduğuna inanır. Bu yüzden post-modern imparatorluğun gıdası; savaştır. Zaten ABD politikası iki çizgi üzerinde yürür: İşgal etmek ve ekonomik kaynakları ele geçirmek. Bunun ötesine düşen her şey "gerçek politik hedeflerin" üzerini örtmek için üretilen etiketlerdir.(1) SAVAŞ KİMLERARASINDA? İki kutuplu dünya sisteminin çöküşünden sonra post-modern imparatorluk; dünyanın yeniden yapılandırılması sürecinde "öteki kim?" sorusunun cevabını "düşman aranıyor" başlığı altında sundu. Ötekinin adını; bağlantısızlar arkı gibi oldukça teknik ve işlevsel deyimle tanımladı. Tanımlamanın bizzat kendisi tahakküme ve deşifre etmeye yönelik olunca, yeni dönemde tahakküm ve deşifre edilecek ülkeler, doğal olarak bağlantısızlar arkında yer alan ülkeler olacaktır. Böylece merkez-boşluk ayrımına bağlı olarak ürettiği bağlantısız kavramını ve buna yüklediği anlam çerçevesinde 21. yüzyılda yeni savaşın kimler arasında olacağını açıkça ilan etti. Tahakküm etmek için seçilen ifade: Terörizmle mücadele. Deşifre etmek için seçilen ifade ise küresel kuralların dışında kalan ülkeleri yeniden yapılandırmak... 'ÖTEKİ'Nİ SAHTE DİNLE MEŞRULAŞTIRMA Sınırları geniş tutulan projenin sürdürülmesi için çeşitli aşamalara ihtiyaç olduğunu dillendiren egemen güç: GOP'u politik pratiğinin birinci aşamasına yerleştiriyor. Bağlantısızlar kavramı çerçevesinde ürettiği ikinci aşamaya ise "küresel kuralların dışında gösterdiği ülkeleri" konumlandırıyor. Böylece ötekinin alanı genişletiliyor.(2) Küresel egemen güç, "alternatif güçleri" kontrol etmek ve kendi çıkarlarına uygun düşecek tarzda biçimlendirmek için ürettiği yeni stratejinin bir tarafına "küresel ekonomik ve politik kurallar adına" bağlantısız kalıbına yerleştirdiği ülkeleri koyuyor. Öteki tarafına ise GOP aracılığıyla İslâm coğrafyasını yeniden biçimlendirmek ve işgal etmek için diğer 22 ülkeyi yerleştiriyor. Bu çerçevede GOP, yeniden icat edilen ötekinin mekânını ve kimliğini belirleyen ırkçı ve emperyalist proje olarak karşımıza çıkıyor. Kesintisiz sermaye birikimini elinde tutan ve kurallar koyan merkezi, gücün politik pratiklerini İslâm coğrafyası üzerinde kolayca sürdürmek için genelde İslâm'ın, özel de ise merkez-boşluk arasına yerleştirdiği Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş felsefesinin içini boşaltması gerekiyor. İslâm'ın içeriğini boşaltmak istiyor, çünkü onlar biliyor ki, "tarihte başka bir dini kültürün, hangi yolla olursa olsun herhangi bir Müslüman kültürün ayağını kaydırıp onun yerine geçtiği pek görülmüş bir şey değildir"(3) Zira İslâm, inanç ve değer boyutuyla sömürgeci güçlere karşı direnişi sağlayacak emsalsiz hükümler içermektedir. Bunu çok iyi bilen egemen güç GOP çerçevesinde ilan ettiği savaşı sürdürmek ve zihniyet değişimini gerçekleştirmek için Ilımlı İslâm gibi ara vektörü devreye sokmaktadır. Buna paralel olarak özelde bu coğrafyanın kilit ülkesi olan Türkiye Cumhuriyeti Devletinin içini boşaltması gerekiyor, çünkü cumhuriyetin kuruluş felsefesi bütün ruhunu emperyalist karşıtı olmaktan alır. Öyleyse bu stratejinin gerçekleşmesi Türkiye'nin düşürülmesine bağlıdır. Yani esas hedef Türkiye'dir. Ötekini tanımlayan keskin ayrımın güvenlik kavramının üzerinden yapıldığı hatırlanırsa, özgürlük ve demokrasi adına ilan edilen savaşın haritasında yer alan ülkelerin tehdit sıralamasını belirgin çizgiler üzerinden önem sırasına göre çıkarmak mümkündür. Ne var ki eziyet çekmeyelim diye, CIA'ya bağlı Milli İstihbarat Konseyi Global Trend 2015 adı altında bir rapor yayınlayarak bize yardımcı oluyor! Çünkü bu raporda ülkemizle ilgili ilginç değerlendirmeler yer alıyor. Konumuzla ilgili olarak "Türkiye'de etnik ve dini sorunların artacağı" ifade ediliyor. ABD ve AB parası ile yabancı ve yerli vakıfların, diğer STK'lerin dini ve etnik konuları kurcalamak için gösterdikleri olağanüstü çaba dikkate alınırsa, ülkemize biçilen konumun ne olduğu görülür.(4) Ülkemize yönelik olarak oluşturulan politik-stratejinin etnik boyutunu bir tarafa bırakırsak bu süreçte tasarlanan din projesinin özgürlük adı altında küresel politik temalara bürünmüş İslâm anlayışı olduğu ortaya çıkar. Bu sürecin her safhasında Ilımlı İslam üzerinden "diyalog" ve "hoşgörü" gibi değer içerikli etiketlerin çok teknik bir dille; siyasi iktidar ve yandaşları tarafından ince ince işlendiğini görüyoruz. Ülkemizde yıllarca sermayenin amaçlarına uygun olarak yorumlanan İslâm'ın, bizzat dini değerleri paylaştığını söyleyen insanlar tarafından küresel sermayenin amaçlarına uygun olarak yorumlanması üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. Stratejik nöbet değişiminin yeni tanımlarından birisi olan GOP çerçevesinde tasarlanan İslâm, özel tanım ve açıklamalara tabii tutulur. Çünkü böyle bir politik proje içerisinde yer alan İslâm, küresel gücün çekici yüzünü tanımlar. Değer içerikli kavramlarla küresel politik sermayenin amaçlarına uygun dini zihniyet inşa etmek ancak böyle bir projeyle mümkün olur. Çünkü bu coğrafyada kapitalist liberal temalara uygun olarak üretilen İslâm, hem fiili saldırıdan daha etkin iş görür, hem de toplumu dönüştürür ve böler. "Yeni dönemde küresel politik gücün en büyük arzusu İslâm'ın liberal değerlere uyum içinde siyasallaşması ve kurumsallaşmasıdır"(5) sözü bu gerçeği doğrular. Şöyle ki liberal sistemi belirleyen fikri ve politik ölçütler açısından yorumlanmış İslâm; Batılılaşmış İslâm'dır. Diğer bir deyişle ülkemizin stratejik kaynaklarını küresel istikrar için merkeze aktarmayı meşru gören İslâm; ABD'nin arzuladığı ve sunduğu İslâm anlayışıdır. Kabul etmemiz gerekir ki dünya ölçeğinde faaliyet gösteren vurguncuların amaçlarına uygun bir İslâm anlayışını telkin eden dini etiketli bazı cemaatler, anılan projenin ekonomik ve bürokratik zeminini oluşturmuşlardır. Çünkü Batılılaşmış İslâm; Batı sömürgeciliğini değer içerikli ifadelerle meşrulaştıran kutsal aygıttır. Küresel güç açısından önemli olan ise anılan coğrafyanın ekonomik değerlerini elde etmektir. Bu gerçeği Cheney şöyle ifade ediyor: "Gelecekte nükleer füzyon ve elektrikle işleyen arabaların petrolü tahtından indirmesi bekleniyor. Ancak Ortadoğu 2050 yılına kadar stratejik etkisini sürdürecektir."(6) Stratejik değeri olan enerji kaynaklarını ve bu coğrafyanın dünya hâkimiyetini ele geçirme noktasında işlevsel stratejik değerini buna eklersek ABD'nin bu coğrafyayı dönüştürme ve işgal etme faaliyetini kendi amacı doğrultusunda sürdürmek istemesi doğaldır. Doğal olmayan husus: İslâm'ı özel dile çeviren bazı dini grupların bu değirmene su taşımasıdır. Böyle bir tutum sergilemek İslâm'ın bütün esaslarına aykırı olduğu halde, bunların, egemen gücün çıkarlarına uygun bir İslâm anlayışı telkin etmelerinin anlamı nedir? Herhalde bunlar, her türlü değere tasallut eden işgalcileri, barışın elçileri görüyor ve İsa Mesih adına kutsuyorlar. İRONİCİLER VE TAKİYYECİLER Kapitalist kültürel mantıkla İslâm arasında bağ kurmaya çalışan ironiciler ve takiyyeciler sürekli olarak küresel ekonomik ve politik kurallardan söz ederler. Uluslararası kültürü, kutsayan bu çevreler; milli değerlerden vazgeçmeyi özgürlüğün zorunlu şartı gördüklerinden ortak tasavvur biçimlerini özgürlük adına etnik ve dini cemaatlerin özel diline çevirip, bunu demokratik toplum olmanın ölçütü sayıyorlar. Böyle bir anlayış, etnik ve dini cemaatlerle, medeniyetler arası çatışma ve diyalog arasında gidip gelen yeni tanım ve politik sınırların yerleştiği küresel politik stratejiyle birebir örtüşür. Ancak belirtmemiz gerekir ki her ne kadar bu proje küresel iktidarın diline uygun olarak paketlenmiş olsa da kapitalist-liberal sistemle İslâm arasında kurulan bağ felsefi temellerden yoksun bir görüştür. Kaldı ki bu görüş, Tanrı öldü sloganı ile sınırlarını aşan ve kendi ölümünü ilan eden Batı'nın duygusuz ve değersiz simgelerine eklenen politik görüştür. Dolayısıyla bunun da geleceği yoktur. Üstelik böyle bir düşünce din açısından da sorunludur, çünkü batının simgesel değiş tokuş sürecinde oluşturulan din, dini değerler açısından ölüdür. Yani ülkemizde sermayenin ve bürokrasinin amaçlarına uygun olarak yorumlanan İslâm anlayışının da geleceği yoktur. Ölüdür. Çünkü İslâm'ın bütün bilgi kaynakları hayatın estetiğini bozan ve içeriksizleştiren tutumlara karşı tavır almayı egemenliğin zorunlu şartı görür. Ilımlı İslâm, özel ve stratejik bir seçimdir; özel bir seçimdir, çünkü gücü meşrulaştıran kapitalist kültürel mantığın hiyerarşik diline eklemlenen demokrasi tezinin boş ve anlamsız olduğunu saklar. Stratejik bir seçimdir, çünkü Batılı küresel güçlerin İslâm coğrafyasına yönelik stratejilerini ancak liberal temalara bürünmüş bir İslâm anlayışıyla meşrulaştırmak mümkündür. Kaldı ki liberal sistemin omurgasını teşkil eden kapitalizm ile İslâm arasında derin bir çatlak vardır. Birbiriyle çelişen temaların üst üste ve yan yana konulmasından ibarettir. Çünkü maddi güçten, güçlüden ve güçlü bireyden yana tavır koyan ve güçlülerin varlığını sürdürmesi için bunu gerekli gören liberalizm; emperyalizmin yalın ve inceltilmiş formudur. Çağımızın tipik özelliği olan yoksulların elenmesi kapitalist kültürel mantığın ürünüdür. Hâlbuki İslâm, bütün ruhuyla servetin tekelleşmesine karşıdır. Kapitalist kültürel mantığa eklemlenmiş demokrasi anlayışı da Batı'nın yaralı bilincini yansıtır. Gerçek bir demokratik sistem, milletin iradesini, katılımını, hukukun üstünlüğünü ve sosyal adaleti talep eder ve korur. Bunun dışına düşen demokrasi etiketli politik sistem sermayeyi elinde tutan kişilerin ve şirketlerin kontrolü altında olmayı zorunlu kılar. Zaten küresel politik strateji etrafında örülen dil içinde demokrasi, küresel sömürgeciliğin standartlarını benimsemek anlamında kullanılır. Batılı güçlerin ekonomik ve teknolojik üstünlüğüne eşlik eden tarihi süreci İslâm'ın ne ölçü de sahih bir din olup olmadığına bağlayan kapitalist-liberal söylem; çarpık bir kıyasla İslâm'ı sömürgeleştirilmiş, ekonomik ve teknolojik gücün altında ezilmiş, politik sistemlerin diktatörlüğü ve beceriksizliği yüzünden aşağılanmış milletlere özgü din tanımına yerleştirir. Bunların dilinde doğu, yani İslâm coğrafyası mahkemede olduğu gibi hakkında hüküm verilen, müfredat programında olduğu gibi etüt edilen ve anlatılan, hapishanede olduğu gibi disipline edilen ve bir zooloji el kitabında olduğu gibi resmedilen bir şeydir.(7) Böyle bir tanımın kurduğu efendi-köle ayrımı zihinlerde, uluslararası politik dilde, hukuk ve ortak çıkarda çözülmediği sürece küresel değerlerden söz etmek mümkün değildir. Kaldı ki batılı küresel güç stratejileri üzerinde söz söyleyenlerin ürettikleri modeller ve kullandıkları dil, anılan ayrımı daha da derinleştirici özelliğe sahiptir. Kendi değer ve iddialarımızdan vazgeçmeyi telkin eden küresel egemen gücün sözcüleri geleceği şöyle tasarlarlar: " Şimdilik liberalizme karşı meydan okuyan ideolojilerin ölü olduğunu beyan edecek olursak, liberalizmle rekabet edecek başka ideolojilerin varlığından söz etmek mümkün olabilir mi? Burada ortaya iki ihtimal çıkıyor; din ve milliyetçilik. Ne var ki tarihin sonunda tüm toplumların liberal toplumlar olması gerekmiyor. Sadece onların farklı ve daha yüksek insan toplumu biçimlerini temsil etme şeklindeki ideolojik iddialarına son vermeleri yeterlidir."(8) Görüldüğü üzere bize telkin edilen şey kendi varlığımızı sürdürmek için dayandığımız fikri ve milli dayanaklarımızı terk ederek küresel egemen güce eklemlenmektir. Ilımlı İslâm; geçmişin yanlışlığını ileri sürerek günümüz dünyasında bütünleşmiş bir sistemden medet umma girişiminin biçimsiz bir görüntüsüdür. Batılı güçlerin ürettiği küresel kültürü benimseyerek evrensel modele dâhil olma eğilimini Hz. İsa'nın şahsi manevisine bağlanma ile açıklama çabası, toplumsal ve ekonomik farklılaşmayı aşmanın yolu olarak gösterilmektedir. Bu öncül hiçbir şekilde savunulamaz, çünkü liberal düşünce üzerine oturan küreselleşme dini terimlerle açıklanamaz. Hiçbir ilahi din; insanı insana yabancılaştıran küresel emperyalizmi onaylamaz. Böyle bir anlayış ilahi geleneğin tamamlayıcısı olan İslâm'ın temel maksatlarına aykırıdır. Nitekim Ilımlı İslâm anlayışını benimseyenler; Irak işgalini, İslâm coğrafyasının demokratikleşmesinin bir parçası görmüş ve yapılan katliam karşısında sessiz kalmışlardır. Belli bir dil sistemine ait olan Kur'ân her ne kadar farklı yorumlara açık olsa da, böyle bir durumu meşrulaştırıcı biçimde yorumlanamaz. Eğer böyle bir yorum Kur'ân'a dayalı olarak dile getiriliyorsa bilinmelidir ki bu doğrudan tahriftir. Politik dinciliğin ikinci tip formudur. Dipnotlar: 1- Emperyalist modelin politik mantığı ve kullandığı araçlar açısından Bkz: James M. Blaut (1993) The Colonizer's Model Of the World, Londra: Guilford Press. 2- Thomas P.M. Barnett P:M (2005: 134), Pentagon'un Yeni Haritası: 21. Yüzyılda Savaş ve Barış,(Çev: C. Küçük), İst: 1001 Yay. 3- Graham E. Fuller (2004: 39) Siyasal İslam'ın Geleceği, (Çev: M. Acar) İst: Timaş Yay. 4- Erol Manisalı (2003: 215), Türkiye ve Küreselleşme, İst: Derin Yay. 5- Roland Robertson (1989: 14) " Globalization, Politics and Religion", The Changing Face Of Religion, (Ed. J.A. Beckford and T. Luckmann, London: ISA 6- Kemal Evcioğlu (2005: 117), Amerika Birleşik Devletlerinin Büyük Ortadoğu Projesi, İzmir:Umay Yay. 7- Edward Said (1971: 71) Oryantalizm: Sömürgeciliğin Keşif Kolu, (Çev: S. Ayaz) İst: Pınar Yay. 8- Francis Fukuyama (2002: 40-41) "Tarihin Sonu mu?" (Çev: Y. Kaplan), Tarihin Sonu mu, (Ed: M. Aydın, E. Özensel), Ankara: Vadi Yay Prof. Dr. Nadim MACİT / Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi / TUSAM/Danışman / Strateji 12.11.2007- KİM BU ATATÜRK...
ATATÜRK KİMDİR... " ATATÜRK ULULARARASI ANLAYIŞ, İŞBİRLİĞİ, BARIŞ YOLUNDA ÇABA GÖSTERMİŞ ÜSTÜN KİŞİ, OLAĞANÜSTÜ DEVRİMLER GERÇEKLEŞTİRMİŞ BİR İNKİLAPÇI, SÖMÜRGECİLİK VE YAYILMACILIĞA KARŞI SAVAŞAN İLK ÖNDER, İNSAN HAKLARINA SAYGILI, DÜNYA BARIŞININ ÖNCÜSÜ, BÜTÜN YAŞAMI BOYUNCA İNSANLAR ARASINDA RENK, DİL, DİN, IRK AYIRIMI GÖSTERMEYEN, EŞİ OLMAYAN DEVLET ADAMI, TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN KURUCUSU." İsveç delegesi imza atıldıktan sonra mikrofona gelir ve "Ben ATATÜRK'ü inceledim bütün ülkelerden özür diliyor ilk imzayı ben atıyorum" der. Şimdi ise;Hilmi Yücebaş'ın Atatürk'ün Hatıraları isimli eserinden 'hoş' bir alıntı ile nokta koyalım: Yıl 1938 10 Kasım, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde bir Alman Profesör, Atatürk'ün öldüğünü duyunca şaşırmış, derse girip girmemeye karar verememiş. Rektöre müracaat ederek,"Efendim mütereddidim acaba ne yapsam?" diye sormuş. Rektör "Sizde büyük bir adam ölünce ne yapılıyorsa onu yapın"diye cevap verince Alman Profesör kollarını iki yana sarkıtarak " Ama bizde bu kadar büyük bir adam olmadı ki" demiş. İşte bizim Atatürk'ümüz bu... İşte büyüklük bu... İşte itibar bu...- TÜRKIYE TARIHINDA GÖRÜLMEMIS CUMHURBASKANI
Koskoca Türkiye Cumhuriyetinin kimlerlerle yönetildiğini açık açık ortaya koyan ibretlik bir resim... Makam bilinci olmayan biri ancak böyle sırıtır... Yazık, çok yazık...- TÜRBAN SORUNU - KONUSU - ANA BAŞLIK
<u><b>TÜRBAN SERBEST KALIRSA, TÜRBANSIZLARA AHLAKSIZ GÖZÜYLE BAKILACAK...</b></u><br /><br />Erkeklerin türbansız kızları daha kolay elde edilebilir korkusu olan Kongar'ın tartışılacak açıklamaları: <br /><br />Son iki yıldır "yüzleşmek" teması üzerinden tarihi ve toplumu irdeleyen Prof. Emre Kongar, önce "Tarihimizle Yüzleşmek" adlı çalışmasıyla, resmi ve gayrıresmi tarihin bilgilerini tekrar yorumladı. Şimdi de "Demokrasimizle Yüzleşmek" kitabıyla, (Remzi Kitabevi), "gerçek demokrasi" ile "yutturmaca demokrasi" arasındaki farkı irdeliyor. Adı, "demokrasi" olan bu sistemin feodal, dinci, bölücü, liderler oligarşisine doğru yöneldiğini belirtiyor. <br /><br />Kongar, "Demokrasimizle Yüzleşmek"te, "tarikat destekli erkek egemen feodal kültürün bir eleştirisi"ni yapıyor. <br /><br />Okuyucusunu demokrasimizle yüzleşmeye davet ediyor. Onun satırlarında, kinaye yok, ima yok. Sözünü sakınmıyor. Kongar'ın katılmadığınız tespitleri olabilir, hatta birçok tespitini çok da sert bulabilirsiniz ama onda takiye yok. Onun derdi ikiyüzlülük; dermanını da söylüyor: "Yüzleşmek". <br /><br />Kitabınıza "Adına demokrasi dediğimiz bu çok partili rejimin bizi nereye götürdüğüne bakmak gerekir" diye başlıyorsunuz. Çok partili rejim, bizi nereye götürürse götürsün, başka bir rejim var önümüzde? <br /><br />Kuşkusuz başka bir rejim yok. Demokrasiye inanan birisi olarak çok partili rejim diye vurgulamamın nedeni, rejimin şekil koşullarını yerine getirip demokrasinin içeriğini yozlaştırmış olmamız. Ben çok partili rejim denilen şeyi küçümsüyorum aslında; çok partili demokrasi diye yutturuluyor bu yozlaşmış rejim. Sürekli olarak yağma, liderler oligarşisi çıkıyor. Şimdilerde İslamcılık, şeriatçılık ve etnik bölücülük çıkıyor. <br /><br />"Biz halk olarak, seçmenler olarak figüran rolündeyiz" diyorsunuz. Bu halka güvensizlik değil mi? <br /><br />"Biz" diyorum. Kendimi de katıyorum. Politikacılar ve liderler aracılığıyla yönlendiriliyoruz, aldatılıyoruz. <br /><br />Cumhuriyet tarihinin, Osmanlı feodal kalıntıları ile Atatürk devrimleri arasındaki mücadelenin tarihi olduğunu söylüyorsunuz. Türkiye'de artık bir emek-sermaye çelişkisi yok mu? <br />Bunlar iç içe geçmiş iki çelişkidir. Emek-sermaye çelişkisini çözmek için demokrasiye ihtiyacımız var. Şu anda dinci kurallar baskısı, etnik bölünme söz konusu. Emek-sermaye çelişkisi ikinci planda. Ancak ben TÜSİAD'ı destekliyorum. Hiç olmazsa laikliğe vurgu yapıyor. Buna da şükrediyoruz. <br /><br />"İkinci Cumhuriyetçiler'in eleştirileri doğru, faturayı kestikleri yer yanlış" <br /><br />Türkiye'nin yozlaşmış feodal kültürün pençesine girdiğini söylüyorsunuz. Feodal kültür bu ölçüde etkin mi? Artık kapitalist kültür egemen değil mi?<br /><br />Hayır, keşke öyle olsa... Keşke kapitalizmin getirdiği özgür işçi, bilinçli kentli olsa... Türkiye'nin en büyük sorunu, feodal kültürden kurtulamamış olması... Buna tarikat desteği eklendi, feodal kültür betonarme gibi oldu. <br />Erkek egemenliği var, dogmatizm var. Çoğunluk baskısı var. Demokrasi bu demek değil. Bunu çok korkutucu buluyorum. Din, iman, ezan, bayrak, Kuran, gidiyoruz... Aslında, gittik bile belki... Türkiye bitti gibi... Demokrasi değil, yalan rüzgarı. Ben bile zaman zaman umutsuzluğa kapılıyorum. Dincilik ve etnik bölücülük, demokrasi gibi sunuluyor. Ha faşizm ha şeriatçılık! <br /><br />"Demokrasinin yozlaştırılmasında siyasi partiler birinci dereceden sorumludur", "Çok partili rejimde yozlaşma arttı"... Bütün bu tespitler, demokrasiye karşı bir eleştiri gibi algılanıyor. Yozlaşıyor diye demokrasi ve partiler olmayacak mı? Bu tespitler darbeciliğe yarayabilir. <br />Büyük saptırma burada. Partiler olacak ama yozlaşmayı, Siyasi Partiler Yasası'nı değiştirerek engelleyeceğiz. Partilere üye olacağız. Kemikleşmiş liderlere karşı mücadele edeceğiz. Seçim sisteminin, örneğin yüzde 10 barajının değişmesi için mücadele edeceğiz. Bugünkü rejimde hırsızlığı, tarikatçılığı, bölücülüğü eleştirenlere darbeci diyenler demagogdur. Asıl darbeci, bölücü, jakoben, tepeden inmeci onlar. <br /><br />"İkinci Cumhuriyetçi'ler de eleştiriyor... <br />'İkinci Cumhuriyetçi'lerin rejime yönelttikleri eleştirilerin büyük kısmı doğrudur. Sistem tamamen yozlaşmış durumda. Onların hatası, bu yozlaşmayı Atatürk dönemine, tek parti dönemine fatura etmeleridir. Çifte standartları var. "Çok partili düzende şu kadar baraj yapıldı, şu kadar fabrika kuruldu. Bunu sağ iktidarlar yaptı" diyorlar. Ancak yine aynı insanlar aynı dönem için "Türkiye'de ceberrut devlet var, insan hakları yok" diyor. Bunun sorumlusu kim? Tek parti dönemi, barajları yapanlar değil. <br /><br />"Olumlu gelişmeler sağ iktidarlara, aynı dönemdeki olumsuz gelişmeler ise başkalarına fatura ediliyor" diyorsunuz... <br />Evet, bu bir cehalet olamaz. Kötü niyet. O barajı yapan kimse, insan haklarını neden getirmedi? Getirseydi. Atatürk mü suçlu bundan? Başarılar sağ iktidarların, gelişmemiş demokrasi ise tek partinin suçu. Kim geçirdi Türkiye'yi çok partili rejime? İsmet Paşa. <br /><br />"10 yıl sonra ordu da 'dinci oligarşi' tarafından ele geçirilecektir" <br /><br />"İsmet Paşa isteseydi tek partiden çok partili rejime geçmezdi" diyorsunuz. Çok iradeci bir yaklaşım değil mi? <br /><br />Evet, isteseydi geçmezdi. İspanya'da Franco, Portekiz'de Salazar geçmedi. ABD, İsmet Paşa'nın anti komünist bir diktatör olmasını, ne olduğu belirsiz, değişen iktidarlara tercih ederdi. Amerika, hangi ülkeye demokrasiye geçişi dayatmış da İsmet Paşa'ya da dayatacaktı? Allah rızası için güldürmesinler beni! <br /><br />Siz, "dinciler"in Anayasa Mahkemesi'ni ele geçirmek isteyeceğini yazmışsınız. Siz kitabı yazdıktan sonra, eşi türbanlı bir üye mahkeme başkanı oldu... Anayasa Mahkemesi ele mi geçirildi? <br /><br />Türkiye'deki bütün kurumlar dinci oligarşi tarafından ele geçiriliyor. Bir bakarsınız, "Türkiye'nin yüzde 99'u Müslüman, o halde miras hukuku da İslam kurallarına göre olmalı" diyen bir Anayasa Mahkememiz de olur. Haşim Kılıç'ın başkanlığı da bu süreçte bir aşamadır. <br /><br />"Dinci olgarşi"sadece orduyu mu ele geçiremedi? <br />Şimdilik. Hiçbir toplumun ordusunun, genel oluşum, eğitim ve eğilimlerden kendini koruması mümkün değildir. Bir ölçüde ordu bunun dışında, ama, bir 10 yıl daha verin, ordu da dinci oligarşinin eline geçecektir. Çok fazla sürmez. <br /><br />"Türban İslam'ın şartı gibi sunuluyor" <br /><br />Türban üniversitelerde serbest bırakılırsa, kızlarımı okula göndermeye korkarım diyorsunuz. Gerçekten göndermez misiniz? <br /><br />Gerçekten göndermem. Çünkü, türban bir dini inancın ifadesi değil ki! Türban, erkek egemen feodal kültürün bir baskısı. Analar, babalar, kardeşler, arkadaşlar, sevgililer bunu bastırıyor. Üniversitede türban serbest bırakıldığında, dinci olan ve hatta olmayan erkekler, türbansız kızları, daha kolay elde edilebilir, rahatsız edilebilir diye görecek. Hatta dinciler, türbansızlara dinsiz, ahlaksız, günahkar diye bakıp, öyle davranacak. <br /><br />Böyle bir ortama ben kızlarımı nasıl yollarım? Ahlaksız diye alnına yafta yapıştırmakla, türbansız okula yollamak aynı anlama gelecek. "Türban dinin, ahlaklı olmanın gereğidir, türban takan sokakta şöyle davranır, ciklet çiğnemez" gibi sunumlar yapılıyor. Türban öyle bir simge hale getirildi ki, sanırsınız namaz kılmak gibi İslam'ın bir şartı... Ailemin, kızlarımın güvenliği her şeyden önemli. Yollamam. <br /><br />Sizin dinci oligarşi dedikleriniz değişemez mi? <br />İkinci Cumhuriyetçiler AKP'ye oynuyor, iddiaları AKP'nin demokrasiyi benimsediği. Bu da bir olasılık ama çok zayıf bir olasılık. Ancak bugünkü çizgilerine bakılınca demokrasinin aleyhine bir gidişleri var. <br /><br />"Cumhuriyet bitmedi, demokrasi savaşı kaybedilmedi" <br /><br />Siz laik bir kişisiniz ama ahlaki vurgunuz İslamcılardan neredeyse daha fazla. Toplumu analiz ederken çok sık "yozlaşma", "ikiyüzlülük", "pişkin bir toplum olduk" vb. terimler kullanıyorsunuz. Neredeyse, size "dindar laik" diyeceğim. <br />Teşhis doğru ama terminolojinize itirazım var. Dinci, dindar laik değil, ahlakçıyım. Ahlakçılığımın dincilikle bir ilgisi yok. Dinciler şekle bağlılar. Ben demokrasi ahlakından yanayım. <br /><br />"Uçurumun tam kenarındayız. Aşağısı karanlık. Aşağıda kan ve gözyaşı var. Birbirini gırtlaklayan, çarmıha gerilen, kazığa oturtulan, yakılan, işkence edilen insanların çığlıkları yukarı ulaşıyor." Siz, dünyevi birisiniz ama bir Müslüman da cehennemi böyle tarif edebilirdi... <br />Evet, ben de kutsal kitapların yaptığı cehennem tarifini yapıyorum. Benim demokrasi ahlakı dediğim şey, gerçek din bilginlerinin İslam ahlakı dediği şeyle bire bir çakışır. Elmalı Hamdi'nin ahlak anlayışıyla benimki çakışır. Ancak, sahtekar dinci politikacıların ahlak anlayışıyla çakışmaz. <br /><br />Gül'le yeni bir cumhuriyete mi geçtik? Cumhuriyet bitti mi? <br /><br />AKP'nin ikinci defa iktidara gelmesi, Gül'ün cumhurbaşkanı seçilmesi, Türkiye'deki laik rejimin dinci bir rejime doğru kaymasında büyük bir aşamadır. Ama ne cumhuriyet bitmiştir ne de demokrasi savaşı kaybedilmiştir. <br /><br />Siz laik bir kişisiniz ama ahlaki vurgunuz İslamcılardan neredeyse daha fazla. Toplumu analiz ederken çok sık "yozlaşma", "ikiyüzlülük", "pişkin bir toplum olduk" vb. terimler kullanıyorsunuz. Neredeyse, size "dindar laik" diyeceğim. <br /><br />Teşhis doğru ama terminolojinize itirazım var. Dinci, dindar laik değil, ahlakçıyım. Ahlakçılığımın dincilikle bir ilgisi yok. Dinciler şekle bağlılar. Ben demokrasi ahlakından yanayım. <br /><br />"Uçurumun tam kenarındayız. Aşağısı karanlık. Aşağıda kan ve gözyaşı var. Birbirini gırtlaklayan, çarmıha gerilen, kazığa oturtulan, yakılan, işkence edilen insanların çığlıkları yukarı ulaşıyor." Siz, dünyevi birisiniz ama bir Müslüman da cehennemi böyle tarif edebilirdi... <br />Evet, ben de kutsal kitapların yaptığı cehennem tarifini yapıyorum. Benim demokrasi ahlakı dediğim şey, gerçek din bilginlerinin İslam ahlakı dediği şeyle bire bir çakışır. Elmalı Hamdi'nin ahlak anlayışıyla benimki çakışır. Ancak, sahtekar dinci politikacıların ahlak anlayışıyla çakışmaz. <br /> Kaynak: Emre Kongar / 11 11 07 / Vatan- KİM BU ATATÜRK...
Kim Bu Atatürk!.. Eperyal Batı'nın Türkler hakkındaki bütün bu olumsuz, haksız, yersiz, önyargılı ve küçük düşürücü görüşlerine ve düşüncelerine "Bu husumet dünyası bizi reşit saymıyor" diyerek karşı duran Atatürk, Türk milletinin savaşın galipleriyle değil de, emperyalizm ile karşı karşıya olduğunu ilk gören ve teşhis eden devlet adamıdır. Prof. Dr. Metin KALE Osmangazi Üniv. Tıp Fak. Eskişehir "Vatan mutlaka selamet bulacak, millet mutlaka mesut olacaktır. Çünkü kendi selametini, kendi saadetini memleketin, milletin saadet ve selameti için feda edebilen vatan evlatları çoktur" Atatürk /(10 Kasım 1929) Birinci Dünya Savaşı sonunda, Türkiye işgal edilmiş, parçalanmış ve emperyal Batı tarafından, kendi güdümlerinde Ege ve Marmara'da İyonya, Karadeniz'de Pontus, Doğu Anadolu'da Ermenistan ve Güney Doğu'da Kürdistan kurulmak istenmiştir. Böylece "Doğu Sorunu" da çözümlenmiş ve Ortadoğu'ya yerleşmiş olacaklardı. İngiltere 13 Kasım 1918'de İstanbul'u işgale başladığında kafasında bu düşünceler vardı. Emperyal Batı, Türk milleti ve onun tarihi ile hesaplaşmak, hatta onu tarihten silmek gerektiğine inanıyordu. Bu konuda belli başlı Batılılar şunları ileri sürmekteydiler : "Türkler reşit değildir ve insan haklarına da layık değildir" Tarihçi Albert Vandal, "Türkler Batı'nın çıkarlarına göre resen ıslah edilmeliydiler." Düyun-u Umumiye Başkanı Sir Adam Block, "Almanya kazanırsa Alman sömürgesi olacaksınız, İngiltere kazanırsa mahvolacaksınız" diyordu. Lloyd George "Türkler bir insanlık kanseri, kötü yönettikleri toprakların etine işlemiş bir yara" derken, Lord Curzon da "Türkler için askerlik mesleği kapanmıştır, Fransız lejyonuna gidebilirler" diyecektir. Victor Hugo "Türkler oradan geçti, her şey matem ve harabe " diyordu bir şiirinde. Fransız Cumhurbaşkanı Clemenceau ise "Türk ele geçirdiği her yere yıkım getirmiş savaşta kazandığını barış dönemlerinde geliştirmek yeteneğini gösterememiştir" diyordu. Lord Asquith 'e göre "Osmanlı devleti kılıçla gelmişti, kılıçla ölmeliydi". Anadolu'da başarılmış bir ulusal bağımsızlık hareketi de öteki mazlum milletlere, Hindistan ve Mısır gibi sömürgelere de örnek olmamalıydı. İşte emperyal Batı'nın Türkler hakkındaki bütün bu olumsuz, haksız, yersiz, önyargılı ve küçük düşürücü görüşlerine ve düşüncelerine "Bu husumet dünyası bizi reşit saymıyor" diyerek karşı duran Atatürk, Türk milletinin savaşın galipleriyle değil de, emperyalizm ile karşı karşıya olduğunu ilk gören ve teşhis eden devlet adamıdır. Yeni devlet Daha işin başında, amacının ne olduğunu, Mütareke günlerinde İstanbul'dan ayrılmadan evvel ".. bu vaziyet karşısında tek bir karar vardı, o da milli egemenliğe dayalı, kayıtsız şartsız bağımsız yeni Türk devleti kurmak. İşte daha İstanbul'dan çıkmadan evvel düşündüğümüz ve Samsun'da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz tatbikatına başladığımız karar bu karar olmuştur" sözleriyle açıklar. Batı uygarlığının temelinde "Aydınlanma ilkeleri" olduğunu gören Atatürk Meşrutiyet ve Tanzimat dönemi devlet adamlarının göremediği bu temel yapıyı ilk gören ve bunu Türk toplumunun devlet ve sosyal hayatına uygulayan ve Türk ulusunun Aydınlanma çağına giriş sürecini başlatan devlet adamıdır. Batı uygarlığının temel niteliği olan Aydınlanma'yı Türkiye'ye getirmeyi gerçekten arzu eden Atatürk, aydınlanma ile aklın yaşama ve hayata kılavuzluk edeceğine inanıyordu. Yol gösterici bilim Bir Aydınlanmacı hümanist olarak Atatürk, Osmanlı'nın ayağına bağ olan kara cehaleti, kör bağnazlığı çok iyi fark etmiş, onunla mücadeleye kendini adamış ve çağdaş uygarlığa ancak bilgi ve teknik ile ulaşılabileğini ve bu değerlerin nerede ise, oradan alınmaları gerektiğini vurgulamıştır her konuşmasında. Bilime ve bilim adamına önem ve değer veren Atatürk "Hayatta en hakiki yol gösterici, bilimdir" sözü ile ulusa ve gelecek nesillere bilimin değerini her zaman hatırlatır ve hatırlatılmasını ister. "Türk ulusunun yürümekte olduğu ilerleme ve uygarlık yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meşale pozitif bilimdir" der. Atatürk ortaçağı temsil eden bir yapıdan, yeni çağa bir bütün olarak geçiş kararını verirken amacını "yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimlerin amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını bütünüyle çağdaş ve bütün anlam ve biçimiyle uygar bir toplum durumuna getirmektir. Devrimimizin temel ilkesi budur" sözleriyle ifade ediyordu. Atatürk içinden çıktığı Türk halkının kaderine etki edip ona damgasını vurmuş bir tarihi şahsiyettir. O'nu çağdaş ve tek kılan, bir dünya savaşının sonucunda yıkılan bir imparatorluğun enkazı üzerine ulusal, bağımsız ve laik bir devlet kurmak üzere ve dünyanın sömürge ve yarı sömürge ülkelerinin ulusal kurtuluş mücadelelerine öncülük edecek olan Türk ulusal kurtuluş savaşını başlatmış ve başarıyla sonuçlandırmış olmasıdır. Buhranlı dönemlerimizde düşünceleriyle çıkış yolları işaret eden, yolumuzu aydınlatan sönmez bir meşale olan Atatürk, aynı zamanda sadece yaptıklarıyla "biten değil" , fakat fikirleriyle her yeni kuşakta "yeniden başlayan" bir düşünürdür. Atatürk kendisini unutmayanlar için sonsuz bir enerji kaynağıdır. O kahraman iradeyi unutturmamak ise hepimize düşen bir vatan borcudur. O'nu unutturmak isteyenler olabilir. Naçiz bedeni toprak olduysa da, birleştirici düşünceleri ve barışçı fikirleriyle Atatürk, her zaman aramızda yaşayacaktır. Dogmalara karşı Bugün de aramızda yaşama hakkını ve saygınlığını kazanmış, ulusun gönlünde yer etmiş olan Atatürk, tarihimiz içinde bir uygarlık simgesi olmuştur. Atatürk "Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır....Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar" diyordu. "Benim müstesna olduğuma dair yasa yoktur" diyen Atatürk'ü, tabulaştırmadan, efsanelerden uzak ve ne kadar akılcı gözle görürsek, o kadar gerçeğe yaklaşırız. Bu görev yeni kuşakların olmalıdır. Çünkü azgelişmiş kafalar, azgelişmiş ülkeleri kurtarmaya yetmediği gibi, küçük kafalar da bir devletle bağdaşmaz. Cumhuriyet 10.11.2007 - ABDULLAH GÜL BENİM CUMHURBAŞKANIM VE BAŞBAKAN ERDOĞAN BENİM BAŞBAKANIM DEĞİL..(En yüce değerlerimizi ayaklar altında paspas yapanları"reddetme"hakkım)
Önemli Bilgiler
Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.
Navigation
Configure browser push notifications
Chrome (Android)
- Tap the lock icon next to the address bar.
- Tap Permissions → Notifications.
- Adjust your preference.
Chrome (Desktop)
- Click the padlock icon in the address bar.
- Select Site settings.
- Find Notifications and adjust your preference.
Safari (iOS 16.4+)
- Ensure the site is installed via Add to Home Screen.
- Open Settings App → Notifications.
- Find your app name and adjust your preference.
Safari (macOS)
- Go to Safari → Preferences.
- Click the Websites tab.
- Select Notifications in the sidebar.
- Find this website and adjust your preference.
Edge (Android)
- Tap the lock icon next to the address bar.
- Tap Permissions.
- Find Notifications and adjust your preference.
Edge (Desktop)
- Click the padlock icon in the address bar.
- Click Permissions for this site.
- Find Notifications and adjust your preference.
Firefox (Android)
- Go to Settings → Site permissions.
- Tap Notifications.
- Find this site in the list and adjust your preference.
Firefox (Desktop)
- Open Firefox Settings.
- Search for Notifications.
- Find this site in the list and adjust your preference.