Zıplanacak içerik
View in the app

A better way to browse. Learn more.

Tartışma ve Paylaşımların Merkezi - Türkçe Forum - Turkish Forum / Board / Blog

A full-screen app on your home screen with push notifications, badges and more.

To install this app on iOS and iPadOS
  1. Tap the Share icon in Safari
  2. Scroll the menu and tap Add to Home Screen.
  3. Tap Add in the top-right corner.
To install this app on Android
  1. Tap the 3-dot menu (⋮) in the top-right corner of the browser.
  2. Tap Add to Home screen or Install app.
  3. Confirm by tapping Install.

DİPNOT

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

DİPNOT tarafından postalanan herşey

  1. Akılcılığın her gün biraz daha artan baskısı altında şeriatçılarımız ''reformcu'' kesiliverdiler: ''Ne yapsak da şeriatın aklı dışlayan verilerini çağdaş kılıkta gösterebilsek'' diyerek birbirleriyle sürtüşmekteler. Bunun ilginç örneklerinden biri, ''kadınları dövün'' şeklindeki şeriat buyruğu ile ilgili. Şu bakımdan ki şeriatın ''...Serkeşlik (yani kafa tutup itaatsizlik) etmelerinden endişelendiğiniz kadınlara öğüt verin, yataklarında onları yalnız bırakın, nihayet dövün...'' şeklindeki buyruklarının uygar ve çağdaş zihniyetle bağdaşmadığını anlar oldukları için bunları sihirbazane buluşlarla şirin bir biçime sokma çabasındadırlar. Örneğin, Diyanet İşleri Başkanı, beş yıl önceki beyanlarında ''(Kuran öyle diyorsa öyledir) Ailenin devamını sağlayacaksa kadın dövülebilir'' demekteydi, şimdi birdenbire fikir değiştirip ''...Ayetin eski ve yeni yorumunu yaptım. O günkü eğitim metodu buydu. O gün aileyi kurtarmak için başvuruluyordu. Bu yöntemin çağlar boyu uygulanması söz konusu değil...'' diye konuşmakta (bkz. Milliyet gazetesi, 7 Ağustos 2000). Hani sanki birkaç yıl öncesine gelinceye kadar çağ başka idi de şimdi bir başka çağ başlamış gibi! Üstelik Diyanet'in tutum ve yayınlarında değişen bir şey yok. Bu yayınlara göre kadın, bugün hâlâ ''aklen ve dinen dû (eksik, aşağı)'' bir yaratıktır. Bu yayınlara göre ''iki kadının tanıklığı'' hâlâ ''bir erkeğin tanıklığına eşdeğerde'' sayılır. Bu yayınlara göre kadının miras payı hâlâ ''erkeğin miras payının yarısı'' olarak hesaplanır. Bu yayınlara göre kadın hâlâ ''fitneci, nankör, şeytan, uğursuz vb...'' gibi niteliklere sahip olarak tanımlanır. Bu yayınlara göre kadın hâlâ ''namazı bozan eşek ya da köpek'' kertesinde kılınmıştır ve hâlâ ''cehennem kütüğüdür'' ve ''cehennem halkının çoğunluğu kadınlardan oluşmuştur!'' Bu örnekleri çoğaltmak kolay. ''Şeriat ve Kadın'' adlı kitabımda, bütün bu hususları kaynaklara dayalı olarak belirtmiştim. Şimdi burada tekrarlamak istediğim şudur ki halkımız bugün hâlâ ''reformcu'' görünen Diyanet'in bu tür verileriyle beslenmektedir. İlahiyatçılarımıza gelince; onlar bakımından da durum budur. Örneğin kendisini ''reformcuların ilahı'' sanan bir ilahiyat profesörü, üç-beş yıl önce yayımladığı kitabında, şeriatın ''...kadınları dövün...'' şeklindeki buyruğunu aynen benimsemiş olarak savunmaktaydı. Fakat şimdi, kitabının bu yıl yayımlanan yeni baskısında ''kadınları dövün'' deyimini atıp yerine ''onları evden çıkarın, yani bulundukları yerden başka yere gönderin'' şeklinde bir tümce koyuverdi. Böylece üç-beş yıl gibi kısa bir süre arayla ayeti, birbirine zıt ve tanınmayacak iki farklı şekle sokmuş oldu. Kuşkusuz ki bunu, ''dayak'' denen şeyin haysiyet yıkıcı olduğunu düşündüğünden değil (çünkü düşünmüş olsaydı, birkaç yıl öncesine gelinceye kadar ''kadınları dövün'' şeklindeki hükmü benimsemezdi), fakat son aylarda kadınlarımızdan gelen tepki sonucu olarak, yani kadını dövmenin artık Türk toplumunca kabul edilemeyecek bir eylem olduğunu anladığı için yaptı. Ancak ne var ki bunu yaparken söz konusu buyruğu çok daha sakıncalı bir şekle sokmuş oldu; çünkü kadını ''evden çıkarıp başka yere göndermenin'' ''dövmekten'' daha insaflı bir yönü yoktur. Sokağa atılan ya da atılma tehdidi altında tutulan bir kadının nasıl bir azap içerisinde kalacağını tahmin etmek güç olmasa gerek! Eğer ''reformcu'' görünen bu ilahiyatçımız, aklın üstünlüğü fikrine yönelmiş olsaydı yapacağı şey, ''Kadın ne dövülür ve ne de evden atılır'' şeklinde bir şeyler söylemekti. Ama şeriata saplanmışlık nedeniyle, aklı vahyin önüne geçiremediği için bir kötülüğü başka bir kötülükle gidermek üzere, kadını ''evden uzaklaştırmak'' gibi olumsuz bir çözüme başvurmuş oldu. Üstelik bunu yaparken hem ayetin Kuran'a giriş nedenini bilmezlikten geliyor, hem 1400 yıllık uygulanmasını unutuyor ve hem de dinin aslında olmayan bir buyruğunu Kuran'a sokmuş oluyordu. Gerçekten de tüm İslam kaynaklarına göre günümüze dek belletilen ''kadınları dövün'' şeklindeki ayet şu olay vesilesiyle gerçekleşmiştir: Sa'd İbn-i Rebia adında biri, karısının kendisine karşı kafa tutmasından dolayı öfkelenerek kadın[/size]ının babası olayı duyunca hemen kızını yanına alarak Muhammed 'e başvurur ve şikâyette bulunur. Muhammed kendisine, ''...herhalde ondan kısasını alırız'' der. Fakat dedikten hemen sonra Tanrı'dan vahiy indi diyerek kadınların dövülmesini öngören ayeti söyler ve şöyle ekler: ''Biz bir emir irade ettik, Allah diğer bir emir irade buyurdu ve şüphe yok ki hayır, Allah'ın irade ettiğidir'' (Bkz. Elmalılı H. Yazır , Hak Dini, Kuran Dili, Bedir Yayınevi, İstanbul 1993, Cilt II, sh. 1350). Görülüyor ki buyruk, karısının itaatsizlik etmesinden korkan kocaya, dövme hakkını vermekte. Din bilginlerinin 1400 yıl boyunca ortaklaşa söyledikleri şudur ki buyruğun içeriğinde ''nüşuz'' (yani ''serkeşlik'', ''kafa tutma'' vb...) şeklinde yer alan deyim, kadının kocasına karşı isyankâr bir tavır takınması (ya da takınması ihtimalidir) ki güya kendisini yüksek farz edip itaatsizliğe yönelmişliğini gösterir. Ve işte bunun olmaması için kocaya kadını dövme hakkı tanınmıştır. İbn-i Abbas ya da Ebû Mensûr gibi kaynaklara göre kadının ''güzel koku sürünmemesi'' ya da ''kocasını nefsinden men etmesi'' (cinsi münasebette bulunmaktan kaçınması) ya da ''kocasından hoşlanmaması'' vb. gibi davranışları ''nüşuz'' niteliği taşımaktadır ki kocaya önce öğüt vermek, sonra yatağından uzak tutmak (yani cinsi münasebette bulunmamak) ve nihayet dövmek gibi haklar sağlamakta. Dikkat edileceği gibi, koca bu hakkını, karısının ''itaatsizlik edeceğinden'' şüphe ettiği zaman dahi kullanabilmekte. Söylemeye gerek yoktur ki böyle bir buyruğu hukuka oturtmak mümkün değildir, çünkü hukuk ''şüphe üzerine ceza'' diye bir şey kabul etmez. Ve işte bizim ''reformcu'' ilahiyatçımız, bunu dahi göz ardı etmekten geri kalmamıştır. Bütün bunlar bir yana, fakat bir de şu var ki söz konusu ayette kadının ne şekilde dövülebileceğinden söz edilmemiştir. Buna rağmen İslamcılarımız, çağa ayak uyduruyor görünmek amacıyla, dövmenin yara bere yaratmayacak şekilde ''hafif'', ''yumuşak'' olması gerektiği kanısındadırlar. Ancak ne var ki kaş yapayım derken göz çıkarmak gibi bir duruma düşmektedirler, çünkü ''dayak'' denen şey, insan şahsiyetinin haysiyetini yok eden bir ceza şeklidir ki bugün artık hayvanlara bile uygulanmaz. Akılcılığın getirdiği asil düşünceye göre ''kötü'' olan şey dayağın ''hafif'' ya da ''şiddetli'' oluşu değil, fakat bizatihi kendisidir. Bundan dolayıdır ki Batı dünyası, çocukların eğitiminde dövmeyi en büyük suçlardan saymış ve kadını döven erkeklere en sert cezaları uygular olmuştur. ''Kadınları dövün'' şeklindeki şeriat buyruğu konusunda tanık olduğumuz yukarıdaki (ve benzeri nice) örnekten alacağımız ders şu olmalıdır ki ''aklı'' tek rehber olarak kabul etmedikçe ve vahyin önüne geçirmedikçe çağdaşlığa yönelik hiçbir çözüm sağlanamaz ve yaşam sorunlarını ''vahiy rehberliğiyle'' çözümleme hevesinden kurtulamamış hiçbir toplum geriliklerden kurtulma olasılığına kavuşamaz. Ve yine yukarıdaki örnek bir kez daha şu gerçeği vurgulamaktadır ki ''reformcu'' görünen şeriatçılarımız, bu tür tutum ve davranışlarıyla, toplumumuza, ''köktendinci'' şeriatçılar kadar, hatta daha da sakıncalı bir tehlike yaratma yolundadırlar. Çünkü akla değer veriyormuş ve çağın koşullarına ayak uyduruyormuş gibi yapıp, toplumun zinde güçlerini ve ''aydın'' kesimlerini kendilerine inandırmak, böylece vahyin üstünlüğünü ve kişi yaşamlarına rehberliğini sağlamak amacındadırlar. Bu amaç, Türkiye'yi her türlü gelişme olasılığından uzak kılacaktır. .............. Prof. Dr. İlhan ARSEL
  2. Cumhuriyet cocuklarına laf etmek... Öylemi.. Haydi o zaman bire zemane çocuklarına bakalım... Dini pazara çıkaran... İmanı para... Seccadesi dolar... Kıblesi ABD... Takkiye ile yoğrulmuş... Pentegonda mayalanmış... 1400'lü yıllarda yazılmış reçetelerle... Günümüze uyarlamaya çalışan doğmatik zincirin alkasına körü körüne bağlanmış... Yegane ezbercileriylemi olacak.. Hadi canım.. Olacak şey değil... Kuran'daki emirlere uymayan... Kuran'da olmayan kuralları topluma dayatmaya çalışan... Kadınlarımızı ikinci sınıf vatandaşlığa mahkum eden... Dini, siyasete alet eden... Siyaseti, dinciliğe kurban eden... Hem faizci, hem türbancı... Dine ve dindarlara saygısız... Hem dinimizi, hem siyasetimizi kirleten... Takıyyeci, dinci, ikiyüzlülerlemi gelceğe yön vereceğiz... Peh...
  3. Şimdiiiiiiiii... bakın çalışan kadın aldatırmışmış...! mış mış ta mış mış... Yakında bir “şeriat sitesi” kurulacağı haberinin daha önce duyulduğu Beylikdüzü’nde bir caminin imamı hakkında soruşturma açılmış. Sebebini okudunuz mu bilmiyorum, tekrarlayalım onun için; İmam Hasan Hakyemez kadınların hakkını fena halde yiyerek Cuma vaazında “Çalışan kadının kocasını aldatacağını, nefsine hakim olamayacağını” söylemiş ve cemaatten eşlerini çalıştırmamalarını istemiş. (Acaba Afganistan’da olduğunu zannetmiş olabilir mi?) Kafasındaki hurafelere göre erkeğin 1 nefsi, kadının ise 9 nefsi varmış (kadınlar neymiş be abi), kadın hangisine hakim olsunmuş. Kadın nefsine düşkünmüş ve işyerinde nefsine hakim olamazmış. Karısını çalıştıran erkek “günaha girer”miş. Kadınla erkeğin yan yana oturtulması da bu kafaya göre “günaha girer”, onun için oturtmuyorlar. İran gibi ülkelerde ise “futbolcuların bacağını görür” diye kadınların stadyumlara girmesi de yasak ediliyor. Biraz daha ileri gidince yanında erkek olmadan dışarı çıkması veya konuşması da... Bu tür olayların arttığını görmezden gelerek “münferit olaylar” diyenlerin Türkiye’de 85 bin cami, 90 bin din görevlisi olduğunu, 60 bin kişiye 1 hastane düşerken her 350 kişi için bir cami bulunduğunu hatırlamaları gerekiyor. Bu arada... Diğer imamlar da benzer bir beyin yıkama, baskı işine kalkıştıklarında yalnız kadınların çalışmasının önleneceğini değil, çalışan kadınlara neler yapılacağını da düşünmeleri gerekiyor. Onların ve herkesin düşünmesi iyi olur. Bilimde “ihtimal hesabı” önemlidir biliyorsunuz! ...... Eveeeeeet.. Haklısınız... Eşekten At, reçelden bal olmaz.. Tıpkı yukarıdaki imam gibi değilmi...
  4. Çelişkiler yumağı ve ipin ucu... Son günlerde duyduklarımız ve yaşadıklarımızı az çok toplumsal süreci takip edenler bilirler... Mersin Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü'nün açtığı resim sergisinde yaşananlar... Çıplak beş resmi delik deşik eden düşünceyle Beyoğlu'nda Avusturyalı kızlara, kadınlara saldıranlar arasında nasıl bir ilişki kurabiliriz? Bu soruma şu yanıtı verebilirsiniz: "Canım, ilk kez olmuyor Beyoğlu'nda taciz..." Doğrudur!.. Ama Beylikdüzü 'nde devletten maaş alan bir imam, "Kadını çalıştırmayın, çünkü nefsini tutamaz, fuhuş yapar" diyebiliyorsa oturup düşünmek gerekir, "Türkiye nereye gidiyor" diye... Bugün Anadolu kentlerinde caddelerde, sokaklarda kadın göremezsiniz, çünkü evdedir... Evet, yarınların ne getireceğini düşünebiliyor musunuz?
  5. Ülkenin de adını değiştirelim... Sadece Diyarbakır’ın değil, ülkenin de adını değiştirelim! AKP’ye yakınlığıyla bilinen ve hatta eşi de AKP Milletvekili olan Prof. Dr. Mümtazer Türköne tarihe geçecek sözler etmiş... Demiş ki: “1994 Avrupa Azınlık Dilleri Şartı Çerçeve Sözleşmesi’nde Türkiye’nin hâlâ imzalamadığı bazı haklar var. Anadilde dilekçe verme, ana dilde ifade verme hakkı, bölge halkının referandum yapıp bir kentin adını değiştirmesi gibi. Bunların yapılmasında bir sakınca yok. Diyarbakır’ın adı Amed olabilir.” Ardından eklemiş: “PKK’nın kalemi kırıldı, tasfiyede herkes hemfikir.” Doğru... Aydınlarımız böyle düşündüğü sürece, PKK gibi örgütlere gerek de yok zaten! Baksanıza; terörist örgütün “Kürdistan’ın Başkenti” olarak gördüğü ve “Amed” diye isimlendirdiği Diyarbakır’ın adını değiştirmeye dünden razı Mümtazer Bey... Hazır referandum yapmışken; “Türkiye Cumhuriyeti”nin ismini de “Türkiye Ilımlı İslam Cumhuriyeti” olarak değiştirelim mi Sayın Hocam? Yetmez... Bir referandumla hilafet ilan edip, devletin başkentini İstanbul’a taşıyalım! Bir referandumla Topkapı Sarayı’nı Başbakanlık binası yapalım... Bir referandumla hâkimlerin yerine kadıları oturtalım... Bir referandumla Arap harflerine dönelim... Bir referandumla haftalık tatil gününü pazardan cumaya alalım... Bir referandumla kadınların okumasını... Bir referandumla seçmesini, seçilmesini... Bir referandumla baş örtüsüz gezmesini... Bir referandumla eşiyle yan yana yürümesini... Bir referandumla mirastan eşit pay almasını yasaklayalım! Bir referandumla sizin gibi düşünmeyenlerin sürgün, hatta idam edilmesini sağlayalım! *** Kısacası; fırsat bu fırsat, sadece Kürt milliyetçilerini değil, din devleti özlemiyle yanıp tutuşanları da memnun edelim hocam! Referandumlarla 84 yıllık Cumhuriyet’in tüm izlerini silelim... Nasıl olsa “çoğunluğun” sizin gibi düşündüğünden eminsiniz ya artık; referandum en iyisi bu yüzden! Bir referandum da “iktidar yanlısı prof’lara en yüksek devlet memuru maaşı verilmesini sağlamak için” yapalım mı? Emeğiniz boşa gitmesin... Kıyamam! ***** GÜNÜN SORUSU Aselsan’da görevli üç Türk mühendis, bir süre önce arka arkaya intihar (!) etmişti! “Bazı askeri sırlara sahip oldukları için gizli servisler tarafından öldürüldükleri” de iddia ediliyordu. Hüseyin Başbilen de onlardan biriydi ve aracının içinde bulunan cesedinin, baş ve boyun bölgesinde kesikler vardı. 10 kişilik Adli Tıp kurulu, Başbilen için raporlarını nihayet tamamlamış: Yedisi “intihar” derken, üçü cinayet ihtimalinin ağırlıklı olduğunu söylemiş! Onlar sizin oğlunuz, kardeşiniz olsaydı; bu çelişkili rapordan sonra ne hisseder ve ne yapardınız? ***** Yanan arabaları seyreden polis teşkilatı istemiyoruz! Eli kanlı terör örgütünün yandaşları, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kuzey Irak’a ilk bombaları attığı 16 Aralık’tan bu yana, İstanbul’da neredeyse her gece üçer-beşer otomobil yakmaya başladı! Yakılan araba sayısı şimdiden 50’ye dayandı! “PKK’lı Neron”ların yöntemi belli: Ellerine bir bidon benzin ya da molotof koteyli alıyorlar, özellikle dar sokaklara park edilmiş arabaları ateşe verip kaçıyorlar! Bu saldırıları bugün “küçükken” görmezden gelirsek, Emniyet Müdürlüğü’nün saldırganları yakalayıp köklerini kurutmasını sağlamazsak; bu tür saldırıların önüne geçemez hale geliriz. Bugün araba yakanların yakalanmadığını gören terörist örgüt yanlısı diğer çeteler de cesaretlenir ve Allah korusun, önü alınamaz büyük olaylar meydana gelir! Sözüm İstanbul Emniyet Müdürü Sayın Celalettin Cerah’a: Lütfen görevinizi yapın! Ellerinde benzin bidonlarıyla gezen bu eşkiyacıklara, İstanbul’un sahipsiz olmadığını gösterin! Bunun için elinizde yeterince personel de var, teknik takip olanağı da... Eğer bugünden önlem almazsanız; tırmanacak olayların tek sorumlusu bizzat siz olursunuz! _____________________________ Mustafa Mutlu/Vatan
  6. İslam'da kadına dayak' tartışması Almanya'da bir yerel mahkemenin Kuran'ı Kerim'i dikkate alarak İslam'da kadınların cezalandırılmasının yeri olduğuna dair karar vermesi üzerine başlayan tartışma sürerken, karar bozulurken, `Aile içi şiddete' ilişkin din adamları arasında tartışma bu ülkede de dikkatle izlenmeye başlandı. Frankfurt Main kentinde geçen yıl sonuçlanan davada Fas kökenli Alman bir kadın, yine Fas kökenli olan eşinden, Almanya'da boşanmak isteyenler için gereken sürenin dolmasını beklemeden, ayrılmak istediğini gerekçe gösterirken, eşinin kendisini sürekli dövdüğünü, öldürmekle tehdit ettiğini savundu. Alman hakim bu gerekçeyi kabul etmeyerek, kadının istemini kabul etmeyerek, buna gerekçe olarak "Kuran-ı Kerim'de kadınların cezalandırılmasının yeri olduğunu, kadın ve erkeğin de Müslüman olmasını" olmasını gösterdi. Karar, `Hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmadığı' gerekçesiyle bozuldu. Alman DW Radyosu, bu karar ile birlikte, Almanya'nın yanı sıra İslamiyet'te kadınların cezalandırılması ile ilgili tartışmaların alevlendiğini bildirirken Sünni ve Şii dini liderlerin `İslam dinine göre kadınların dövülebilir mi?' sorusunu tartıştıklarını aktardı. Radyo, Lübnan'daki Şii din lideri Şeyh Muhammed Hüseyin Fadullah'ın, namus cinayetlerini `*********' ve `rezillik' olarak nitelendirdiğini hatırlatırken, "Eğer bir erkek eşini döverse, kadının da aynı şekilde karşılık verme hakkı doğar, yani dayağa karşı dayak" diye fetva verdiğini aktardı. Görüşleriyle Hizbullah'a ruhani öncülük eden Şii Şeyh Fadullah'ın verdiği fetvanın ile Sünniler arasında Kuran-ı Kerim'in tefsiri konusunda tartışmaya neden olduğu, Mısır'daki Kahire El Ezher Üniversitesi Karşılaştırmalı İslami Hukuk Fakültesi Dekanı ve İlahiyatçı Suad Saleh, verilen bu fetvada `bazı sorunlar' olduğunu savunurken şöyle dedi: "Eğer erkek, eşini haksız yere döver ve kadın da bu şiddete, şiddetle karşılık verirse, ki fetvada bu öngörülüyor; ve çocuklar anne- babalarının birbirlerini nasıl dövdüğünü görürlerse, aile hayatı öç ve çatışmanın hüküm sürdüğü, cehennem hayatına dönüşebilir. Eşler birbirlerini affetseler bile, gelişmekte olan çocukların ruhsal durumunda, bu çatışmanın olumsuz izleri görülebilir. Haksız olan bu şiddete maruz kalan kadınların içinde bulundukları durumdan kurtulması için boşanmaları gerekir." Aynı zamanda televizyondan verdiği vaazları ile de tanınan El Ezher Üniversitesi öğretim üyesi Suad Salih, ailenin kutsallığına inandığını, kendini savunmak için bile olsa, aile içinde şiddet uygulanmasının evlilik hayatını zedeleyeceğini söyledi. Mısır'ın eski Başmüftüsü Nasr Farid Wassel, Şii lider Fadullah'ın görüşlerine katıldığını bildirirken, "Eğer kadın herhangi bir neden olmadan dövülürse, o zaman `Göze göz, dişe diş' ilkesi ile karşılık verme hakkı olur. Bu yöntem, kadınlara karşı adaletli olunması sağlıyor ve erkeğin şiddete başvurmasını engelliyorsa, meşru bir yöntemdir" diye konuştu. DW Radyosu, tartışmanın başlamasında en büyük nedenin Kuran-ı Kerim'deki Nisa Suresi'nin 34'üncü Ayeti'nin farklı yorumlanması olduğunu, ayet mealinin, "...bildiğini okumalarından endişelendiğiniz kadınları ikaz edin, onlarla aynı yatağı paylaşmayın ve dövün. Ancak eğer size itaat ediyorlarsa, onlara karşı bir şey yapmayın. Doğrusu, Allah yücedir ve büyüktür" olduğunu aktardı. Bu ayette geçen, Arapça `daraba' sözcüğünün ilahiyatçılar arasında tartışma yarattığı, bunun genellikle `dövmek' olarak tefsir edildiği, bu ayetin, Müslüman ve gayrimüslimlerin kadınları dövmesine izin verdiği ileri sürüldü. "DARABA" SÖZCÜĞÜNE YORUMLAR Kadına aile içi şiddet uygulanmasına gerekçe olarak gösterilen `Daraba' sözcüğüne din adamlarının farklı değerlendirildi. Chicago Üniversitesi'nde İslamiyet konusunda dersler veren, Kuran-ı Kerim'i İngilizce'ye tercüme eden İran kökenli Amerikalı Lale Bahtiyar Bahtiyar, Arapça `daraba' sözcüğünü `dövmek' yerine `uzaklaşmak' olarak çevirirken İslam dininde erkeğin eşini dövmesine izin verilmediğini, en kötü koşullarda, eşinden ayrılması gerektiğini söyledi. Bu konudaki farklı görüşler şöyle: * El Ezher Üniversitesi Dekanı Suad Salih: Allah itaat etmeyen kadınlara verilecek cezaları kademeli olarak belirmiş: Önce ikaz ederek cezalandırmak. Eğer, bu yolla başarı sağlanırsa, o zaman dövmeye gerek yok. Cezanın ikinci aşaması ise yatakların ayrılması. Ama, yatakların ayrılmasıyla da bir sonuç elde edilemiyorsa, o zaman dövülür. Ancak, dayağın şiddetli olmaması gerekir. Hz. Muhammed, eşlerini hiç bir zaman için dövmedi. Pegamberimiz kadınları dövmeyi mekruh sayardı. Kadınların dövülmesinin bazen haklı nedenleri olabilir. `Eşlerine itaat etmeme', `Çocuklarının refahını düşünmeme', `İzin almadan birlikte yaşadıkları evi terk etme', `Yabancı erkekleri gizlice birlikte yaşadıkları eve alma' gibi. Erkek, bu durumlarda kadını erkek ikaz etmeli, ailesi ile çocuklarına karşı sorumluluklarını hatırlatmalı, kadının davranışlarında bir değişiklik olmadığı, `şeytana ve onun kendini ayartmasına izin vermesi' halinde dayak konusunda haklı gerekçe ortaya çıkar. Haksız dayağı ise kınıyorum. Şiddete başvuran Müslüman erkeklerin büyük bölümü İslamiyet öğretisini bilmiyor. Aile içi şiddet genellikle ataerkil yapıdan kaynaklanıyor. * Bir dönem Mısır'daki en büyük dini otorite olan Nasr Farid Wassel: Nisa Suresi'nin 34'üncü Ayeti'ndeki `Daraba' (Dövmek) sözcüğü ile sadece korkutmak kastediliyor. Burada `dövün' derken, bedensel şiddet uygulayın denmiyor, aksine sembolik olarak, din adamlarının söylediği gibi, sadece sopayı gösterin. Bu ayette geçen `dövün' sözcüğü ile kesinlikle sert bir dayak veya bedensel yaralanma kastedilmiyor, aksine kadına durumun ne kadar ciddi olduğunu gösterecek sembolik bir davranışa işaret ediliyor: Beden üzerinde iz bırakacak her türlü şiddet ve acı, bir suçtur. Haber: İhsan DÖRTKARDEŞ/ (DHA)
  7. Bir Sinsilik Öyküsü: Sızıntı Dergisi... Nurcu çizgide olan bu derginin ilk sayısının kapağında "ağlayan bir erkek çocuk" resmi vardı. Fethullah Gülen, dergi için kaleme aldığı başyazıda "Bu Ağlamayı Dindirmek için Yavru" başlığını kullandı ve Sızıntı dergisini Kürt Said 'in yaydığı (sözde) ışığa tercüman olmak amacıyla çıkardıklarını şöyle dile getirdi: "...Bu mevkute, neşrettiğin ışığa tercüman olma mülahazasıyla yola çıktı. Varılacak yer uzak, yollar da tekin değildi. Cinler, ifritlerle beraber taarruza geçti..." Gülen ve talebesi Şemsettin Nuri 'ye göre: "Sızıntı, İslam devletinin yeniden kuruluşunun destanıdır. Birinci Cihan Harbi ile batıp giden İslam devleti, zamanın ana rahminde yepyeni bir tarihi doğuşa hazırlanmaktadır. Ne muhteşem bir doğuştur bu... Nefsin ve şeytanın radyasyon sızıntılarına mukabil ruhun ışık sızıntıları, kutlu tayflar halinde toplanıp kalplerde yoğunlaşarak hidayet lazerleri halinde küfrün, karanlığın urlarını, kanserlerini kuruta kuruta gelmektedir. Nefs kışının inkâr kefenlerini yırtıp ruhun bahar filizlerini vere vere ilerlemektedir. İşte Sızıntı'da böyle bir gelişin destanı sunulmaktadır." Sızıntı ailesinden bir başka yazar da küfür ve inkârla, karanlığın urları ile neyi kastettiklerini bize açıklayan şu görüşü savunmaktaydı: "Halifeliğin kaldırılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması, Harf Devrimi'nin yapılması, geçmişle bağın kopartılması, Osmanlı'nın şahsında 'İslama hayır' ın ifadesi idi." İşte Sızıntı, yıllar yılı bu ve benzeri düşünceleri Anadolu'nun en ücra köşelerine kadar yaygınlaştırmayı, din eğitimi alan öğrencilerin ve din dersi öğretmenlerinin çoğunun başucu dergisi olmayı başardı. Gülen cemaatinin "aylık ilim ve kültür dergisi" olarak yaşamını her iktidar döneminde sürdürdüğü gibi "cinlerle ifritlerin taarruzuna" da uğramadı. Çünkü gelip geçen iktidarlar ya bir türlü gaflet uykularından uyanamadılar ya da cemaatten gelecek oyların cazibesi ile uyuklama pozunu gönüllü olarak benimsediler. Sızıntı'nın yayımlanmaya başlamasından 29 yıl sonra günümüzde ise Fethullahçılığın TBMM dahil her yerde (kendi sözcükleri ile) "bahar filizlerini" ! vere vere ilerlediklerini ve bu durumdan duydukları memnuniyeti ilanlarla açıkladıklarını gözlemliyoruz. Eğer elinizdeki örneklere bir taze örnek daha eklemek istiyorsanız iktidarın henüz satış işlemlerini tamamlamamış olması nedeniyle hâlâ kamu kuruluşu olma özelliğini taşıyan Türk Hava Yolları'nın aylık dergisi Skylife'ın Aralık 2007 sayısına bakınız. Orada bütün bir sayfanın Sızıntı dergisinin renkli reklamına ayrıldığını ve reklamda da şu dizelerin yer aldığını göreceksiniz: "Ay yıldız bir kez daha ikbalime gülüyor, Ve planı öteden bir dünya kuruluyor; Gayrı artık karanlığın miadı doluyor, Millet, yıllanmış o meskenetten kurtuluyor..." Gülen cemaati galiba Türk Hava Yolları'nın resmi dergisi aracılığıyla "batıp giden İslam devletinin yepyeni bir tarihi doğuşunun" , yani yeniden kuruluşunun müjdesini veriyor. Acaba ay yıldız, bu yüzden mi onların ikbaline (baht açıklığına) gülüyor? Planı öteden kurulan bir dünya, nasıl bir dünya? Miadı dolan karanlık, laik Cumhuriyet dönemini mi simgeliyor? Yıllanmış meskenet (miskinlikler) AKP'den önceki iktidarların nitemi mi? Laik Cumhuriyetin yeminli ulaştırma bakanının, kendi sorumluluğu altındaki bir yayın organının bu sinsi küstahlığı konusunda ne yapacağını merak ediyoruz doğrusu. Prof. Dr. NECLA ARAT / Cumhuriyet
  8. Eyyyyy ordu! İslamcıları siz getirdiniz.... Aykırı iddiaların sahibi Prof. Yalçın Küçük: Eyyyyy ordu! İslamcıların gelmesinden sen sorumlusun. Aykırı tezlerin sahibi Prof. Yalçın Küçük, SKY Türk'te yayınlanan "Kalemler ve Kılıçlar" programında her hafta olduğu gibi yine çarpıcı iddialar ortaya attı. İslamiyetin önemli makamlarını İbranilerin işgal ettiğini savunan Yalçın Küçük'ün suçlamalarından ordu da payını aldı. İSLAMI ORDU GETİRDİ Program esnasında her zaman yaptığı gibi önce sesini iyice düşüren Küçük, peşinden haykırdı: "Eyyyyy ordu! Siz yaptınız. İslamı siz getirdiniz. Türkiye'nin aydınlık günlerinin önünü kapatmak için. 3 kişisiniz. Tağmaç(14. Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç 1969-72) , Evren (Kenan Evren) ve Özkök (Hilmi Özkök). FAZSIL SAY'A DESTEK Küçük'ün iddiaları bunlarla da sınırlı kalmadı. Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'nin boşandığı eşi ve sevgilisi ile olan ilişkisinden, popstar Tarkan'ın kökenlerine kadar çeşitli iddialarda bulunan Küçük, Fazıl Saya'a sahip çıkarken AK Parti milletvekili Osman Yağmurdereli'yi sert biçimde eleştirdi. "Sende hangi marifet var da bütün dizileri yapıyorsun. Hangi ön seçimi kazandın da milletvekili oldun" şeklinde eleştirdi. _____________________________________________________________________ DİPNOT/KAYNAK: http://w9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?t...mp;Categoryid=1
  9. DİPNOT şurada cevap verdi: sardunyam başlık Anı Defteri - Defterleri
    Ne güzel dilekler bunlar... Bende hepinizin yeni yılını kutlar ve Umarım, 2008 yılı 2007'ye benzemesin. Umut, barış ve kardeşliğin geliştiği bir yıl olsun. Hepinize mutlu ve sağlıklı bir yıl dilerim... Sevgiler...
  10. Çok teşekkür ederim, çok incesin sevgili Sardunya.. Nâzım Hikmet' in 1 Ocak 1962'de Estonya'nın başkenti Tallin'de yazdığı, her ölümün, bizi kendi ölümümüze yaklaştırdığının bilinciyle yazdığı, yalnızlık, hasret, aşk, özlem, ölüm haberleri arasında gide gele yazdığı şiir... " ...Finlandiya koyunun güneyinde geceleyin dumanlı denize yakın telli pullu bir yılbaşı ağacı karanlık Gotik kulelerle Töton şövalyelerinin armaları arasında ve fabrika bacalarıyla çevrili bir yılbaşı ağacı. Bir yılbaşı ağacı karlı bir meydanda Estonya türküleri söylüyor telli pullu upuzun bir yılbaşı ağacı sen kırmızı sırça topun içindesin saçların saman sarısı kirpiklerin mavi onu orya ben astım seni içine koyup ak boynun uzundur yuvarlaktır kuşkularım kaygılarım sözlerim umutlarım ve okşayışlarımla koydum seni sırça topun içine bütün yılbaşı ağaçlarına bütün ağaçlara bütün balkonlara pencerelere çivilere hasretlere astım kırmızı sırça topu seni içine koyup bağışla beni öleceğim seni bırakıp orda Estonya en küçük sosyalist devleti adam başına en çok şiir okuyan en çok votka içen ve otomobile motosiklete motorollere en çok meraklı ve deri işleriyle mobilyasıyla ünlü bir de otuz binlik korosuyla ...ölüm döşeğinde yatanın gözlerine bakamam utanırım yaşamak ayıp bir şeymiş gibi gelir biri yanımda can çekişirken Lüsya ölüyor Moskova'da Antuzyastlar Caddesinde bilmem kaç numrolu sağlıkevinde yüzü eski bir tahta kaşık eriyen kara karışıyor akşam karanlığı art arda kamyonlar geçiyor asfaltı sarsarak Lüsya'dan vuran keder mi alnımı kırıştıran kendi yakınlığım mı ölüme bir yılbaşı ağacı karlı bir meydanda Estonya türküleri söylüyor telli pullu upuzun bir yılbaşı ağacı bağışla beni öleceğim seni bırakıp içinde sırça topun bu dünyada bir şey yaşıyor eşi emsali görülmedik bir şey ve benden başka kimse farkında değil onun belki bir bitki bir hayvan bir söz bir maden bir ışın bir mutluluk belki belki bir yıldızdan düşmüş bu dünyada bir şey yaşıyor senin için yaşıyor ama sen farkında değilsin onun öleceğim bağışla beni öleceğim ve sen kırmızı sırça topu parçalayıp çıkacaksın içinden ineceksin karlı bir meydana artık Moskova'da mı olur Tallin'de mi Leningrad'da mı ineceksin karlı bir meydana yılbaşı ağacından ama ben bu dünyada senin için yaşayan şeyi götürmüş olacağım Lüsya ölüyor yüzü eski tahta bir kaşık ...benden sonra ölmesi gerekenler benden önce ölüyor ne iştir büyük harpler yüzünden ölüm büsbütün şaşırdı sırayı kamyonlar geçiyor Antuzyastlar Caddesinin asfaltını sarsarak afişlerde 65 yılının dev sayıları kömür şu kadar ton petrol bu kadar kumaş şu kadar metre karlı bir meydanda bir yılbaşı ağacı Estonya türküleri söylüyor karanlık Gotik kulelerin arasında ve fabrika bacalarıyla çevrili bir yılbaşı ağacı ." ----------------- Ölümün sırayı şaşırmadığı, çocukların, gençlerin ölmediği, her tür şiddete karşı çıkacağımız bir yeni yıl diliyorum hepinize...
  11. ..... İnsanları aldatmakta pervasızdırlar: "Demokrasi" derler, "Demagoji" yaparlar. "Özgürlük" derler, "Ortaçağ karanlığını" savunurlar. "İnsan hakları" derler, kadınlar ve dindarlar başta olmak üzere, insanları köleleştirmeyi savunurlar. "Devlet, millet, bayrak, din, iman, vatan, ezan, Kuran" derler, "Tarikatçılık" ve "Cemaatçilik" yaparlar. .... Sadece türban için demokrasi istenmez sevgili arkadaşım... Üstelik demokrasi hiçbir doğma ile ve dinsel toplum düzeniyle uyuşmaz, uyuşamaz ve uyuştuğu bugüne kadar görülmemiştir... Ve demokratik özgürlük öyle her önüne gelenin her istediğini yaptığı ve giydiği birşey değildir... Şizin bahsettiğiniz istekler şeriat ile yönetilen ve bugün dünyada ilkellik ve gerilikle dahi mücadele edemeyecek toplumlara özgüdür... Burası ise laik, demokratik, çağdaş hukuk devletiyle yönetilen, en azından bunu ilke edinmiş bir devlet anlayışındadır. Kaldi ki yönü ileriyi gösterir, öyle doğmalar gibi binlerce yıllık öncesindeki toplumsal yaşamı bugüne monte etmeye çalışan bir yapıya asla çevrilemez, güç yetmez... Yok öyle... Şimdilik Türban, yarın çarşaf, öbürgün burka, daha sonraki aşamalar cübbe, takke ve fes... Olacak şey değil...
  12. ********** Dindarların en büyük düşmanı dincilerdir ... Türbanlıların en büyük düşmanı da türbancılar! *** Dinciler ve türbancılar bu topluma fesat sokanlardır : Dinciler, dindarları ifsat eder ... Türbancılar, türbanlıları. *** Dinciler, dindarları aldatır ... Türbancılar, türbanlıları. *** İnsanları aldatmakta pervasızdırlar: "Demokrasi" derler, "Demagoji" yaparlar. "Özgürlük" derler, "Ortaçağ karanlığını" savunurlar. "İnsan hakları" derler, kadınlar ve dindarlar başta olmak üzere, insanları köleleştirmeyi savunurlar. "Devlet, millet, bayrak, din, iman, vatan, ezan, Kuran" derler, "Tarikatçılık" ve "Cemaatçilik" yaparlar. *** Gerçekleri saptırmakta ustadırlar: İran'daki rejimi "Teokratik Demokrasi" diye överler... Türkiye'deki rejimi "Laikçi Jakobenlik" diye yererler. *** İştahları sınırsızdır. İhtiraslarının sonu yoktur: Hem yerler... Hem de yedirir görünürler... Ama asla doymazlar... Ve asla doyurmazlar... *** Demokrasi şeffaflık rejimidir. Esas olan saydamlıktır. Maskeler düşmeli... Dokunulmazlık zırhları kalkmalı... Gerçekler ortaya çıkmalı: Kim dindar, kim dinci? Kim türbanlı, kim türbancı? *** Türkiye yine değişiyor. Ezberler bir kez daha bozuluyor: Artık dindarlar, dincilerin sahtekârlığını sorguluyor... Türbanlılar, türbancıların diktasına baş kaldırıyor... *** Bekleyin, göreceksiniz: Türkiye'de demokrasi mutlaka kazanacak! _______________________________________________________ E. Kongar. 24.12.07
  13. Burası Türkiye sayın sarıgöl... Genç birz Cumhuriyet'e sahibiz... Sizi anlamıyorum... Ama tahmin edebiliyorum... Ne mi?... Ezberlerin bozulduğunu...
  14. Türkiye Araplaşıyor... Mahalle baskısı kavramı yerine ortaya attığı "mikrofaşizm" nitelemesiyle gündem yaratan Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Şahin Filiz , Arap mikromilliyetçiliğinin ideolojisi olan Vahabiliğin ulus devleti parçalamayı amaçladığını belirterek Türkiye'yi bekleyen asıl tehlikenin dindarlaşma değil, "Araplaşma" olduğunu vurguladı. Vahabi anlayışının dini temele dayanan siyasete de temel oluşturduğunu anlatan Filiz, sanata ve felsefeye karşı düşmanlığa varan karşı duruşun da Vahabiliğin dünyayı siyah-beyaz gören anlayışının sonucu olduğunu dile getirdi. Kamuoyunun dikkatini çeken Doç. Dr. Şahin Filiz ile, Vahabilik ve Türkiye'deki yansımaları söyleşisinin kısa metni... - Vahabiliğin kökenleri hakkında bilgi verir misiniz? - Vahabilik bireysel planda inançlı inançsız ayrımı yapan, bu ayrımı keskinleştiren 19. yüzyıldada Osmanlılara karşı çıkan, tamamen mikromilliyetçi bir Bedevi harekettir. Mısır'daki Müslüman Kardeşler hareketiyle ortaya çıkan hareket de, bu ayrımı toplamsal düzeyde yapmaktadır. - Bu hareketin Türkiye'deki yansımaları neler? - Bu iki anlayışın birleşmesiyle oluşan kombinasyon Türkiye'de siyasetin alternatif bir din haline gelmesini sağlamıştır. Kabileci ve Araplaşmış dindarlık tarzı Dinci kuruluşlar, partiler, cemaatler, bu kombinezonun en iyi örnekleridir. Vahabilik, Türkiye'de kabileci ve Araplaşmış bir dindarlık tarzını perçinlemiştir. Vicdan ve ahlak zenginliği olan dini biçimselleştirmiştir ve şekil, simge paganizmine boğmuştur. İslam medeniyetinin ahlak, sanat ve estetiğini öldürmüştür. Atatürk ilke ve devrimleri ile Türk ulusunun laiklik ve demokrasi anlayışı sayesinde, Vahabilik Ortadoğu ve Kafkaslar'da yaptığını Türkiye'de henüz gerçekleştirememiştir. - Bu yansımalardan örnekler verebilir misiniz? - Örneğin bölücü teröre karşı çok büyük bir mücadele var. Ancak askere gönderme törenlerinde geçmişte yaşanan heyecan gittikçe sönmekte, buna karşın hacca gidenler için daha coşkulu, kalabalık uğurlamalar yapılmaktadır. Şekillere tapan bir toplumsal yapının ortaya çıkmasında bu iyi bir örnektir. Bizim şehit verdiğimiz günlerde bile şekilci dincilik daha fazla öne çıkmakta, bu yönde gösteriler, yürüyüşler yapılmaktadır. Ramazan ayında her yerin kapalı olması bir başka örnektir. Hz. Muhammed döneminde bile rastlanmayan bir uygulama, büyükşehirlerde bile hızla yaygınlaşmaktadır. Hedef ulus devlet - Bu anlayışın Türkiye'de temel hedefi nedir? - Kesinlikle ulus devlettir... Vahabilik, Arap mikromilliyetçiliğinin ideolojisi olduğu için ulusal yapıyı, cemaat ve tarikatlara bölerek atomize etmektedir. Çünkü mikromilliyetçilikler ulus devletin en büyük düşmanıdır. Her cemaat ve grubun, tarikatın kendilerine göre bir türban, sarık, cüppe, cilbat gibi biçime yönelik simgeler taşıması da Vahabiliğin mikro düzeyde ne kadar böldüğünü, parçaladığını gösteriyor. Şekilci uygulamalar Vahabilik Türkiye'de din adına kabileci Arap kültürünün hegemonyasını kurmaya çalışmaktadır. Mevlana , Hacı Bektaş , Pir Sultan gibi Türk büyüklerinin, Türk ulusal kimliğini besleyen, ulusal din yorumu, Vahabiliğin en büyük hedefidir. Bugün için Türkiye'de bir dindarlaşma değil, Araplaşma sürecinin yaşandığını, kabileye dönüşme sürecinin hızlandığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Türkiye'nin karşısındaki en büyük tehdit de budur. İnananlar, Türkiyeli Müslümanlar, türbanlı hanımlar gibi ayırıcı kavramlar, vahabi dinciliğin Türkiye'deki izdüşümleridir. Çarşaf ve türban söylemi de Vahabiliğin dine biçtiği şekilci uygulamalardır. Kaynak: Cumhuriyet 23.12.07
  15. Teşekkürler sevgili gloria... Önerin doğrultusunda bende yukarıdaki resimdeki işaretli yerden kestim ve bu konu ile ilgili olarak son sözümü ederek kapatıyorum... Sevgiler... KURBAN KİM... Tıkanmış bacası duyguların Halim duman Kurt dadanmış düşüncelerine Farkında değilsin Kuyuda olduğunun Kül yağıyor gül yerine Kirlettiğin evrenine Bencil tutkulara Çoktan olmuşsun kurban Neyi aklayacak sanıyorsun Kuzulardan akıttığın kan... Erhan Tığlı
  16. Sıradışı Nakşibendi şeyhi Kıbrısi'den çok tartışılacak açıklama Şeyh Nazım Kıbrısi, internette yayınanan sohbetinde Risale-i Nur, Said Nursi ve Fethullah Gülen hakkında çok tartışılacak açıklamalarda bulundu. Nazım Kıbrısi olarak bilinen Nakşibendi şeyhi, islami kesimde kutuplaşmanın habercisi olacak bir açıklamada bulundu. Nazım Kıbrısi internet sitesinden yayınladığı sohbetinde, "Risale-i Nur okuma zamanı geçti. Bunların kimseye faydası yok" dedi. 'RİSALELER MİLLETİ UYUTUYOR' Kıbrisi, 8 Kasım 2007 tarihli konuşmasında, "Risale-i Nur okumanın zamanı geçti. Risale-i Nur'un kimseye faydası yok. Yukardan şiddetli bir talimat geldi bana. Risaleler, bir miktar gençlerimize bir miktar fayda etti, ama ondan öteye geçemedi. Okudukları onlara ne fayda veriyor. Hiçbir faydası yok. Bulduklarından ne fayda umuyorlar. Meclis'te oturup Risale okuyup uyuklama ne fayda verir." sözleriyle yeni bir tartışma başlattı. Said-i Nursi'ye yönelik sert eleştirilerin yer aldığı söyleşide Kıbrısi, risalelerde laiklik ile ilgili hiçbir şey yazılmamasını eleştirerek, "İçinde bulunduğumuz hal, iyi midir değil midir? Bunu bilecek, dinleyecek çok kimse var şimdi. Hadisi Şerif okumaktan da fayda yok onlara. Bu vartaya nasıl düştük. Bu millet aldatıldı mı, aldatılmadı mı? Kütüphanende isterse bin tane Risale-i Nur olsun. Bir faydası yok. Onları al Said-i Nursi'nin mezarının başına götür "Sen oku" de. Laiklik bir vartadır. Risase'de laiklik geçmiyorsa bundan ne anladık. Risaleler milleti uyutuyor. Risaleleri müzeye koymalı. Said Nursi'nin yazdığı kitapları 5 defa yazdım. O Amerika'daki Fettullah Gülen'den de bize bir şey gelmiyor. Bu gençliğe ondan bir şey yok." diye konuşuyor. Şeyh Nazım Kıbrısi kimdir? Kıbrıs’ın Larnaka şehrinde 25 Nisan 1922 (1 Ramazan 1340) Cuma günü doğan Nakşibendi şeyhi. Anne tarafından Mevlevi tarikatı kurucusu Mevlana Celaleddin Rumi'den, baba tarafıdan Kadiri tarikatı kurucusu Abdulkadir Geylani'den gelir. Hem Şerif yani Hasani, hem de Seyyid yani Hüsseyinidir. 1940`larda İstanbul'da Kimya Fakültesini okudu. Oradan Şam'a gidip orada Nakşibendi tarikatın şeyhi olan Abdullah Dağıstani ile tanıştı. 1941'de Hacı Emine Hanım ile evlendi ve 4 çoçuk sahibi oldular. Abdullah Dağıstani'nin manevi terbiyesine girdi. Onun emri ile tasavufu insanlara öğretmeye başladı. 1972'de Şeyh'inin ölümü ile onun yerine geçti. Bütün Dünya'da, özelikle Avrupa ve Amerika'da İslamiyet ve Nakşibendiliği yaymak ile uğraşmaktadır. DİPNOT / KAYNAK : =http://www9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?tarih=15.05.2006&Newsid=152789&Categoryid=1=
  17. DİPNOT şurada cevap verdi: sardunyam başlık Anı Defteri - Defterleri
    Çok teşekkür ederim sevgili arkadaşlar... Sizlerinde bayramını kutlar; sevdiklerinizle birlikte sağlıklı, mutlu ve huzurlu bir bayram geçirmenizi dilerim... Hepinize sevgiler...
  18. Fazıl Say , heyecanla dinlediğim bir evrensel sanatçımız. Onun hakkında dünya basınında yayımlanan eleştiriler, dünya müzik çevrelerinin Say çevresinde oluşturduğu müthiş renkli atmosfer ve ilgi, tırmandığı zirvenin tamamen, tartışmasız ve kesinlikle hak edilmiş olduğunun da kanıtlarıdır. Yarattığı ve aldığı evrensel "impakt faktörü" , onu, bir bilimcinin en yüksek noktasına taşıyacak ölçüde ve değerdedir... Kendi web sitesinden öğreniyorum ki, " Musik im Blut/ Symphony in Red " çalışması "London International Awards"t a, kasım ayında kendisine "Animation Computer" ve "Original Music Scoring" dallarında gümüş madayla kazandırmış. Müziğini yaptığı bir film de yine Londra'da "Eurobest Award" yarışmasında "Entertainment and Leisure" dalında altın madalya almış. Fazıl Say sadece "olağanüstü çalan müthiş duyarlı" bir piyanist değil, özgün yaratıcı yeteneğe de sahip. Müziğini, sanatın çok farklı dallarıyla da bütünleştirerek sürekli başka zirveler, tatlar, duygular arıyor. Yunus Emre Oratoryosu , evrensel müziğini, ülkemiz kültürüyle ve sanatıyla yoğurmasının da etkileyici bir ürünüdür. Orada da mükemmellik ve etkileyici bir atmosfer yaratmıştı. Say, ülkemizin, kültürümüzün, Cumhuriyetin yarattıklarının ve kazanımlarının insanı. Bu ülkesiz yapması zor. Ülkesi, hiç şüphe etmiyorum, sanatının itici gücü! Dünya klasiklerini çalarken piyanodan uzaya yaydığı etkileyici ses ve nefesin arka planında ve dinamiğinde, bu ülke kültürünün yattığına eminim. Yorumuyla dünyayı büyülemesinin arka planında, bu gücü de duyumsamasının önemli etkisi olduğunu düşlüyorum. *** Say, olağanüstü bir çıkış yaptı Süddeutsche Zeitung'a verdiği demeçle! Ben, demecin "alıp başımı giderim" yönüyle ilgilenmiyorum. "Türkiye'de kaybettik, düşlerimizi yitirdik" şeklindeki değerlendirmesiyle de... Dünya basınına yaptığı bu açıklama çok önemlidir. Bir evrensel değerimiz, dünyanın dikkatlerini Türkiye'deki yönetime, siyaset anlayışına, uygulamalarına çekiyor! Onları bir başka açıdan ülkeye bakmaya çağırıyor! Bu çarpıcı açıklamasıyla, AKP'nin toplumu, hukuk, eğitim ve toplumsal yaşamı, kenarından köşesinden ama düzenli bir çabayla tepeden dinselleştirme çabasını, dünya entelektüel yaşamının gündemine çekmesi iyidir! Hükümet yanlısı basına bakıyorum, şaşırtıcı bir tepki yok: "Çekip istediği yere gitsin" histerik çığlıkları, kadınları türbanlama konusundaki obsessiv tavır ve düşüncelerinden farksız! "Çekip gidebilir" düşüncesi, AKP'nin ikinci adamı koltuğunda oturan kişinin beyin hücrelerine de yayılmış! Bu sözleriyle düşünce ve kültür ortalaması konusunda epey bir fikir yayan kişi, ülkemizdeki kültürel ve siyasal yarılmanın en tepeden nasıl yönetildiğine de sağlam bir kanıt sunuyor! En komik olan da, Fazıl Say'ın bu demeciyle "topluma ne kadar yabancı" kaldığının söylenmesi, yazılıp çizilmesi! AKP'nin " toplum mühendisliğine " (neredesiniz ey toplum mühendisliğinin anlı şanlı ve ünlü eleştirmenleri?!) uygun davranmamız gerektiğini anlıyoruz buradan. Yani Fazıl Say (ve bizler!) topluma uyum sağlamalıyız... Biraz türbanlaşmalıyız; biraz veya yarım veya tam AKP'leşmeliyiz; birçoklarının büyük doğal uyumu gibi! *** Sevgili Say, teşekkürler bu demeç için... büyük Alman yazar Grass da çekip Hindistan'a gitmişti! Ama bizler buradayız! AKP fikriyatı bu topraklarda derin kök salamaz. Ya Türkiye'nin kökleriyle uzlaşacak ya da devrilip gidecektir! O yüzde 70 değil, oy sandığında bile yüzde 47'dir ve bu oyların yarısı da kendisine ait değildir!... Burada kalacağız, mücadeleyi her ortamda sürdüreceğiz ve Türkiye'yi, çağdaşlığı, evrenselliği, bilimi, toplumu, aklı ve geleceği savunacağız... _________________________________ Orhan Bursalı..
  19. Fazıl Say açıklamalarının devamı... ''Bütün bunlara karşılık bu iktidar, bana ve müzik sanatına şimdiye kadar dostça davranmadı. 'Metin Altıok Ağıtı' adlı oratoryom dolayısıyla, iktidarın ilk kültür bakanı, çeşitli yöntemler kullanarak eserin sansür edilmesini sağladı. Bu olayı, hiç unutamıyorum. Müzik sanatını küçümsemenin başta gelen örneklerinden biri, Milli Eğitim Bakanlığının önceki yıl okullarda müzik ve resim derslerinin kaldırılması girişiminde bulunmasıdır. Bizim milli eğitim sistemimizden sanat eğitimi dışlanamaz. Başka bir olumsuz örnek ise Türkiye'nin bugün on bin müzik öğretmeni açığı bulunduğu halde, lisans öğrenimini tamamlayan genç müzikçilerimizin öğretmen olmasını önlemek için engeller icat edilmesidir. Bunlar, basının ve halkın gözünden kaçmış olabilir ama, müzik benim mesleğim; benim gözümden kaçmadı. 'Sanatçı, alnında ışığı ilk hissedendir' özdeyişini, 'Sanatçı, karanlığın tehlikesini ilk hissedendir' anlamında da düşünebiliriz.'' ''Orta Çağ karanlığının, bütün aydınlar gibi kendisini de kaygılandırdığını'' ifade eden Fazıl Say, açıklamasında, ''En çok da gelecek kuşaklar için kaygılanıyoruz. Eğer, günün birinde karanlık güçler Cumhuriyetimize ve ulusal değerlere hayat hakkı tanımazsa, onlara teslim olacak değiliz'' görüşüne yer verdi. http://www.aktifhaber.com/news_detail.php?id=145642
  20. TÜRBANLI TÜRKİYE’YE FAZIL SAY’IN VEDASI... (¹) Sonunda bekliyordum birisinin çıkıp “Burası artık benim Türkiyem değil” demesini... “Azınlıkta kaldık... Atatürk’ten uzaklaştık... Bu Türkiye’ye yabancılaştık...” diye feryat etmesini... “Gidiyorum...” diyeceği buruk vedasını... Fazıl söyledi... Merak etmeyin başkaları da söyleyecek... Atatürk’ün çocukları her geçen gün bu ülkede kendilerini daha yalnız, daha sahipsiz daha öksüz, daha yabancı hissediyorlar... İlk kez, Kürt kökenli bir rejim muhalifi ya da ihtilalci bir Marksist değil, Atatürk Türkiye’sinin sembol olmuş uluslararası bir piyanisti “Türkiye’yi terketmekten” bahsediyor... Bir zamanların CHP’lisi bugünün Kültür Bakanı Ertuğrul Günay Fazıl Say’a tepki göstermiş, “Bu tepkinin yeri değil...” demiş... Ona bir şey söylemek isterim... Bu tepkinin yeri mi bilmem ama gerisi gelecektir... Umarım eski yoldaş Ertuğrul Günay Türkiye’de yaşanan ya da yaşanacaklardan gün gelir kendisi pişman olmaz... Gözümün önüne hep Milan Kundera’nın o unutulmaz eserinin filmi geliyor... Hep o sahne... Üç erkek doktor ve iki güzel kadın, bir gece kulübünde sohbet ediyorlar... Kesif sigara dumanının ve müziğin bohem dolu atmosferinde genç Çekoslovak doktor şöyle diyor: “Bütün dünyanın gözü üzerimizde... Burası Çekoslovakya... Buraya hiçbir şey olmaz... Güler yüzlü sosyalizm hiçbir zaman sona ermez...” Dediğinin haftasında meydana gelenler, o masada bulunan doktoru ve iki kadını İsviçre’ye mülteci olarak sığınmaya itti... Hayret... Fazıl da dün İsviçre’ye gitmekten söz etmiş... Ne acı ve ne kötü bir tesadüf... DİPNOT / KAYNAK: (¹) http://w9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?tarih=15.12.2007&Newsid=151883&Categoryid=4&wid=136
  21. Türban Tartışması Konda'nın Milliyet gazetesinde yayımlanan son anketi büyük tartışmalara yol açtı. Sanırım, bu konuda topluma tutulan aynanın gösterdiklerine kızmak ya da anketi düzenleyenleri suçlamak yerine, araştırmayı doğru okumak ve nedenleri üzerinde durmak gerek. Anket Türkiye'de muhafazakâr eğilimlerin gittikçe daha ağır basmakta olduğunu gösteriyor. Bu noktaya değinirken, Behiç Ak 'ın, hiçbir eski değeri koruma kaygısı taşımayan bu garip muhafazakârlığın niteliğini iğneleyici bir biçimde göz önüne koyan saptamasını da ıskalamamak gerek. Daha iyi yarınları, düne dönerek sağlayabilip sağlayamayacağımız konusu Türkiye'de sağ ile sol arasında çok uzun süre devam etmiş bir tartışma. Onun özüne burada girecek değilim. Ama Türkiye'nin muhafazakârlaşmasının nedenlerine bakarsak, burada AKP'nin etkisini açık biçimde görmemiz mümkün. Dinsel eğitimin anaokullarına kadar indiği konusu pazar günkü Cumhuriyet'in, Diyanet'e personel alımında iman şartının aranacağı yeni bir yasal düzenlemenin hazırlıkları da, pazartesi günkü Hürriyet'in manşetiydi. Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilat Yasası Tasarısı'nın 29. maddesinde, "Başkanlık personelinde 657sayılı Devlet Memurları Kanunu'nda belirtilen genel şartlar ile atanmalarında dini öğrenim yapmış olma niteliği arananlar için bu genel şartların yanında 'çevresinde itikat, ibadet, tavır ve hareketlerinin İslam dini esaslarına uygun olarak bilinir olması' şeklinde ortak niteliğin bulunması şarttır" deniliyor. Yani, Türkiye'de devlet, bazı kadrolarına memur alırken, onun itikat, ibadet ve tavırları ve hareketlerinin İslam dini esaslarına uygun olarak bilinir olması şartını arayacak. Böyle bir uygulamanın, laiklik ilkesiyle, devletin bütün inanışlara karşı eşit mesafede durma prensibiyle ne kadar bağdaştığı sorusunun yanıtı açıktır. Türkiye'de laik rejime ve dolayısıyla demokrasiye her gün indirilen darbelerin bir yenisi ile karşı karşıya bulunuyoruz. Dikkat buyurunuz! Göreve alınacak personelin iman durumu ile ilgili yargının hangi ölçütlere dayanacağı da belirtilmiş değildir. Bu konuda çevreden bilgi alınacak ve ona göre karar verilecektir. Yani mutekit olan, ama başını örtmeyen veya eşi başını örtmeyen biri çevre tarafından yeterince imanlı ya da mümin bulunmadığı için işe alınamayabilecektir. Böyle bir uygulama, ilk kez Prof. Şerif Mardin 'in dikkati çektiği mahalle baskısının devlet tarafından resmi bir kriter olarak kabul edilmesi anlamını taşıyacaktır. Böyle bir ortamda, son yıllarda kullanımı dört kat artmış olan türban sorununda uzlaşma ile çözüm bulunması nasıl sağlanabilecektir? Prof. Emre Kongar NTV'deki "Yorum Farkı" programında ve Cumhuriyet'teki köşesinde türbanın serbest bırakılması halinde, türbansızların karşı karşıya kalacakları çevre baskısını dile getirdi. Türban konusundaki anketi gerçekleştiren Konda ekibinin başında olan Tarhan Erdem de aynı konudaki kaygısını açıkladı. Türbanın siyasal bir simge olduğu hem Türk hem AİHM yargı kararlarında olduğu gibi, anketten de aynı doğrultuda bir sonuç çıkıyor. Bir siyasal simgeyi dinsel tabuya sarmalayarak kamusal yaşamın ortasına oturtmayı öngören bir çözümü önereceksiniz, öte yandan da, çeşitli yollarla devlet kadrolarını belirli bir görüşün insanlarıyla dolduracak, bunun yasal yollarını (tabii ki, hukuka ve anayasaya aykırı olarak) açacaksınız, eğitimin dinselleştirilmesini anaokuluna kadar indirecek, sonra da başını örtmek istemeyen insanların özgürlüğünü koruyacaksınız. Nasıl olacak? Bu gidişle değil başını örtmeme özgürlüğünün güvenceye alınması, bu istemin dile getirilmesine cesaret edilebilmesi bile anaksızlaşacaktır. Türkiye'de laiklik tarihe karışıyor. Artık kimse demokrasiden söz etmesin! ______________________________________________ Ali SİRMEN / 11.12.07

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.

Configure browser push notifications

Chrome (Android)
  1. Tap the lock icon next to the address bar.
  2. Tap Permissions → Notifications.
  3. Adjust your preference.
Chrome (Desktop)
  1. Click the padlock icon in the address bar.
  2. Select Site settings.
  3. Find Notifications and adjust your preference.