Zıplanacak içerik
View in the app

A better way to browse. Learn more.

Tartışma ve Paylaşımların Merkezi - Türkçe Forum - Turkish Forum / Board / Blog

A full-screen app on your home screen with push notifications, badges and more.

To install this app on iOS and iPadOS
  1. Tap the Share icon in Safari
  2. Scroll the menu and tap Add to Home Screen.
  3. Tap Add in the top-right corner.
To install this app on Android
  1. Tap the 3-dot menu (⋮) in the top-right corner of the browser.
  2. Tap Add to Home screen or Install app.
  3. Confirm by tapping Install.

DİPNOT

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

DİPNOT tarafından postalanan herşey

  1. DİPNOT şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Güncel Konular
    Evet her ikiside tabiki sevilir ve ben de hiçbirzaman birini seçemezdim... Fakat şu handa durum anne baba sevgisinden öte bir aydınlık ve karanlık ikilemidir ki iki ucuda ........ değnek... Ama ne yaparsın işte... Sol elimde bir karış var, kimin alnı rastgelirse diyorum... Sevgi ve saygılarımı sunuyorum..
  2. DİPNOT şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Güncel Konular
    Adam oruçlu.. İftar sofrasına oturmuş.. İlk lokma için ezanın okunmasını bekliyor.. Çocuk, babası adına, evin penceresinden görünen minarenin şerefesini gözlüyor.. Müezzin elini kulağına atmış, ezana başladı başlayacak... Baba, midesi guruldayarak soruyor: - Oğlum ne haber?.. Çocuk: - Eli kulağında baba!.. "Eli kulağında" Bugün; Her gün sabah akşam darbe edebiyatı havanında su dövenler, sivil darbeyi yürütürken askeri darbe yoluna taş döşediklerinin farkında mıdırlar?.. Burası Türkiye 'Herşey olabilir' Sevgili Yersoy arkadaşımı anlıyorum bugün dincilerin sivil darbelerine karşılık bir askeri darbe'de pekala olur... Şimdi soralım yorumcu arkadaşlara... Dinci sivil darbemi? Askeri darbemi?
  3. Bugün Türkiye'nin egemenliği elden giderken, tepedekiler (A KEPE) insafsızca "kadın örtünmesini" dayatmaya çalışıyorlar.... El insaf, el insaf yahu... Bu neye benziyor biliyormusunuz... Fatih İstanbul'u alırken Bizanslı papazların "Meleklerin kanadını" tartıştığı noktadayız bugün hep birlikte... Haydi çarşafınız, beziniz, takkeniz büyük olsun... Ne diyelim... Ya çözüm... Din tacirlerinin bu konuda ki ikiyüzlülükleri bitirilmeli, Müslüman halk rahat bırakılmalıdır. İslâm, siyasetin oyuncağı olmaktan çıkarılmalıdır. Bu konu mutlaka halledilmeli ve halkın bir kısım aydına güvensizliği giderilmelidir. Kadın örtünmesinin siyasal simgesi olan başörtüsü vb. giyim tarzları seçim yatırımı olmaktan çıkarılmalıdır...
  4. Sevgili sardunya... Öncelikle teşekkürler... Biliyorsun hepimizin gözden kaçırdığı birtakım değerler var.. Din üzerinden siyaset yapmak ne kadar tehlikeliyse, din üzerinden muhalefet yapmak da o kadar tehlikeli. Dünya’ya örnek olacağız diye övünürken en kötü örnek olmaya doğru gidiyoruz. Arı kovanına çomak sokmayanımız kalmadı gibi. Ve hepimiz ateşle oynuyoruz sanki. Evet Gerçekten bu gidiş kötü. Hele yangına körükle gidiş daha kötü. Türk insanı, bulunduğu yerin ve bulduğu nimetin kıymetini bilip şükretmeyi öğrenemedi. İlle de başına bir dert arıyor. Böyle mi olacaktı yıldırımlar yaratan bir ırk’ın ahfâdı? Ne dersin?...
  5. Bu güzel paylaşımlar için yürekten teşekkürler sevgili Efendi Türkler ve Sevgili yayamaz kanımca... Cesur kaleminizi, aydınlık düşüncelerinizi ve bizlere ışık olan paylaşımlarınızı eksik etmeyin... Sevgi ve saygılar...
  6. UZLAŞ UZLAŞ… NEREYE KADAR?... Türkiye'ye bir kaftan biçiliyor: Ilımlı İslam. Bu bir "mahalle baskısı" değil, Türkiye'ye Ortadoğu'da kendi çıkarlarına uygun bir rol vermek isteyen güçler ile politikalarını bu güçlere ve bu role bağlayan ülke içi kesimlerin tasarrufu. Kısacası, "emperyalizm baskısı". Güvenilen dağlara da karlar yağdıktan sonra, özellikle aydın kesimler içinde yoğun bir karamsarlık havası hakim. Karamsarlık iki tür sonuca yol açıyor: Birincisi içe kapanma ve kaçış; ikincisi ise uzlaşma. Birincisi daha çok kendine zarar verirken, ikincisi hem kendine hem de topluma zarar veriyor. Geçtiğimiz sayının kapak dosyası "Bilim ile din uzlaşır mı?" sorusunu tartışıyordu. Oldukça ilgi çekti. Elinizdeki sayının kapak dosyası ise bir kez daha Evrim. Her birinde farklı boyutlarıyla da olsa, Bilim ve Gelecek'te döne döne bu konuları işliyoruz. Biliyoruz, bazı dostlarımız, benzer konuların bu kadar sık ele alınmasını eleştiriyorlar, gereksiz ve faydasız buluyorlar. Biz bu görüşü benimsemiyoruz. Hele ülkemizin içine girdiği dönem göz önüne alındığında, bilim dışı gerici akımlara karşı bilimsel düşünceyi savunmanın daha da yakıcı bir görev olduğunu düşünüyoruz. Kaldı ki, dergimizin gerek sürekli gerekse zaman zaman okuru olan kesimler de bu dosyaları daha büyük bir ilgiyle izliyorlar. Bunu, bize ulaşan iletilerden, çeşitli ortamlarda yaptığımız tartışmalardan ve satış rakamlarından biliyoruz. Bu olgunun çok basit bir nedeni var: Yakıcı ve öne çıkan sorun budur. Toplum, her düzeyde ve düzlemde bu sorunu tartışıyor, yaşıyor. Bilim kurumları, bilim insanları ve bilim okurları da yaşamın dışında değiller; üstüne üstlük bu sürecin dolaysız tarafı konumundalar. Çünkü tartışma -bizim düzlemimizde- dinsel düşüncenin mi yoksa bilimsel düşüncenin mi yaşamı düzenleyeceği üzerinedir. Bilim, ister istemez bu sürecin muhatabı olmak zorunda. Eğer varlığını korumak istiyorsa… Türkiye'ye bir kaftan biçiliyor: Ilımlı İslam. Bu bir "mahalle baskısı" değil. "Mahalle"nin bu süreçte hiçbir suçu yok. Hiçbirimizin, bir parçası olduğumuz halkımızın dini inançlarıyla, gelenekleriyle bir alıp veremediği yok. Bunlar, dönüşümü yüzyıllar alacak kültürel ve sosyal olgular. Ülkemize sözünü ettiğimiz kaftanı biçenler halkımız veya "mahallemiz" değil. Türkiye'ye özellikle Ortadoğu'da kendi çıkarlarına uygun bir rol vermek isteyen güçler ile politikalarını bu güçlere ve bu role bağlayan ülke içi kesimlerin tasarrufudur söz konusu süreç. Kısacası, bir "mahalle baskısı" ile değil, "emperyalizm baskısı" ile karşı karşıyayız. Türkiye'nin demokratik ve aydınlık birikimi tehdit altındadır ve bu tehdidin kaynağı da emperyalizm ve işbirlikçileridir. Bunu tespit etmek ve tavrımızı belirlemek zorundayız. Güvenilen dağlara da karlar yağdıktan sonra, özellikle aydın kesimler içinde yoğun bir karamsarlık havası hakim. Karamsarlık iki tür sonuca yol açıyor: Birincisi içe kapanma ve kaçış; ikincisi ise uzlaşma. Birincisi daha çok kendine zarar verirken, ikincisi hem kendine hem de topluma zarar veriyor. Ünlü müzisyenimiz Fazıl Say'ın "Azınlıkta kaldık, ülkeyi terk edebilirim" biçimindeki "çığlığı" ilk tavra bir örnektir. "Mahalle baskısı" söylemi de benzer tavra örnek gösterilebilir. Emekçi halka, alt sınıflara, yani mahalleye öteden beri uzak kalmış aydınlarımızın ve çareyi yukarılardaki bazı odaklardan bekleyen ama hayal kırıklığına uğrayan geleneksel orta sınıf mensuplarının, iyi niyetli ama hedefi şaşırmış tepkileridir bunlar. Baskıyı yapan esas güce karşı birleşmesi gereken iki kesimin (eski konumlarını kaybeden orta sınıflar ile giderek yoksullaşan emekçi kesimler) birbirinden daha da uzaklaşmasına yol açan bilinçsiz tepkiler. Bu tavır, nispeten daha kolayca düzeltilebilir. Ciddi bir muhalefet odağı yaratılabilirse, bu kesimlerdeki karamsarlık, mücadele azmine dönüştürülebilir. Kaldı ki Fazıl Say da, birkaç günlük bocalamadan sonra, "memleketin terk edilemeyeceği ve mücadele etmek gerektiği" noktasına ulaşabilmiştir. Nasıl ve ne tür bir politik stratejiyle mücadele edileceği sorunu bu derginin çerçevesini aşıyor. Bu konuyu Müdahale dergisinin Ocak sayısında geniş olarak tartıştık; ilgili okurlar tartışmaya o düzlemden katılabilirler. Fakat uzlaşma tavrı daha tehlikeli; dolayısıyla daha sert bir tepkiyi hak ediyor. Çünkü, mücadelede öncülük yapacak olan kesimlerin zihnini bulandırıyor. Çok yakınımızdan bir örnek vermek istiyoruz. Mevlâna; Mevlâna'ya sınıfsal, sosyolojik ve politik konumu göz ardı edilerek övgüler düzülüyor, ama bu o kadar önemli değil; bir tarih ve sosyoloji tartışması, yeri geldiğinde yaparız. (bkz. Yrd. Doç. Dr. Nuri Şimşekler'in "Mevlâna ve bilim" başlıklı yazısı.) Şimşekler makalesinde "müthiş" iddialarda bulunuyor. Örneğin, Mevlâna dünyanın yuvarlak olduğunu ve döndüğünü Kopernik ve Galilei'den 400 yıl önce ortaya çıkarmış. Ayrıca, Newton'dan 500 yıl önce yerçekimi kanununu da bulmuş. Yine Mevlâna, bilimin ancak Görelilik ve Kuantum kuramlarıyla 20. yüzyılda ulaşabildiği "atom, hareketi, yapısı ve patlaması"na ilişkin gerçeklere vakıfmış. Mevlâna, bunlarla da kalmayıp, canlıların hücrelerden oluştuğunu ve hatta bu hücrelerin yapısının nasıl olduğunu (bal peteği biçiminde altıgen!) da biliyormuş. Şimşekler'in iddiasına göre "gizemli bilim adamı" Mevlâna, bilim dünyasının en taze keşiflerine yüzyıllar öncesinden malikmiş! Şimdi burada Şimşekler'in makalesini ciddiye alıp da tartışmanın bir anlamı yok. Bilimden biraz nasibini almış her okur, Mevlâna'nın Mesnevi'sindeki beyitlerin Kuran'a da girmiş olan Batlamyus'un evren modelini yansıttığını, Mevlâna'dan neredeyse 2000 sene önce yaşamış Anadolulu materyalist filozofların çok daha gelişmiş düşünce ve gözlemlerinin bulunduğunu, bu beyitlerin Bilimsel Devrim'in bulgularıyla ilişkilendirilmesinin Harun Yahyavari bir şarlatanlık örneği olduğunu hemen fark edebilir. Şimşekler'in bilimsel düzeyi de makalesinde yaptığı atıflardan anlaşılıyor (örneğin Zafer ve Çağrı dergileri). Sorun şurada: Böyle bir makale nasıl olup da sol görüşlü ve materyalist olduğunu iddia eden bir "bilim" dergisinde yayınlanabilir? Hem de kapak dosyası içinde, hem de hiçbir açıklama yapılmadan, eleştiri getirilmeden, yani benimsenerek. İşte tartıştığımız ve tehlikeli bulduğumuz tutum budur. Bilim dışı düşüncelerin, hurafelerin, safsataların ve şarlatanlıkların -belki politik kaygılar gereği- nerelere kadar girdiğinin ve yayıldığının çarpıcı bir örneğidir bu. Bilim ve Ütopya'nın, çoğunu yakından tanıdığım ve bilimsel tutumlarından şüphe edemeyeceğim Yazı Kurulu üyeleri, bu makaleyi nasıl onaylamış ve nasıl içlerine sindirebilmişlerdir? Bu isimler "mahalle sakini" değildirler; her biri önemli üniversitelerimizin değerli bilim insanları! Dinsel düşünce ve hurafe, işte bu yollarla toplumun hücrelerine nüfuz etmektedir. Mücadele etmesi gereken kesimlerin, çeşitli kaygılar sonucu uzlaşması, görmemesi, yok farzetmesi ile… Ilımlı İslam böyle böyle gelmektedir Türkiye'ye. Tabii eski dostluğumuz ve görgümüz gereği, sadece "Ayıp!" diyebiliyoruz. Bilim ile Din, Evrim ile Yaratılış uzlaşabilir mi? Uzlaşmaz, ancak uzlaşmaya zorlanabilir! Gerici ve emperyalist politika bu "zor"u gündeme getirmektedir. Çok çeşitli gerekçeler ileri sürerek bu uzlaşmanın yolunu döşeyen değerli dostlarımıza, bilim insanlarımıza bir noktayı anımsatmak istiyoruz: Bu sizin özgür düşünceniz değil, "zor" ile uzlaşıyorsunuz! Bunun sonu bilimden vazgeçmektir. Bilim ve Gelecek, "Dünya dönüyor" demeye devam edecek. Çünkü gerçekten Dünya dönüyor. Bilimci her şeyden vazgeçebilir, gerçeğe olan aşkından vazgeçemez. Bu tutumu ısrarla almamızın nedeni çok kahraman olmamız falan değil. Don Kişot da değiliz. Tek bir güvencemiz var: Mahallemiz! Mayası sağlamdır bizim mahallemizin. Çok görmüş, çok geçirmiştir. Bilgedir, çok badire atlatmıştır. En az 10 bin yıllıktır… Mahallemiz henüz baskısını göstermedi. Öyle adım başı değil, yüz yılda bir gösterir. Yakındır… ______________________________________________________________ Sevgili E. Helvacıoğlu'na sevgi ve saygılarımızla..
  7. Araya girerek tabiki sade inancını yaşayanlara sözümüz yok ama 60 yıldır iktidarda olan inanç sahiplerinin yaptıkları bizlerin düşünceleri arasında uçurumlar kadar fark yarattığını görmezden gelemeyiz... Bakın farklar neler... 1- Din, insanları "kimi işbirlikçilerin kulları haline dönüştürerek" , gözlerini bağlayıp gütmek için bir araç olarak kullanıldı ve istismar edilmedimi?... 2- Ekenomik anlamda "bütün iktisadi değerlerin yeniden bölüştürülmesi ve modern köleliğin finansmanı için işlev görmedimi?". 3- 80 yıllık kamusal birikimler, "batan değil, batırılan geminin malları gibi" haraç mezat satılmaya başlanmadımı? 4- Bugün bile halen Türkiye Cumhuriyeti'nin, sosyal devletin, sosyal birikimlerin tasfiyesi, "piyasanın sihirli eli ile" yürütülmüyormu?... 5- AKP hükümeti serbest piyasa üzerinden hem ABD ve AB'nin taleplerini yerine getiriyor hem de kendi özel finansmanını sağlamıyormu?... 6- Nereye kadar? Gittiği yere kadar; gittiği yer de zaten onların (ve Batı'nın) kafalarında öngördükleri düzen olduğu için "Benden sonra tufan" demiyorlarmı?... (o yeni düzende herşeyin istedikleri gibi olacağını düşünüyorlar...) 7- George Bush zaten bu konuda sinyaller vermeye başladı bile. "Müslüman bir demokrasi (!)Batı ile yoğun işbirliği içinde bir İslam devleti" sözleri Bush'un ağzından düşmüyormu?... (Eeee tabiki bunun sonucunda da Cumhuriyet yok, laiklik yok ve tabii bağımsızlık hiç yok. Üstelik birkaç parçaya ayrıştırılmış bir ülke) Bugün bu eksen etrafında dönmüyorlamı... 8- Serbest piyasa ve din AKP tarafından yeniden yapılanmanın temel araçları olarak kullanılmakta değilmidir?... 9- Kısacası, Batı emperyalizmi bölgedeki planlarının senaryosu ve bu senaryoda din ve piyasa yine başköşeye oturtulmamışmıdır. Hatta, iktisadi piyasanın bir din piyasası haline dönüştürüldüğünü söylemek yanlış olmadığını söyleyebilirmisiniz... Eee sonuç... Bugün bu eksende ırkçılığın dinle beslendiğini, Sıvas katliamının , kanlı pazarın, Kahramanmaraş 'ın, Malatya katliamının, Trabzon'daki rahip cinayetinin aynı dinci-faşist damardan beslendiğini, siyasal erkin "tarikat evleri" ni nasıl koruyup kolladıklarını neden göremiyoruz?... Yine dincilerin "katil üreten" anlayışın Muammer Aksoy' dan Uğur Mumcu' ya; Bahriye Üçok' tan Ahmet Taner Kışlalı 'ya; Çetin Emeç' ten Hrant Dink'e; Musa Anter' den Necip Hablemitoğlu'na dek hangi zincirin halkalarında olduğunu göremiyormuyuz... Saygılar...
  8. Durum böyle giderse birbakmışsınız bir gün; Başı açık dolaşmanın Türk gelenek ve göreneklerine aykırı olduğunu, genel ahlak ve adaba aykırı olduğunu ileri sürerlerse hiç şaşmam... Çözüm mü?... O gün gelmeden, ne yapıp yapıp erkekleri çarşafa sokmak gerek!
  9. Katkı ve paylaşımlarınızdan dolayı bende teşekkürederim sevgili isyancı.. Saygılar... Türk Ulusu olarak, artık bu oyunların farkında olmamız gerekiyor. Geç kalmanın, adamsendeciliğin, Laik Cumhuriyet karşıtlarından başka, hiç kimsenin işine yaramayacağı kesin… -Ders Kitapları'ndan Atatürk ve O'na ait bütün değerlere ilişkin bilgileri çıkaracak kadar gözü dönmüş, -Çağdaş Hukuk yerine Mecelle özlemi içinde olan ve Danıştay Yargıçları'na hitaben; 'Efendi! O senin işin değil, Ulema'nın işi…' diyebilecek kadar gemi azıya almış, -Atatürkçü Eğitim yuvalarını medreselere çevirme hayaline kapılmış ve her fırsatta İmam Hatipliler konusunu gündemde tutmaya çalışan, -Çankaya gibi, Mustafa Kemal Atatürk'ün en son mekanındaki Atatürk Resimleri ile Devrimleri anlatan Tabloları, karanlık ve nemli dehlizler ile depolara istifleyen, Modern anlayıştan uzak, çağdışı bir zihniyetten, öncelikle türban dayatmasıyla başlayıp, muhtemelen ardından kadınlarımıza kara çarşaf giydirme dayatmasını öne sümekten başka ne bekleyebilirsiniz? -Bunun arkasından Kara Çarşaf'ın, Peçe'nin, Sarık ve Cüppenin, hatta Fes'in milli kıyafet olarak dayatılmasına tanık olabileceksiniz. Sakın şaşırmayın! Hedeflerinde; Atatürk ve O'na ait olan bütün değerlerin yok edilmesi, unutturulması vardır. Bundan kimsenin şüphesi dahi olmasın!
  10. Tezgâh tamam!.. İşaret fişeği atıldı... Valiler Tayyip Bey'in buyruğunu dinliyorlar... Tayyip Bey valilere diyor ki: "Ev ev dolaşın, fakirleri mutlu edin..." 12 Eylül'ün cuntacı paşaları "örgütsüz bir toplum" yaratmayı başardı. Siyasi Partiler Yasası'nı değiştirdi. Demokrasiyi iğdiş etti... Kime yaradı bu değişim? Dinci-faşist siyasi oluşumlara, tarikat şeyhlerine Cumhuriyet düşmanlarına... Örgütsüz bir toplum son altı yıl içinde yoksullaşınca AKP formülü buldu: " Sadaka toplumu!" Yoksulluk hem dinci damarı besler hem de ırkçı. Terör, yoksulluğun bulunduğu coğrafyalarda kaynak bulur, beslenir. Eh, ABD için iyi fırsattır bu!.. Kendi denetiminde bir dinci-faşist iktidara istediğini yaptırır. Burada bir anımsatma yapayım: ABD'nin 1970 'li yıllardaki "Yeşil Kuşak Projesi" Sovyetler Birliği'ni çökertmek için hazırlanmıştı... Proje tutmadı, İran mollalara teslim oldu. O dönem İran'daki "Soros çocukları" solculuk adına mollaların yanı başındaydı... Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya , Cumhuriyetin temel kazanımlarını yok saymanın, 85 yıllık kazanımlarını yok saymanın , özgürlüğü, çağdaşlaşma yerine dini esaslar kapsamında ele almanın yarar getirmeyeceğini söylüyor... 19 Eylül 2007' de de çok önemli bir açıklama yapmıştı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Yalçınkaya: "Siyasi parti, laiklik ilkesini değiştirme amacına gidemez, aksi halde sorumlu olur." Bu ikinci uyarıdır... Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı zaten Tayyip Bey'in İspanya'da yaptığı konuşmanın bantlarını almış, incelemeye başlamıştır. Ben, laik Cumhuriyete kafa tutan çok siyasetçi gördüm, ama şimdi adlarını bile unuttum. Avantanın, çıkarın, rüşvetin, riyakârlığın, bencilliğin, yalakalığın geçerli olduğu toplumlarda halkın uyanışı bazen gecikir... Ama dev uyanırsa!.. O zaman ne olur? Tayyip Bey'e İzmir Eşrefpaşa ağzıyla şöyle seslenmek istiyorum: "Fazla efelenme, dayılanma bizim oğlan, dev uyanırsa paçaların tutuşur, kaçarsın!" MHP'nin "sıkmabaş" la ilgili önerilerine gelince... Öneri çok tehlikelidir; laik demokratik rejimi yıkmaya çalışanların ekmeğine yağ sürecektir... Acaba Devlet Bahçeli ve Oktay Vural bunun farkında mı? Tayyip Bey, Devlet Bahçeli'yi ve MHP 'yi yanına alarak tehlikeli bir oyunun içine giriyor... Bekleyelim, göreceğiz!.. ____________________________ Cum. 19.01.2008
  11. Bana göre burda özgüven ile ilgili hiçbirşey yok... Olsa olsa itaat, hizmet etme, kulluk var... Ne demek şimdi peygamberiniz uzanır, Allah gerçeği söylemekten utanmaz... Ne alaka... İnanılır gibi değil bütün bunlar... İşan aslı yukarıda da belirtildiği gibi şu..
  12. Kadın Neden Örtünmeli?... Eğer konu cinsel dürtülerle bağlantılı ise erkek neden örtünmüyor sorusu da akla gelmelidir. Erkek örtünsün ve kadın baştan çıkmamak için onu göremesin! Bunu böyle ortaya koyduğumuzda, örtünmeyi kadının üzerine yüklemek kadına bakışın özünü yansıtmaktadır. Prof. Dr. M. Orhan ÖZTÜRK Bir Ortaçağ toplumunu aydınlanmış topluma dönüştürmek için köklü önlemleri büyük bir yüreklilikle ortaya koyan Atatürk devrimleri, en başta kadının toplumdaki yerini yüceltmeyi amaçlamıştı. Kentleşmiş toplumun kimi kesimlerinde bu amaç bir oranda gerçekleşti. Ancak, uygarlığın en temel koşullarından olan kadın-erkek eşitliği ve kadına toplumda verilen yer bakımından bu ülkenin daha çok yol alması gerektiği de açıktır. Son günlerin siyasal çekişmeleri arasında bu toplumda kadın-erkek eşitsizliğini en belirgin biçimde türban konusu simgeleştiriyor. Türbanın toplumda bu denli ağırlık kazanması derinde kadına, bilinçli ya da bilinç dışı yaygın bir bakışın, bir tutumun süregeldiğini gösteriyor. Demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi söylemlerle bu bakışın, bu tutumun üstü örtülü tutulmaya çalışılmaktadır. Bir başka deyişle, türbanın somut yapısı kadınları örtmek için kullanılırken türbanın simgeleşmiş yapısı da erkeklerin kadına bakışının ve tutumunun üstünü örtmektedir. Kadının örtünme gereksinimi ya da örtünmeye zorlanması dinsel bir inanca bağlı olsa bile, örtünmeyi zorunlu kılan bu inancın altında yatan bilinç dışı tinsel süreçleri tanımaya çalışmakta yarar görüyorum. Bunları tanıyabilirsek, altta yatan insan anlayışının temel niteliğini bir oranda anlayabiliriz. İslam bilimcileri arasında kadının örtünme zorunluluğu tartışmalı bir konu olsa bile, hem toplumun dine içtenlikle inanan kesimlerinde, hem dini siyaset ya da başka çıkarlar için sömüren çevrelerde kadının örtünmesi önemli bir değer taşımakta, uygulanmaktadır. Son 20-30 yılda bu uygulamanın siyasal bir anlam da yüklenmesi yapacağımız çözümlemeyi (tahlil) değiştirmez. İslam tarihçileri örtünmenin ortaya çıkışını, gerekçelerini incelesinler, ben konuya bilinç dışının psikolojisi açısından bakmak isterim. Yalın dille konunun özü şudur: Kuran'da açıkça yazılmış olsun olmasın, İslam toplumlarında yaygın dinsel inanışa göre kadın, erkeklerin karşısında örtünmelidir. Neden? Çünkü kadın saçlarını, boynunu, derisini açık tutarsa onu gören erkeğin cinsel dürtülerini uyarabilir, erkeği baştan çıkarabilir, dolayısı ile de kendisi baştan çıkabilir. Erkek ona cinsel duygularla bakarsa, gözle yapılan cinsel ilişki (göz zinası) söz konusu olabilir. Konuya böyle baktığımızda, kadının örtünmesi hem erkeği, hem kadını korumuş oluyor. Nasıl? Kadının kendisini baştan çıkarıcı olmaktan, dolayısıyla da baştan çıkarılmaktan, erkeği de baştan çıkmaktan, baştan çıkarıcı olmaktan koruyor. Böyle bir korunmaya gereksinimin özünde insana temel bir bakışın anlamı yatmaktadır: Bu temel bakışa göre, kadın ve erkek, birbirlerini görünce baştan çıkmaya, çıkarmaya, çıkarılmaya eğilimlidir, hazırdır. Hem erkek, hem kadın kendi cinsel dürtülerini denetim altında tutamaz, kendini dürtülerine kolayca kaptırabilir. Gene bu temel bakışa, anlayışa göre insanoğlu özünde cinsel, dürtüsel eğilimlerini denetleyebilmede güçsüz bir varlıktır. Ancak kutsal bir inancın gücü ve kadının örtünmesi ile bu dürtüsel eğilimler denetim altında tutulabilir. Örtünmeyi zorlayan inanç İşte bu noktada, bu bakış biçimi, kişilik gelişimi ile ilgili çağdaş ruhbilim bilgilerine ters düşmektedir. İnsan geliştikçe, olgunlaştıkça, onun özbenliği hem çevreden, hem içsel dürtülerinden göreceli özerklik kazanabilmektedır. Bir başka deyişle insanoğlu, çevresine uyum sağlayabilmek için iç dürtülerini, gereksinimlerini (özellikle cinsel dürtülerini) bekletebilmeyi öğrenmektedir. Çocukluktan kalma dürtülerine bağlı enerjiyi cinsellikten ya da saldırganlıktan soyutlayarak topluma yararlı, yaratıcı etkinliklere dönüştürme (yüceleştirme) yetilerini geliştirebilmektedir. İnsanoğlu, hayvanlardan farklı olarak, cinsel dürtülerini ertelemeyi, eğitmeyi, uygun zaman, uygun yer, uygun eşle doyurmayı öğrenebilmektedir. Örtünmeyi zorlayan bir inanç, insanın bu tür bir gelişim gösterebileceğini kabul etmiyor. Diyor ki, insan kendi cinsel dürtülerine ve çevredeki uyaranlara (örneğin başı açık kadın) karşı özünde zayıftır; çevredeki uyaranlara ve cinsel gereksinimlerine boyun eğmek zorundadır. İnsanda bu cinsel dürtüler varken karşı cinsten olan kişiyi cinsellikten soyutlanmış biçimde göremez. Örneğin, bir balerinin estetik dansına, bir ressamın çıplak kadın tablosuna cinsellik dışı duygularla bakması olanaksızdır. Sokakta, işyerinde, toplum içinde örtünmeyen kadınların hepsi erkeğin karşısında ancak cinsel bir nesne olarak görülebilirler. Bu insan anlayışına göre, insanın cinsel dürtüleri karşısında yenik düşmesi kaçınılmazdır. Bu nedenle de dinsel kurallar ve uygulamalar ile denetim altında tutulması zorunludur. Güvensizlik duygusu Konunun, aynı anlayışa dayanan bir başka yönü erkek egemen toplumda erkeğin kadına karşı kıskançlık duygusuyla ilgilidir. Bu duygunun altında erkeğin kendi erkekliğine güvensizliği yatmaktadır. Erkeğin, özellikle cinsel açıdan güven duyabilmesi için kadına kesin egemen olması ve başka erkeklerin bakışlarından kadını uzak tutması gerekmektedir. Bir başka deyişle erkek, eşini yeterince korumadığı, yani bakışlara karşı onu örtmediği sürece eşine karşı güvensiz bir konumdadır. Eşi aldatabilir, aldatılabilir. Erkek, kadını kendi egemenliği altında tutarak ve onu örterek özgüven eksikliğine bağlı kıskançlık duygusuna karşı kendini bir oranda korumuş olmaktadır. Böyle bir durumda, erkeğin erkeklik duygusu kadının ona boyun eğmesine, onun egemenliği altında kalmasına bağlı olmaktadır. Kimi dinsel kurallar da (türban gibi) bu erkek egemenliğini sürdürmek için kullanılmaktadır. Böyle bir durumda erkek kimliği büyük oranda kadın üzerinde egemen oluşuna bağlı kalmakta, bu da gerçek özgüven duygusunun gelişimini güçleştirmektedir. Denetim önce kadına uygulanmalıdır Eğer konu cinsel dürtülerle bağlantılı ise erkek neden örtünmüyor sorusu da akla gelmelidir. Erkek örtünsün ve kadın baştan çıkmamak için onu göremesin! Bunu böyle ortaya koyduğumuzda, örtünmeyi kadının üzerine yüklemek kadına bakışın özünü yansıtmaktadır. O da kadının temelde daha güçsüz, dürtülerine kolayca kapılabilir olduğu sanısıdır. Denetim her şeyden önce kadına uygulanmalıdır; çünkü kadın dürtülerini denetleyemez, kolayca baştan çıkabilir ve baştan çıkarıcı olabilir. Bu noktada kadına karşı erkeğin kuşkucu, güvenmeyen, paranoyak, kıskanç tutumu ve kendi özgüvensizliği açıkça belli olmaktadır. Şunu iyi bilmemiz gerekir ki, kadına güven duymayan, onu güçsüz, aşağı gören, onu sürekli denetim altında tutmaya çalışan, kendi dürtüselliğinin sorumluluğunu da kadına yükleme eğiliminde olan erkeğin temel sorunu kendi özgüven duygusunun eksik oluşudur.
  13. DANIŞTAY'DAN ÇOK SERT AÇIKLAMA 18 Ocak 2008 22:55 Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir. Bu dört nitelik, Cumhuriyetin değiştirilemeyecek, değiştirilmesi teklif bile edilemeyecek anayasal temel hükümleridir.
  14. Laikler Papa'yı üniversiteden kovdu... 16. Benediktus'u tiye alan kartondan yapılmış Papalık külahları üzerine "Üniversite laiktir", "Papalığa hayır" sloganları yazan öğrencilerin Papa'nın üniversitede konuşmasını engellemesi ülkede şok yarattı. 145 bin öğrencisi bulunan üniversitede "Papalığa karşı açılan laiklik bayrağı", İtalya'da '70'li yıllardan bu yana kaydedilen en büyük öğrenci hareketi. Papa'nın "konuşma yapmak istediği bir mekândan dışlanması" da Çizme'nin 150 yıllık tarihinde bir "ilk"! Avrupa'nın en büyük üniversitesi "La Sapienza" nın öğrencileri (145 bin öğrenci); köktenci Papa XVI. Benediktus' u tiye alan kartondan yapılmış Papa'lık külahları üzerine yazdıkları bu sloganlarla Vatikan'a geçit vermedi! Üniversite rektörlük binasını işgal eden öğrenciler; günler öncesinden başlattıkları "dincilik dayatması başkaldırısından" beklenmedik bir zaferle çıkarak Papa Ratzinger'in üniversiteye adım atmasını engellediler. Üniversitede "Papalığa karşı açılan laiklik bayrağı" , İtalya'da '70'li yıllardan bu yana kaydedilen en büyük öğrenci hareketi. İtalyan toprakları üzerinde Papa'nın "konuşma yapmak istediği bir mekândan dışlanması" da Çizme'nin 150 yıllık tarihinde gerçek bir "ilk" ! 'Papa'ya tokat!' manşetleri Bazı yayın organlarında "Papa'ya tokat!" manşetleriyle verilen olay, ülkede "şok" yarattı. Sağ eğilimli gazeteler "Jakoben laikliğin, laikçiliğin geldiği nokta işte budur!" diye veryansın ederken; "devlet içinde devlet" sayılan Vatikan'a bindirmekten çekinen İtalyan merkez-basını, gelişmeyi etliye sütlüye dokunmamak hesabına birinci sayfalarında "Papa, Sapienza'da konuşmaktan vazgeçti!" şeklinde orta yollu manşetlerle geçiştirmeye çalıştı. Her şey "Sapienza Üniversitesi" Rektörü'nün geçen kasımda, yılın ilk konuşmasını yapmak üzere Papa'ya çıkardığı davetle başladı. İtalya'da büyük mücadelelerin ardından ancak çeyrek yüzyıl önce legalleşen "kürtaj özgürlüğü" nün yanı sıra, "kök hücre denemeleri", "suni döllenme", "eşcinsel evlilikleri" gibi "siyasi alanla tanımlanan" tüm konulara giderek müdahil olan ve parlamento dahil tüm ülke kurumlarında "boy göstermeye" çalışan Papa'nın müdahalelerinden daralan üniversite camiasında bir grup öğretim üyesi ve öğrenciler, bu davetten duydukları sıkıntıyı ilk günden beyan ettiler. Bilim dünyasının önde gelen isimlerinden biri olan Marcello Cini adında bir "fizik profesörü", Papa'yı davet eden rektöre derhal bir açık mektup göndererek "üniversitede yapılacak 'akademik yıl konuşmasının' hiç uygun olmadığını" belirtti. Bir grup doçent ve öğretim üyesi, Cini'nin itirazına topladıkları imzalarla arka çıktı ve üniversitede "Papa karşıtı kampanya" başlattılar. 'Papa Türkiye'de bile konuşmuştu...' Üniversitede baş gösteren rahatsızlığı son güne dek görmezden gelen ve göz ardı eden Vatikan, konu isyana dönüşene dek savsakladı. Sarkozy gibi devlet başkanlarının Papa'nın ayağına gidip neredeyse icazet aldığı, eski İngitere Başbakanı Tony Blair 'in "AB Başkanlığı" nı elde etmek uğruna, âlâ ve vâlâyla bunca yıl sonra mezhep değiştirip Katolikliği kucakladığı bir devirde, Vatikan bir bilim yuvasından böyle bir "tokat" beklemiyordu! Yerleşik düzen öyle sarsıldı ve şaşırdı ki şöyle yorumlar bile yapıldı: "Nasıl yani? Papa Türkiye'de bile gidip konuşmuştu, Sapienza'da mı konuşamıyor?" Telaşla yapılan bu "Papacı yorumlar" , tabii Ratzinger'in gerçekte Türkiye'de de istenmediğini; Papa'nın ilk teşebbüsünün Sezer tarafından geri çevrildiğini, dayatmacı ısrarlar üzerine sonunda "protokol icabı" eli mahkûm kabul edilen ziyaretin eşi benzeri görülmemiş "ağır güvenlik önlemleri" altında geçtiğini göz ardı ediyorlar... Bilim-din çatışması Papa'nın Sapienza'da yapmak isteyip yapamadığı konuşma "bilim ve din", "dinin seküler yaşama artan müdahaleleri ile laiklik" arasındaki çekişmenin örneği olarak gösteriliyor. Olayı "Papa'ya tokat" diye görenler, "Laikler işte böyle Jakoben ve tahammülsüzdür! Demokrasilerin en temel kuralı olan özgür düşünce ve ifade özgürlüğünü kale almıyorlar!" diyorlar... Son yıllarda gitgide "marjinalleşen" laiklik kalelerine sahip çıkmaya çalışanlar ise "Bunun ifade özgürlüğü ile ne alakası var!" diyerek yanıt veriyor: "Papa geliyor ve din adına savunduğu konuları bizlere 'tartışılmaz, mutlak gerçekler' olarak sunuyor. Bilimde mutlak gerçeğe yer olamaz. Bilim, tartışmaya açıktır. Papa, bizimle diyalog değil monolog yapmaya kalkışıyor. Monolog, demokrasi adına kabul edilemez..." 'Gençleri eğitmek sorumluluk ister!' Papa'nın Sapienza konuşmasına ilk günden karşı çıkan Marcello Cini, İtalya'nın gerçek anlamda "laik kalan" tek gazetesi "Manifesto" ya yolladığı "Gelmesin!" mektubunda bu görüşü -özetle- şu cümlelerle ifade ediyor: "Gençleri eğitmek, dini ve ideolojik inançlardan arınmayı gerektiren çok büyük sorumluluk ister... Papa'nın yapacağı herhangi bir konuşma, oysa ki 'dini inancı' her türlü vicdan özgürlüğünün önünde tutacaktır. 'Özgür bilim' adına bizim bunu kabul etmemiz ve savunmamız mümkün değildir... Arzumuz, medyanın 'araçsallaştırdığı' ve (gereksiz) polemiğe dönüştürdüğü bu tartışmanın sonunda, 'laik düşüncenin özgürlüğüne' hizmet etmesidir..." __________________ NİLGÜN CERRAHOĞLU / ROMA
  15. Böyle güzel bir yazıyı bizimle paylaştığın için yürekten teşekkürler sevgili Sardunya... Verdiğin mücadeleyi, sadece bireysel anlamda değil toplumsal anlamda yaratmaya çalıştığın düşünsel değeri görmemek mümkün değil... Paylaşılan yazın her zaman olduğu gibi ışık oldu... Tekrar teşekkürler... ''Benim için iter misin bulutları? Doğurur musun güneşi aklınla Bir kartal olup takar mısın pençene Gezdirir misin dağların tepelerin üzerinde... Denizden bir avuç su alıp Serper misin üzerime Havai'deki iklimi getirir misin ülkeme.. En kötü günümde Bir volkan gibi patlarsam Parçalarımı savurur musun Okyanusun tuzlu sularına Dünümü bana verirmisin Karşında ağlasam Bana zayıf değilsin der misin? Beni çeker misin huysuzluğuma karşın Sen benim canımsın, der misin?'' ____________________________Vediha Çolak Umut 'la Yaşam kardeştir. Biri olmasa öteki olmaz!.. Sevgiyle kal...
  16. "Üniversitelerde türbanın serbest bırakıldığı zaman ne olur. Önce dersliklerde harem-selamlık oturulmaya başlanır, sonra yemekhanelerde... Kız öğrenciler günah diye erkek öğretim üyesine soru sormaz. Sonra çarşafla okula gelinmeye başlanır. Kısacası üniversiteler, Arabistan'dan farksız oluyor" İşte bugün önümüze dayatılmak istenen sürecin sonu bu...
  17. DİNİ VİTRİNE KOYMAK.... [“Gösterişçi dindarlık” normal bir davranış değil, aslında patolojik bir olgu. Allah’ın görmesi için sergilenen davranışı, kulların gözüne sokmaya çalışanların psikolojik gerekçeleri var. gösterişçi dindarlığın psikolojik nedenleri arasında, kişilik bozuklukları veya zaafı, tatminsizlik, çıkar beklentisi, güvensizlik, kibir, şöhret itibar toplumsal statü kazanma arzusu, özenti-öykünme, haset, kendini beğenme, karakter bozukluğu, paranoya, korkaklık, aşağılık kompleksi, günahkarlık ve suçluluk duygusu, kanıtlama kompleksi gibi unsurlar sıralanıyor. ] FRANSIZ yazar, düşünür Guy Debord, modern toplumların gösteri toplumu olduğunu savunur. Debord’a göre, kapitalist sistemde bireyler, kendinden git gide uzaklaşarak, yalnızca gösteri yapan bireylere dönerek sisteme entegre olabilir. Debord’un kavramsallaştırdığı gösteri toplumu, hayatın her alanında her devresinde farklı şekillerde çıkıyor karşımıza. Mesela bugünlerde sisteme entegre olabilmek isteyenler, dini vitrine koyarak, farklı bir gösteri-ş- denemesi yapıyor. Birden bire etrafımız “muhafazakar magazinciler”, “muhafazakar şarkıcılar” hatta “muhafazakar-eşcinsel modacılar” tarafından çevrilmedi mi? Birden bire “keşke eşim türbanlı olsaydı, saçını yalnızca ben görseydim”, “kadın olsaydım kesin türban takardım” diyen gösteri-ş- çiler türemedi mi? İyi ama tüm dinlerde aslolan, inanarak gerçekleştirilen, gösterişsiz ve samimi dindarlık değil midir? Samimi olanlar, dinini kendi ölçüleri içinde gösteriş yapmadan yaşar, ki tüm dinler de zaten bunu emreder. Öyleyse bugünlerde sahnelenen gösterişe ne demeli? Bunun cevabı “gösteriş” kelimesinin içinde gizli. Gösteriş riya demektir. Hakiki olmayan, samimi olmayan demektir. Teşhirci dindarlık, Hak rızası için yapılmayan ihlassız işler ve samimiyetsiz ibadetler demektir. Sorun yapaylıkta GeçtİĞİmİz günlerde aldığım bir mesaj ise, “gösterişçi dindarlığın” dışında kalmanın artık toplumun belli kesimlerinde kabul edilebilir olmadığının bir işaretiydi. Mesajda “Televizyondaki programlarımda neden Müslüman olduğumu vurgulamadığım” sorgulanıyordu (!) Doğrusu hiçbir zaman dini inançlarımı vitrine koyma gereği duymadım. Bunu yayıncılık açısından etik de bulmam. Ama bana göre sorun burada değil. Sorun toplumun belli kesimlerinin yapay dindarları alkışlıyor olup, dini vitrine koymayanlardan da aynı yapaylığı bekliyor olmasında. Oysa Ejder Okumuş’un Gösterişçi Dindarlık kitabında da belirttiği gibi “Gösterişçi dindarlık” normal bir davranış değil, aslında patolojik bir olgu. Okumuş’a göre, Allah’ın görmesi için sergilenen davranışı, kulların gözüne sokmaya çalışanların psikolojik gerekçeleri var. Okumuş’un kitabında gösterişçi dindarlığın psikolojik nedenleri arasında, kişilik bozuklukları veya zaafı, tatminsizlik, çıkar beklentisi, güvensizlik, kibir, şöhret itibar toplumsal statü kazanma arzusu, özenti-öykünme, haset, kendini beğenme, karakter bozukluğu, paranoya, korkaklık, aşağılık kompleksi, günahkarlık ve suçluluk duygusu, kanıtlama kompleksi gibi unsurlar sıralanıyor. Debord; “Görünen şey iyidir, iyi olan görünür” der. Haklılığı ortada. Muhafazakârlık ve dindarlık gibi kavramların sahiplenilmesi bazı kazançları da beraberinde getiriyor olmalı ki, futbolcusundan şarkıcısına, modacısından dansözüne, bugünlerde herkes dindarlığını gösteriyor, dindarlığı vitrine yetleştiriyor. ________________ LALE ŞIVGIN/TERCÜMAN
  18. TURK_ARAB_İYA... (Bu seyrettiğim ülke, bu okuduğum gazeteler, bu seyrettiğim televizyonlar ve bu konuştukları dil mutlaka Türkiye’ye düşman ve Atatürk’ün kurduğu ülkeyi yıkmak isteyen Arap ülkelerinde yetişen ve eğitilen kişilerin kurduğu, ne Türk, nede Arap olabilen “Turarabiya” olmalı. ) Evde Türk televizyonlarından haber programlarını ve magazin programlarını seyrediyor ve can sıkıntısından bir kanaldan başka bir kanala sürekli geçiyorum. Aklımdan herhalde bu seyrettiğim ülke Türkiye olamaz diye geçiriyorum. Ben 1980 yılında Türkiye’den ayrıldığım için benim için Türkiye o yıllarda donup kalmıştı. Bir programda bir halı parçası için yalvaran yerlerde takla atan, seçimlerde bir poşet yiyeceğe, yazın bir ton kömüre geleceğini satan, Televizyon programlarında kendini acındırmak için ailesine çamur atan, anası ile babasını suçlayan onlara hakaret eden televizyonlardan aile ve kişisel sırlarını yedi düvele ilan edenler bunlar Türk olamaz diye düşünüyorum. Çünkü benim bıraktığım halk, onurlu, gururlu, aç gezdiği zaman bile tokum diyebilen, kalan iki lokmasını da konuğu ile paylaşacak kadar cömert bir halktı. Benim halkım anasına babasına atasına saygı duyan, baş tacı eden onları tepesinde taşıyan, evinin başköşesine dedesini, nenesini oturtan bir halktı. Benim zenginim parasını kimsenin gözüne sokmadan gizli gizli harcayan parayı korumak için bin takla atmayan kişilerdi. Yok, yok bunlar bizimkiler değil, olamaz bunlar mutlaka başkası. Atalarının kanlarını dökerek aldıkları toprakları dönüm dönüm satmak için pazarlayanlar, daha rüştünü bile ispat edememiş çoluğuna çocuğuna şirket kurdurup “ne var internette satış yapıyor” veya armatör olan çocukları için de “milyon dolarda para mı” diyebilen politikacılar. Cumhuriyetin temel taşı kurumları elden çıkaranlar, Atatürk’ün kurduğu başkenti halifeliği diriltme uğruna Osmanlı başkentine taşımağa kalkanlar Türk devlet adamları olamaz. Benim devlet adamlarım, rüşvet veya yolsuzluk konusunda bırakın soruşturmayı söylentisi çıktığında istifa ederdi. Bu işlere bulaşan partiler seçim kaybederdi. Bunlar bizim ülkemizi yönetenler olamaz. Atasının ordusuna dil uzatan, başkomutanı olduğu askerine laf söyleyenler de en azından Türk değil mutlaka. Bu gazeteler, bu radyo ve TV yayınları da Türkiye’den değil Zimbabwe’den yapılıyor olmalı. Okuyucusunun haklarını koruma yerine patronu için kavga edenler, kendi evlerinde korumak istedikleri çoluk çocuklarına okutmak istemedikleri magazinleri yapanlar da Türk gazeteciler olamaz. Aç halka tok muhabbeti yapan, her türlü pisliğe bulaşanlar gazeteci değildir mutlaka. Benim ülkenin gazetecileri ülkeyi işgal eden düşmana ilk kurşunu sıkan kişidir. Ülkesini satanlar değil. Benim meslektaşlarım, hırsızlık yapan meslektaşlarını bile yazdığı yazılarında yazmaktan çekinmeyen haber yapan Bu uğurda ölen kişilerdir. Onlar terörist mi yoksa çıkar guruplarımı olduğu bilinmeyen kişiler tarafından öldürüldü. Benim askerim düşmana teslim olmazdı. Benim askerim kafasına torba geçirtmezdi. Benim askerim teçhizatı olmadan mermisi olmadan bir tepeyi bırakmamak için, onlarca ve yüzlerce binlerce hep birlikte ölürdü. Hayır hayır olamaz. Davul zurna ile askere giden benim halkımın yarattığı gözünün nuru gibi sevdiği askeri, silahlı kuvvetlerine benziyor bu askeri görüntüler ama çok farklılıklar var. Benim askerim konuşmaz konuştuğu zaman da söylediğini yapardı. Yapacağım demez yaptım derdi. Koyduğu çizgilerin geçilmesine izin vermezdi. Atasına ölümüne bağlı ve sadık, onu ve kurduğu Cumhuriyeti koruma ve kollama konusunda atasına verdiği sözü sonuna kadar tutan bir orduydu. Bu ülke benim 1980 yılında Amerika’ya giderken bıraktığım Türkiye değil. Bu seyrettiğim ülke, bu okuduğum gazeteler, bu seyrettiğim televizyonlar ve bu konuştukları dil mutlaka Türkiye’ye düşman ve Atatürk’ün kurduğu ülkeyi yıkmak isteyen Arap ülkelerinde yetişen ve eğitilen kişilerin kurduğu, ne Türk, nede Arap olabilen “Turk_arab_iya” olmalı. Savaş Süzal
  19. Eğer; ülkemizin il, ilçe, belde, köy ve mahallelerine kadar uzanan cami yaptırma dernekleri, cami üstüne cami kondurma yarışında bulunuyorlarsa ve Diyanet İşleri'ne devlet bütçesinden en büyük pay ayrılıyorsa, önceleri aydın din adamı yetiştirmek amacıyla kurulan imam-hatip okulları, her yıl çoğaltılarak açılıyor ve bu okullarda dinsel ağırlıklı eğitim görmüş insanlarımız yargı, eğitim ve öteki devlet kurumlarında görevlendiriliyorsa, laik toplum düzenimizi yıkıp yerine dinsel bir yönetim kurma özlemi içinde olan ve bu özlemini kitaplaştırıp yayan kişi devlet bürokrasisinin en üst düzeyinde oturtuluyorsa; kimi törenlerde, toplantılarda harem-selamlık ayrımı düzenleniyor, tren, uçak, otobüs gibi değişik yönlü ulaşım araçlarında kıble arayışı sürdürülüyorsa; profesör sanlı, sözde bilim adamlarına peygamberlik, şeyhlik savında bulunabilecek kadar elverişli bir ortam yaratılmışsa, anayasada ve parti izlencelerinde laiklik ilkesinin yer almasının bir anlamı kalmışmıdır..? Ve bütün bunlar olurken ve sevgili muki arkadaşımın %'lerle sunduğu tokat gibi gerçekler karşısında, dinci politikacılar ve onların peşine takılmış %47 hala yıllardır ezilmişliklerinden, mağdurluluklarından bahsediyorlarsa onlara söylenecek söz bulamıyorum... Pes artık...
  20. Neyin ahlakı bu arkadaşım.. Binlerce yıl öncesi yapılan yanlışları bugün doğruymuş gibi önümüze getirmenin anlamı ne... Biz ..... değiliz... Artık herşeyi tüm çıplaklığı, çarpıklığı ve mantıksızlığı rahatlıkla görebilecek düşünsele sahibiz... Üstelik bu ahlakın günümüz yansımaları hala devam ediyor ve bu ahlakın dünya kadınları için ne kadar büyük tehlikeler arzettiğini göremiyormusun, hadi göremiyorsunuz diyelim, duyamıyormusunu, hadi duymadınız da diyelim, O zaman bunları duyurmak ve önünüze getirmekte bizim görevimiz... Bakın şimdi.. 1-Yeşil devrim de Fas'ta yaşanıyor. Fransızca öğretmeni Sukayna "Ülkemi artık tanıyamıyorum" diyor. "Düşünceler de elbiseler de usul usul değişti. Hiçbir tartışma, miting ya da çatışma yaşanmadan. Sadece küçük küçük damlalar gün geçtikçe birikiyor. Sonra bir gün meslektaşlarından bile gelen gizli tepkiler, aşağılanma ve dışlanma öyle ağırlaşıyor ki artık taşıyamıyorsun" (Le Monde, 18 Mayıs 2007). Kazablanka Üniversitesi'nde başı açık olan son 5 kadın öğretim üyesinin posta kutularına örtünmeleri için mesajlar bırakılmış. Yazıişleri müdürü "Fas'ta ilk kez böyle şeyler oluyor. Hatta erkek öğretmenler de hedef alınıyor, düzenlediği faaliyet İslami bulunmadığı zaman kâfirlikle suçlanıyorlar" diyor. (Tel Quel dergisi). 2-Afganistan'da köktendinci hükümetin iktidara gelmesinden sonra kadının oy kullanma, devlet dairelerinde, televizyon/radyolarda çalışma hakkının ellerinden alındığını biliyoruz. 1960'lı yıllarda mini etek giyen Afgan kadını, tepeden tırnağa örtünmek zorunda bırakıldı. Eylül 1992'de başkentin büyük parkında "İslama uygun davranışlarda bulunmadıkları için" toplu idamlar gerçekleştirildi. 3-Bir başka haber de bir diğer İslam ülkesi olan Endonezya'dan: 2004 yılında deprem sonrası oluşan tsunamiden en çok zarar gören Banda Açe bölgesine uluslararası yardım paraları gönderilmiş, bu paraların felaket kurbanlarına dağıtılması gerekirken, milyonlarca dolarlık yardım parası ile kadınların iffetli giyim kuşam ve davranış içinde olup olmadığını takip eden ahlak zabıtası kurulmuş, şeriata uygun giyinmeyenler halk önünde kırbaçlanmış. (Hürriyet gazetesi, 18 Aralık 2006). Birde bu ahlakı çocuklarımıza öğreteceğiz ve kabul ettireceğiz öylemi... Kusura bakmayın ama buünün çocukları hiçte ..... değil.. ÜSTELİK BENİM AHLAK ANLAYIŞIM DOĞMA (DİNSEL) AHLAK ANLAYIŞINDAN UZAK GÜNÜMÜZ AHLAK ANLAYIŞIDIR Kİ.. O DA ŞU DUR.. Ahlak doğrudan yana olmak, insandan ve emekten yana olmak, insanı en yüksek değer bilmek, adam gibi adam olmak ve esasen ''çok istediği şeyleri bile istemeyebilecek kadar cesur olmak'' değil midir?
  21. En yakın dünleri unutmuşuz. Osmanlı'nın son iki yüz yılda nasıl çatırdadığını; hilafet, şeriat diyenlerin nasıl halkı cahil, yoksul bırakıp düşmana terk ettiğini unutmuşuz. Batı'da ilerleme, bizde bilim ve teknikten uzaklaşma vardır. Örneğin kayısımıza brunus armeniaca derlerken Avrupalılar, bitkilerin botanik tanımlamalarına başlamışlardır. Ülkemizde ise 2. Mahmut 'un hekimbaşı M. Behçet Efendi ''Hezar Esrar'' adlı yayınında ''Sinek pisliğiyle bulaşık bir sicim zamanla naneye dönüşür'' diyebilmiştir. Vilayet Yayınları'nda ''Su içinde kalan kıldan yılan, patlıcan tohumundan da akrep oluşabileceği'' yazılmıştır... Sonunda -Atamızın deyişiyle- uygar olmayanlar, uygar olanların ayaklarının altına düşmüştür. Sevr'in emperyalistleri, yanlarında Vahdettin ve yurtseverleri ''Katli vacip'' ilan eden Şeyhülislam.. ve bunların kışkırtmalarıyla Konya, Biga, Bolu, Yozgat, Zile, Siirt, İnegöl, Denizli'de çıkarılan isyanların cahil yığınları... Karşılarında ise -Yaratanın bilenle bilmeyen bir olmaz ilkesine karşın- Osmanlı'nın Avrupa'dan üç yüz yıl sonra matbaa ile tanıştırdığı bir ülke: Mustafa Kemal ve yorgun, yoksul bir köylü ulus... İlginçtir, Mustafa Kemal'in elleriyle kurduğu TBMM'nin tutucu çoğunluğu, 5 Mayıs 1922'de kurtarıcımızın görev ve yetkilerini elinden almıştır. 6 Mayıs'ta ise ''Ben bu ulusu ve orduyu başsız bırakır, düşmana teslim etmem'' diye haykıran Mustafa Kemal'e, aynı tutucular aldıklarını iade etmişlerdir... Sonunda Mustafa Kemal hilafeti, fesi, sarığı, çarşafı, peçeyi, şeriat yasalarını, tarikat, tekke, zaviye, mahalle mekteplerini kaldırırken; nice emperyalisti dize getirip yığınla şehit kemiklerinde anıtlaşan Türkiye Cumhuriyeti'ni kurmuştu... Ardından da sormuştu: Bizden başka bağımsız bir İslam ülkesi gösterebilir misiniz? Dış ve iç düşman dünkü gibi... Ülkeyi yönetenler el ele ve uyanık olmalıdır. Kuran'da dindaş kanı haramdır. Pakistan ve Irak'ta ise İslam İslamı yiyor... Yalnızca sureler ezberletilmiş, Kuran'ın ruhu verilmemiş bu adamlara; düşman mezhep der, tarikat, türban, peçe der.. onları parçalar. Osmanlı ilk üç yüz yılında, çağının ilerisinde ve dini de gereğince yaşayan bir toplumdur. Örneğin devlet adamlarını seçerken nesnel ölçütler kullanır, sarayda eğitime alır, sonra göreve atardı. Emanet -Kuran'ca- ehline verilirdi. Avrupa ise o dönem ortaçağ karanlıklarındadır... Zamanla çark tersine döndü: Giderek Araplaşan Osmanlı'da din, siyaseti de bilimi de avucuna almış, Avrupa ise olumlu değişimler geçirerek ilerlemiştir. Düşman yine çok mutlu: Türban, dinsel özgürlük denilip karıştırılıyoruz. Gerçekten Nur suresi (31) kadının kapanmasını bildiriyor. Kimi yorumcu yüzün bile görünmesine karşı. Kimi daha ılımlı. Bazıları da erkek için bile avret yeri belirleyebiliyor. Sayın Süleyman Ateş, 1995, ''Kuran'ı Kerim Tefsiri'' adlı yapıtında (S. 573) ''Yüzyıllar önce kendi geçimini sağlayan kadın yok gibiydi. Ayetlerin indiği koşulları düşünmek gerekir'' derken, ayetin amacıyla günün bağdaştırılmasının kaçınılmazlığını vurgular... Nikâhlısı, cariyesiyle pek çok kadın alabilen erkek (Nisa suresi 3), onlarla başedemeyecek, örneğin kapatacaktır. Hatta bazı kavimlerdeki gibi; kadının edep yerinin, cinsel haz bölümünü erkek sünnetçiye kestirecektir. Gerçekten otuz beş yıl kadar önce -türban siyaset ve ticareti yokken- eşarp örtünen bayanlarımızın saçları görünür ve kâfir olunmazdı. Ama köktendinci siyasilere kazançlı bir simge gerekiyordu. Sonunda parti aç- kapa demokrasisinin yasal boşluklarından, türban -bir isyan bayrağıymışçasına- ortaya çıkıverdi. Gözleri görmüyor bazılarının. Al bayrağa karşın görmüyorlar, dünkü gibi... Siz isterseniz hilafet de gelir, dercesine, yalnızca Arapça sureler ezberletilmiş halkımıza, dinden başka her felaketi, din diye sunabiliyorlar... Hem de bugün bizi ayakta tutan, Kıbrıs'tan bizi -kulağımızdan tutulup- attırmayan, dış düşmana, gericiye, etnik bölücüye karşın önce Allah, sonra sayelerinde yaşayabildiğimiz, kahramanları karşılarına almak pahasına... 21. yüzyıl, cahiliye dönemi pislikleri üzerine gelmedi. Bugün İslam, kafalarda ve yürekte, insanı insan yapan bir ilkeler bütünüdür. Bu ilkeler çağ ile bütünleşir ve akla dayalıdır. Nitekim yüzyıllar önce Mevlana; ''Kadın kapatılmaz. Dürüstlük kişinin içinde olacaktır'' demiştir. Bir düşünelim: İki arkadaş konuşurken ''Kardeşim, karşılıklı kapayalım eşlerimizi, kızlarımızı. Böylece birbirimizin bayanlarına karşı kötülük düşünmeyiz.'' Cahiliye için uygun olan bu diyalog, günümüzde insanı yerin dibine sokar. Sanırım pek çok İslam devlet adamı -ülkeleri laik olmadığı halde- karı koca çağdaş giyinirken, böylesi tuhaf bir anlayışa fırsat vermemeyi düşünmüştür. Yaşadığımız dünya, ulusça daha çağdaş ve bütün olmayı gerektiriyor. Kenetlenmiş bilekleriyle eller ne kadar yukarıda tutabilirse çağdaşlığı, albayrağı da o denli yukarıda dalgalandırır. İslamda da sevmek, bütünleşmek vardır. Düşmana bile adil davranmak vardır. Doğadaki ve evrendeki gizi düşünüp araştırmak vardır. Her kuşağın, toplumunu daha ileriye taşımak, dedelerini-ninelerini geçmek zorunluluğu vardır.
  22. DİPNOT şurada cevap verdi: Dayı başlık Dini Konular - Din - Dinler
    oku... 'Anastas mum satsana' ister soldan oku.. İster sağdan.. Oysa anastas hep mum satıyor... Sonuç hep aynı hiç değişmiyor... Amaaa Siz okumaya devam edin... Ama unutmayın... Ne kadar geriye çekerseniz... Biz o kadar ileriye gideceğiz..

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.

Configure browser push notifications

Chrome (Android)
  1. Tap the lock icon next to the address bar.
  2. Tap Permissions → Notifications.
  3. Adjust your preference.
Chrome (Desktop)
  1. Click the padlock icon in the address bar.
  2. Select Site settings.
  3. Find Notifications and adjust your preference.