DİPNOT tarafından postalanan herşey
-
TÜRBAN SORUNU - KONUSU - ANA BAŞLIK
İslam dini hoşgörü dinimiş... Peh... Sen önce sizin din anlayışı ile günümüzde bizlere yaşattığı çıkmazlara bak.. Sen kal bana islam dini hoşgörü dini imiş.. Bu hoşgörüyü MUSTAFA KEMAL İLE KAZANDIK BİZ... Fethulla Gülen, Aczmendi, Taliban önünde diz çökmüş, suudi kıralın hoteline gidip hala aldığı hediyelerin gizlediği zihniyetlerle, Halifeli ilan eden bilmem alman ******* yetişmiz bitmelerle, Hizbullah gibi elleri kanlılarla değil, Süleymancı, nakşi, kadiri bilmem ne düşünceleyirle değil, MUSTAFA KEMAL İLE EEEEEY... MUSTAFA KEMAL'LERLE kazandık... Siz bizlerimi kandıracaksınız... Burası cami, kuran kursu yuvası ve Arabistan değil... Çağdaş, laik, demokratik ve bilimi felsefe edinmiş ve yaşam biçimi haline getirmiş ATATÜRK'ÜMÜZÜN CUMHURİYETİ... Arabın kültürüyle yoğrulmuş doğmaların değil..
-
CUMHURİYET KADINI!
Kesinlikle sevgili gloria... Kesinlikle...
-
CUMHURİYET KADINI!
İnsana verilen değer bunlarmı acaba... Diri diri insan yakmak.... Kafa kesmek.... Papaz öldürmek... Taşlayarak insan öldürmek... El kesmek... kadını ikinci sınıf vatandaş sayıp bir çok haklardan yoksun bırakmak... İnsanları 1400'lü yıllaa götürmeye çalışarak karanlık bırakmak.. İnsanı kul yapmaya çaışmak... Kadın denen o yüce değeri bezlerle örtünmeye zorlamak... Sakaldan, cübbeden, takkeden, çarşaftan medet uman öbür dünyacı ne olduğu bilinmeyen bir hayatı varmış gibi inandırmaya çalışmak... 4 ve üstü kadınla evlenmek... Çocukları zincirlere bağlamak.. Diğer dinlre saygısızlık ve aşağılama... Dini inançları ticaret ve meta anlayışıyla topluma sunmak... vs. vs. vs....
-
ILIMLI ILIMLI DEĞİL, DÖRT NALA... (Hiç düşünmediğini göremeyen kadınlar bir de bakarlar ki “Biz öyle olmayız” dedikleri İran’a, Malezya’ya dönüvermiş)
Ilımlı ılımlı değil, dört nala... Ruhat Mengi / 27.01.2008 Vatan Richard Holbrooke boşuna “Malezya ile Türkiye”yi aynı kefeye koymamış. Boşuna onları takdirle “iki ılımlı İslâm ülkesi” diye göstermemiş. ABD’deki son Bush-Erdoğan görüşmesinde boşuna Türkiye’nin rejimi söz konusu olduğunda her zaman yapılan “laiklik” vurgusu atlanmamış. Amerika’nın en önemli gazeteleri boşuna Atatürk’ü dışlayan veya ona sayıp sövenleri baştacı etmemiş. Türkiye’nin laik-demokratik rejimi artık onları ilgilendirmiyor. İlgilendikleri tek şey bu ülkenin karışması, böylece istediklerini daha kolay uygulayacakları hale gelmesi... Akıllarınca dinî diktatörlüklerle yönetilen, radikal İslâm’ın hakim olduğu ülkelere örnek, “daha ılımlı bir Müslüman ülkesi modeli” yaratacaklar bizden. Eh, bir yandan ABD desteği, bir yandan Suudi Arabistan başta olmak üzere son yıllarda (en kanlı diktatörleriyle bile) iyice kol kola girdiğimiz Arap ülkelerinin iteklemesiyle Türkiye gitti gider. Anayasa değişikliğini hazırlayan hukukçular istedikleri kadar “konu sadece üniversite, türban diğer alanlarda serbest olmayacak” desinler, diğer hukukçular istedikleri kadar AKP’den bunun garantisini istesinler işin nereye varacağı anlaşıldı bile... Açıkçası ben bu kadar çabuk beklemiyordum, bu nedenle de uzun süredir ‘liseyi, ortaokulu ve hatta artık küçük kızları da tesettüre soktuklarına göre ilkokulu, devlet dairelerini, tüm kamusal alanları ve tabii çarşafı da iznin içine katın. Adım adım ve yine yıllarca gündemi meşgul edeceğinize, sıra nasılsa gelecek bir defada halledin, bitsin’ diyordum. Bu önerilerimin (!) nedeni çok kısa sürede anlaşıldı. Ve bugüne kadar yapılan bütün tartışmalarda “sadece üniversite” denmesinin anlamsızlığı, “Burada kalmaz, kısa sürede her alana yayılır” diyenlerin haklılığı ortaya çıktı. LAİKLİK BUDANINCA! AKP Konya Milletvekili Hüsnü Tuna da, AKP’ye yakın medya da “üniversitenin yetmeyeceğini, ortaöğretimde, kamu görevinde de serbest olması” gerektiğini açıkladılar. Tabii bunu yaparken olayın “rejimle ilgili yasalar, yüksek mahkeme kararları” meselesi olduğunu es geçerek “türbana ve hatta İslâm’a karşı savaş” diye adlandırmayı ve toplumu kışkırtmayı yine unutmadılar. Laiklik bir kez budanmaya başladıktan sonra sıra “çarşaf” ve “burka”ya da gelebilir artık... Bakın Türk tipi sınırsız demokrasi din diktatörlüğü ile idare edilen ülkelere benzemeyi sağlayacak gelişmelere ne güzel izin veriyor. Her şey önce telaffuz ediliyor, hiçbir tepkiye hatta yasalara, Anayasa’ya bile kulak asılmıyor, sonra bir bakıyorsunuz alışmışsınız. Bir bakıyorsunuz sonuç alınmış bile. Elbette konu sadece kadının İran, Suudi Arabistan, Malezya, Pakistan, Fas, Cezayir kadınına görüntü olarak benzetilmesi değil. “Batı’dan ahlaksızlığı aldık” ile başlayan süreçte erkek ve kadının kol kola yürümesi, el ele tutuşması, daha sonra yan yana bulunması yasaklanır, sanata; tiyatro, sinema, heykel, resim, defileler ve her şeye müdahale, “çalışan kadın aldatır” görüşünün imamla kalmayıp topluma yayılması sağlanır... Kadınlarla ilgili birçok uydurma hadis ortaya çıkarılır ve bunların yardımıyla kadın tümüyle erkek tahakkümü altına alınır. Kadın hakkının sadece “türban özgürlüğü” olduğuna inandırılan ama buna inandıranların diğer kadın haklarını (örneğin Medeni Kanun, Ceza Kanunu’nun ilgili maddeleri, töre cinayetlerinin önlenmesi) hiç düşünmediğini göremeyen kadınlar bir de bakarlar ki “Biz öyle olmayız” dedikleri İran’a, Malezya’ya dönüvermişler. Bir de bakarlar ki din polisi peşlerinde. İşte o zaman bu ülkenin “gözlerini kapayan aydınları”na dua (!) edecekler.
-
İSPATLIYORUZ.... Org. EŞREF BİTLİS'İ KATLEDEN 'GLADYO' TAYYİP ERDOĞAN'I İKTİDARA GETİRDİR... (Gladyo, Org. Eşref Bitlis ve Uğur Mumcu gibi Atatürkçü.)
İspatlıyoruz...: Org. Eşref Bitlis’i katleden Gladyo Tayip Erdoğan’ı iktidara getirdi... Gladyo, Org. Eşref Bitlis ve Uğur Mumcu gibi Atatürkçü aydınlarımızı ABD’nin Ortadoğu stratejisi önünde engel oluşturduğu için öldürdü. Bugün de ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ni uygulamak için Türk Ordusu’na ve milli güçlere karşı operasyon yürütmektedir. 1996 yılında Eşref Bitlis’i ABD güdümlü Gladyo’nun katlettiğini Aydınlık dergisine açıklayan general, tutuklanmıştır. Tutukladıkları güçsüz, etkisiz ve dağınık kimseler, ABD ve BOP Eşbaşkanlığı için bir tehdit oluşturmuyor. Asıl korktukları tehdit, “darbeci” ilan ettikleri Türk Ordusu ve milli kuvvetler. İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek , bugün (27 Ocak 2008, Pazar) saat 15.00’te İstanbul Kadıköy Eysan Oteli’nde Uğur Mumcu ’nun Anısına düzenlenen, “Milli Anayasa ve Kemalist Devrim” konulu açık oturumda konuştu. E. Gen. Sörvet Cömert’in başkanlığında yapılan oturuma E. Turizm ve Tanıtma Bakanı Alev Coşkun, İP Genel Başkan Yardımcısı Ceyhan Mumcu da konuşmacı olarak katıldılar. Perinçek, konuşmasında Gen. Veli Küçük’ün henüz görevdeyken, 1996 yılında Aydınlık’a Org. Eşref Bitlis’in uçağını ABD güdümlü Gladyo’nun düşürdüğü bilgisini verdiğini açıkladı. 25 Ağustos 1996 tarihli Aydınlık’ta “Yetkili generalin açıklaması” üst başlığıyla yayınlanan haberde, Veli Küçük ABD’ye bağlı Gladyo’nun Eşref Bitlis suikastini niçin yaptığını da açıklıyor. Perinçek’in konuşmasının ilgili bölümleri özetle şöyle: GLADYO’NUN “SİVİL ANAYASA” TASLAĞI Tayyip Erdoğan’ların “Sivil Anayasa” diye topluma sundukları metin, Gladyo’nun Anayasa Taslağıdır. Buradaki “Sivil”lik, millî devlete ve Türk Ordusuna düşmanlığın Amerikanca şifresidir. GLADYO’NUN EN BÜYÜK CİNAYETİ Gladyo’nun en büyük cinayeti, Jandarma Genel Komutanımız Org. Eşref Bitlis’in 17 Şubat 1993 günü uçağının düşürülmesi yoluyla katledilmesidir. ORG. EŞREF BİTLİS VE UĞUR MUMCU NİÇİN KATLEDİLDİ Cinayet nedeni, Org. Eşref Bitlis’in ABD’nin Ortadoğu planına, özellikle İkinci İsrail’in kurulmasına kararlılıkla ve başarıyla karşı koymasıdır. Org Eşref Bitlis ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında şehit edildi. Uğur Mumcu da, ABD’nin Ortadoğu planlarına çomak soktuğu için öldürüldü. Uğur Mumcu , PKK’yı MİT’in kurduğu gerçeğinin peşine düşmüştü ve kanıtlarını topluyordu. GEN. VELİ KÜÇÜK 1996 YILINDA GLADYO’NUN EŞREF BİTLİS SUİKASTİNİ DUYURDU Dün tutuklanmış bulunan E. Gen. Veli Küçük, 1996 yılında orduda general olarak görevliyken, Org. Eşref Bitlis’i ABD’nin öldürttüğünü Aydınlık dergisine açıklamıştı. Aydınlık’ta “Yetkili generalin açıklaması” üst başlığıyla yayınlanan açıklamada, General Veli Küçük, Aydınlık’ta belirtildiği gibi, iki kurmay albayın da bulunduğu bir görüşmede Aydınlık muhabirinin yazılı sorularına verdiği cevapta özetle şunları belirtti: •Org. Eşref Bitlis’in katilleri Çiller’in özel örgütü’nde. Öldürülmesi ABD’nin işi. •Org. Eşref Bitlis Özel Harpçi ABD subaylarını karargahtan attı. JUSSMAT Komutanı ve Çekiç Güç’teki subaylar Eşref Paşa’yı Washington’a iki kez şikayet ettiler. ORG. EŞREF BİTLİS’İ KATLETTİREN GLADYO TAYYİP ERDOĞAN’I İKTİDARA GETİRDİ 17 Şubat 1993 günü Ortadoğu’daki stratejik hedefi önünde engel gördüğü için Org. Eşref Bitlis’i öldürten SüperNATO, 1996 sonbaharında Tayip Erdoğan’ı başbakan koltuğuna oturtmak için düğmeye bastı. 21 Ekim 1996 tarihli Aydınlık dergisinin kapağında şu başlık var: “Abramowitz Tayyip’i Erbakan’ın yerine hazırlıyor” Gladyo’nun Tayip Erdoğan’ı başbakan koltuğuna oturtma planı, ABD kaynaklarında açıkça yayınlandı. 16 Şubat 1997 günü Leyla Tavşanoğlu’nun benimle yaptığı Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan görüşmede şunu belirtiyorum: “1997 Ocak ayında CIA’nın yan kuruluşu Rand Corporation’un ABD Hükümeti’ne verdiği raporda, (…) ‘Artık Refah Partisi’ni iktidar seçeneğimiz olarak destekleyelim’ deniyor. (…) Tayip Erdoğan’a veliaht ve geleceğin başbakanı gözüyle bakılıyor. ABD kaynakları Abdullah Gül ’den de geleceğin dışişleri bakanı olarak söz ediyorlar. Geleceğin iktidar formülü de böylece belirmiş oluyor.” (Cumhuriyet, 16 Şubat 1997) Apaçık ortada, 1996-1997 yılında ABD kaynakları açıklamış: Tayip Erdoğan-Abdullah Gül ikilisi, bir Gladyo operasyonuyla Türkiye’nin tepesine oturtulmuştur. Org. Eşref Bitlis’in katledilmesi ve Tayip Erdoğan’ın iktidar koltuklarına oturtulması, ABD’nin aynı Büyük Ortadoğu Stratejisi içinde alt başlıklardır. GLADYO’NUN STRATEJİK HEDEFİ: BOP Gladyo Anayasasıyla amaçlanan stratejik hedef, Büyük Ortadoğu Projesi’dir. Anayasa taslağı, bütünüyle ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ne göre kurgulanmış ve kodlanmıştır. BOP EŞBAŞKANLIĞI’NIN GLADYO ÖRGÜTLENMESİNDEKİ ÖZEL YERİ Gladyo, bilindiği gibi Atlantik İttifakı’nın tepelerinde SüperNATO diye anılan örgütün İtalya’daki adıdır. SüperNATO, NATO ülkelerinin içine yerleştirilmiş gizli hükümetlerden oluşmaktadır. ABD mafyası, NATO ülkelerini SüperNATO aracılığıyla kontrol altında tutmaktadır. SüperNATO’nun Ortadoğu örgütlenmesinde BOP Eşbaşkanlığı’nın özel bir yeri bulunmaktadır. TAYYİP BEY’İN BOP EŞBAŞKANLIĞI: SÜPERNATO (GLADYO) GÖREVİ Tayyip Erdoğan, Büyük Ortadoğu Projesi’nde görev aldığını yedi ayrı konuşmasında itiraf etmektedir. Bu konuşmaların bazıları görüntülüdür. Hepsini sık sık açıklıyoruz ve gösteriyoruz. BOP Eşbaşkanlığı, bir SüperNATO görevidir. GLADYO’NUN GÜNCEL GÖREVİ: DİYARBAKIR’I MERKEZ YAPMAK SüperNATO’nun şu andaki güncel görevi, Diyarbakır’ı Büyük Ortadoğu Projesi içinde merkez yapmaktır. Tayip Erdoğan da, kendi ağzıyla “ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi içinde Diyarbakır’ı merkez yapma görevini” üstlendiğini, 15 Şubat 2004 akşamı Kanal D beyazcamından ilan etmiştir. GLADYO’NUN BOP HARİTASI ABD yönetimi, Ortadoğu’ya ve Kuzey Afrika’ya vermek istediği düzeni, hem Dışişleri Bakanı Condoleza Rice’ın ağzından hem de haritalarla ilan etmiştir. O haritalarda Diyarbakır, ABD Ordusunun Kuzey Irak’ta kurduğu İkinci İsrail devletinin merkezi olarak gösterilmektedir. GLADYO TARİHİNİN DÖNÜM NOKTASI Eşref Bitlis’in katledilmesi, Gladyo’nun Türkiye tarihinde bir dönüm noktasıdır. Bu cinayet, NATO’nun en güçlü ordularından biri olan Türk Ordusu’nun SüperNATO kontrolünden çıkmakta olduğunun bütün dünyaya ilanıdır. Türk Ordusu, ABD’nin stratejik emelleri önünde artık engel oluşturmaya başladığı için Eşref Bitlis, Gladyo tarafından öldürtülmüştür. Daha sonra Genelkurmay Başkanı Org. Kıvrıkoğlu’nu hedef alan suikast girişimleri de olmuştur. Org. Karadayı ve Org. Kıvrıkoğlu’nun genelkurmay başkanlığı yaptığı dönemlerde, ABD kaynakları, açıkça “Türk generallerinin denetimden çıktı” saptamasında bulunmuşlardır. E. Tümg. Alaettin Parmaksız’ın yeni yayınlanan “Türk-Amerikan savaşı” adlı kitabı, bu sürecin vardığı yeri işaretlemektedir. GLADYO’NUN OPERASYON MERKEZİNDE FETHULLAHÇI POLİS ŞEFLERİ VAR Türk Ordusu’nun cephesini ABD’ye dönmesiyle Türkiye’deki Gladyo örgütlenmesi çok önemli bir değişim geçirdi. Örgütün karargâhı, Haçlı irticaya kaydı ve operasyon merkezine de Fethullahçı polis şefleri oturtuldu. FETHULLAH SİCİLLİ AKYÜREK TAYYİP ERDOĞAN’A BAĞLI Emniyet İstihbarat Dairesi Genel Müdürü Ramazan Akyürek’in siciline, İstanbul Valisi Erol Çakır, “Emniyetteki hizipleşme içinde irticaî akıma (Fethullah) yakın, dikkat edilmeli” diye yazmıştır. Ramazan Akyürek, Büyük Ortadoğu Projesi Eşbaşkanı Tayip Erdoğan’a bağlıdır. GLADYO’NUN SON OPERASYONU Beş-altı gündür yürütülen operasyon, Gladyo’ya karşı operasyon değil, Gladyo’nun yaptığı operasyondur. HEDEF TUTUKLANANLAR DEĞİL, MİLLİ GÜÇLER VE TÜRK ORDUSU Gözaltına alınanlar ve tutuklananlar, genellikle dağınık, örgütsüz, bir kısmı başıbozuk, bazıları tertiplere çanak tutan ve birkaç tanesi de kışkırtıcı ajan olduğu daha önce saptanmış kimselerdir. Bu güçsüz insanların, ABD ve Tayip Erdoğan iktidarı için bir tehdit oluşturmadığı açıktır. Hedefin onlar olmadığını Gladyo’nun basındaki değnekçileri de ilan ediyorlar. Ordu’ya karşı nifak hareketleri ve psikolojik savaş şidetlenmiştir. Türk Ordusu’nun birliğini bozmak için, “2009’da Org. İlker Başbuğ’a karşı darbe yapılacaktı” türünden uydurmalar piyasaya sürülmekte ve yayınlanmaktadır. Hedef, milli güçlerdir. Hedef, “darbe tehdidi” başlıklarında ilan edildiği gibi, Türk Silahlı Kuvvetleri’dir. PKK DA OPERASYONU DESTEKLİYOR PKK da, operasyonu desteklediğini ilan etmekte, ancak hedefe ilerlenmesi için, millî kuvvetlere yönelinmesini talep etmektedir. ABD, BOP Eşbaşkanlığı, Fethullahçı Gladyo, basındaki psikolojik savaş elemanları ve PKK, bu operasyonun da gösterdiği gibi aynı ast-üst ilişkileri içinde hareket etmektedirler. GLADYO İLE TÜRK MİLLETİNİN SAVAŞI Derinleşen krizlerin de zorladığı koşullarda Türkiye, bir hesaplaşma dönemine girmiştir. ABD’nin BOP Eşbaşkanı Tayip Erdoğan’ın başlattığı bu operasyon, hesaplaşmanın bir cephesidir. BOP ANAYASASI Yaptıkları anayasa taslağı, Türk milletinin değil, BOP’un anayasasıdır. Bu anayasa taslağı; - Devlet egemenliğini dış cephede yabancılara devretmektedir. - Milli egemenliği, iç cephede mafyayla, tarikatlarla, cemaatlerle paylaşmaktadır. - Milleti etnikleştirmektedir. - Vatanı yerelleştirmekte ve parçalamaktadır. - Kamuyu özelleştirmektedir. - Yurttaşı kullaştırmaktadır. KALDIRDIKLARI TAŞIN ALTINDA KALACAKLAR Ekonomileri çökmektedir. BOP yürümüyor. Milli devleti ortadan kaldırmak, Atatürk Cumhuriyeti’ni yıkmak gibi büyük suçlara batmışlardır. Kaldırdıkları taşın altında kalacaklardır. ________________________________________________ Kaynak: http://www.turkcelil...php?storyid=305
-
TSK ASLA BU OYUNA DÜŞMEMELİDİR...(Ekonomi'nin 2008 ve sonrasında DUVARA çarpmaya hızla gittiğini, ama bu olayın yalanla, dolanla örtmeye çalışıldığnı)
DİKKAT!... DİKKAT!... DİKKAT!... AKP'NİN TEK ÇIKIŞI ORDU'YA DARBE YAPTIRMAKTIR... (¹) Abdüllatif Şener'i BOP'çuların neden harcadığı, SUSTURDUĞU net biçimde ortaya çıktı! Şener; Ekonomi'nin 2001'e rahmet okutacak şekilde 2008 ve Sonrasında DUVARA çarpmaya hızla gittiğini, ama bu olayın yalanla, dolanla götürülerek, halkı kandırmayla örtüldüğünü açıkladı.. Böyle ikazları asla holding ve Mütareke yayın elemanlarından alamazsınız.. AKP'nin tek çıkışı, kendini kurtarma yolu Ordu'ya darbe yaptırmaktır. TSK asla bu tezgâha düşmemelidir!! 222 Milyar Dolar NET döviz borcu olan büyük özel sektör, bu krizde iflas edecek, tüm reel sektör Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının elinden çıkacak!!!!!! DİPNOT / KAYNAK (¹)
-
TÜRBAN SORUNU - KONUSU - ANA BAŞLIK
Sizin ilerici ve çağdaşlığınız nerede peki... Sakmabaştamı.. Çember sakaldamı.. Cübbedemi... Takkedemi... Çarşaftamı.. Burkadamı... Kadının saçından korkan zihniyet ne kadar ilerici ve çağdaş olabilir söyleyebilirmisin.. 1400 lü yıllarda yaşamıyoruz... 21. yüzyıldayız... Ezberlediğimiz ve doğru bildiğimiş şeyler insanları ne hale getirdiğini görmüyormusunuz.. Allah adına insan öldürmek... Din adına insanları aşağılamak ve küçük görmek... İlkel ve gelişmemiş toplumu sömürüp olmayan dünyalara hapsetmek.... Din adına bölücülük mü yapmak... Gerçek dini arapça mı öğrenmek.. Bütün dinleri ve peygamberlerimi dışlamak... Nedir söylermisiniz... Bütün bunlar karşısında ne kadar ilerici ve çağdaş olabilirsiniz... Arap, afgan, suriye, libya vb ne kadar çağadaş ise o kadarsınız... Biz bunu yutmayız, yutmayacağız... Bugün okullara ve kurumlara türbanı serbest bırakan zihniyet... Yarın burkaya da, çarşafada, don ile, mayo ile, nazi amlemlerinede göz yumar.... Bunun üniversite gibi bilim misyonluğu üstlenmiş bir öğretim kurumuna ne kada haykırı olabileceğini düşünebiliyormusunuz... Siz türbanla girin... Bizde donla geleceğiz o zaman... Ne olacak peki... Eğitim mi göreceğiz, kavgamı edeceğiz, birbirimizle bir bez parçasıyla, mayoyla mı yarışacağız.. Tehlikenin farkındamısınız siz..
-
KORKMAK VE KORKMAMAK ÜZERİNE..(Son günlerde yaşananlar, sanki korkularımızı haklı çıkartacak cinsten. Bu korkuları küçümseyenler, alay edenler artık)
KORKMAK VE KORKMAMAK ÜZERİNE … (¹) Günümüzde hiç kimse, “İslam dünyası/coğrafyası”nda yaşayan toplumların diğer monoteist (tek Tanrılı) toplumlardan daha geride kalmış bulunduğu gerçeğini yadsımıyor. Biliniyor ki İslam, tarihin bir dönemecinde “bilimsel bilgi” ile “inanç”ın yollarını ayıramamış ve yüzlerce yıllık bir gecikme yaşamıştır. Söz konusu coğrafyada yalnızca Türkiye, Kemalist Devrim yoluyla, bu açığı kapatma çabasına girmiştir. Ne var ki, bu yolda benimsenen laiklik ilkesi, Türkiye’de, bir başka dogma bütünü gibi algılanıp uygulanmıştır. Bir kutsallık alanı bir ölçüde daraltılmış, ama onun yerine başka kutsallıklar konmuştur. Sonuçta insan zihni özgürleşmemiş, “iman”a dayalı anlayış yapısı yerinde kalmıştır. İnsanımızı dinsel bağnazlığın tutsaklığından yine de belirli ölçülerde esirgemiş bulunan bu sistem, 85 yıl sonra artık tarih olmakta. Bir kesim aydınımız kutsallıklardan birinin yıkılışına bakarak mutluluk duyuyor. Onlar, ülkenin, kutsallık alanlarından birer birer arınarak demokrasi yoluna girebileceğini düşünüyorlar. Ancak dinsel referanslarla ilişkili bir yaşam biçimi benimsememiş yurttaşların bir kesimi ise kaygılı. Türkiye’nin, bu aşamada, kopkoyu bir bağnazlık ortamına sürüklenmesi kaygısıyla geleceğe güvensiz bakıyor. Bu kesimin korkularını besleyecek belirli faktörlerin bulunduğunu da kabul etmek gerekir. Gerçekten de gözlemler, üç olgu/oluşum eşzamanlı olarak boy verdiğinde, tehlike sınırlarının zorlanabileceğini ortaya koymaktadır: “çoğunluk kültü”, “dip dalga” ve “uydum çoğunluğa sendromu”. Öncelikle, kimi iktidar çevrelerinin saplandığı “çoğunluk kültü” kaygı uyandırmaktadır. Bunlar, kendilerine oy veren çoğunluğun değerlerini halkın bütününün değerleriyle özdeş tutmakta, fırsat bulduklarında belirli anlayışları toplumun geneline dayatacakları izlenimi yaratmaktadırlar. Oysa demokrasi kuramı, çoğunluğun, çağdaş toplumları azınlığa “rağmen” yönetemeyeceğini öne sürer. Siyaset düşünürü Morlino’ya göre, demokrasi, önceden saptanmış kuralların uygulanmasıyla ürettiği “belirlilik” ortamına karşın, bu ortamda oluşacak ve alınacak kararların “önceden belli olmadığı” rejimdir. Recep Tayyip Bey’in bu türden demokrasi kuramlarıyla pek ilgilenmediği ve “demokrasi” deyince salt “seçim sandığı”nı anladığı, muhalefeti susturmak isterken öne sürdüğü “aldığın oy kadar konuş” tipi argümanlardan bellidir. Seçmen çoğunluğunun kendilerini “mutlak egemen” konumuna getirdiği düşüncesindeki bu tip otokratların davranışları, hele dengeleyici demokratik mevzilerin çoğunu yandaşlarıyla tuttuktan sonra, daha da kaygı vericidir. Nitekim Başbakan’ın, toplumu özellikle dine/inanca dönük konularda gerginleştirirken sergilediği pervasızlık, söz konusu kaygıyı pekiştirici niteliktedir. Bu bir. Öte yandan, Recep Tayyip Erdoğan’ın, yüreğinde öncelikle “İslam”ı taşıyan bir kişi olduğu bellidir. Olabilir. Ancak o, “laik ülke başbakanı” kimliğini çoğu zaman bir yana bırakıp din ekseninde siyaset yapıyor. “Müslüman terörist olmaz” gibi realite dışı ideal tanımlara yöneliyor. Yurttaşları “inançlı Müslüman” prototipine indirgiyor ve oranlarını –benim gibileri de dahil ederek- %99’a vardırdığı “inanan Müslümanları” muhatap alıyor. Dünyanın her köşesinde onlar adına konuşuyor. Bu tarzı, Recep Tayyip Bey’i toplum gözünde bir tür “İslami norm koyucu/İslami değer taşıyıcı” hatta “ülkenin/bölgenin imamı” konumuna getiriyor. Bütün bunların seçmen çoğunluğu gözünde pek fazla yadırgatıcı bir yönü bulunmayabilir. Ancak yakın tarih göstermiştir ki, söylemlerinde metafizik öğeler kullanan bu tip önderler, kendilerini de aşan fanatik/militan yığınlar üretebilirler. Türkiye’de de kitleleri kavrayabilecek bir “dip dalga” olasılığının ipuçları vardır. Örneğin, seçimden hemen sonra oğlunun düğününü Bebek Camii’nde yapan imamın, bir TV muhabirinin kendisine yönelttiği “Müftülüğün haberi var mı?” sorusuna verdiği “Müftülüğün de var, Meclis’in de!” şeklindeki yanıt düşündürücüdür. Abdullah Gül’ü Çankaya’ya, Başbakan’ın iradesini de aşan bir dalga taşımıştır. Bazı İslamcı yazarlar, “işi rast gitmiş azınlığın” Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana sürmüş egemenliğinin artık sona erdiğini açıkça belirtiyorlar. Başbakan ve yakın çevresi ise kendileri gibi düşünmeyenlerin kaygılarına duyarsızdır. Onların “laik dönemin rövanşı” doğrultusundaki tutumları, “şimdi sıra bizde” düşüncesiyle davranan aşırılığa eğilimli kitleleri etkileyerek kendilerini de aşan bir dip dalgaya yol açabilir. Bu da iki. Sosyolojik gözlemler, her dönemde, “yükselen” söylem ve eylem kalıplarının toplumca kendiliğinden benimsendiklerini ortaya koyuyor. Nitekim şimdilerde, her düzeyden eğitim kurumunda, sayısız “münferit olay” bağlamında, laik anlayışlar rafa kaldırılıp İslamcı uygulamalara yöneliniyor. Üretilmiş olan “milliyetçi-softalık” ortamında, “münferit mütecaviz”ler başka dinden insanlara saldırabiliyor. Son Kurban bayramı mesajlarında “İslam aleminin mübarek bayramı” ya da tam bir “İslamcı jargonu” olan “bayramın hayırlara vesile olması” deyimleri, “laik anlayışlı” bildiklerimizce de pek sıklıkla kullanıldı. Bu türden sosyo-psikolojik güdümlenmeler, “mahalle baskısı” diye de nitelenebiliyor. “Türban serbest bırakıldığında üniversitelerde kısa sürede türbansız kız kalmayacağı” yolundaki uyarı önemli ölçüde bu olgudan kaynaklanır. Düne kadar laik demokratik normlara uyan ideolojisiz/apolitik çoğunluk, normları İslamcılar koyunca bu kez kalabalığa bakarak İslam toplumu normlarına uyacaktır. “Uydum çoğunluğa sendromu” da işte budur. Bunların da ötesinde ve bunlara ek olarak, “içe kapanmacı eğilimler” söz konusu olduğunda, “laikçi-şoven” kesim İslamcılarla yarışmakta hatta onları aşmaktadır. Müslüman göçmen barındıran Avrupa ülkelerinin hemen her kentinde bir cami bulunur. Oralarda İslam propagandası özgürce yapılabilir. Durum böyle iken bu kesim, kafasını Türkiye’de bulunan çok az sayıda Hıristiyanın kendi dinine dönük etkinliğine takmaktadır. Ülkeyi tehdit etme gizilgücü içerdiği vehmedilen “misyonerlik” faaliyetlerinden söz edilmekte; yeni saldırılara adeta ortam hazırlanmaktadır. Bize karşı yapıldığında yakındığımız “çifte standart” belirgin biçimde uygulanmaktadır. Ayrıca, bu türden anlayış ve davranışların, Batı’da İslam’a ve Müslümanlara karşı bir takım olumsuz tepkileri tetikleme gizilgücü taşıdıkları açıktır. Öte yandan bu yolla, “dinler arası çatışma” ortamı güçlenebilecek ve dolaylı olarak Türkiye’de de kutuplaşma eğilimi artabilecektir. Sonuçta, tüm olumsuzlukların bir araya gelerek belirli korkuların gerçeğe dönüşmesine yol açacağını düşünmek için belki yine de fazla karamsar olmak gerektir. Ancak, günümüzdeki gidişten ürken ve kendisine güvence sağlayan “laiklik” ilkesine zaman zaman paranoyak bir titizlikle sarılan kesimin duygularını anlamak, toplumun bütünlüğü açısından zorunludur. Gerçi “çağımızda geçerli olan türden” bir dinselliğin, uzun dönemde hiçbir coğrafyada, “bilimsel bilgi” ve onun getirdiği “başarımlar” karşısında direnemeyeceği varsayılabilir. Ne var ki, T.C. yurttaşları olarak bizler, yaşam serüvenimizi bugünün Türkiye’sinde sürdürüyoruz. Yeryüzündeki bu “tek” şansımızı, dinsel bağnazlığın pençesinde kıvranan ve bizi de kıvrandıran bir toplumsal ortam içinde ziyan etmekten haklı olarak ürküyoruz. Mevcut gidiş, eğer iktidarın yönlendirici kesimi için “planlı bir kopuş” değilse, gereken; daha az inat daha çok empatidir. Hepsi bu! DİPNOT... ______________________________________
-
TANRI'NIN KİMİ TEKRAR HAYATA DÖNDÜRMESİNİ İSTERSİNİZ... (Amerika'da yapılan bir anket sorusu ve cevaplar...)
Tamamıyle tesadüf sevgili politika... Sevgi ve saygılar...
-
MASKELER DÜŞÜYOR... (Bu iktidar işbaşına geldiğinde 3 bin 200 dolar civarında idi. Şimdi ise adam başı borcumuz 2007 sonu itibarıyla 5 bin 500 dolar)
Maskeler düşüyor... Türkiye'de kişi başına düşen borç bu iktidar işbaşına geldiğinde 3 bin 200 dolar civarında idi. Şimdi ise adam başı borcumuz 2007 sonu itibarıyla 5 bin 500 dolara çıktı. Keşke bu iktidar Türkiye'de kadınların başına taktığı türbanla, başörtüsü ile uğraşacağına, bunu siyasi simge haline getireceğine, 35 milyondan fazla kadının başına sardığı 5 bin 500 dolar borçtan onları kurtarmayı becerebilseydi. Keşke bir 'kaos' yaratmak yerine böyle bir ekonomi başarısına imzasını atabilseydi... Türkiyem Topluluğu Sözcüsü Her şeyin bir zamanı ve zemini var. Halk arasında söylenen ve kulaklara küpe olacak bir 'nasihat' olarak algılanması gereken bu söz, dünyanın hemen hemen tüm coğrafyalarında büyük kabul görüyor. Siyasette, ekonomide, sağlıkta, eğitimde ve sosyal yaşamda atılan adımlar, bu sözden hareketle zaman ve zemine göre şekilleniyor. Ama dünya geneline baktığımızda bir tek Türkiye'de yönetenlerin, zamana ve zemine uygun hareket etme yeteneğinden uzak kaldığını görüyoruz. Daha farklı söylemek gerekirse Türkiye'nin zamanın ve zeminin dışında kalmasını isteyen güçler, bu amaçla ürettikleri 'yeni gündemlerle' oldukça başarılı oluyor. Çünkü bu ülkeyi yönetenler, halkından esirgediği anlayış ve hoşgörüyü olabildiği kadar geniş imkânlarla birlikte bu yabancı ve yalancı güçlere sunmakta 'beis' görmüyor. 2008 yılının daha ilk günlerinde Türkiye'nin hedefinin 'Gelişmiş Ülkeler' arasında yer almasını sağlayacak sosyal ve ekonomik politikalar olacağı beklentisine girmiş idik. Bu umutla ülkenin gündemine işsizliğin azalması, çağdaş ve parasız eğitimden tüm çocukların ve gençlerin yararlanması, sanayimizin gelişmesi, gelir dağılımının düzelmesi, rüşvet ve yolsuzluğun önlenmesi, yoksulluğun azaltılması gibi konuların gelmesini bekliyorduk. Ama bir de bakıyoruz ki hiç zamanı değilken ülke gündeminin başköşesine yine 'türban' konusu oturtulmuş. Aklı başında bir siyasi iktidarın yapacağı şey değil bu... Bu köşedeki ilk yazımızın başlığı 'Kendini Harcayan İktidar' idi. Yaklaşık dört ay önceki bu yazıda siyasi iktidarın devletle ve milletle kavgalı olmasının doğru olmadığını ve bu görüntülerin kendisine zarar vereceğini de söylemeye çalışmıştık... Bugün geldiğimiz noktada Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin Atatürk imzasını taşıyan kurumlarına ve ilkelerine karşı bir tacizin başlatıldığını görüyoruz. İkazlar da dikkate alınmıyor... Anlaşılıyor ki bugünkü siyasi iktidar 'kendini harcamaya' kararlı görünüyor. Kaderini 'siyasi harakiri' ile noktalayacağını söylersek, sanırız kehanette bulunmuş olmayız... 2008 Türkiye'sinin ilk tartışacağı konu türban mı olmalıydı? Türkiye, türbanı tartışarak mı ekonomisini düzeltecek? Türkiye, türbanla mı gelişecek? Dünyada 7 gelişmiş ülke vardı. Daha sonra Rusya Federasyonu'nun da gelişmesiyle bu ülkeler G8 ülkeleri olarak anılmaya başladı. Türkiye, yine türban konusunda yeni bir tartışmanın ve gerilimin ortasında kalarak mı G9 ülkesi olacak? Türkiye'de yoksulluk sınırında yaşayan 12 milyon insan, türbanı tartışarak mı açlıktan ve sefaletten kurtulacak? Türkiye'de kişi başına düşen borç bu iktidar işbaşına geldiğinde 3 bin 200 dolar civarında idi. Şimdi ise adam başı borcumuz 2007 sonu itibarıyla 5 bin 500 dolara çıktı. Keşke bu iktidar Türkiye'de kadınların başına taktığı türbanla, başörtüsü ile uğraşacağına, bunu siyasi simge haline getireceğine, 35 milyondan fazla kadının başına sardığı 5 bin 500 dolar borçtan onları kurtarmayı becerebilseydi. Keşke bir 'kaos' yaratmak yerine böyle bir ekonomi başarısına imzasını atabilseydi... 2007'nin ikinci yarısını yine dışımızdaki güçlerin, topraklarımıza ve gündemimize taşıdığı 'terörle' mücadeleye endekslenerek kaybettik. 2008'in ilk yarısını da 'türbanı tartışarak' geçiririz. İkinci yarısına da tartışılacak bir konu bulunur herhalde(!) Alın size gelişmeye aday bir ülkenin gündemi... 1970'li yılların hemen hemen ikinci yarısına kadar, bu ülkede türban tartışması yoktu... Kadınların, kızların taktığı, giydiği eleştiri konusu olmazdı. Başörtülü kadınlar, kendini bir kısıtlama içinde görmez, engellenmezdi. Çünkü toplumun sağduyusu ve hoşgörüsü, insanların başlarını örtmesini veya örtmemesini sanki bir 'sorun imiş' gibi gündeme getirmek isteyenlere engeldi. Siyasi partilerin oy ve iktidar kaygısı, inançlı ama bilinçlenmesi engellenmiş kesimleri kullanarak farklı bir mecraya girince ilk kıvılcımlar da başladı. Bu türlü siyasi yaklaşımların bir uzantısı olarak iktidarda olanlar, şimdilerde 'türbanın siyasal bir simge olduğunu' ilan ederek Türkiye Cumhuriyeti'ni tehlikeli bir sürece muhatap etmek üzeredir. Görülüyor ki laik cumhuriyete yeni anlamlar ve tarifler getirerek yapısal sistemini ve temel taşlarını değiştirmek, bu yolla Atatürk ve en büyük eseri olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile adeta bir hesaplaşmaya girmek bu sürecin aktörlerinin örtülü amaçlarıdır. Türban, inançlı insanlarımız için sorun değildir. Ama siyasi iktidar için türban, gerektiğinde 'sorun' olarak gündeme getirilen ve 'kurnazca kullanılan' yaklaşım ve söylemler sebebiyle sonuçta 'oy' olarak iktidar yollarını açan bir seçim malzemesi haline gelmiştir. Böylesine 'çirkin' amaçla kullanılan bir 'araç' olduğu için türban, yıllardan beri 'sorun' olarak gösterilmiş, bu sorunu sömürerek iktidara gelenlerin, tek başına çözme gücü olmasına rağmen çözümsüzlükle baş başa kalmıştır. Türbanın kaderi çözümsüzlüktür. Demokrasiyi bir 'amaç' değil, bir 'araç' olarak görenlerin türbanı da bir 'araç' olarak gördükleri artık ortadadır. Başbakan'ın türbanın 'siyasal bir simge olduğunu' açıklaması ciddi anlamda düşündürücüdür. Hem yaşadığımız toplumun, hem de Başbakan'ın sağlığı ile ilgili bir alarm işaretidir bu açıklamalar. Bu açıklamalar toplumsal yapımızda bir kamplaşmanın tetikçisidir. Kamplaşmanın olduğu bir toplumsal yapıdan 'dayanışma' çıkmaz. Toplumsal dayanışmanın olmadığı toplumların akıbeti de Irak'tan, Afganistan'dan farklı olamaz. Bu açıklama ile gelinecek nokta, bir zamanlar Osmanlı'ya olduğu gibi 'hasta adam' damgasının aynı şekilde Türkiye Cumhuriyeti'ne vurulması olacaktır. Öte yandan 'türbanın siyasal simge olduğu' yolundaki açıklama, Başbakan'ın ruh sağlığı konusunda şüpheler uyandırmaktadır. Hangi ülkenin en üst düzeydeki siyasi sorumlusu, kendi milletini kamplara bölecek bir açıklamaya 'tetikçilik' yapabilir? Böyle tehlikelerle dolu bir görüşün, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı tarafından dile getirilmesi endişe vericidir. Dolayısıyla artık Türkiye'nin geleceği için bu hükümetin kadrolarının ruh sağlığının bir tetkike muhatap olması bir zaruret olmuştur. Türban konusunda yapılan açıklamalar ve devam eden gelişmeler ister istemez 'Acaba ülkeyi idare edenler, farkında olarak ya da olmadan emperyalizme hizmet mi ediyor?' sorusunu da gündeme getirmektedir. Dünyanın da bildiği gibi emperyalizme en ağır yenilgiyi yaşatan Türkiye Cumhuriyeti'nin kurtarıcısı ve kurucusu Mustafa Kemal'dir... Kurtuluş Savaşı'nın intikamını Atatürk'ten almak isteyen emperyalist güçler ile Türkiye Cumhuriyeti'nin laik, demokratik sosyal bir hukuk devleti olduğunu bilip, bu yapıyı koruyacaklarına dair yemin edenlerin şimdi bu yeminleri yumuşak adımlarla çiğnemesini, adeta Atatürk ve Cumhuriyet ile bir 'hesaplaşma!' olarak yorumlanacak adımlar atmasını ve aynı paralellerde bulunmasını keşke başka türlü açıklamak mümkün olsaydı... Keşke bugün Ulu Önder Mustafa Kemal'in en temel değer olarak Cumhuriyetimizin damarlarına işlediği 'laiklik' ilkesine saldıranlarla, Mustafa Kemal'in resimlerini devlet dairelerinden kaldırmak isteyen Avrupalı emperyalistleri bir kefeye koymak mümkün olmasaydı... Sonuç olarak söylemek gerekirse, türban, Türkiye'nin sorunu değildir. Türkiye'nin sorunu, türbanı 'sorun' olarak gündeme getirenlerdir. Kaldı ki bir an için 'sorun' olduğunu kabul etsek bile, bu sorunu çözmek için yapılması gereken bu konuda tek başına ahkâm kesmek, asmak, kesmek olamaz. Türkiye Cumhuriyeti'nin Yargıtay'ından, Danıştay'ından, bugünkü siyasi iktidarın zaman zaman dilinden düşürmediği 'sivil toplumundan' yükselen seslerin de ne dediğine kulak vermek, siyasi sorumluluk sahibi olduklarını iddia edenlerin 'pas' geçeceği bir konu olmamalıdır. Aynı şekilde başta Merkez Bankası olmak üzere kamu kurumlarının İstanbul'a taşınması düşüncesi de yapay gündeme getirilen konular arasındadır. İnsan bu noktada 'Eller gider Mersin'e, bizimki de tersine' deyimini hatırlıyor. Başkentler, hem siyasete hem de ekonomiye hükmeden güç merkezleridir. Böyle olduğu için dünyanın hiçbir ülkesinde Merkez Bankası, başkent dışında bir şehirde değildir. Başbakan'ın "Gerekiyorsa taşımak için kanun çıkarırız" sözleri kazındığında bu sözlerin altında yatan 'küresel güçlere hizmet etme amacı' görülecektir. Dünyanın ilk 20 büyük ekonomisi içinde yer alan ülkelerin hangisinde acaba Merkez Bankası böylesine garip, acayip ve siyasi kaygılar taşıyan tasarruflara konu oluyor? Böyle bir şey olmadığına göre geriye kalan tek seçenek, siyasi iktidarın Ankara'dan duyduğu alerjidir. Ankara Milli Kurtuluş Savaşı'mızın simgesidir, sembolüdür. Lozan Anlaşması sonrasında ülkemizin güçlenme ve gelişmesine kaynak olacak, iç ve dış güvenlik kaygılarına karşı durabilecek bir siyasi ve askeri insiyatife 'üs' olabilecek nokta Anadolu'nun bağrında olmalıydı. Bunun yanı sıra Milli Kurtuluş Savaşı'mızda haysiyetle mücadele eden Anadolu'ya olan borcun da bir şekilde ödenmesi gerekiyordu. Ulu Önder, bu sorulara cevap olacak tek adres olduğunu düşündüğü için Ankara'yı başkent yaptı. Atatürk, Ankara'yı Başkent yapma kararını daha sonra şöyle açıklıyor: "Umumi kaide şudur ki genel durumu yönetme ve yürütme sorumluluğunu üzerine alanlar en önemli hedefe ve en yakın tehlikeye mümkün olduğu kadar yakın bulunurlar. Ankara bu koşulları toplayan bir noktada idi" (Nazmi Kal Atatürk'le Yaşayanlar... Ziraat Bankası Kültür yayını) Amerikan Başkanı Bush'un, Başbakan'la birlikte Topkapı Sarayı'nı gezerken, "Ben senin yerinde olsaydım, burada otururdum" dediğini duymayan kalmadı. Başbakan'a Amerikan Başkanı destek verebilir. Ama tek kalemde Ankara'yı silip İstanbul'u başkent yapmaya kimsenin gücü yetmez. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası buna izin vermez. Anayasa'dan önce buna Ankara'yı 'milli mücadelenin merkezi' yapıp, 'devlet' olarak gören Anadolu insanı izin vermez. Gelelim İstanbul'un finans merkezi olacağı yolundaki iddialara... Türkiye'nin borçları da Cumhuriyetimizi tehdit etmektedir. Borçların karşılığında Türkiye Cumhuriyeti'ni 'yeni diyetler' ödemeye mahkûm etmek isteyenler şimdi de Türkiye'nin başkentini değiştirme telaşındadır. 'İstanbul'un finans merkezi olması' gibi hem kuru hem de gülünç bir gerekçeye sırtını dayayan siyasi iktidar bu açıklamalarıyla küresel güçlerin 'Türkiye Cumhuriyetini tasfiye etme' amacına da hizmet etmektedir. Türkiye'nin 14 bankası yabancılara satıldı... Bankacılık sisteminin yüzde 42'si, sigorta şirketlerinin yüzde 40'ı yabancıların elinde... Borsa'da işlem gören hisse senetlerinin yüzde 70'i, hisse ve bono tahvillerinin yüzde 23'ü yine yabancılarda... Türkiye'de toplam ihracatın yüzde 49'unu yabancı sermayeli şirketler yapıyor. Yine Türkiye'nin 500 büyük sanayi kuruluşunun toplam satışlarının yüzde 42'5 u yabancı sermayeli şirketlerin kontrolünde... Böyle bir finansal dram söz konusu ve ortada iken, üstelik finansınız uyruk değiştirme tehlikesini yaşıyor iken acaba Merkez Bankası'nın İstanbul'a taşınması halinde, İstanbul hangi finans çevrelerine başkentlik edecek? Bu tartışmaların bizi götürdüğü noktada "Türkiye nereye gidiyor?" sorusu karşımıza çıkıyor. Söylediğimiz gibi siyasi iktidar tehlikeli bir şekilde ateşle oynuyor. Türkiye Cumhuriyeti'nin anayasası demokratikleşme, çoğulculuk ve sivil anayasa gibi içi boş kavramlarla yozlaşmakta, bu yozlaşmanın çürüme ve kokuşma boyutuna taşınmasıyla Atatürk Türkiye'si tasfiye sürecine sürüklenmektedir. İşin dikkate değer yanı, bu adımların sahiplerinin yüzlerini saklamak için siyasi iktidarın demokrasi ve insan hakları maskelerini halen kullanmaya devam etmesidir. Türkiye Cumhuriyeti'nin yönetimini yaklaşık yüzde 47'lik bir oyla elde eden/ele geçiren bugünkü siyasi iktidar, milli değerlerimizin yok edilmesi, hassasiyetlerimizin hırpalanması ve yozlaşması yolundaki girişimleri acaba ortalığı boş mu bulmasından kaynaklanıyor? Türkiye'de 3 Kasım 2002'de başlayan ve 22 Temmuz 2007'de tekrarlanan süreçte, siyasi iktidarın ve yakın çevrelerinin, iktidar imkânlarını şahsi çıkarları için kullananların katıldığı bir maskeli balo oynanıyor. Bu maskeli baloya katılanların kimler olduğunu herkesin bilmesine rağmen, maskeliler kendi gerçek yüzlerinin görülmediğini düşünüyor... Balodakiler kendileri için bir 'cennet' yaratmaya çalışırken, halkın cehennem azabı çekmesine kayıtsız kalmaya devam ediyor... İktidarın kendi 'cennetini yaratma' amacına ulaşma yolunda Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin Anayasası'nı, kurumlarını, yüksek mahkemelerini, milli değerlerini ve hassasiyetlerini karşısına alıp kavga etmeye kararlı olduğu görülüyor... Türkiye, adım adım sosyal bir kaosa yaklaşıyor. İşte Türkiye'nin gerçek sorunu burada karşımıza çıkıyor... Artık Türkiye'yi yönetenlerin yüzlerindeki maskeyi çıkarması ve milletimizle yüzleşmesi gerekiyor... Çünkü Millet, "Madem bugün bunları yaşayacaktık, biz niye emperyalizme karşı Milli Kurtuluş Savaşı'nı yaptık?" diye soruyor. Çünkü artık millet, milli hassasiyetlerinin, değerlerinin bu kadar ayaklar altına alınmasına, aşağılanmasına tahammül edemiyor... Çünkü millet, fikri ile zikri arasında çelişki olanların ikiyüzlülüğünü görüyor... Artık maskeler de bu yüzlere tahammül edemiyor, birer birer düşüyor.
-
TANRI'NIN KİMİ TEKRAR HAYATA DÖNDÜRMESİNİ İSTERSİNİZ... (Amerika'da yapılan bir anket sorusu ve cevaplar...)
Bizi bunlar ilgilendirmiyor şimdilik... Biz konuda bizi ilgilendiren bölümüne bakalım... Yinede bilgilerin için teşekkürler..
-
KADIN DEDİĞİN... (Sarışın, renkli gözlü, uzun bacaklı, beyaz tenli, ince bilekli dilber filan fasarya... Kadın dediğin hatun olacak arkadaş hatun...)
Ben tahmin ediyorum sevgili CYRANO...
-
TANRI'NIN KİMİ TEKRAR HAYATA DÖNDÜRMESİNİ İSTERSİNİZ... (Amerika'da yapılan bir anket sorusu ve cevaplar...)
Amerika'da yapılan anketin sonuçlarını görmek için.. -http://www.whoshouldliveagain.com/vote.php-
-
TANRI'NIN KİMİ TEKRAR HAYATA DÖNDÜRMESİNİ İSTERSİNİZ... (Amerika'da yapılan bir anket sorusu ve cevaplar...)
Amerikalılar bir anket düzenlemişler "Tanrı'nın kimi tekrar hayata döndürmesini istersiniz diye", açılan ilk sayfada kişilerin resimleri çıkıyor ve bizlere işaretleyip göndermek kalıyor... -http://www.whoshouldliveagain.com/-[/url] Bende bu anketten esinlenip ve bunu biraz daha daraltarak eğer böyle bir olanak olsa Ülkemiz liderleri/önderlerinden hangisini tekrar hayata döndermesini istersiniz şekline dönüştürdüm... Amacım sadece çıkacak sonuçların (ki liderlere saygılıyız) bizlere birazcık olsun bir ışık olabileceği düşüncesinden başka birşey değildir... Sonuçları gerçekten merak ediyorum... Ankete katılan tüm arkadaşlara şimdiden teşekkür ediyorum... Sevgi ve saygılarımla...
-
CENNET... insanlar sırf gökyüzünde ödüllendirilecekleri için mi İNAÇLI? Ben bu yaklaşımı insanı küçültücü buluyorum. Ne yani şimdi...
"Peygamber kadınları topladı. 'Ey kadınlar. Sizin dininiz eksiktir' dedi. 'Neden?' diye sordular. 'Ayda bir kere aybaşı olmuyor musunuz? O dönemde namaz kılabiliyor, oruç tutabiliyor musunuz' diye kadınlara sordu. ' Hayır' cevabını alınca da 'Sizin dininiz eksiktir. Aklınız eksiktir' dedi. Kadınlar, 'Niye aklımız eksiktir' diye sordular. 'Mirastan daha az pay alıyorsunuz. Şahitlikte erkeklere göre ikiye birsiniz' dedi. Kadınlar da kabul ettiler." Wah kadınlararımıza... Wah Wah ki Wah Wah...
-
DİNSEL ÖRTÜNME... (Eğer konu cinsel dürtülerle bağlantılı ise erkek neden örtünmüyor sorusu da akla gelmelidir. Erkek örtünsün ve kadın baştan çıkmma)
İBRETLİK BİR GERÇEK... 'Rüzgâr saçlarıma dokunduğunda ağlamaya başladım' Ürdün'lü yazar Fadia Fagir, türbanı reddettiği için yıllarca babasıyla çatıştı. Şimdi 51 yaşında olan ve İngiltere'de yaşayan Fadia, babasıyla olan yüzleşmesini The Guardian'a yazdı Babam beni 3 defa türban takmaya zorladı ve ben de 3 defa çıkardım. Hikâyemin geri kalanında, türbanı nasıl çıkardığımı anlatacağım. Son 23 yıldır İngiltere'de yaşamama rağmen, Amman-Ürdün'de doğdum ve büyüdüm. Ailem tutucu Müslümandı fakat annem babama göre daha liberal sayılırdı. Babam, eğitime inanmasına rağmen, tüm çocuklarının -9 kardeşiz- özellikle kızlarının iyi nitelikli, dürüst, temiz, dindar Müslümanlar olmalarını isterdi. Bizler de onun dilediği gibi çocuklar olmak istedik fakat çoğumuz onun aradığı niteliklere yeterli derecede sahip olamadık ve bu yüzden başaramama ve suçluluk duygusunu hep hissettik. Babam kalpsizdi, gaddardı. Bir keresinde benden 10 yaş büyük ağabeyimin başına dikilmiş, onu sigara içerken yakaladığı için bir paket sigarayı ağzına doldurmuştu. Bütün aile yemek odasında onların etrafında toplanarak olanları izliyordu. Orada öylece durduğum için kendimi hiçbir zaman affetmedim ama çok küçüktüm, henüz 16 yaşındaydım. GARDİYANIM.. 7 yıl sonra, 23 yaşındayken, babam baskı kurarak beni türban takmaya zorladı ve sonunda başardı. Türbanı çıkaran arkadaşlarımın ve teyzemin yardımıyla ben de iki defa onu çıkardım. (Teyzem her zaman bu olanlara dayanmam için beni destekledi ve başka bir yol olabileceğini öğretti.) Tüm şartları kabul ettim, akşam saat 7'den sonra sokağa çıkma yasağını bile, fakat başımı kapatmayı hep reddettim. Babama Ürdün Üniversitesi'ndeki eğitim olanağını önerdiğimde başımı kapatmadıkça eğitim giderlerini reddedeceğini söyledi. Eğitimimin direnmekten daha önemli olduğuna inandığımda, markete gittim ve kendime 2 metre beyaz polyester kumaş satın aldım. Başımı onunla sararak çenemin altından topluiğneyle tutturdum. Topluiğneyi çıkarabilmem 7 yılımı aldı. Ürdün Üniversitesi'ndeki derecemi bitirdiğimde İngiltere Lancaster Üniversitesi'ndeki yaratıcı yazar bursunu kazandım. Babam beni oraya göndermeyi reddetti. Bu sefer omuzlarına sıçradım, ağladım ve beni durduramayacağını söyledim. Dünyada kâğıt ve kalem oldukça benim yazar olmama engel olamayacağını haykırdım. Bir dizi kavgadan, görüşmelerden, yemek yememe grevlerinden, tartışmalardan ve arabuluculardan sonra babam İngiltere'deki üniversiteye gitmeme izin verdi fakat iki şartı eklemeyi de unutmadı: Türbanı her zaman başımda koruyacaktım ve benden 17 yaş büyük olan ağabeyim, gardiyanım olarak benimle İngiltere'ye gelecekti. TÜRBAN ÇIKIYOR... İngiltere'ye gittiğimde 28 yaşındaydım ve hayatımda çok olaylar yaşamıştım: "Evlendim, boşandım." Şu anda 6 yaşında olan oğlum doğdu, onun velayetini almayı başaramadım (boşanmanın getirdiği birtakım ticari muameleler sonucu). Ve sonuç olarak paçavraya döndüm. Bir kız olarak, Müslüman olarak, eş ve anne olarak başaramadım. Orada yabancı bir ülkedeydim ve Heathrow'a giderken trafiği hesap edemeyen ağabeyime bağlıydım. Tek düşündüğüm Londra'dan Lancaster'a giderkenki kâbus seyahatimde, teyzemin bavuluma koyduğu Çerkez pastasıydı. Yoldayken sadece kutumu açıp açıp onu yiyebilmiştim. 2 yıl bile olmamıştı, 1986 yılında, türbanı çıkarmaya karar verdim. Bu sırada doktorama başlamak için İngiltere'ye geri dönmüştüm. Orada babamın fikirlerine uyabileceğim ve kendime saygı duyabileceğim bir nokta aradım. Londra'ya vardığımda, eski arkadaşlarımdan birisi beni havaalanında karşıladı, onun dairesine gitmek için taksi çağırdık. Ellerimi havaya kaldırdım, titreyen parmaklarımla iğnemi çıkardım, türbanımı geriye doğru çekerek saçlarımı şoförün önünde açtım. 7 yıl içinde ilk defa bir yabancı saçlarımı gördü. Şoför yaptığım hareketin farkında mıydı bilmiyorum ama temiz hava saçlarıma dokunduğunda ağlamaya başladım. Evimi, kimliğimi, ailemi ve tüm soyumu çıkarıp atmış gibi hissettim. O an benimle beraber hiçbir şey yapmak istemeyeceklerdi. Ağlama krizlerim 3 gün boyunca sürdü ve en sonunda Norwich'i ve üniversite kariyerimi bitirdim. Türbanı çıkardım, bilgisayara bağladım ve... Birkaç ay sonra, bir öğleden sonra oturdum, türbanı çıkarıp bilgisayarıma bağladım. Babama ne yaptığımı ve neden yaptığımı anlatan uzun bir mektup yazdım. Mektubu gönderdikten sonra, onun evime geleceği ve beni evimize geriye sürükleyeceği korkusuyla yaşamaya başladım. Bu korku haliyle yaşamak imkânsızlaşmıştı. Bu yüzden eve dönüp türbansız karşılarına çıkmaya karar verdim. Umman'da yaşayan arkadaşım Save dışında eve döneceğimi herkesten gizli tuttum. Ürdün'de pek çok baba çocuklarının evden uzaklaşmalarını durdurmak için pasaportlarını alıp sakladıklarından dolayı ben kendi pasaportumu Ürdün Üniversitesi'ndeki feminist okutmana bırakmıştım. Eve vardığımda saat akşam 10'du. Evin önünde başım açık, kalbim çarpıntılı ayaktaydım. Babam kapıyı açtı. İçeriye yürüdü. Çok yaşlanmıştı, saçlarının çoğu grileşmişti. Aptes alırken giydiği kıyafetlerini giymişti. Ilık bir şeyler kalbime akıyordu. Koridora kadar onu takip ettim ve sıkıca sarıldım. Bana yüzünü döndü, kollarıyla beni kucaklamayı reddetti. "Lütfen baba" dedim. Hiçbir şey söylemedi. Annem gözyaşlarıyla kucaklayana, öpene kadar babam, bir heykel gibi dikildi. Annemin gözleri yaşlarla doluydu. "Selamla kızını" dedi. Babamın sonunda söylediği tek söz; "Batılı modellere benziyor" oldu. Onun sırtındaki acıydım, meraklı bakışlarının önünde ondan utanarak sırtımı döndüm. Ertesi gün beni evden türbansız gitmemem için ikna etmeye çalıştı. Bahçemizi, yollarımızı, mahallemi görmeye çok istekliydim fakat benim olayımın yarattığı durumun farkındaydım. Sofada oturdu.. karşısına oturdum aynı vaazları çok dinlemiştim. Hâlâ tekrarlıyordum: "Ben senin kızınım. Sen ve annem beni dünyaya getirdiniz. Ben dinden daha mı önemsizim? Beni sevdiğini hiçbir zaman söylemedin. Benle gurur duyduğunu hiç söylemedin. Neden?" Bu böyle 5 gün sürdü ve bir daha hiç tartışmadık. Temiz hava istiyordum, duş aldım, bir kot ve tişörtü üzerime geçirip anneme, "Alışverişe gitmek ister misin" diye sordum. "Evet gidelim" dedi. Türbanını taktı, elimden tuttu ve günışığında adım atmaya başladık. El ele yürüdük. Güler yüzle bakkalı, eczacıyı, şeker ve fındık satıcısını elimden sıkıca tutarken selamladı. Kış güneşi arkamızı ısıtıyordu. Konuştuk, gülüştük, yürüdük ve eve mutlu döndük. Babam dışarı çıktığımızı duyunca, benimle tamamen konuşmayı kesti. Bazen annemle yemek masasına geç katıldığımızda annemle bana bazı sözler gönderdi: "Dürüst olmayan, utanmaları ve dinleri olmayan insanların hiçbir şeyleri yoktur." Geldiğimden tam 3 hafta sonra, bir akşam ailemle yemek yedim. Anneme baktım ve "Cuma günü çalışmalarımı tamamlamak için İngiltere'ye döneceğimi lütfen babama söyle" dedim. Yılbaşı tatili sona ermişti. Telefon çaldığında giyiniyordum. Alıcıyı kaldırdım ve babamın sesini duydum. "Sana sadece iyi bir gün dilemek istiyorum... Seninle gurur duyuyorum, fakat bazı şeyleri bilmiyorum. Bazı şeyler nasıl söylenir, bilmiyorum. Git, Allah seni korusun!.." Ve sonra telefonu kapattı. Barışma sürecimiz başlamıştı, bizi birbirimize yakınlaştıran başarısızlıklarla dolu bir ilişkiydi. Bu sıralarda, babamın yardımına ihtiyaç duyduğumu söylediğimde İngiltere'ye yanıma geldi. Saatlerce ağaçların arasında yürüdük, konuştuk. Beni seviyor musun diye sorduğumda, beni kucakladı. 9 çocuğunun İngiltere'de, Amerika'da, Türkiye'de ve diğer yerlerdeki eğitimleri babamın bizimle ilişki kurmak zorunda olduğunu ona öğretmişti. Seneler süren eğitimlerimizden sonra kimimiz dine bağlı, kimimiz umursamaz ve bazılarımız tamamen dünyevi oldu. Yaşımız ilerlediğinde babamız farklı görüş açılarımızı hoş görmeyi öğrendi. Yaşlandıkça fikirlerimize alışabilme kapasitesi arttı. Şu an 76 yaşında, bense 51 ve bu bir parçalık yazı bizi daha da yakınlaştırdı: Birkaç hafta önce Doğu Amman'daki eski evimizin bodrum katında babamla oturuyordum. Yazımı ona yüksek sesle okudum. Okumayı bitirdiğimde gözyaşlarımızı sildik, gülüştük ve sonbahar güneşinde beraber yürüdük. Türban hâlâ bilgisayarımı örtüyor fakat onunla baba-kız olduğumuzu sonunda hissediyorum. _______________________________________________________ YASEMİN COŞKUN/Hafta sonu/ 26.01/2008
-
DİNSEL ÖRTÜNME... (Eğer konu cinsel dürtülerle bağlantılı ise erkek neden örtünmüyor sorusu da akla gelmelidir. Erkek örtünsün ve kadın baştan çıkmma)
Peki bunn sonu ne olacak... Aynen şu; Don, şalvar, takke, fes vb... Buna "Sadece kılık-kıyafet derseniz, bir kayıt koymazsanız, Nazi üniformasıyla da, burkayla da, bikiniyle de girecek" Yapılmak istenen bu... Bu zihniyettin yapabileceği ancak bu... Tekrar belirtiyorum... Bu din tacirlerinden kurtulmak gerek...
-
Bu forumda birbirimizden nekadar elektrik alıyoruz..?
Forumda birbirimizden ne kadar elektrik alıyoruz... Zor bir soru... Bana göre... Bazen inanilmazzzzzzz (z harfi sayisi artabilir) düşüncede olan arkadaşlarımızın inanilmazzzzzz (z harfi sayısı tabiki artırılacak) fikirleri ile zzzzzzzzzzzzzt diye çarpılabileceğibimuz bir durum olduğu için ben bu elektriği almıyayım abi...
-
CUMHURİYET KADINI!
Tarihsel süreçte Türk kadını; "İslamiyetten önce; İslamiyet ve sonrası; Cumhuriyet ve Atatürk" olmak üzere üç temel başlıkla ele alınabilir. İslamiyetten önce göçebe bir yaşam tarzı olan Türklerde kadınlar, kişilik ve geleneksel kültürleriyle canlı ve hareketliydiler. Kadın, kahramanlık ve savaş gücü olan bir varlıktı. Kadınlara değer veriliyor, saygı duyuluyordu. İlk Türklerde önceleri totemcilik , sonraları Şamanizm dinleri etkindi. Şamanizmde; "tanrı / tanrıça" egemendi. En çok anatanrıçaya inanılıyordu . Dünyayı yaratma fikrinin "Ak Ana" dan geldiği düşünülüyordu. Yusuf Has Hacib , Kutadgu Bilig adlı eserinde kadından "nadir varlık" diye söz eder. İslamiyetten önce "cahiliye dönemi / kapkara dönem" kadının yazgısıydı. Doğan kız çocukları ve anneleri öldürülüyor, mirastan yoksun bırakılıyorlardı. Kadın hakları, erkeğin çok gerisindeydi. İslamiyetle birlikte, kızların öldürülmesi, evlenme ve boşanmada birtakım düzenlemelere gidildiyse de yeterli değildi. Osmanlılarda "harem hayatı" nın Bizans geleneğinden geldiği bilinir. Harem, evcil kölelikti. Tarikat, cemiyet ve medreselerde kadın haklarını yok sayıyordu. Tanzimat döneminde kadın haklarında yeni düzenleme ve yenileşmeler görüldü. Düşüncede, siyasal ve toplumsal alanlarda değişimler fark ediliyordu. Cumhuriyet döneminde Kadın Hakları Atatürk devrimleriyle yenileşme ve gelişme gösterdi. Kadınların toplumsal durumlarında özgürce değişimler başladı. Cumhuriyet dönemi reformlarında, kadınların kamusal alanda yeri belirlendi. 1926'da dinsel kanun olan Şeriye'den Medeni Kanun'a geçildi. Medeni Kanun'la, kadın, erkek eşitliğinden söz edilir oldu. Kadınlara seçme/seçilme, eğitim, meslek seçimi, kamu görevi, boşanma ve miras hakkı tanındı. Tevhid-i Tedrisat (Eğitimde Birlik) Yasası ile giyim-kuşam / şapka ve sosyal alanlardaki yenileşmeci devrimlerle kadın hakları önde tutuldu. Cumhuriyetle birlikte kadın toplumsal yaşantıda yerini aldı. Kentleşme ve sanayileşme sürecinde değişimlerde hak ettiği konuma getirildi. Yasal düzenlemeler oldu, ancak uygulama farklıydı. Bugün TBMM'de ancak 18 milletvekiliyle temsil ediliyor. Atatürk bir nutkunda, "Türk kadını bugün özgür olmalıdır. Eğitilmeli, okullar kurmalı, erkeklerle eşit konumda olmalıdırlar" diyordu. Kadınlarımız, Kurtuluş Savaşı'nda ve sonrasında devrimlerinin uygulanmasında cesur ve atak olmuşlardır. İlke ve devrimlerle Türk kadınına siyasal, sosyal, hukuksal, eğitimsel ve kültürel alanda üstün değerde haklar ve görevler verilmiştir. Atatürk , Türk kadınının her şeyden önce nitelikli özelliğinin bilincindeydi. Bugün, kadınlarımızın toplumsal statüsünde, bedensel ve ruhsal yapısında, giyim kuşam ve düşüncede görülen farklılıklar üzücü ve şaşırtıcıdır. Siyasal egemenlik dini alet etmekte, çıkara uygun kullanmakta, kadın haklarında geriye dönüşe yönelinmektedir. Atatürk Türk kadınına her alandaki haklarını altın tepside sunmuştu. Bilinen nedenlerle tepsiyi kararttık, anlaşılmazlarla boyadık. "Ak anamızı" ikinci sınıf vatandaşlığa ittik. Atatürk bugün yaşıyor olsaydı, inanmaz ve şaşırırdı. 21. yüzyılda biz, kadınlarımız üzerinde egemenlik ve baskı kurmanın uğraşındayız. Yüzyıllar geçse de değişim ve gelişmede farklılığımız ve geri kalışımız ortada. Türk kadınına her alanda tanıdığı haklar nedeniyle Atamızı saygıyla anıyorum.
-
İŞTE BİLİMİN ZAFERİ
Ne zaman anlaşılacak... ''Din bir toplum ürünüdür, insan düşüncesinin eseridir. Bilimin kaynağı toplumdur, akıl, deney, gözlemle bağlantılıdır'' Şöyle geçmişimize az buz baktığımızda şunu görürüz; XV. yüzyıldan sonra medrese eğitimi yozlaşarak XX. yüzyıla kadar genelde yalnızca nakli ilimlerle uğraşan softalar yetiştirmedimi. Medreselerden bilim ve felsefenin kovulması ise dinde yozlaşma, cahillik ve sapmalara yer vermedimi... Bunu nasıl unutursunuz... Bu zihniyete mi hizmet edilecek... Peh, peh.. Ruhani, akla ve mantığa uygun olmayan doğma düşünce sizlerin olsun... Bilim bize yeter... Hayrıca; Bilim akıldır, aydınlıktır, gelecektir; Ama aklını Tarihin ortaçağa akmasını bekleyenler de sonsuza değin bekleyip dururlar... Ve o dipsiz karanlıklarda aydınlıkla boşuna uğraş içindedirler... Tıpkı yapılan, söylenilen ve hiç ama hiç inandırı olunamadığı gibi...
-
KADIN DEDİĞİN... (Sarışın, renkli gözlü, uzun bacaklı, beyaz tenli, ince bilekli dilber filan fasarya... Kadın dediğin hatun olacak arkadaş hatun...)
Walla ne diyeyim... Gizi çözmüşsün canım benim... Galiba haklısın ...
-
KADIN DEDİĞİN... (Sarışın, renkli gözlü, uzun bacaklı, beyaz tenli, ince bilekli dilber filan fasarya... Kadın dediğin hatun olacak arkadaş hatun...)
KADIN DEDİĞİN... Sarışın, renkli gözlü, uzun bacaklı, beyaz tenli, ince bilekli dilber filan fasarya... Kadın dediğin hatun olacak arkadaş, sözüne güvenilir, olacak. Bileceksin ki konuşulanlar burada kalır, kapıdan çıkmaz bir daha. Ağzı sıkı olacak kadın dediğin. Sırrını tutacak ama gününü bekleyip kusmayacak... Bakımlı olacak kadın dediğin. Saçları ipek , topukları pembe, boynu ince, salındı mı kuğu gibi zarif olacak ve zarifliğinin ortasında bir hanımefendi barındıracak. Güzel olacak ama kaşı, gözü, bacağı, iki meme ucundan önce, sözü doğru, ruhu aydınlık olacak, güzelliği komple olacak. Korkmayacaksın gecenin bir vakti sol cenapta yüzünü gördüğünde. Yeni bir kabus gibi yaşamayacaksın gerçeği de. Güzel olacak ama, aklını evde tutacak kadar da akıllı.... Seni elinin tersiyle değil, avucunun içiyle kavrayacak... Bileceksin ki emin ellerdeyim, başkası tutamaz beni böyle. Rahat olacaksın yanında, çok konuşmayacak, beynini didiklemeyecek küçük kurtçuklarla. Sıradan ve kabullenir yaşamanın ne demek olduğunu sindirmiş olacak içine. Asla şatafat düşkünü olmayacak. Doğum günlerinde bir sıcacık öpücüğün yerini, tek taş bir De Beears?ın alamayacağını algılayacak kadar doygun olacak. Hatırlaman yetecek özel günleri, pahalı bir hediyeyle savuşturmadan. Sadeliğin içinde farkedilir olabilmeyi, gösterişli kıyafetle bir tutmayacak. Duruşu, oturuşu, yürüyüşü abartılı değil, basit hiç değil, sadelikten oluşacak. Kendini süs bebeği gibi ortaya atıp, fingirdeşmeyecek başkalarıyla. Ekonomiden, politikadan, milli maçlardan ve kültürel olaylardan haberi olacak. Bizi kim yönetir, nasıl yönetir, demokrasi, monarşi, oligarşi nedir bilecek, saf hatun numarasıyla cahilliğini güzelliğiyle örtmeye yeltenmeyecek. Gezip, eğlenmesini bildiği kadar, pazar parasını kozmetiğe yatırmaması gerektiğini, domatesin, ekmeğin, soğanın, kıymanın kaç para olduğunu bilecek. Cak cak telefonda konuşup, niye böyle fatura geldi hayret tribine girmeyecek. Eşini dostunu kollayacak ama içi vıcık vıcık dedikodu yumağının içinde kaybolmayacak. Marka düşkünü, moda düşkünü olmayacak kesinlikle...Takip edecek ancak yakışanı seçecek. Sökük, paça boyu, fermuar dikmeyi bilecek, herseferinde terzi aranmayacak pırnık pırnık. Elinden her iş gelecek. Marifetlerini sadece seni elde ederken değil, seni elde tutarken de gösterecek ve tüm bunlar içinden gelecek içinden, göstermelik olmayacak. Adamın siniri bozmayacak, tepesini attırmayacak, cinleri başına toplamayacak, körolası dilini gerektiğinde yutacak... Çarşı pazar görmesini, sana don kilot almasını, gömlek ayakkabı numaranı bilecek... ve zevki seni giydirecek kadar yerinde olacak, kendisini giydirmeyi bildiği gibi. Orada burada dedikodu yapmayacak, laf taşımayacak, ayıkla pirincin taşını durumlarına sokmayacak. Ortalık yerde kahkahalarıyla sebepsiz çınlamayacak. Dekoltenin dozunu kaçırmayacak ama sıkı sıkıya da kendini ambalajlamayacak. Açık saçık olan elbisesi değil, sana olan ilgisi olacak ve bunu gösterebilecek medeniyeti... Onu bir kediyi sever gibi seveceksin yanıbaşında ve huzurla... Öyle ?çağırdım, gelmedin, geç kaldın, aramadın, sormadın, kiminleydin, hesap ver? yapmayacak. Sana yüreğiyle güvenecek, inançlarıyla sokulacak. Bilmem kimin sözüne aldırmayacak, asla arkadaşlarının arkasından konuşmayacak, hele küfür hiç etmeyecek. Sınırını zorlamayacak , ****** ağlamayacak, kıytırık nedenlerden hır gür çıkarmayacak. Sözü dinlenir, anlaşılır olacak. Bir hatayı allayıp pullayıp abartmayacak. Gömleklerini o ütüleyecek ve o gömleğe hangi pantolon yakışır bilecek. Ama hayatı giyim kuşam üstüne kurulmayacak. Uyum ve uyumsuzluk nedir bilecek. Bir kere, topuklu ayakkabıyla spor ayakkabının ayrımını yapabilecek arkadaş. Dağa çıkarken rugan ayakkabı giymeyecek. ?Of yoruldum, beni ara, beni al, beni bul, bunu isterim? değil, ?sence de uygunsa, yanındayım, ben gelirim, merak etme? olacak lügatında. Tereciye tere satmayacak yani. Hissettiğiyle yaptığı şey arasında uçurum olmayacak. Cesur olacak cesur. Seni seviyorum derken korkmayacak, başka şeylerin arkasına gizlenmeyecek ve arkandan laf söyletmeyecek.... Kadın dediğin iyi sevişecek arkadaş. Koyun gibi de?il, kımıl kımıl olacak yatakta. Aklını başından alacak ama, aklını sadece bununla yormayacak. Delireceksin ama delirmen hastalıktan olmayacak. Uzanıverdi mi yanına boylu boyunca, göğsünde atan kalbinin yerine koyacaksın kendini, ruhunu, herşeyini. Aşksız yatmayacak yatağa ve sen bunu bileceksin. Kadın gibi kadın olacak kadın dediğin, çıtır çerez niyetine yemediğin. Bir gecelik değil, ömürlük olacak ömürlük. Yıllara rehaveti değil huzuru taşıyacak. En seksi leydi olmayı da bilecek, hanım sultan olup sözünü geçirmeyi de. Cıvık konulara takılıp zaman tüketmeyecek, küsmeyecek, süründürmeyecek. Kadın dediğin ayıp nedir bilecek. Sıkboğaz edip seni yalancı durumuna düşürmeyecek. Seni öyle bir tutacak ki arkadaş, sen bile şaşıracaksın öyle tutulduğuna. iki lafın başı, her tartışmada ayrılalım tehtidi savurmayacak. Sabırlı olacak ve asla gururuna dokunmayacak... Tuzu az, şekeri çok gibi limiti olmayan prosedürsüz yemeklerle işi olmayacak. şöyle pastırmalı kurufasülyenin yanına tereyağlı pilavı konduracak şüphesiz. Salatasız oturmayacak yemeğe. Temiz olacak herşeyden önce mesela köfteyi mıncıklarken elleri . Yahut pahalı parfümlerin sindiği, süslü püslü boyacı küpü gibi, her öptüğünde bulaşık bir tadın kaldığı bir kadını öpmeyeceksin. Buram buram aşka sarılacaksın arkadaş. Buram buram kadın kokacak kadın dediğin. Kadın dediğin güzel olacak ama eli yüzü düzgünden çok öte birşey. Zeki olacak zeki, seni bir hamur gibi karmasını da bilecek, o hamura kendini katmasını da... Paranın gücünü bilecek ama ne parasızlığın ezikliğini ne de paranın kudurmuşluğunu yaşayacak. Değerlerini bir anlık hevesler uğruna terketmeyecek. Namussuzluğunu, ahlaksızlığını ancak ve ancak seni baştan çıkarırken kullanacak, yan gözle adam kesmeyecek ,üstüne sevgili edinmeyecek. Sarışın, renkli gözlü, uzun bacaklı, beyaz tenli, ince bilekli dilber filan fasarya... Kadın dediğin hatun olacak arkadaş, sözüne güvenilir, olacak. Bileceksin ki konuşulanlar burada kalır, kapıdan çıkmaz bir daha. Ağzı sıkı olacak kadın dediğin. Sırrını tutacak ama gününü bekleyip kusmayacak... Para lazımcılardan, kürkçülerden, cep telefonu manyaklarından, dırdırcılardan, unutkanlıklarını senin üzerine atanlardan, kendi yetersizliğini seni suçlayarak rahatlayanlardan, raf süslerinden, tehtidkarlardan, kaçaklardan, kıkırdayanlardan, boş bakanlardan olmayacak. Saflığı, cahilliği, aptallığı oynamayacak, biraz ukala olabilir ancak sana rol yapmayacak. Komplekslerini güzelliğiyle örtmeye çalışmayacak. Bir şeyi çok isterse ve inançları doğrultusunda yapacak. En önemlisi kendini sevecek arkadaş, kendini sevmeyen kadından sana ne hayır gelir. Bir bakarsın ki yıllar sonra bu kadınla ne yatağa sığabiliyorsun, ne toprağa... Koluna takıp gezmesini de bileceksin gururla, koynuna çekip sevişmesini de şehvetle. Analığını da bilecek, çocuklarından saygı görmeyi de, anaya babaya hürmet etmeyi de... Kadın kadın olacak be, seni sadece sen olduğun için, sensin diye sevecek. Parayla pulla, kariyerle, güçle, kimin ne dediğiyle , sınırlamayacak. Hem sevgilin, hem arkadaşın, hem annen, hem çocuğun olacak, bağrına basacaksın huzurla... Bileceksin ki evde ?O? kadın tarafından beklenmenin zevkini hiçbir zevk yaşatamaz sana... Öyle bir kadın işte... Vardır vardııııııııır!.. Sende adam olacaksın seçmesini bileceksin! ________________________________________________________________ Sevgili asistanım Canan hanımın katkı ve paylaşımlarıyla ve yazısı için Sevgili S. Bengü'ye sevgi ve saygılarımızı sunuyoruz....
-
GÜNÜN KARİKATÜRÜ... (Kendi dilini oluşturmak için, karikatür, metafor yaparak kendine has bir anlatım dili oluşturuyor... :). :(. :|...)
sevgili Uğur Mumcu'yi sevgi ve saygıyla anıyoruz... Işığı hep aydınlatacak...
-
UĞUR MUMCU'yu anıyoruz.. Uğur Mumcu her zaman büyük bir ışıktır; çünkü kimlerle ve niçin savaşacağımızı bize gösterdi..
UĞUR MUMCU için 15 yıldır gelmeyen adalet.... Gazetemiz yazarı Uğur Mumcu'nun katledilişinin üzerinden 15 yıl geçti. Suikasta ilişkin açılan UMUT davası 8. yılını geride bıraktı. Yargıtay'ın ikinci bozma kararından sonra duruşmalar halen sürerken Ferhan Özmen dışında tutuklu kalmadı. Cumhuriyet Savcısı Salim Demirci, sanıklar Ekrem Baytap'ın müebbet ağır hapisle, Mehmet Ali Tekin ve Hasan Kılıç'ın, 12 yıl 6 aydan 18 yıl 9 aya kadar hapisle, Abdulhamit Çelik, Fatih Aydın, Yusuf Karakuş ve Mehmet Aydın'ın 6 yıl 3'er aydan 12 yıl 6'şar aya kadar hapisle cezalandırılmaları talebinde bulundu. ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) - Gazetemiz yazarı Uğur Mumcu 'nun katledilişinin üzerinden 15 yıl geçti ancak bombalı saldırı düzenleyen tetikçilerin ardındaki asıl güçlere ulaşılamadı. Suikasta ilişkin açılan UMUT davası 8. yılını geride bırakırken Yargıtay'ın ikinci bozma kararından sonra duruşmalar halen sürüyor. İstanbul'da terör örgütü Hizbullah'ın İlim Grubu'na yönelik 17 Ocak 2000 tarihinde düzenlenen operasyonda elde edilen CD ve disketlerdeki bilgiler üzerine, Uğur Mumcu suikastının faillerini yakalamak amacıyla 21 Şubat 2000 tarihinde " UMUT "(Uğur Mumcu Uzun Takip) operasyonuna başlandı. Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı suikastının faili olarak 14 Mayıs 2000'de Ankara'da gözaltına alınan Necdet Yüksel 'in de yer göstermesi sonucu, Sincan'da çok sayıda patlayıcı, silah ve mühimmat bulundu. 9 SANIK HAKKINDA İDAM İSTENDİ Soruşturmayı yürüten dönemin DGM Savcısı Hamza Keleş , 11 Temmuz 2000 tarihinde, 9 kişi hakkında idam istemiyle olmak üzere 17 sanık hakkında dava açtı, 111 kişi hakkında takipsizlik kararı verdi. Mumcu'nun aracına bombayı yerleştiren Ferhan Özmen, Necdet Yüksel ve Rüştü Aytufan 'ın da aralarında bulunduğu sanıklar, Ankara 2 No'lu DGM'de 14 Ağustos 2000'de yargılanmaya başladı. Kapatılan Ankara 2 No'lu DGM, ilk yargılama sonunda sanıklar Özmen, Yüksel ve Aytufan'ı, "mevcut anayasal düzeni silah zoruyla yıkıp, yerine din kurallarına dayalı devlet kurmak için oluşturulan silahlı çeteye üye olup, anayasal düzeni değiştirmeye cebren teşebbüs ettikleri" gerekçesiyle ölüm cezasına çarptırmıştı.Bir sanık hakkındaki davayı erteleyen mahkeme, 4 sanığın beraatına karar vermiş, 15 sanığı da 3 yıl 9 ay ile 18 yıl 9 ay arasında değişen ağır hapis cezalarına mahkûm etmişti. Dosyanın temyiz için gittiği Yargıtay 9. Ceza Dairesi, idama mahkûm edilen Necdet Yüksel ve Rüştü Aytufan'ın cezasını müebbet ağır hapis cezasına dönüştürerek onamış, ölüm cezasına çarptırılan Ferhan Özmen'in de aralarında bulunduğu 8 sanık hakkında verilen mahkûmiyet kararlarını eksik soruşturma gerekçesiyle bozmuştu. Davaya, Yargıtay'ın bozma kararından sonra 2 No'lu DGM'de devam edildi. Ankara 2 No'lu DGM'nin kapatılmasının ardından Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi'ne devredilen davada, Ferhan Özmen, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Birçok sanık ise AKP'nin çıkardığı Topluma Kazandırma Yasası'ndan yararlandı. Dosyanın temyiz için ikinci kez gönderildiği Yargıtay 9. Ceza Dairesi, sanık Ferhan Özmen'in ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılmasına ilişkin kararı onamıştı. Sanık Ekrem Baytap' ın 15 yıl hapis cezasına çarptırılmasına ilişkin karar ise eksik soruşturma nedeniyle bozulmuştu. Yargıtay, 7 sanığın ise Eve Dönüş Yasası'ndan yararlanmasına ilişkin kararı yerinde görmemişti. TEK TUTUKLU KALDI 2008 yılına gelindiğinde dava halen sürerken Ferhan Özmen dışında tutuklu kalmadı. Yargıtay'ın ikinci kez bozma kararının ardından dava yeniden görülmeye başlandı. 13 Aralık 2007 tarihinde Cumhuriyet Savcısı Salim Demirci , esas hakkındaki görüşünü açıkladı. Demirci, sanık Ekrem Baytap'ın "anayasal düzeni zorla değiştirmeye teşebbüs" suçundan müebbet ağır hapis cezasına çarptırılmasını istedi. Demirci, sanıklar Mehmet Ali Tekin ve Hasan Kılıç 'ın, "silahlı terör örgütünde özel görevi haiz yöneticilik yapmak" suçundan,12 yıl 6 aydan 18 yıl 9 aya kadar hapisle cezalandırılmalarını istedi. Sanıklar Abdulhamit Çelik, Fatih Aydın, Yusuf Karakuş ve Mehmet Aydın 'ın ise "silahlı terör örgütüne üye olmak" suçundan 6 yıl 3'er aydan 12 yıl 6'şar aya kadar hapisle cezalandırılmaları talebinde bulunuldu. AF İSTEKLERİNE RET Savcı Demirci, Topluma Kazandırma Yasası'ndan yararlanma yönünden talepte bulunan sanıklar Hasan Kılıç, Ekrem Baytap , Mehmet Şahin, Aydın , Tekin ve Karakuş'un, bozmadan önceki yargılama sırasında hâkim önünde savunmalarını reddetmeleri yanında, örgüt içindeki konum ve faaliyetleriyle uyumlu şekilde bilgi vermek suretiyle örgütün dağılmasına veya meydana çıkarılmasına yardım ettiklerine ya da bilgi ve belge vererek yahut bizzat çaba göstererek örgütün amaçladığı suçun işlenmesine engel olduklarına dair yeterli delil bulunmadığı gerekçesiyle bu taleplerinin reddine karar verilmesini istedi. Mahkeme, sanıkların esas hakkındaki savunmalarının alınmasının ardından UMUT davasını yeniden karara bağlayacak. UMUT davası hükümlüsü Tekin'e cezaevinden çıktıktan sonra Küçükçekmece Kaymakamlığı'ndan 2 bin YTL'lik yoksulluk yardımı yapıldığı da ortaya çıkmıştı. Yazılarıyla bize yol gösteriyor Derleyen: ORHAN TÜLEYLİOĞLU (Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı Yayın Yönetmeni) Yazıları ve araştırmalarıyla toplumu aydınlatan, bir kişiye yapılan haksızlığı, bütün topluma yapılmış sayan Uğur Mumcu, eğilmeyen bükülmeyen kalemi ile bize yol göstermeye ve uyarmaya bugün de devam ediyor. " Atatürk, emperyalizme ve kapitalizme karşı yürütülen silahlı savaşın 'tam bağımsızlık' inancı ile oluşan bir cumhuriyet ile sürdürülmesini amaçlamaktaydı. Kurtuluş Savaşı'nın önderi, Osmanlı İmparatorluğu'nun, emperyalizm ve kapitalizmin kıskacı altında nasıl ezildiğini, ' dış borçların' ne gibi yıkımlara yol açtığını o günlerde şöyle anlatır: - O kadar çok borçlandılar ki, o kadar elverişsiz koşullar içinde borç aldılar ki, bunların faizlerini bile ödeyemez oldular. En sonunda bir gün geldi, Osmanlı devletinin sıfırı tükettiğine hükmettiler; böylece başımıza Düyunu Umumiye denilen bela çökmüş oldu. Bugün 'tam bağımsızlık' ilkesinden söz etmek neredeyse suçtur. 'Devletçilik' çoktan yürürlükten kaldırılmıştır. 'Devrimcilik' tutucu çevrelerce, vatana ihanet ile eşanlamlara gelmektedir. Devlet, tıpkı Osmanlı İmparatorluğu'nun son zamanlarındaki gibi dış borç batağına sürüklenmiştir. 'Siyaset-ticaret-tarikat' üçgeni, laiklik ilkesini Cumhuriyet müzelerine kaldırmıştır. Ülkemizde, yıllardır, yasaklı ve kısıtlı bir demokrasi anlayışı egemendir. Bu koşullarda Atatürk'ün büyüklüğü, amacı, silah ve düşün arkadaşlarının devrimcilikleri çok daha iyi anlaşılmaktadır." (Cumhuriyet, 29 Ekim 1988) " Mustafa Kemal ve arkadaşları, 'Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı' silahlı savaş vermiş, bu savaştan sonra da 'tam bağımsız' bir devlet ve 'laik cumhuriyet' kurmuşlardır. Atatürkçülükte, ne yabancı orduları Türkiye'ye çağırmak diye bir ilke vardır, ne din duygularını ve dince kutsal kavramları siyasal amaçlarla kullanarak resmi siyaset ve ideoloji yaratma alışkanlığı! Biz Batı emperyalistlerine karşı yalnız kurtuluş ve bağımsızlığımızı korumakla yetinmiyoruz. Aynı zamanda Batı emperyalistlerinin, kuvvetleri ve bilinen olanaklarıyla Türk ulusunu emperyalizme araç yapmalarına engel oluyoruz. Böylece bütün insanlığa hizmet ettiğimize inanıyoruz. (Tamim ve Telgraflar, 20.6.1920, s. 339) Atatürkçülük budur. Atatürkçülük, tam bağımsızlık demektir. Atatürkçülük; barış demektir, laiklik demektir, devrimcilik demektir." (Cumhuriyet, 20 Aralık 1990) " Atatürk dönemi, Türk yakın tarihinin en görkemli ve en devrimci sayfasıdır. Önce emperyalizme karşı verilen silahlı savaş, sonra da 'tam bağımsızlık' inanç ve bilinci ile dünya uluslar ailesinin onurlu üyesi olmak için verilen uygarlık savaşı." (Cumhuriyet, 10 Şubat 1991)
- GÜNÜN KARİKATÜRÜ... (Kendi dilini oluşturmak için, karikatür, metafor yaparak kendine has bir anlatım dili oluşturuyor... :). :(. :|...)
Önemli Bilgiler
Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.