Zıplanacak içerik
View in the app

A better way to browse. Learn more.

Tartışma ve Paylaşımların Merkezi - Türkçe Forum - Turkish Forum / Board / Blog

Ana ekranınızda anlık bildirimler, rozetler ve daha fazlasıyla tam ekran uygulama.

To install this app on iOS and iPadOS
  1. Tap the Share icon in Safari
  2. Scroll the menu and tap Add to Home Screen.
  3. Tap Add in the top-right corner.
To install this app on Android
  1. Tap the 3-dot menu (⋮) in the top-right corner of the browser.
  2. Tap Add to Home screen or Install app.
  3. Confirm by tapping Install.

DİPNOT

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

DİPNOT tarafından postalanan herşey

  1. Yannis Ristos' un "Son İstek" adlı şiiri... "Şiire, aşka ve ölüme inanıyorum, diyor, işte bu yüzden ölümsüzlüğe de inanıyorum. Bir dize yazıyorum, dünyayı yazıyorum; ben varım; dünya var. Bir ırmak akıyor serçe parmağının ucundan. Yedi kere bu ırmak gökyüzünün mavisi. Yeniden ilk gerçek oluyor bu arılık, bu benim son dileğim." ................ Karanlık Afrika'yı aydınlatan Dr. Albert Şvayıtzer 'in düşüncelerine yürekten katılıyorum: "İnsan insana, insan kardeşine kendisini adadıkça insandır." Dostluk, can sıcağı bir yürektir. İçten kopan bir gülüş, sevgiye uzanan soğuk kış gününde sımsıcak bir yaklaşımdır. Eğitimci Hasan Şükrü Selçukoğlu "Ne zaman omzuma bir dost eli konsa, kendimi o zaman mutlu sayarım." diyor... Dost, kara günde belli olur. Halk ozanımız Pir Sultan Abdal 'ın dizelerinde dile getirdiği gibi, "Dostun dili baldan tatlıdır." der... "Dostun gülü bile insanı yaralar." "Âlem çiçek olsa ben arı olsam Dost dilinden tatlı bir bal bulamam Şu ellerin taşı hiç bana değmez İlle dostun gülü yaralar beni... ...... Sevginle ve dostça kal sevgili zeynep1965ist... Yüreğine ve kalemine saglık... Siir sıcaklığında paylaşımlarının devamı dileğiyle... Sevgiler...
  2. Kara çarşaf , sıkmabaş, sarık , takke, cüppe , şalvar... Mahalle, aile, siyasi iktidar, tarikatlar, aşiretler baskısı altında örtünmüş, örtünmek zorunda kalan insanlar bunlar... Peki diğer yüz binler ne olacak? İşte Türkiye'de, dünyamızda siyasal dinci, İslamcı akımlar, tarikat mezhep örgütlenmeleri patlamasının sonuçları ortada. Günümüz dünyasındaki coğrafyaya bir bakalım... Müslüman dünyada; insan hakları, kadın hakları ayaklar altında. Yoksul güneyde, şeriatın diktatoryal yorumlarında, İslam dünyasında insan hakları yerlerde... Birbiri ile yarışan, recmden burkaya, giderek yüz kapatmaya, kadını eve kapatmaya uzanan şeriat yorumlarında kadınlar insan bile değil, çoğu hayvandan daha aşağılanan bir yerlerde, mal.. Yanı ülkemiz için bugün türban... yarın yukarıdakiler... Sonu olmayan bir süreç bu.. Ve hiçbiriniz dinin dibini bulamazsınız.. Bulunmaz/bulunamaz..
  3. Canım muki... Şimdikilerin; Fethullah Gülenleri var, Müslüm gündüzleri var, Adnan hocaları var, Süleyman hefendileri, Nakşi liderleri vb. var... Şimdikilerin; Takkeleri var, Cübbeleri var, başörtüleri var, çarşafları var, Hatta bağzılarında burka bile görebilirsin... Fakaaaat... Mektup doğru adreste... Yani emin ellerde... Ellerimizde... Sevgi ve saygılar..
  4. Dinin dibi yok sevgili candide... Herşey olabilir.. Herşey mübah onlar için... Ama aklına gelebilecek bütün ruhsal ve bedensel işkence...
  5. Sizi tanıyormuyum mu ne?... Tekrar hoşgeldin,
  6. Eskden dinsel inancı etkin kılmak için birçok mücize anlatırılırdı etkilemek için... (bir avuş fındık misali...) Şimdi durumu şekilciliğe döküp 1m²'lik bez parçasıyla etkinleştermeye, organize etmeye çalışıyorlar (grup psikolojisi)... Yutturamazlar... Çünkü insanlar öyle batıl, 1400'lü yıllardan kalma ve günümüz koşullarına hiç uymayan bir inancı sorgulamaya başlayınca... Etkinliklerini ve Durumu kurtarmak için tabiki... Bu bez parçasından umut bağlar oldular... Ama biz yutturamayacaklar... Öyleki artık o bez parçalarıyla fabrikaların, işletmelerin ve işyerlerinin kapılarını bağlıyorlar... Benden oyunlarla bugüne kadar getirdiğiniz bu inanca asla saygı göstermem./gösteremem... Bu tur oyunlarla uyutulmuş ve koyun haline getirilmiş bir toplumun oluşmasında en büyük etken 1400'lü yılları günümüze uyarlamaya çalışan zihniyetin ta kendisi.. Sadece utanç duyuyorum... Kalın sağlacakla...
  7. Maalasef sevgili semAzen... Bugün Türban denilen bir bez parçası, namusun simgesi olarak bütün Türkiye'de kadınlara dayatılıyor; iktidarla iş ilişkilerinde aranan özellik oluyor... Bütün kadınların türbanlanması için tepeden, devletin bütün güçleri ve olanakları kullanılarak yürütülen büyük siyasal kampanyanın bir parçası olarak gündeme oturtuluyor... Veee, AKP'lileri ve onların yağdanlıklarını bir kenara bırakalım; bir kısım "aydın" zevat da türbanı bireysel özgürlük alanı olarak, önce kendine, sonra bize, ve bütün topluma yutturmak için pehlivanlığa soyunuyor! Türban, bireysel özgürlük alanı imiş... Tabii yersek! Dinin böyle gereksiz, saçma ve anlamsız şeyler üzerinde durması ve hayrıca bahsettiğiniz gibi 1400 lerde olan kafaların buna alet olmazı inanılmaz birşey... Tekrar söylüyorum... Kadınlar adına ben utanıyorum.... Yazık.. Sevgi ve saygılar..
  8. Başını taşla ezerek öldürdüler! İşte o vahşet görüntüleri... Irak?ın Musul kentine bağlı Şehan kasabasında, "koca şiddetinden" kaçtığı ve Yezidilere sığındığı için ilçe meydanında linç edilerek yarı çıplak soyulan ve çocukların yanında başına taşlarla vurularak linç edilen sünni Müslüman kadının görüntüleri, insanlıktan nasıl çıkıldığını gözler önüne serdi. ********************** İnsanlıktan çıkmış bir halde ilçe meydanına getirilen ve burada yarı çıplak soyulan kadın, önce alanda toplanan yüzlerce kişinin tekmeleri altında yarı baygın yere düşerken, ardından da taşlarla başı ezilerek öldürüldü. Görüntülerde bu linç girişimine kimsenin müdahele etmediği, çocukların bile genç kadının başı ezilirken olaya seyirci olduğu gözlendi. İlçede bulunan Asayişten sorumlu yetkililerin de seyirci kaldığı linç sonrasında, kadının öldüğüne kanaat getirilince alanda toplanan kadın ve erkeklerin zılgıt sesleri ortalıkta yankılandı. Yezidi Kürtlerin yaşadığı Musul?a bağlı Şehan kasabasında, Muziri aşiretine bağlı müslüman bir kadın eşinin kendisine uyguladığı şiddet yüzünden evden kaçarak Yezidilerin yer aldığı güvenlik güçlerine sığınmıştı. Kadın burada ifadesi alındıktan sonra serbest bırakılmış ve ailesine teslim edilmişti. Serbest bırakılan kadın hakkında ölüm kararı çıkartıldı ve kadın ilçe meydanında linç edildi. Muziri aşireti, kadının kaçmasında rolü olduğu iddiasıyla 2 Yezidi genç hakkında da ölüm kararı çıkartarak Şehan Kaymakamlığı?na giderek bu iki gencin kendilerine teslim edilmesini istedi. Kaymakamın talebi kabul etmemesi üzerine başlayan olayların neredeyse Yezidi-Müslüman çatışmasına dönüşecekti. Geçen yıl yaşan bu olayda ilçede bulunan Yezidilere ait birçok iş yeri, araç ve ev kundaklanmış, kutsal mekanları tahrip edilmişti. Olaylar sonrasında Mesud Barzani ve bir çok kurum, sağduyu çağrısında bulunmuş ve 3 gün süren olayların ardından ilçede gerginlik durdurulmuştu. KAYNAK...
  9. Şeriatın kadın avı sürüyor... Şeriatla yönetilen ülkelerde baskılar son dönemde arttı Son dönemde İslam ülkelerinde "şeriat kurallarına uymadıkları" gerekçesiyle özellikle kadınları hedef alan ve bazen ölümle sonuçlanan şiddet olayları giderek artıyor. "Şeriat kurallarına uymayan" erkekler de ölüm cezasıyla karşı karşıya kalıyor. Cumhuriyet Gazetesi'nin haberine göre Suudi Arabistan'da finans danışmanlığı yapan bir işkadını, erkek meslektaşıyla başkent Riyad'daki Starbucks'ta iş görüşmesi yaptığı sırada din polisi tarafından "akrabası olmayan bir kişiyle oturduğu" gerekçesiyle tutuklandı. İngilizce yayımlanan Arab News gazetesinin haberinde, üç çocuk sahibi 40 yaşındaki Yara 'nın Suriyeli erkek meslektaşıyla toplantı yaptığı sırada baskın yapan "Fazileti Teşvik ve Haysiyetin Korunması Komisyonu" üyesi polisler tarafından tutuklanarak hapishaneye götürüldüğü ve tepeden tırnağa soyularak sorgulandığı belirtildi. Gazeteye gözyaşları içinde açıklama yapan kadın, " akrabası olmayan bir erkekle yakalandığına" dair bir itiraf kâğıdı imzalamaya zorlandığını belirterek "Başka şansım yoktu. Hayatımdan endişe ediyordum" diye konuştu. Suudi kadın, hücrede birkaç saat tutukluluktan sonra kocası tarafından kurtarılırken, Suriyeli meslektaşının halen tutuklu olduğu bildirildi. Kadın, çalıştığı şirketin Riyad'da açılan şubesini incelemek üzere Cidde'den geldiğini, şubedeki elektrik tesisatının tamamlanmasını beklemek üzere iş arkadaşıyla Starbucks'taki "aile" bölümüne oturduklarını ve işle ilgili konularda sohbet ettiklerini söyledi. 5 bin 'Mutavin' var Hapishanedeki polislerin "yalnız yolculuk yaptığı" gerekçesiyle tutuklandığını söylediklerini belirten Suudi kadın, eşini aramasına izin verilmediğini ifade etti. Bir din adamıyla da görüştürüldüğünü kaydeden kadın, "Bana meslektaşımın sık sık birlikte gezdiğimizi itiraf ettiğini ve işlediğim suçun büyük olduğunu söylediler" diye konuştu. Suudi Arabistan'da kadınların akrabası olmayan erkeklerle gezmek için bir erkek vasisinin yazılı iznini yanında bulundurması gerekiyor. Ülkede sayıları 5 bini bulan ve halkın şeriat kurallarına uygun yaşayıp yaşamadığını kontrol eden "Mutavin" adlı din polisleri, özellikle kadınlar üzerinde büyük bir baskıya sahip. Mutavinler, 2002'de Mekke'deki bir okulda çıkan yangından kaçmaya çalışan 15 genç kızı dini kurallara uygun giyinmedikleri gerekçesiyle engellemiş, kızları kurtarmaya çalışan itfaiyecileri de "günah" olduğu gerekçesiyle durdurmuştu. Artan tepkiler üzerine İçişleri Bakanlığı geçen sene Mutavinlerin halkı tutuklamasına sınır getiren bir yasayı kabul etmişti. BM ayrımcılığı kınadı Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Ayrımcılık Komisyonu da, geçen cuma yayımladığı raporda Suudi Arabistan'da kadınlara yönelik ayrımcılığı kınadı ve Mutavinlerin gözaltındaki bazı ölüm olaylarından sorumlu olduğu iddialarına yer verdi. Gazeteciye ölüm cezası Afganistan'da "İslama hakeret ettiği ve kadınların İslamdaki yerini yanlış yorumladığı" öne sürülen bir makaleyi internet üzerinden dağıttığı gerekçesiyle 23 yaşındaki gazeteci ve öğrenci Pervez Kambakş 'ın ölüm cezasına çarptırılması, uluslararası kamuoyunda da büyük tepkiye yol açtı. Senatonun da ölüm cezasını onayladığı Kambakş'ın serbest bırakılması için gösteriler ve kampanyalar sürüyor. İçki içen erkeğe idam "Şeriat kurallarının ihlali" suçlamasıyla idamın çok sık uygulandığı İran'da ise iki kız kardeş, geçen günlerde zina yaptıkları iddiasıyla "recm" cezasına çarptırıldı. Kardeşlerden Zühre 'nin (27) kocası, eve gizlice yerleştirdiği kameradaki görüntülerde eşini başka erkeklerle beraber gördüğünü söyledi. Daha sonra eşi ve işbirliği yapmakla suçladığı kız kardeşi Azar hakkında dava açtı. Yargılanan iki kız kardeş zinadan suçlu bulunarak önce 99'ar kırbaç cezasına çarptırıldı, ancak daha sonra cezaları recme çevrildi. Erkeklerle görüştüklerini kabul eden, ancak cinsel ilişkiye girdikleri yolundaki suçlamaları reddeden kardeşlerin avukatı da "Taşlamayla ölüm cezasını gerektirecek hiçbir yasal delil olmadığını, buna karşın Yüksek Mahkeme'nin recm cezasını onayladığını" belirtti. Ülkede geçen ay bir kadın dergisi de "toplumun psikolojik güvenliğini bozma ve ruh sağlığını tehlikeye sokma" gibi gerekçelerle kapatılmıştı. Yine İran'da içki içen 22 yaşındaki Muhsin, bu hafta içinde ölüm cezasına çarptırıldı. Avukatı müvekkilinin içki yüzünden daha önce 3 kez tutuklandığını ve her defasında da kırbaçlandığını söyledi. _____________________________ _____________________ _______________ __________ ______ ____ __ _ KAYNAK: http://w9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?Newsid=160824
  10. Tek sorunumuz ‘türban’dı değilmi... Değiştirin Anayasa’daki ilgili maddeleri. Çözdüğünüzü sanın bu yapay sorunu. Aşındırın Cumhuriyet’in temel ilkelerini ve kazanımlarını. Bölün insanları ‘türbancılar-antitürbancılar’ diye. İlerde çıkacak sorunları bakalım neyle örteceksiniz? Bundan sonra bakalım neyi siyasetinize malzeme yapacaksınız? Örtün üstünü bundan sonra ‘türban’ın da görelim…
  11. Biz "Kızlarımızı evde saklayarak turşu kurmada dünya şampiyonu olmuşuz" da haberimiz yokmuş. Yaş gruplarına göre, öğrenim görmeyen, istihdam edilemeyen ve iş aramayan kızların kendi yaş gruplarındaki toplam kız sayısına oranına "kızların atalet oranı" (işe yamamazlık oranı / üretmeden tüketme oranı) deniliyor. Daha basit anlatımıyla, diyelim ki, 25-29 yaş arasında 100 kızımız var. Bu kızlarımızın 35'i ya okuyor, ya bir işte çalışıyor, ya da iş arıyor ama bulamıyor. Geride kalan 65'i hiçbir iş yapmadan evde oturuyor. Bu durumda 25-29 yaş arasındaki kızların atalet oranı yüzde 65 oluyor. Burada üzerinde durulması gereken en önemli nokta şu: Atalet oranının yüksekliğinin suçu kızlarda değil. (1) Kızlara okuma ve çalışma imkânı yaratmayan ekonomik yapıda. (2) Kızları eve kapatan sosyal yapıda. Kızlarımıza yazık oluyor Bir yanda bu kızların hayatı kayıyor. Öte yanda bu kızlar ekonomik ve sosyal sistemin dışında kalıyor. Tabii ki bu durum ülke için çok önemli bir kayıp ama, kızlar için de bir kayıp. Onların hayatı kayboluyor. TİSK'in OECD kaynaklarına dayalı olarak yayımladığı araştırmaya göre: - AB ülkelerinde 15-19 yaş grubundaki her yüz kızın sadece 3.9'u evde otururken, Türkiye'de 47.5'i evde oturuyor. - AB ülkelerinde 20-24 yaş grubundaki her 100 kızın 10'u evde otururken, bizde 58.3'ü evde oturuyor. - AB ülkelerinde 25-29 yaş arasındaki kızların 17.1'i evde otururken, bizde 65.8'i evde oturuyor. TİSK'in araştırmasına göre, erkekler ve kızlar birlikte değerlendirildiğinde görülen şu: Bizde gençlerde atalet oranı (eğitime devam etmeyen, işi olmayan, iş aramayanların toplam genç sayısı içindeki büyüklüğü) yüzde 35. Bu oran OECD ülkelerinde ortalama yüzde 9, AB ülkelerinde yüzde 7 dolayında. İşin çarpıcı yanı ise şu: Türkiye'de evde oturan genç kızlarımızın toplam sayısının 16 Avrupa ülkesinin nüfusundan fazla olması. Ülkeye de yazık oluyor Danimarka, Slovakya, Finlandiya, İrlanda, Letonya, Litvanya, Slovenya, Estonya, Kıbrıs Rum kesimi, Lüksemburg, Malta, Norveç, İzlanda, Hırvatistan, Makedonya ve Arnavutluk gibi ülkelerin toplam nüfusları bizim eve kapattığımız kızların sayısından daha az. Eve kapattığımız kızlarımız ne yapıyor? Nasıl yaşıyor? Sorunları nedir? Beklentileri nedir? Bu konularla ilgilenen yok. Eğitim imkânından yoksun kalan, ekonomik bağımsızlığı olmayan, baba ve anne eline bakan bu genç kızlarımızın hayata açık tek pencereleri TV ekranı oluyor. İşte onun için Türkiye'de TV izleme oranı yüksek. İşte onun için TV ekranlarında gün boyu alt gelir grubuna ve alt eğitim düzeyine hitap eden kadın programları izlenme rekoru kırıyor. Kızları önce eve kapa... Sokağa çıkmaya kalkanların da başlarını türbanla kapa... Sonra, "Biz kızlarımız, kadınlarımıza değer veririz... Onlar bizim canımız" diyerek nutuk at... Bu araştırma, son günlerdeki türban tartışmalarına da neden kızlarımızın kadınlarımızın katkıda bulunamadıkları türban tartışmasına neden sadece erkeklerin sahip çıktığını ortaya koyuyor. ____________________________ _____________________ ______________ ________ ___ _ Güngör Uras -Milliyet - 7.2.2008
  12. Çok değil yakın zamanda öbür düzenide görürsün hiç merak etme...
  13. Fazla söze gerek yok: ''Tüm radikal siyasal eylemler, ister ırkçı, ister dinci, ister etnik kaynaklı olsun, kadınları benimsedikleri siyasal ideolojiyi zafere kavuşturmak için araç olarak kullanmaktadır.'' N. Abadan-Unat / (75. Yılda Kadınlar ve Erkekler, s. 336) Kullanıldığının bile farkında olmayanlara duyurulur...
  14. KADIN UYANIŞI... Çağdaş insanlığı ve uygarlığı temsil eden yüz binlerin Anıtkabir'de odaklanan eylemini kim gerçekleştirdi? Kadınlarımız! Bize göre bu açıdan eylem Türkiye'de bir dönüm noktasını vurguluyor. Batı'da demokratik süreç insan hakları istemleriyle başlamıştır. Bu hareketin temelinde laiklik vardır. Yine de hiç unutulmaması gereken bir noktayı anımsamakta saymakla bitmez yararlar bulunmaktadır; demokrasinin beşiği Avrupa'da erkekler özgürlük eylemlerine girişirken kadınlar gündemde yoktu. Atatürkçülüğün içeriğini anlamak istemeyenlere ya da bu konuda zorluk çekenlere anlatmak için en çarpıcı örnek olarak neyi gösterebiliriz? Türkiye'nin Kemalist tek partili rejiminde kadınlara erkeklerle eşitlik hukuku sağlanırken ve oy hakkı tanınırken Fransa'da kadınlara oy hakkı yoktu. Batı'da kadın, erkek egemenliğine karşı mücadele ederek özgürlüklerini kazanmıştır. Bizde ise bu haklar Kemalist devrimle, yukarıdan aşağıya bir kalemde sağlanmıştır. Bu nedenle tüm Türkiye'yi saran ve Anıtkabir'de odaklanan kadın eyleminin demokrasi tarihimizde paha biçilmez bir özel değeri var. İlginç olan nokta, kör topal bir düzeye erişebilen demokrasimizde kadını erkekten farklı ve aşağı gösteren tesettürün, özgürlük talebi gibi sunulabilmesidir. Kadın, seksen küsur yıllık Cumhuriyette yeterince eğitilip insan hakları kapsamında yerini saptayabilseydi, tesettürün erkek egemenliğine ilişkin içeriğine gerekli teşhisi toplumun her katmanında koyabilirdi. Batı, geçmiş zamanda, bu aşamaları yaşamıştır. Yalnız eski resimlere bakmak bile bu konuda yeterli bir fikir verebilir; örtünme, insanlığın bir döneminde yaygın kuraldı. Bugün yalnız İslam coğrafyasında ve kadınlarda inanılmaz bir baskı unsuru olarak sürüyor; Türkiye'de gündemin birinci maddesine tırmanmasına şaşılmaz. Çünkü bugün Türkiye'nin iki kırmızı çizgisi var; dincilik ve bölünmezlik. İktidar dincilik olayına kendisini öylesine kaptırmıştır ki tüm dünyayı sarması olasılığı bulunan ekonomik krizi bile umursamıyor. Üniversite akıl ve bilim kurumudur. İnanç bu kurumun bir kapısından girdiği zaman bilim öteki kapıdan üniversiteyi terk ediyor demektir. Türbanlı kız öğrencilerle dolu bir üniversite, üniversite olmaktan çıkar; çünkü bir üniversitede öğrenci, öğretim üyesi kadar önemlidir; bilim, ortak paydayı oluşturur. Türkiye büyük bir sınav karşısında bulunuyor. Türban Çankaya ve Başbakanlık Konutu'ndan sonra üniversiteye de girerse, "laik-sosyal hukuk devleti" olan Cumhuriyetimizde din devletine doğru büyük bir adım daha atılmış olacaktır. ________________________ _________________ ___________ ______ ___ _ Cumhuriyet 06 01 08
  15. Kadınlar Teslim Olmayın!... Yirminci yüzyıl, kadınların özgürleşmek, erkeklerle eşit haklar elde etmek için savaştıkları bir yüzyıl oldu. Önce yavaş, sonra hızlı bir ivmeyle erkek egemen toplum yapısına kafa tuttular. 21. yüzyıl ise kadınların bu savaşının yeni bir evreye yükseleceğini gösteren belirtilerle doludur. Ama bunun sorunlu bir mücadele olduğu da kesindir. Eşitsizliğin farklı biçimlerini koruma konusunda kararlı gelişmiş ülkelerde kadınlar seslerini yükseltebilir, daha ileri hedeflere doğru ilerleyebilirlerken küremizin gelişmişlerin egemenliğinden, tasallutundan, hırsızlığından kurtulamayan bölümünde kadınların durumu daha zordur. Bu parçada ya da parçalarda kendi toplumlarının önyargılarıyla, gelişmiş dünyanın aldırmazlığıyla savaşmak zorundadırlar. O dünyaların, bireysel kurtuluşu "özgürlük" , köleleşerek daha fazla hak alma yanılgısını "eşitlik" olarak gösteren anlayışı ve propagandası işi iyice zorlaştırıyor. Gelişmiş ülkelerde kadın emeğine duyulan gereksinim onlara belirli alanları açtı. Bu alanların kısıtlı kalması, yükselme olanaklarının sınırlanması kuralı ise değişmedi. Hizmet sektöründe yoğunlaşan kadın emeği bir yandan kadının fiziksel olarak görece güçsüzlüğü gerekçesine bağlanırken, erkek egemen toplum hiç fiziksel güç gerektirmeyen mesleklerin önünü kapatmakta da sakınca görmedi. Tam tersine bu konuda ısrarlı ve kararlı oldu. Yine de gelişmiş ülkelerde kadın hareketleri özgürlüğün bireysel biçimlerine takılıp kalmamayı, en azından uzunca bir süre koruyabildiler. Feminist hareketin şimdiki sessizliği, sessizlikten öte liberalizme teslimiyeti ise şaşırtıcıdır. Bizim gibi ülkelerde kadın emeğine duyulan gereksinim doğrudan doğruya yoksullukla bağlıdır. Tek ücretlinin aileyi geçindirmekte karşılaştığı zorluklar, kadını eve kapatan ideolojiyi sarstı. Erkek egemen, dinsel hurafeyle pekişmiş ideoloji, bu zorunluluktan doğan gelişmeye rağmen, kadını eve kapatmakta kararlıdır. Onun söylediği şudur: "Evde otur, sokağa çıkacaksan örtün ve kırıtma." "Okuyacaksan bil ki, geleceğin yoktur. Ama imam olamayacağın halde imam hatip okuluna gidebilirsin, üniversite okumakta kararlıysan, oku. Ama bu okuma özgürlüğünün bedelini türbanla, başörtüyle, çarşafla ödeyeceksin." Peki bu ağır ideolojinin geleceği var mı? Yakın bir geleceği var. Uzak bir geleceği yok. Şimdilik dinsel ideolojinin ağır baskısı altında özgürleşmeye çalışan kadın sokakta bağırabilmeyi eşitlik; türbanı, çarşafı, özgürlük sanıyor. Gerçekte ona "Evinde otur, sokakta kırıtma" diyen ideoloji, geçici bir süre için izin ve ruhsat vermiştir. Çok yakın bir gelecekte o evinde oturacak, çocuğuna bakacak, erkeğin isteklerini karşılayacak, "asr-ı saadette" yaşadığını zannedecektir. İslam âlemine bakanlar bu yakın geleceği görebilirler. Uzak gelecekte ise erkek egemen toplum kırılmaya, çatlamaya mecburdur. Türkiyemiz, kadınların neredeyse yüzyıla yaklaşan bir dönem özgürlüğün ışıklarını gördükleri, sıcağını hissettikleri güzel ülkemiz geriye doğru bükülürken üzülmemek elde değildir. Savaşarak elde ettikleriniz sizi sevindirir. Ama ufukta ışığı görseniz de, kazanımlarınızın elinizden bir bir alındığında sizi boğacak olan karanlık zifiri, sıkıntı ölümcüldür. Erkekler bu işe aldırmazlar. Bencillikleri ağır basar. "Aydın ve solcu" olduklarını söyleseler de sizi yalnız bırakacaklardır. Savaş onların değil, sizin savaşınızdır. Kadınlar teslim olmayın. Başınızı örterek özgür olamazsınız. "Başınızı örtme özgürlüğü" sizi eve kapatmak isteyen erkek egemenliğinin evvel eski, ama itiraf edelim, şimdi siyasal hedeflere kilitlenmiş büyük rüyasıdır. O rüya gerçek olduğunda, size yalnızca evinizin dört duvarı kalacaktır. O duvarı yıkmak için yeniden bir yüzyıl gerekebilir. Yazık değil mi sizin bunca emeğinize, hakkınıza, hukukunuza? ________________________________ Sevgili GÜRAY ÖZ 'e sevgi ve saygılarımızla..
  16. Türban, Eğer laik Türkiye Cumhuriyeti'nin geleceği üzerine koparılan bir didişmenin simgesi durumuna gelmişse, bu gidişi durdurmak için şu haftalarda çeşitli toplum kesimlerince ortaya konacak eksik tutumlar etkisi belki de yıllarca sürecek bir yenilgiye yol açabilir. Tüm Cumhuriyetçi güçleri seferber etmek ve sonuna kadar mücade etmek Atatürkümüz bize bıraktı azim ve kararlılığı sonuna kadar kullanmak Ülke vatandaşı olma gereğinin sorumluluğudur... Saygılar...
  17. Baskıcı rejimler genellikle "ayrımcılık üzerine oturtulmuşlardır" . - Din ve inanç baskısı, "dindarlar ve diğerleri" ayrımcılığı üzerine kurulur. Hatta "Dindar bir cumhurbaşkanı istiyoruz" diyerek ötekilerle, "dinli-dinsiz'' ayrımını aralarında yapay olarak üretirler. - Vatandaşlığın (ve yurttaşlığın) bütünleştirici kimliği yerine örneğin Kürt ve Laz kimliklerini öne çıkararak "ırk ayrımcılığına dayalı bir baskı yaratırlar". İşin ilginç yanı bu baskıcı (ve faşistçe) ayrımcılık, "özgürlükler ve demokrasi'' söylevleri ile pazarlanır. İşin özünde, "ayrımcılığın özgürlüğü dayatılarak bu yolla baskı yaratılıyor". Türkiye'deki ayrımcılık (ve baskının) tarihsel seyrine bakalım; 1) 1940'lı yıllarda, "bürokrasinin ayrımcılığı yoluyla" baskı yaratılmıştır. 2) 1950'li yıllar "bürokratik baskıcılığın yanına "dinci ve feodal baskıların" eklenmesiyle sürdü. 3) 1980'li yıllardan başlayarak sermaye ve din baskıcılığı öne çıktı. Ancak 1940'lı yıllardan ve özellikle de Marshall Yardımı'ndan sonra "ABD (va Batı) emperyalizminin bürokratik, feodal, dinci ve sermayeci ayrımcılıkla" işbirliği yaptığını görüyoruz. 2000'li yıllara gelindiğinde ABD ve AB emperyalizmi dinci, bölücü ve sermayeci odaklarla mutlak bir işbirliği içine girmiştir. Dinci baskı, emperyalizmin denetiminde sermayeyi ve etnik ayrımcılığı peşine takıp sürüklemeye başladı. ' Ilımlı İslam', baskının yeni adı... Batı emperyalizminin ve İslamcıların penceresinden "görülen Türkiye manzarası özünde aynıdır" . Bulunan ortak payanda "İslamcı yapılanmadır". Kibarca, " Ilımlı İslam'' adı takılmıştır. Devşirilmiş ya da işbirlikçi sıfatlarını içeren bir tanımlamadır bu. 1) ABD ve AB'nin penceresinden görülen resim; Batı, Atatürk Cumhuriyeti'nin olmadığı, Lozan'ın kazanımlarının ortadan kaldırıldığı, Türkiye pazarının Batı tekellerinin ve kurumlarının eline terk edildiği bir ülke peşindedir. Türkiye Avrupa'da olduğu gibi halkçı ve demokratik örgütlenmelerin bulunduğu bir ülke olmamalıdır. Böyle olursa, "ulusal iktisadi, siyasi ve kültürel çıkarlarını korumaya ve savunmaya başlar''. Bunun yerine tarikatların, cemaatlerin ve dinci siyasilerin sisteme hâkim olduğu bir duruma gelmeli. Bu yapılanma, sonunda "İslamcı baskıları da beraber getirecekse bize ne!.." Bizim gereksinimlerimizi karşıladıkları sürece türbanlısı, takkelisi, çarşaflısı biraz göz zevkimizi bozmaktan öteye gitmez. Yeter ki ulusalcı, Atatürkçü, halkçı ve antiemperyalist kesimler geri planda kalsınlar. Bir de dincilerle birlikte TSK'nin zamanla siyasetle olan bağları tamamen koparılırsa Batı için ideal bir sonuç doğar. İşte ABD ve AB penceresinden görülen Türkiye manzarası budur. Ya Türkiye'nin içinden bakanlar? 2) İslamcı işbirlikçilerin bakışına gelince... ABD ve AB'nin bu talepleri karşısında içimizdeki "işbirlikçi İslamcılar" şöyle düşünüyorlar: - Biz de Cumhuriyet'in değerlerine, Atatürkçü rejime karşıyız. Bu konuda Batı ile örtüşüyoruz. - TSK bizim için de büyük engel. Orduyu biz de siyasetin tamamen dışına itip önümüzdeki yolu açmak istiyoruz. ABD ve AB'nin yardımı ile bu işi de hallederiz.(x) - Zaten bu nedenle dincilerin ideologları, " Batı ile isteklerimiz hiç bu kadar örtüşmedi" diyerek tezlerini gözler önüne seriyorlar. Tabii ki ABD ve AB bu desteğe karşılık bir fatura çıkarıyor; "Büyük Ortadoğu Projesi'nde taleplerimizi yerine getir" diyor. - Türkiye biraz küçülecekmiş.. varsın küçülsün... - Ekonomi, Batı'nın arka bahçesi olacakmış; zaten öyle değil mi!.. - Ama karşılığında şeriatçı bir düzen kurulacak, bizim için önemli olan bu nihai hedefe ulaşmaktır. İçimizdeki işbirlikçi dincilerin penceresinden görülen manzara da böyle. Tabii bölücüler ve kimi sermaye çevrelerini de "Batı'nın, bu koalisyonun içine kattığını unutmayalım". İşte giderek artmaya başlayan "dinci baskının" arkasındaki nedenler bunlar: "Mahalle baskıları" , " Fazıl Say 'lar'', " Harembüs'ler'' , sömürgecilerle işbirliği yapan Nobel'ciler, Hıristiyanlarla ortaklık kuran İslamcılar.. artan baskıcı rejimin sinyalleri. Dinin (ve emperyalizmin) baskı kurması için özgürlük istiyorlar. Aynen Şarlo Diktatör filminde Şarlo 'nun dediği gibi: " Diktatörler özgürlükleri yalnız kendileri için isterler.'' Amerika'nın Irak'a, "özgürlük götürüyoruz'' diyerek girmesi gibi; Türkiye'de özgürlük istiyoruz diyenlerin dinci bir baskı rejimi yaratmaları gibi... (*) AKP, Ordu ve Amerika Üçgenindeki Türkiye,Truva, 200 DİPNOT / KAYNAK...
  18. SÖYLEŞİ LEYLA TAVŞANOĞLU Eski Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Şener'den hükümete, 'geliyorum' diyen ekonomik krize karşı uyarılar: Bir önceki AKP Hükümeti'nin Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı olan Doç. Dr. Abdüllatif Şener' le konuşuyoruz. Hükümetin ekonomide pembe tablolar çizmesine karşılık dış piyasalardaki korkutucu dalgalara karşı bu hükümetin hiçbir önlem almadığını söylüyor. Bu gidişin sonunun "felaket" getireceğinin altını çizen Şener, "Türkiye'nin küresel dalgalardan etkilenmemesi mümkün değildir" diyerek acil önlem çağrısı yapıyor. Şener, "Bir taraftan bu dalgalardan etkilenir, bir taraftan rekabet gücünüzü kaybeder, ileride zayıf bir ekonomi haline gelirsiniz" diyor. Hükümetin türban gündemini değiştirme aracı olarak kullanmasıyla ilgili olarak şöyle konuşuyor: "O ekonomik tehlike gelirse ülkenin en ücra köşesindeki vatandaş da size fatura keser." - Hükümetin pembe tablolar çizmesine rağmen "geliyorum" sinyalleri veren ekonomik krizin ayak sesleri başta ABD'den olmak üzere bütün dünyadan duyulmaya başlandı. Bugüne kadar sıcak paraya dayalı ekonomik kalkınma olmaz, yapısal ekonomik reformlar hayata geçirilmeli uyarılarına sizce AKP yöneticileri ve sözüm ona ekonomi kurmayları neden kulaklarını tıkadılar? ŞENER - Bütün dünya ekonomileri küreselleşme dalgasından etkileniyor. Artık sınırların eski anlamdaki gibi koruyuculuğu yok. Türkiye, özellikle 1989'dan sonra sermaye hareketlerinde serbestliği tanımış bir ülkedir. Dolayısıyla da Türkiye'nin bu küresel dalgadan etkilenmemesi mümkün değildir. Ancak küresel ekonomiyle eklemlenme dönemlerinin her birinin farklı karakteri vardır. Bana göre 2001 krizi sonrasında Türkiye küresel ekonomiye yeni bir eklemlenme dönemine girmiştir. Bu dönem henüz tamamlanmamıştır. Bu dönemin başındaki ekonomik göstergelerdeki birtakım değişiklikler, iyileşmeler sadece ilgili yılların hanesine yazılarak yorum yapılmaya kalkılırsa yanlış olur. Bu dönemi, 2001'den itibaren tamamlandıktan sonra değerlendirmek lazımdır. 2001'den bugüne kadar çıkan rakamları, bu dönemde etkin politikalar uygulanmadığı gibi hüküm verici bir sonuca bağlayamayız. Ekonomik kriz geliyorum diyor - Bu sözlerinizi biraz açar mısınız? Neyi kastediyorsunuz? - Örneğin doların kuru 1.640'tan 1.150'ye kadar düştü. Bu önemli bir düşüştür. Düşmemiş olsaydı milli gelir rakamımız dolar cinsinden bu kadar yüksek olmazdı. Kişi başına gelir bu kadar yüksek görünmezdi. Pek çok gösterge ya da borç stokumuzun milli gelir içindeki oranı böyle düşük değil, daha yüksek görünürdü. Hatta bu bütçe açıklarında bile döviz cinsinden faizlerin Türk Lirası hesabı düştüğü için etkileyen bir sonuçtur. Dolayısıyla bu dönem tamamlandıktan sonra ne iyiydi ne kötüydü, bunun hesabını yeniden yapmak zorunda kalırız. Onun için, "Son yıllarda Türkiye'de makro ekonomik göstergeler iyidir. Bu iyilik bundan sonra da işlerin böyle geçeceğinin karinesidir. İyi yoldayız. Bu dengeler mükemmeldir" diye atalet gösterilmesinin, tedbirsizlik yapılmasının, politikaların sürekli test edilmemesinin doğru ve sağlıklı olduğunu düşünmüyorum. - İyi de, her şey mükemmel gidiyordu da şimdi dış dalga vurunca ne olacak? - ABD'de ortaya çıkan mortgage kriziyle bağlantılı olarak dalga büyüyebilir. Ama dalganın daha fazla büyüyüp bazı ülkelerde kriz ortamı oluşturup oluşturmayacağı tartışmalı. Farklı yorum yapanlar var. "Bir kriz geliyorum diyor. Bakın" diyenler var. "Yok, bunu ABD ekonomisi absorbe edebilir. Bazı dalgalanmalar olsa bile bu, krize dönüşmez" diyenler de var. - Birkaç ay önce bir dış kredilendirme kuruluşundan, "Artık Türkiye önlemlerini almalı. Biz Türkiye'nin ekonomik yükünü daha fazla kaldıracak durumda değiliz" biçiminde bir uyarı geldi. Bu uyarıya karşın sizce neden hiçbir önlem alınmıyor? - Sadece dışardan sermaye girişine dayalı ekonomik bir yapı, kırılmaya müsaittir. Dünyada olan hadiselerle birlikte Türkiye'deki ekonomik durumu değerlendirecek olursak benim gördüğüm şudur: Türkiye ekonomik politikalarını oluştururken ve uygularken buna şekil verecek kurumların refleksleri son derece önemlidir. Her şeyden önce de siyaset kurumu önemlidir. Kimi bağımsız, kimi bakanlıklara bağlı sorumlu kurumlar bulunuyor. Bunlar Merkez Bankası, BDDK, SPK, Hazine Müsteşarlığı, Dış Ticaret Müsteşarlığı, Maliye Bakanlığı, DPT'dir. Bunların tamamında ortaya çıkacak refleks, hassasiyet ve bu birimlerde görev alan kişilerin konuya bakış tarzları, sonunda karşılıklı etkileşimlerle bir ekonomi politikasını ortaya çıkarıyor. Bu ekonomi politikasının ağırlığını ve yönünü temel olarak belirleyen hükümettir. Biz küreselleşmeden, küresel rekabetten söz ediyoruz. Bunun anlamı, Türkiye olarak küresel rekabet avantajlarımızı arttırmadığımız takdirde bu küresel ekonominin içinde zayıf düşeceğimizdir. Bir taraftan dalgalardan etkilenirsiniz, bir taraftan da rekabet gücünüzü kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalır, ilerde zayıf bir ekonomi haline gelirsiniz. Göz boyamaca - Peki, bu durumda Türkiye'nin rekabet gücü arttırılıyor mu, arttırılmıyor mu sizce? - Zaten temel hassasiyetin bu olması lazımdır. Hem iktidar, hem ekonomi yönetimindeki kurumlar ekonominin rekabet gücünün artıp artmadığını temel hassasiyet olarak belirleyip politikaları ona göre şekillendirmesi, her attıkları adımda da rekabet koşulları açısından ekonomiyi test etmeleri lazımdır. Ama Türkiye'de bu yok. Söylenen şu: İhracat artıyor, her şey iyi gidiyor. - İhracatın neresi artıyor? Geçen yılın rakamlarına göre ihracat 105 milyar dolar, ithalat 167 milyar dolar değil mi? - 2002'de 36 milyar dolarlık ihracat yapıyor idiyseniz geldiğiniz nokta itibarıyla 100 milyar doları aşmışsanız bunun anlamı ihracat artıyor olur. Ama ithalat daha çok artıyor. Hatta ara malı ithalatı daha fazla yükseliyor. Son geldiğimiz nokta Türkiye'nin ihracatının ara malı ithalatından bile az olduğudur. İşte buradan hareketle bu durum ekonomiyi ve ekonomi politikalarını sorgulamayı gerektiriyor. Yani, rekabet avantajlarını arttırmak için ne yapmak lazım? Siyaset temel hassasiyetini bunun üzerine mi koyuyor? Benim gördüğüm bu hassasiyet yoktur. - Bu hassasiyet olmayınca ne olur? - Türkiye'de sağlıklı bir ekonomi politikası uygulayabilmenin zeminini ortadan kaldırmaktadır. Bunun sonucunda da küresel ortamda Türkiye'nin dış dengeleri gittikçe bozuluyor. Bozulan dış dengelerin en açık göstergesi cari açıktır. Türkiye ekonomisi Cumhuriyet tarihinin en yüksek cari açıklarını veriyor. - Siz bakanlığınız döneminde cari açık tehlikesini vurgulamıştınız. Ama hükümetten hiç kimse kulak asmamıştı. Neden? - Ben bakanlık dönemimde bazı şeyleri zorladım. Piyasa tartışmazken ben cari açığı tartışmaya açtım. Bankalarda yabancı payı daha yüzde 10'un altındayken ben bankaların yabancılaşmasını tartışmaya açtım. Onun ötesinde kuru tartışmaya açtım. Benim kamuoyunun gündemine bu konuları getirmemin amacı ülkenin rekabet gücünü korumaya, ekonomik performansını arttırmaya yönelik temel dinamikleri arayış içinde olmamdı. Ama bunlara karşı temel hassasiyetler oluşmadığı zaman yürütmekte de güçlükler oluşuyor. Böyle bir hassasiyet olmadığı için cari açık artıyor. Cari açık Türkiye'nin gelirleri ve giderleri arasındaki açıktır. Bugün bunlar arasında korkunç bir fark var. 2006'da bu 32.9 milyar dolardı. 2007'de 40 milyar dolara ulaşabileceği ifade ediliyor. Bir taraftan ara malı ithalatı artıyor. Ama Türkiye bundan dolayı bugün için bir sıkıntı çekmiyor. Sanal başarılar - Peki, bugün için neden sıkıntı çekmiyor? - Döviz giderlerimizi döviz gelirlerimizle karşılayamamamıza rağmen Türkiye'ye bize ait olmayan bol miktarda para giriyor. Sermaye hareketleri tablosuna baktığımız zaman yabancıların bankalara, bizim borsaya para yatırdığını görüyoruz. Borsada yabancı payı yüzde 75'e ulaştı. Ya da Hazine'ye borç para veriyorlar. Bazı doğrudan yatırımlar da geliyor. Bunların kâr oranı çok yüksek; hiç döviz getirisi olmayan, ama tamamıyla iç piyasada mevcut olan bütün parayı toplayan yatırımlar. - Bunlar neler? - Telekom, mobil telefonlar, iş merkezleri, hiper marketler, bankalar... Şimdi, otobanlar, enerji santralları, Milli Piyango, diyoruz. Milli Piyango yabancının eline geçtiği anda içeride topladığı parayı dışarı götürecektir. Biz cari açığımızı nereden karşılıyoruz? Birincisi, paradan para kazanan bir ülke haline dönüştük. Dünyada faize en çok kazandıran ülke Türkiye. Bu çark devam ettiği sürece Türkiye'de bir finans krizi yaşanmaz. Kriz deyince, vatandaşın ekonomik sıkıntıya girmesini artık kimse anlamıyor. Çünkü kavramlar değişti. Artık ekonomik kriz denilen, finansal krizdir. Böyle bir finansal kriz yaşanmayabilir. Sürekli cari açık verilir. Sürekli de Türkiye'ye yabancı para girdiği için bol kazanarak varlığını devam ettirir ve bu açığı kapatır. - İyi de, nereye kadar? - Bu süreç şuraya gider: Bir dış dalga geldiği zaman kırılır. Dışarıda mortgage tartışmaları ciddi boyutlara geldiği takdirde Türkiye'ye sermayenin girişi azalabilir. Büyük kuruluşlar, kendi merkezleri sorun yaşarken orayı kurtarmak için dışarıdaki parayı çekerler. Türkiye'den sermaye çıkışı olduğu takdirde, zaten bize ait olmayan yabancıya ait paralar çekilmeye, para miktarı cari açığımız kadar ülkeye girmemeye başladığında bunun anlamı bir ekonomik kırılmadır. Hatta bu, 1994 ve 2001 kırılmalarından daha da büyük olabilir. Olmayabilir de... - Olmaması ne anlama gelir? - Bu, ekonominin yabancılaşmasının arttığı anlamına gelir. Yani, çok iyi, Türkiye'de kriz yok, derseniz bunun anlamı Türk ekonomisinin süratle yabancılaştığıdır. Ekonomi politikası tümden yabancılaştı - Türk ekonomisinin süratle yabancılaşması siyasetin de süratle yabancılaşmasını beraberinde getirmez mi? - Yabancılaşmayı tarif etmek lazım. Bir kere hizmet sektörlerinin tamamıyla yabancıların eline geçmesi... Şu anda pek üretime girmediler. Kapasite oluşturacak alanlara gelmiyorlar. Ama bir dalgayla piyasayı çırparlarsa öbür bütün firmaları da kapatabilirler. O çırpma, yabancılaşmada yeni bir gelişme alanı ortaya çıkarabilir. Ama sadece bu değil. Bu yabancılaşma giderek ekonomi politikalarının da yabancılaşmasına yol açıyor. Yani ekonomi politikaları yabancı duyarlılıklarına uygun hale dönüşmeye başlıyor. Örnek vermek gerekirse, Sıvas'taki esnafın beklentileri ekonomi politikasına yön veren bir unsur olmaktan çıkıyor. Bunun yerine dünyanın en çok parayı kazanan yabancının parasındaki kazancı arttırma refleksleri ve beklentileri sizin uyguladığınız ekonomi politikasına yön vermeye başlıyor. Belki de bu daha üzerinde durulması gereken bir nokta. "İşler yolunda. Herhangi bir riskimiz yok. Yolumuza devam ediyoruz. Ekonominin kırılganlığı azaltılmıştır" diye bakmak sağlıksız bir bakış tarzıdır. - Yani bu bakış açısı felakete götürebilir mi? - Zaten sağlıklı olmamak demek felakete gidiyoruz demektir. - Merkez Bankası'nın ve öbür özerk kurumların İstanbul'a taşınmasında ısrar edilmesi olayı var. Maliye Bakanı Unakıtan, "Bundan kesinlikle geri dönüş yoktur," dedi. Sizce bu ısrar ne anlama geliyor? - Bana kalırsa bu, etrafında bir kavga koparılmasını gerektirecek bir konu değil. Ama konu öylesine gündeme giriyor ki bir kavga oluşturuyor. Hem gündeme getiriliş biçimiyle bir kavga kopuyor hem de anlaşılan bu ülkede kavga etmek isteyenlerin sayısı bir hayli fazla ki bu gündeme gelir gelmez kavga çıkıyor. Ben asıl bunu zararlı görüyorum. Tehlikeli olanın ve ülkeye asıl zarar verenin bu kavga ortamı olduğunu düşünüyorum. İstanbul dünya finans merkezi olsun, deniyor. Ama İstanbul'un dünya finans merkezi olması için Merkez Bankası'nın Ankara'dan alınıp İstanbul'a götürülmesine gerek var mı? Yok. Finans merkezi olmayacağı halde Merkez Bankası İstanbul'a giderse kıyamet mi kopar? Ben kıyamet kopmayacağını düşünüyorum. Ama şunu söylemek istiyorum. Konu Başbakan'ın Acil Eylem Planı'nı sunduğu toplantıda gündeme düştü. Acil Eylem Planı'nda Merkez Bankası'nın İstanbul'a taşınması yok. Hatta yanlış hatırlamıyorsam İstanbul'un finans merkezi olması da yok. Ama Acil Eylem Planı'nın sunulduğu toplantının bir tek gündem maddesi ön plana çıktı. O da Merkez Bankası'nın İstanbul'a taşınmasıydı. Bütün yetkililer kavgaya meraklı - İyi de bu konu o kadar önemliydi de Acil Eylem Planı'nda niye yok? - Bunun ne anlama geldiği sakin bir biçimde tartışılabilirdi. Ama hemen bir kavga, çekişme koptu. Çok değişik yorumlar yapıldı. "Acaba anayasanın değiştirilemez maddelerinden birisi olan Ankara'nın başkent oluşunun altı mı oyuluyor?" dedi. Ardından naklin maliyetleri, matbaalar gibi pek çok konu gündeme geldi. Zaman zaman diğer bankaların da merkezleri değişik vesilelerle İstanbul'a taşınmıştır. Önemli olan aklı selimin hâkimiyetidir. Ben, Türkiye'nin bu gidişi karşısında en çok ihtiyaç duyduğumuz şeyin toplumsal barış olduğuna inanıyorum. Her ortaya çıkan ekonomik ve siyasi konuda siyasilerin konuşma ve değerlendirme biçimleri toplumsal barışı bozacak tavırlara, tonlara kaçmamalıdır. Bir hükümetin başındaysanız birinci hassasiyetiniz o olur. Başta yetkililer, sorumlular olmak üzere herkesin buna dikkat etmesi gerekir. Ama başta yetkililer ve sorumlular olmak üzere bu temel hassasiyetler bir tarafa bırakılmış, herkes sanki kavga etmeye çok meraklı gibi davranıyor. Ekonomi kadar, hatta ondan daha fazla yanlış bir gidiş olamaz. - ABD'de mortgage krizi patladıktan sonra tüm dünya borsaları sallanıyor. Türkiye'nin üzerine dalgalar yürüyor. Ama Başbakan anayasaya türbanı sokacağım diye tutturmuş. Başbakan'ın gündem değiştirme merakından yola çıkarak soruyorum. Sizce bu ısrar gelecek ekonomik krizden dikkatleri dağıtmak için bir taktik mi? Yoksa yerel seçimlerde AKP'ye prim mi yaptırmayı amaçlıyor? - Ekonomik krizi gündemden düşürelim. Başka konular tartışılsın, dersek iki hata olur. Böyle bir tartışma ortamında böyle ciddi bir riski ikinci plana itmek yanlıştır. O risk o tartışma ortamında ortaya çıkarsa bu sefer kamuoyunda gelen riskle ilgili yetkililer ve sorumluların üzerlerine düşeni yapmadıkları kanısı pekişir. Dünyanın öbür ucundan bir risk, "Ben geliyorum, sizi vuracağım" diye bağırıyor. "Önemli bir şey yok" diyorsunuz ve başka bir konuyu konuşarak o gelen tehlikeye karşı önlemleri almıyor, ev ödevinizi yapmıyorsunuz. Süreç böyle gelişir ve sonunda o tehlike gelirse en ücra köşedeki vatandaşa varıncaya kadar herkes size görevinizi yapmadığınız için fatura keser. Yani bu siyasi açıdan çok sağlıklı bir durum olmaz. İkincisi, toplumsal barışı korumanın önemli olduğunu düşünüyorum. İşin doğrusu bu baş örtüsü yasakçılarını da anlayabilmiş değilim. Yani yasakçılığı anlayamıyorum. Ama Türkiye'de bazı kavramlar çatışma alanı olarak seçilmiş. Bunlar yanlış seçiliyor. ***************************** PORTRE Doç. Dr. ABDÜLLATİF ŞENER Sıvas/Yıldızeli, 1954 doğumlu. Yükseköğrenimini AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde yaptı. Gazi Üniversitesi Bolu İktisadi ve Ticari Bilimler Fakültesi Maliye Anabilim Dalı'nda doktorasını tamamladı. Bulunduğu fakültede dekan yardımcısı olarak görev yaptı. Daha sonra Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi'ne geçerek doçent oldu. 1991'e kadar siyasetten uzak durduğu halde aynı yıl yapılan genel seçimlerde Sıvas milletvekili olarak TBMM'ye girdi. 1996-97 arası Erbakan Hükümeti'nde Maliye Bakanı oldu. 2002 seçimlerinde AKP'den milletvekili seçildi. Abdullah Gül Hükümeti'nde Başbakan Yardımcılığı ve Özelleştirmeden Sorumlu Devlet Bakanlığı'nı üstlendi. Erdoğan Hükümeti'nde de Başbakan Yardımcılığı'nı korudu: Bu kez Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanlığı'nı üstlendi. 22 Temmuz seçimlerinde milletvekili adayı olmayacağını açıklaması büyük yankı uyandırdı. Şimdi Hacettepe Üniversitesi ve TOBB Üniversitesi'nde dersler veriyor. "Tanzimat Döneminde Osmanlı Vergi Sistemi" isimli bir kitabı var.
  19. Sevgili Sedelina... Sana katılıyorum... İnanılmaz bir kirlilik var... Ve bunu hakikaten merak ediyorum... Ne yapabiliriz sence...
  20. Kısacık bir soru.... Bir insanın ; Doğrudan İslamiyete karşı saygısızlık göstermezken ve saygısızlığı asla düşünmezken, din dendi mi beni çileden çıkarıyor demesi, sizce neyin ifadesidir... Herkese sevgi ve saygılar...
  21. Eyyy... Olamaz... Sevgili candide=la boheme... Evet tabiki eğitim hakkı insan için en doğal hak... Fakat ülkemiz için gerçekten durum çok farklı... Bugün DEP milletvekili bile ılımlı islam tehlikesini görerek kemalistlerle ortak haraket edilmesi gerektiği konusunda bir demeç vermesi olayın ne kadar ciddi boyutlarda olduğunun bir göstergesi... Bence enine boyuna tartışılması gereken bir konuyu Türkiye inanılmaz bir mukavemet ve kararlılıkla tartışmakta... Hukuk devleti ve siyasal dayatma/oyun vb. gibi konularla olan Türk kadınına oluyor ki Türban olayının diğer bir olumsuzluğu da gelişmeye karşı tepkisel bir refkles olabileceği gerçeği ise hayrıca bir sorun... Kısaca; Bana göre bugün türban isteyenler, yarın bunu dayatmaya kadar varır ve sonuçta tam bir kaosa doğru sürüklenme kaçınılmazdır... Bunun siyasal bir oyalamaca olduğu düşüncesi ise ağır basmakta, Çünkü Türkiye inanılmaz bir ekenomik krize doğru sürükleniyor... Yani herşey içi içe geçmiş durumda ve kafalar çok karışık... Son olarak düşüncelerine saygı duyuyor ve düşünülecek değerde buluyorum... Sevgi ve saygılar...
  22. Anti islamcıyız öylemi... Pekala... Şunu da unutma olurmu.. ''Yaptığınız ve yapmaya çalıştığınız Devletimizin tekil yapısına, ulusal birliğimize yapılan saldırıdır ve bu ço üzücüdür... Türkiye Cumhuriyeti, laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti ilkesini benimsemiştir... Demokrasi, ayrıştıran değil, evrensel haklar düzleminde bireyleri birleştiren bir yönetim biçimidir... Demokrasinin getirdiği özgürlükleri yasalar çerçevesinde kullanmak her bireyin hakkıdır... Ancaaak hiçbir ÖZGÜRLÜK, ulusal birliği bozmak, rejimi yıkmak ya da zayıflatmak için kullanılamaz... Herkesin devletin kurumlarına ve temel niteliklerine saygı göstermesi demokrasinin ve yurttaş olmanın gereğidir... Dünyada hiçbir devlet temel düzenine karşı olan saldırılara izin veremez, hoşgörü gösteremez/gösterilemez...'' BU DİN BİLE OLSA... Bunu böyle bilin...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.

Tarayıcı push bildirimlerini yapılandırın

Chrome (Android)
  1. Tap the lock icon next to the address bar.
  2. Tap Permissions → Notifications.
  3. Adjust your preference.
Chrome (Desktop)
  1. Click the padlock icon in the address bar.
  2. Select Site settings.
  3. Find Notifications and adjust your preference.