Zıplanacak içerik
View in the app

A better way to browse. Learn more.

Tartışma ve Paylaşımların Merkezi - Türkçe Forum - Turkish Forum / Board / Blog

A full-screen app on your home screen with push notifications, badges and more.

To install this app on iOS and iPadOS
  1. Tap the Share icon in Safari
  2. Scroll the menu and tap Add to Home Screen.
  3. Tap Add in the top-right corner.
To install this app on Android
  1. Tap the 3-dot menu (⋮) in the top-right corner of the browser.
  2. Tap Add to Home screen or Install app.
  3. Confirm by tapping Install.

DİPNOT

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

DİPNOT tarafından postalanan herşey

  1. DİPNOT şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Güncel Konular
    Yani... Dile kolay 13 yıl olmuş. 13 yıl önce birileri “İslam’da kin yoktur. İslam’dan insana zarar gelmez.” diye konuşmalar yaparken başkaları da “Allah adına” Sivas’ta ateşe verilmiş bir oteli sarmış kimse kaçıp canını kurtaramasın diye “cihat” halindeydiler. O otelde olanlar ise o gün tüm insanların ve hatta onların canına kastedenlerin de barış içinde huzurlu yaşamasını istedikleri bir Türkiye’nin kavgasını vermekteydiler. Türkiye’nin 35 değerli insanı yitirildi Sivas’ta Madımak Oteli’nde. İtfaiyenin yangını söndürmesinin ve “vatandaşın can ve mal güvenliğini” sağlamakla görevli olanların insanları kurtarmasının “Allah adına” engellendiği kapkara bir yaz günü idi 2 Temmuz 1993. 25 Haziran 2006 Pazar Günü İstanbul’da babam, Demirtaş Ceyhun, kendisinin nasıl tesadüfen o gün Sivas’ta Madımak’ta olmadığını ve de belki de yaşamının orada sona ermediğini anlatırken düşünüyordum, “2 Temmuz sadece Aleviler’e özgü özel bir gün mü?” diye. Nerede o SOL’u birleştirmek için ilk önce Süleyman Demirel’i ziyaret edenler ve MHP’den bu amaçla randevu almaya kalkıp da ardından alamadıkları için onları bilmem ama SOL’u düşürdükleri bu durumun utancını da bize yaşatanlar ? SOL bence 2 Temmuz’da Sivas’ta Madımak Oteli önünde birleşmeli eğer SOL “sol” ise. 2 Temmuz 1993’te SOL’u yakarak yok etmeye kalktı yobazlar. SOL ve Aleviler nasıl ki Çorum’da ya da Maraş’ta birbirinden ayrılmaz tek hedef idiyseler, Sivas’ta da karasakallı yobazların hedefiydi SOL. Madımak Oteli’nde diri diri yakılarak öldürülmek istenenler SOLcuydu. 35 insan katledilirken binanın tüm çıkışlarını kimse kaçamasın diye tutanların korktuğu bir özlemleri vardı: Tüm insanların hangi dinden, ırktan ve kültürden olurlarsa olsunlar barış içinde yaşayabildiği bir yaşamı gerçekleştirebilmek! Yobazlar ise tüm dünya genelinde sorunlular BARIŞ ile. Anladıkları tek barış ortamı herkesi kendilerine benzettikleri bir toplum yaratmak. SOL var olduğu sürece “Talibanvari toplumsal yaşam biçimleri” peşinde “kan dökenler” meydanı boş bulamayacaklar. Ve özellikle “irtica” ile derin sorunları olan bir ülke olan Türkiye’de SOL birleşmek istiyorsa bunun için en uygun gün 2 Temmuz ve en doğru yer de Sivas aslında. Türkiye’nin 35 değerli vatandaşının katledildiği Madımak Oteli hala müze olamadıysa bundan dolayı AKP’ye değil 2 Temmuz’u sadece “Aleviler’in meselesi” olarak gören “solculara” kızmak bence daha doğru olur. SOL isterse Madımak Müze olur! SOL “sol” olmadıkça Madımak da Türkiye’nin yüz karası olur. Ama yüzü kızarması gerekenler SOLu birleştirmek adına MHP’den randevu isteyenler ya da “benim “solum” iyidir, rahatımı kaçırmayın” diyerek yeni yaptırdıkları binalarda oturup Madımak’ tan uzak durmaya özen gösterenlerdir. Onlar SOLu birleştirme adına kameralar karşısında “Ne içersiniz?” ,”Su rica ediyorum.”,”Pardon, soğuk olmasın.” muhabbeti yaparlarken Madımak’ta suyu biten itfaiyeye su verdirmeyen yobazlardan hesap sormanın SOLu gerçekten birleştirmekle mümkün olacağını nedense hep unuturlar. 2 Temmuz 2006 günü SOL Madımak önünde.
  2. DİPNOT şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Güncel Konular
    . Söylenecek o kadar çok şey varki aslında... Ülkeminizin zifiri karanlık bir sayfası, Büyük utanç duyuyorum... O zamanlarda Aziz Nesin 'in konuya yaklaşımı; çok ''korkutucu'' , fakat çok ''gerçekçiydi'' . Şöyle diyordu: ''Kapkaranlık bir bataklık içinde debelenip durmaktayız. Yönetimi ellerine bıraktığımız; iyi niyetli aptallarla, kötü niyetli alçaklar...'' Bize düşen, bu olayı hiçbirzaman ''unutmamak'' ve ''unutturmamak'' olmalı...
  3. Sevgili AÇA çok teşekkür ederim... Bu da senin için... . Sizede teşekkür ederim sevgili Gece Yağmuru... Bunlarda sizin için... . Bunlarda formu anlamlı ve burada ismini sayamayacağım tüm arkadaşlara...
  4. Tüm insanların aynı yüreği olduğuna göre bu hepimiz için geçerli olmalı değilmi?... Hiç kimse farklı değildir... Ve herkes, herkesi yansıtır...
  5. Tabiki bizde sizleri... Sevgiler taurusmutis...
  6. Ben anlattıma başladım... Sizi bekliyoruz... Lütfen birkaç cümle ile sizin 'ÖNSÖZÜNÜZ'... Sevgiler...
  7. Belge 30 yıl üzeri arkadaşı ve yakın dostu... Konu başlığını okuma zamanınız varsa mutlaka okuyun ve eminim çok şey elde edeceksiniz... Dost Sevgilerimle...
  8. . Kendimize bir ön söz borçluyduk... Ben buna önsöz diyordum, sen kader, bir başkası zaman. İsmini koyamıyorduk ama üstüne çok şey ekliyorduk. Mesela yeni tanıştığımız birine niçin 'merhaba' dediğimizi artık biliyorduk. 'Merhaba' önsözüdür başlangıçların... Yaz akşamlarının, ayağına vuran yosunun ve tuzun, yıldızların, şehrin, kalabalığın, katillerin, tatillerin, terkedişlerin, sevişlerin ve kederlerin önzözüdür... Herşeyi yaşamanın olası ve geri dönüşsüz satırlarında bir başlık, bir önsöz gerekliydi?... Çıplak ayaklarımızla çivilere basıyorduk. Hayatımızın inşaat ustalığı gerektiren ve hiç bitmeyen yapım onarım çalışmalarında kırık döküktük. Yeni bir bina gibi örülüyordu dış cepheleri duygularımızın. Sıvası atılıyordu duvarlarımızın, çatısı takılıyordu terasımızın... Çıplak ayaklarla çivilerde yürüyorduk. Yazlık şarkıların inşaat işçiliğinde, betonlarını suluyorduk umursamazlıklarımızın. Kendimize bir önsöz borçluyduk, çünkü ancak acı çekerken büyüyorduk. Ve çiviler ve tuğlalar ve duvarlar ve çatılarla ruhumuzu örüyorduk. Ev mi, yol mu, neyse artık... neyse hasarlı... bir aşk mı, bir kayboluş mu, bir gidiş mi ne?... Toptan bir edebiyat çekiyorduk cilalı mı cilalı. Anlaşılmasın diye çok acıtan nesnenin kimliği, kelimeleri devirip yuvarlıyorduk çaktırmadan isimleri. Bazıları anlıyordu, bazıları kestiremiyordu süslü kelimelerin altındaki asıl fikri. Kimse anlamadı neyin ne içinini... Zaten yaşananlar da birileri anlasın diye yaşanmadı . Önsözü şahsiydi her birimizin ve kimse kendine inananacak kadar kendini tanımadı. Uzun bekleyişlere düştük. Faili belli bir çift bakışın şahidi olsa olsa ikinci kişiydi, fazla değil. Diğerleri; bir paket turun içinde turistik yolcular gibiydi. Şımarık bir merakla uğranıvermiş bir sergi salonuydu sanki kalbimiz, ne bilet kestik ne buyur ettik. Her biri plastik turist gülümseyişiyle gitti. Belki bir kaç fotoğraf kaldı yaşananlardan, ama onlar da zaten demirbaş değildi. Uzun gitmelere düştük. Yok öyle kilometreler değil kasteddiğim. Uzun yolculuklarına daldık içimizin. Yağmurduk, buluttuk, denizdik. Bazen sütten liman, bazen depremdik. Tanıdık, aştık, yorulduk, yazdık, sorduk cevapladık.. Bitti gibi olduğu bir yerdi... tarihi kimbilir neydi? Hangi gün hangi mevsim..? İsmini bile hatırlamıyorduk bir zamanlar bizim için vazgeçilmez olduğunu sandığımız şeylerin... Biz ısrarla kendimize sığınıyorduk ve bir şeyler yapmaktan değil sırf bunu düşünmekten yoruluyorduk. Kifayetsiz kaldı neyi yazsak adımızın yanına. Ne sığıştırabildik kocaman zaferleri, ne yakıştırabildik küçücük yenilgileri. Biraz mizahi, biraz melankoli, biraz karışıktı yani hayat... Neyin altına imzamızı attıysak derinden, yine onun korkusuna kaçtık kendimizden... Oysa bir önsöz, bir isim gerekliydi yaşananlara... Neyi nasıl yaşadığımız unutulup gitmeden... SAHİ NEDİR SİZİN "ÖNSÖZÜNÜZ" VE HİÇ BİTMEYECEK ANLATIMLARA YELKEN... BURADA BULANAN HERKEZ GİBİ BENDE SABIRLA BEKLİYORUM... SEVGİYLE KALIN... ||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||| Sevgili S. Bengü'ye teşükürler... |||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
  9. Benim gerçekten merak ettiğim bir konu var. Fethullah Gülen niçin ABD'de yaşıyor? Papa ile görüştükten hemen sonra niçin oraya gidip yerleşti? Niye yıllardır Türkiye'ye gelmiyor veya gelemiyor? ___Ortada maddi gücü milyarlarca dolara ulaşan bir cemaat var. Amacı şu veya bu biçimde devletin tüm birimlerine kendi yetiştirdiği elemanları yerleştirmek. Zamanında bunu Gülen de söylemişti. ___Kaymakamlar, valiler, hákimler, savcılar, subaylar, polisler ve diğerleri... Gülen cemaatinin yurtdışında açmış olduğu okullar var. Toplam 91 ülkede 730 okul! Tamamında İngilizce eğitim veriliyor. ___Hepsi paralı. Düşünün ki Vietnam, Tanzanya, Moğolistan gibi kuş uçmaz kervan geçmez ülkelerde açılmış okullarda bin'den fazla Amerikan ve İngiliz vatandaşı görev yapıyor. Nurettin Veren bu okulları 'ABD'nin atlama tahtası. ABD bu konuda Gülen'i kullanıyor' diye tanımlıyor. Ayrıca Türkiye'de yüzlerce okul ve dershane açtılar. Okullar ilköğretimden, hatta yuvalardan başlıyor, lise ve üniversitelerle devam ediyor. Fatih Üniversitesi onların. ___Ülkemizdeki çarpık eğitim sistemi sonucunda bir milyondan fazla öğrenci dershanelere gidiyor. Bunların FEM, Körfez, Maltepe, Sebat gibi pek çoğu Gülen cemaatine ait. Nurettin Veren bu tabloyu 'Kursa giden her dört öğrenciden üçü onların eline düşüyor' diye tanımlıyor. ___Ayrıca Azerbaycan, Kırgızistan, Kazakistan, Gürcistan, Türkmenistan gibi ülkelerde üniversite açtılar. Televizyonlar, gazeteler, bankalar, sigorta şirketleri, okullar, dershaneler, hastaneler, vakıf ve şirketler, üniversiteler... Peki ama bu değirmenin suyu nereden geldi? ___Bu paralar nasıl geldi, nasıl gidiyor? İşin başında kimler var? Bu çark nasıl dönüyor? Parasal boyutu nedir? Paraları kim sağlıyor? ___Nurettin Veren ekranda doğru mu söylüyor, yalan mı? Kendisi dahil ihbar ettiğine göre, çağırılıp ifade vermesi gerekmez mi? ___Bu iddiaları araştırmak devletin görevidir. Eğer birisi çıkıp bunları söylüyorsa, devletin ilgili kurumları kendisini çağırır ve 'anlat bakalım arkadaş, elindeki belgeleri de ver' deyip soruşturma başlatır. ___Bunu yapmakla kim yükümlüdür? Savcılık, Maliye Bakanlığı ve öteki ilgili kurumlar. ___Araştırsınlar, incelesinler ve sonucu kamuoyuna açıklasınlar. Hatta Fethullah Gülen cemaatinin önderleri bu konuda kendileri başvuruda bulunsun ve gerçekler ortaya çıksın. ___Kanaltürk yönetimi, Nurettin Veren söyleşisini bir kez daha yayınlasın. Devlet bu ihbarın üzerine gidip soruşturma başlatsın. Veren doğru söylüyorsa gerçekler ortaya çıksın. Yalan söylüyorsa onu da bilelim ve kendisini kınayalım. ___Fethullah Gülen yandaşları da bunları söyleyen ve yazanların ölmüşlerine bile ana avrat sövmeyi, ölümle tehdit etmeyi bıraksın. 'Müslümanlığa' hiç yakışmıyor. Emin Çölaşan - Hürriyet Ve bizler bu klasikleri sürdürme surumluluğu ile sonuna kadar bu tehlikeli karanlık güçlerin takipçisi olmaya ve halkımızı uyarmaya devam edeceğiz...
  10. . Gülen'in eski yaveri, cemaatin Türkiye'yi işgal etmeye hazırlandığını söyledi... 'Fethullahçılık ihanet şebekesi' Gülen'in 25 yıl boyunca başyaverliği ve kuryeliğini yaptığını belirten Nurettin Veren, Fethullahçı örgütlenmenin 7.5 milyar dolarlık ekonomik güce ulaştığına, Türkiye'de dershaneye giden 4 çocuktan 3'ünün tarikatın eline düştüğüne dikkat çekti. Fethuhllahçı örgütlenme büyük bir ekonomik güce ulaşınca 1993'te harekete geçildiğini anlatan Veren, "Bir cami nasıl milletin parasıyla yapıldıysa Zaman gazetesi ve Samanyolu televizyonu da aynen öyle yapıldı. Sonra Asya Finans'ı kurdum" diye konuştu. Kanaltürk televizyonunda, Merdan Yanardağ'ın sunduğu ''Yolsuzluk ve Yoksulluk'' adlı programa katılan Nurettin Veren, ''Cumhuriyet savcılarının anlatacaklarımı ihbar kabul etmesini istiyorum. Bu davanın tanığı da sanığı da olmaya hazırım'' dedi. Fethullah Gülen 'in 25 yıl boyunca başyaverliği ve kuryeliğini yaptığını belirten Nurettin Veren, ''gizli bir örgüt'' olarak nitelendirdiği ''Fethullahçılar'' ın içyüzünü anlattı. Veren, ''Biz 12 kişi hayır için yola çıktık ancak örgütlenmenin devleti içten ele geçirme planı olduğunu anlayınca aforoz edildim. Gülen beni öldürtmek istedi'' dedi. Uzun süredir bazı yayın organlarında ve kendi web sayfasında ''Fethullahçıların düzeni ele geçirme planları'' nı deşifre etmeye çalışan Nurettin Veren, önceki gece Kanaltürk televizyonunda, Merdan Yanardağ 'ın sunduğu ''Yolsuzluk ve Yoksulluk'' adlı programa katıldı. Konuşmasına başlamadan önce, ''Cumhuriyet savcılarının anlatacaklarımı ihbar kabul etmesini istiyorum. Bu davanın tanığı da sanığı da olmaya hazırım'' diyen Veren, Gülen'le nasıl yola çıktığını şöyle anlattı: Takıyye yapıyor... ''Biz 1970 yılında 12 insan yoksul öğrencilerin okutulması ve hayır işleri için yemin ederek yola çıktık. Yıllar boyunca bu dava uğruna hasır üzerinde oturdum. Küçük hayırlarla büyük finanslar elde ettik. Kaydı olmayan yardımlar Fethullah'a teslim edildi. Büyük ekonomik güce ulaşınca 1993'te harekete geçildi. Bir cami nasıl milletin parasıyla yapıldıysa Zaman gazetesi ve Samanyolu televizyonu da aynen öyle yapıldı. Ancak Zaman gazetesi 20 yıl boyunca banka reklamı almadı. Çünkü Fethullah banka reklamı gibi, kola içmeyi, kot giymeyi de haram kılmıştı. Sonradan Asya Finans'ı kurdum. Gazetesine banka reklamı almayan Gülen daha sonra Bank Asya'yı kurdurdu. Gülen Müslümanlara takıyye yapıyor.'' Nurettin Veren, Fethullahçı örgütlenmenin 7.5 milyar dolarlık ekonomik güce ulaştığını, Türkiye'de dershaneye giden 4 çocuktan üçünün tarikatın eline düştüğüne dikkat çekti. Veren, ailelere, ''Çocuklarınızı terörden kurtarmak isterken Fethullah örgütüne teslim ediyorsunuz. Uyanın, gerçeği görün'' diye uyarıda bulundu. Gülen'in bütün şirketlerinin adını kendisinin koyduğunu belirten Veren, ''Ama bunun belgesini bulamazsınız. Çünkü hiçbir illegal örgütün belgesi olmaz'' dedi. Türbanı biz başlattık... Nurettin Veren, Türkiye'de önemli bir sorun haline gelen türbanın Fethullah Gülen'in talimatıyla bir furyaya dönüştürüldüğünü ifade ederken şöyle konuştu: ''Gülen'in talimatıyla birçok arkadaşımız 50 yaşına kadar evlenmedi. 1970'lerde ve 1980'lerde Türkiye'de türban diye bir sorun yoktu. Bunu topluma biz enjekte ettik. Gülen, evli müritlerin eşlerini burunlarından topuklarına kadar kapatmalarını istedi. 'Siz başlatın gerisi gelir' dedi. Kadınlarımız da siyah gözlükler ve eldivenler taktı. Ben de eşimi öyle giydirdim. Toplum kamplara bölündü. Sonra da bu örgütlenme fark edilince cemaate, 'Başı açık kadınlarla evlenin' dedi. Bu yüzden cemaat içindeki başı kapalı kadınlar dul kaldı!'' Gülen'in kendisini insan üstü, ileriyi gören, her şeyi önceden bilen bir canlı olarak tanıttığını belirten Veren, ''Kendisi 1941 doğumlu olmasına karşın Atatürk öldükten sonra, 1938'de doğduğunu söyler ve kurtarıcı olduğunu ima etmeye çalışırdı. Ancak tasavvuf ve gönül adamı, bir Mevlana ve Yunus Emre gibi takdim edilen bir insanın bugün Irak'ta 400 bin Müslümanın ölümüne yol açan Amerika'da ne işi var? Siz hiç 137 dönümlük arazide 8 villa içinde 100 hizmetkârla yaşayan bir Yunus Emre gördünüz mü'' diye sordu. Beni öldürtmek istedi... Gülen'in gerçek amacının kilit noktalarda kadrolaşarak devleti ele geçirmek olduğunu belirten Veren, bu planı anladıktan sonra ikazlarda bulunduğunu, bu yüzden aforoz edildiğini anlattı. Veren şöyle konuştu: ''1995'te fikren ve kalben koptuk. Hayır için yola çıkmıştık ama örgüt çatısı içinde kullanıldık. Gördük ki çatal bıçak için kurulan bir fabrika, silah fabrikasına dönüşüyor. Devleti içten ele geçirecek bir plan olduğunu sonradan anladık. Tepki koyduk, ikaz edilince dış görevlere gönderildik. ABD'de 30 gün birlikte kaldık. 50 kişinin önünde beni öldürtmeye kalktı. Bu hücum ve cinnet karşısında canımı zor kurtardım. Gülen, 'FBI ve CIA'yı arayın, bu adamı öldürtün' dedi. Sonra Türk devletinin görevlendirdiği polise 'Silahını çek vur bunu' diye bağırdı. İnsanlar itaat etmeyince şömine demiriyle üzerime hücum etti. Sonra New York'ta gece yarısı sokağa atıldım.'' Gülen'in gerçek amacının dünyayı yönetmek olduğunu ve ''hastalık yalanıyla ABD'ye kaçtığını'' belirten Veren, sözlerini ağlayarak ve Atatürk'e övgüler dizerek şöyle tamamladı: ''Gülen, Türkiye'deki örgütlenmesinin 2000 yılında kendini amorti ettiğini söyledi. Yetiştirdiği vali, emniyet müdürü, kaymakam ve komutanlar var. Cumhuriyet gazetesi, 'Tehlikenin farkında mısınız?' diyor. Evet bu örgütlenme bir işgaldir, ihanet şebekesidir. Yargıtay'a yönelik saldırıda birçok insan bir kare fotoğrafta göründü diye zanlı oldu. Elimde yüzlerce fotoğraf ve belge var. Savcıları göreve çağırıyorum. Kimse bir şey yapmıyorsa demek ki Fethullah'ın dokunulmazlığı var.'' ||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||| Kaynak: C. 28.06.2006 - MEHMET FARAÇ |||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
  11. "Bir yanda, evrensel, laik ve demokratik kültüre göre yetişen, ona göre yaşayan çağdaş bir kitle. Öte yanda Ortadoğu'nun Ortaçağ aşamasında duraklatılmış Arap kültürünün yansıttığı biçimdeki İslam anlayışına göre yetiştirilen ve ona göre yaşayan bir kitle." Evet haklısınız... Biz yinede ortadoğu'nun Ortaçağ aşamasında duraklatılmış Arap kültürünün yansıttığı biçimdeki İslam anlayışına göre yetiştirilen ve ona göre yaşayan bir kitleyi algılıyor ve bunların Cumhuriyet için büyük tehlike oluşturduğuna da yürekten inanıyoruz...
  12. Geleceğini oluşturacak her yeni gün, bir önceki gündan daha güzel, isteklerine uygun ve seni mutlu edecek şekilde olsun!..... DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN SEVGİLİ SİBEL... . .
  13. . Büyük Tehlike: Kültürel Bölünme Türkiye, herkesin gözü önünde çatır çatır ikiye bölünüyor: Bir yanda, evrensel, laik ve demokratik kültüre göre yetişen, ona göre yaşayan çağdaş bir kitle. Öte yanda Ortadoğu'nun Ortaçağ aşamasında duraklatılmış Arap kültürünün yansıttığı biçimdeki İslam anlayışına göre yetiştirilen ve ona göre yaşayan bir kitle. Bu bölünme, İran 'da kanlı bir hesaplaşmayla bitti. Şimdi Türkiye'de herkes ''Ne olacak? Acaba toplum olarak 'geri dönüşü olmayan noktayı' geçtik mi'' diye soruyor. Hiç kuşkunuz olmasın, eğitim sürecimiz ve eğitim üzerindeki hem merkezi hükümetin hem de yerel yönetimlerin siyasal-dinci etkisi böyle sürerse, ''geri dönüşü olmayan nokta'' çok kısa bir süre sonra aşılacak. Çağdaş kültüre göre yetişen, bu kültüre göre yaşayan kitle ile dinci kültürle yetiştirilen, bu kültüre göre yaşayan kitle arasındaki iletişim ve etkileşim her geçen gün zayıflıyor, artık kopma noktasına geldi. 1946'da tohumları atılan süreçlerle başlayan bu iki ''farklı kaynaktan'' üretim sonunda ortaya çıkan kitlelerin arasındaki iletişim ve etkileşim günümüzde sadece zayıflamakla da kalmadı, kitleler arasındaki fark, politikacılar tarafından ''siyasal kırılma'' ekseni yapılalı beri, neredeyse düşmanca titreşimler kazandı. Her iki kitle de ''ötekini'' kendi yaşam biçimine karşı bir tehdit olarak görüyor: Böylece Türkiye, tarihinin (hemen hemen etnik bölünmeyle aynı düzeyde olan) en tehlikeli tehdidini, bir ''kültürel bölünme'' tehlikesini yaşıyor. İnanca dayalı kültür, ürettiği kitlede, ''başı açık kadınların-kızların günahkâr olduğu'' anlayışı üzerine kurulu bir davranış biçimini, ''türban'', ''haşema'', ''tesettür'', ''harem-selamlık'' uygulamaları gibi simgelerle, yeme içme kültürü, giyim kuşam kültürü gibi, günlük yaşamın en belirgin alanlarına taşıyor ve iki kitle arasındaki bir çatışmayı hem görünür, hem de kaçınılmaz hale getiriyor. Her ülke kendi vatandaşını üretir: Dil, din, tarih, coğrafya, siyaset, hukuk, örgün ve yaygın eğitim yoluyla bireyleri biçimlendirir. Bütün bu alanlardaki bilgiler, bir ortak davranış biçimini, bir ''ortak yaşam kültürünü'' oluşturur. Türkiye'de tahrip edilen işte bu ''ortak yaşam kültürü'' dür. Yeme içmeden giyim kuşama, eğlence ve dinlenceden ibadete, yaşamın her alanında birbirini tehdit olarak algılayan bu iki farklı kitle arasındaki çatışmayı, eğitim yoluyla yaratmayı ve siyaset yoluyla güçlendirmeyi başardık. Şimdi acaba sıra, kan ve gözyaşından başka bir şey üretmeyecek olan bir ''hesaplaşmaya'' mı geldi? 1990'dan sonra öldürülen, çağdaş, laik ve demokratik toplumun sözcülüğünü yapan aydınlar, son günlerde Cumhuriyet gazetesine ve Danıştay 'a yapılan saldırılar, Meclis Başkanı 'nın ve Başbakan 'ın doğrudan laikliği ve demokrasiyi hedef alan açıklamaları ve ''Değişmedim'' mesajları, bu ''hesaplaşmanın'' habercileri mi? Herkes, özellikle de politikacılar bir an önce aklını başına toplamalı, bu çılgınca kamplaşmaya ve bölünmeye ''dur'' demeli. Yoksa yarın çok geç olabilir! Dış konjonktür tarafından da pompalanan bu kamplaşma ve bölünmeye dayalı bir hesaplaşma Türkiye'ye felaketten başka ne getirebilir? . ______________________________________________ Kaynak: C. 26.06.2006 / AYDINLANMA / EMRE KONGAR.
  14. ATATÜRK İLKELERİ VE ATATÜRKÇÜLÜK... ''1) Anti emperyalizm. Yani kayıtsız şartsız istiklalcilik. Milli istiklale hiçbir yabancı kuvvetin, hiçbir surette gölge vurmaması. Milli istiklal bahsinde her türlü zedeleyici kayıtlara, tavizlere karşı direniş... 2) Yabancı sermayenin iktisadi imtiyaz ve kontrollerine karşı kayıtsız şartsız direniş. Dünya milletleri arasında, ancak eşit şartlarla iktisadi işbirliği. Kapitülasyon, Düyunu Umumiye, borçlandırma suretiyle iktisadi kontrol şeklindeki her türlü kayıtlayıcı hükümlere karşı direniş... 3) Kayıtsız şartsız halk hâkimiyeti, milli iradeyi hâkim kılmak. Her türlü zümre, klik, sınıf ve şahıs tahakkümlerine karşı direniş. Atatürk'ün anladığı ve vasiyet ettiği manada cumhuriyetçilik budur. 4) Milli Misak sınırları içinde milli vatan. Milli Misak kayıtları dahilinde millet anlayışı. Topraklarımızın sınırları dışında kalan Türklere karşı kardeşlik sevgisi, Türk sınırları içinde kültür birliği, milli bütünlük... 5) Milli gurur. Başka milletler karşısında her türlü aşağılık duygusundan silkiniş. Ama çağdaş medeniyetin yoksun olduğumuz değerlerine, teknik gücüne ve organlarına karşı ihtirasla yöneliş... 6) Siyaseti bir spekülasyon konusu değil, bir program, organ ve inşa işi olarak almak... 7) Din ve dini inançları mutlak olarak siyaset dışı bırakmak... 8) Her türlü dogmatizme ve taassuba karşı direniş. Fikirleri dondurmamak ve insanları putlaştırmamak... 9) Kelimecilik değil aksiyon...'' Biz Atatürkümüzün ilkelerini böyle bilir ve Atatürkçülüğü böyle tanımların sevgili arkadaşım.... Bu nedenle de mümkün olduğunca duygusallıktan uzak, objektif, akılcı, doğmadan arınmış, laik ve çağdaş bir anlayışla sorunlara yaklaşır ve ülkemiz menfaati doğrultusunda değerlendiririz... Dost sevgilerimle...
  15. . ÜNİVERSİTELERİMİZ... "AHMAK" YETİŞTİŞTİRME MERKEZLERİ.. (Adına üniversite denilen kurumun retorikte 'bilim yuvası' olduğu, sistemin egemenlerince hep söylenegelmiştir. Ama pratikte böylesi bir bilim yuvasından söz etmek ne kadar gerçekçi?) Kaldı ki, bugün karşımızda tüm hiyerarşik ve merkeziyetçi yapısıyla bilimi, kurum ve unvan ekseninde hapseden ve bu temelde bilimsellikten hızla uzaklaşan bir üniversite duruyor. Toplumdan kopuk, sosyal çevreyle uyumsuz, bilim üretmek yerine mevcut olanı tüketmeyi kendine misyon edinen ama bütün bunlara rağmen egemen sistemin önemli bir parçası olduğu için ve hatta salt böyle olduğu için sisteme uygun elemanlar (öğrenciler) yetiştiren “üniversite” hiçbir zaman tartışmaya açıl(a)mamıştır. Dünyanın ilk 500 üniversitesi arasına girmediğimiz için yakınmak yerine üniversitenin bu çürümüşlüğüne yönelik çözüm temelli bir tartışma ortamı yaratılmalıdır. Bu ortamda bütün önyargıları dışarıda bırakarak, ideoloji kaygısı taşımadan ve en önemlisi de bilimselliği rehber edinen bir anlayışla hareket edilmelidir. Üniversite ile ilgili bu kısa çözümlemelerden sonra bu kurumların neden öğrenci yerine birer ahmak yetiştirdiklerinden söz etmekte fayda vardır. Ezbercilik, hepimizin bildiği gibi eğitim sistemimizin en temel sorunudur. Bu sorun sadece üniversitelerimize değil bütün eğitim kurumlarımıza yansımış ve “balık baştan kokar” misali yıllardır süregelmiştir. Kendi gerçekliğinden uzaklaştırılmış bir birey, öğrenmesi en zorunlu olan bir konuda bile ezberlemeye itiliyorsa, böylesi bir ortamda sorgulayan ve düşünen birey gerçekliği tamamen ortadan kalkmıştır demektir. Aynı şekilde sınav kağıtlarında öğrencinin konuyla ilgili ne düşündüğüne değil de ders kitabında geçen cümle ile cevap kağıdındaki cümlenin tıpatıp benzerliğine önem veren (puan veren) bir anlayış bizi ileriye götürmeyecektir. Böyle bir anlayışın ürünü olarak ezberlemeyi dersi geçmek adına amaç edinmiş ve bu şekilde yüksek puanlar almayı çalışkanlık göstergesi olarak gören ve en önemlisi de böyle devam ettiği sürece kendisini başarılı bir üniversite öğrencisi olarak gören öğrenciler (ahmaklar) hızla çoğalmaktadır. Gelinen noktada günde ortalama 100 kelimeyle konuşabilen, en basit bir nesneyi bile kendi cümleleriyle tanımlayamayan, beyni köreltilmiş bilinci tamamen sömürgeleşmiş ve toplumdan tecrit edilmiş bir öğrenciyle karşı karşıyayız. Peki, burada suçlu kim?... Başka misyonların gerçekleşmesi için kendi gerçek misyonundan uzaklaşarak öğrenciyi bu amaç etrafında ahmaklaştıran üniversitenin mi yoksa ahmak olan öğrencilerin mi? Burada suçlu aramaktan çok mevcut durumun vahametini ortaya koymak ve alternatiflerin yaratılması çok daha önemli olacaktır. Peki, üniversite hocaları bu oyunun neresinde duruyor ev nasıl etkileniyorlar? Geçtiğimiz haftalarda bir üniversite hocasının meslektaşının verdiği konferansa 4 öğrencinin gelmesini buna karşılık aynı gün Hülya Avşar’ın konuşmasına 600 öğrencinin katılmasını protesto ederek görevinden istifa etmesi hayli düşündürücü bir durumdur... Kendi silahıyla kendini vurmak dedikleri şey bu olsa gerek. Çünkü bu sistemden beslenerek öğrencileri bu temelde yetiştirmek her türlü sonuca katlanmayı gerektirir. Sonuç istifa bile olsa. Öte yandan burada ilk bakışta bütün oklar öğrencilere yöneltilirken söz konusu öğrencilerin neden böyle bir tercihte bulunduklarını kimse sorgulamadı. Bununla birlikte birçok üniversitede yapılan konferanslara öğrencilerin “yoklama” tehdidiyle götürülmesi de işin başka bir boyutunu göstermektedir. Bilimi öğrenmek yerine ezberleyen, ufku tamamen kapanan, bilinci dumura uğratılan ve gerçeklerden kopuk bağnaz bir anlayışla yetişen öğrenci elbette ki Hülya Avşar’ı dinlemeye gidecektir. Onun için biran önce kaliteli bir öğrenci yetiştirmeyi kendisine amaç edinen, bilimsellikten beslenen, toplumsal dokuya ters düşmeyen, gerçek hayatla uyumlu bir üniversitenin inşasına acil ihtiyaç vardır. Yoksa gün gelir konferans salonlarını doldurmak yerine konser ve statlara akın edeceklerdir. Bu bağlamda yaşanan bütün bu gelişmeleri popüler kültürün bilime karşı bir zaferi olarak nitelendiren tüm demagojik söylemler mevcut durumu maniple etmeyi amaçlamaktadır. Çünkü sorunun asıl kaynağı üniversitenin son kertede yaşamış olduğu çürümüşlüktür. ||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||| Kaynak... Arş.Gör.http://denizozyakisir.sitemynet.com/ 21 Haziran 2006
  16. . TEHLİKE KAPIDA!... (Mutlaka okuyun) Sevgili okurlar… Herkesin artık şunu itirazsız kabul etmesi gerekiyor. Durum açık ve net olarak ortada. Yer küre üzerinde güçsüz devlet konumunda var olabilmek ve tehlikelerden uzak huzur içerisinde yaşam sürebilmek bundan böyle olanaksız! Neden? Çünkü dünya gittikçe bir girdaba doğru sürüklenmekte. Ülkelerin girdabın yaratacağı dibe doğru çöküşü aşabilmesinin tek çaresi ise; aşağıya doğru sürüklenme başlamadan, tehlikeye maruz ülkelerin önceden güçlü ve hazırlıklı olmaları gerekmekte. Peki, Türkiye olarak biz bu tehlikeye karşı hazırlıklı mıyız? Daha da açıkçası yaklaşan tehlikenin ayrımında mıyız? Bilincimizle ve oluşturduğumuz güçle ülkemize yönelik tehlike ve saldırıları göğüsleyecek ve olası tehlikeleri defedecek güçte miyiz? Ne yazık ki halen sinsi sinsi omurgamıza yerleşmekte olan bizi felç edecek mikrobun henüz ayrımında bile değiliz. Neden değiliz? Çünkü pek çoğumuz; “Benim çoluğum çocuğum var, ekmek parası peşinde koşup duruyorum, kitap gazete okuyacak ve ülkede neler oluyor diye düşünecek vaktim mi var, bütün gün çalışmaktan sağa sola koşturmaktan anam ağlıyor, seçip başa getirdiklerimiz ne güne duruyor…” tarzı düşünceler içerisinde, sütre gerisinde, yani parmağımızı taşın altına sokmayarak gidişat karşısında, bilinen fıkrada olduğu gibi, olaylara uzaktan bakarak “du bakali ne olacak?...” diye beklemekteyiz de ondan! Ancak bizler gamsız tasasız olayları ve gidişatı uzaktan izlerken, ülkemiz ne yazık ki elden gidiyor işin ayrımında değiliz! Değerli okurlarımıza güzel ülkemizin bugün hangi tehlikeli noktaya gelmiş olduğunu, çarpıcı biçimde anlatan ve belgeleyen iki önemli kitaptan söz etmek istiyoruz. Lütfen “böyle kitaplarda neler yazıyor biz biliriz” tarzı peşin hükümle değerlendirmede bulunmayın ve; BU İKİ KİTABI MUTLAKA OKUYUN!... Birincisi; “Şu değişen dünya” Yıldız SERTEL ötekisi ise “Mankurtlaşan Türkiye” Sinan AYGÜN. Bilgi Yayınevi’nin Atilla İlhan’ın başlatmış bulunduğu “Bir Millet Uyanıyor” dizisinin 8 inci ve 9 uncusu olarak son çıkan kitaplarda, ülkemiz ve geleceğimiz adına çok önemli bilgiler ve mesajlar yer almakta. Ulu önder Atatürk’ün, Türk gençliğine emanet etmiş bulunduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin, ülkemizin, vatanımızın, son yıllarda nerelere doğru sürüklenmekte olduğu ve karşı karşıya olduğu tehlikeler, her iki kitap da belgeleriyle açık ve çarpıcı biçimde ortaya konmakta. Söz konusu kitapları okuyup da; bu ülkenin bir vatandaşı olarak rahat uyuyabilmek ve ülkemiz adına geleceğe güvenle bakmaktan kuşku duymamak olanaklı değil! Halkımız arasında yeri geldiğinde söylenen bir deyim vardır vardır; “ölmüşüz de haberimiz yokmuş…” işte tarihlerin 2006 yılını gösterdiği içerisinde bulunduğumuz bu süreçte kimi şeyleri yitirmişiz de hala işin farkında değiliz! “Amerika’da çok önemli bilim adamları ve hatta Beyaz Saray’a yakın politikacılar; artık ABD’nin gerileme sürecinde olduğundan, ağır bir ekonomik bunalımın kaçınılmazlığından, demokratik hakların ciddi şekilde kısıtlandığından ve hatta emperial savaş politikalarıyla faşizme doğru gidildiğinden söz ediyorlar. Avrupa’nın ekonomik ve politik bir bunalım içerisinde olduğunu görüyoruz. Batı dünyasında Pazar ekonomisinin iflas ettiği, rekabetin gelişmiş ülkelerin aleyhine döndüğü artık Washington’da bile açıklanıyor, örneğin Soros tarafından. Peki bizim halkımız bu gerçeklerin ne kadarını biliyor?...” Yıldız Sertel, sözünü ettiğimiz “Şu değişen dünya” kitabının önsözünde böyle söylüyor ve devam ediyor: “ Asya’da ise yeni bir dünya doğuyor; servet, üretim, teknik, batıdan doğuya kayıyor,. Asya tipi bir üretim biçimiyle güçlü Asya ülkeleri ve Çin gibi, 1.300 milyar nüfuslu bir dev ortaya çıkıyor. Türkiye sömürgeleşirken, dünyada güç dengeleri Asya’dan yana değişiyor…” Yazımızı Sertel’in kitabında da yer alan büyük (vatan haini (!)) şairimiz Nazım Hikmet’in bir şiiri ile noktalıyoruz Bu Vatana Nasıl Kıydılar... İnsan olan vatanını satar mı? Suyun içip ekmeğini yediniz, Dünyada vatandan aziz bir şey var mı? Beyler bu vatana nasıl kıydınız? Onu didik didik didiklediler, Saçlarından tutup sürüklediler, Götürüp kafire buyur dediler. Beyler bu vatana nasıl kıydınız? Eli kolu zincirlere vurulmuş, Vatan çırılçıplak yere serilmiş. Oturmuş göğsüne Teksaslı çavuş. Beyler bu vatana nasıl kıydınız? Günü gelir çark düzüne çevrilir, Günü gelir hesabınız görülür. Günü gelir sualiniz sorulur: Beyler bu vatana nasıl kıydınız? ||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||| Burhan Özbey'e Teşekkürler...
  17. . Yavaşça ölür onlar.... Yavaş yavaş ölürler Seyahat etmeyenler, Yavaş yavaş ölürler okumayanlar, müzik dinlemeyenler, vicdanlarında hoşgörmeyi barındırmayanlar. Yavaş yavaş ölürler, İzzetinefislerini yıkanlar Hiçbir zaman yardım istemeyenler Yavaş yavaş ölürler Alışkanlıklara esir olanlar, her gün aynı yoları yürüyenler, Ufuklarını genişletmeyen ve değiştirmeyenler, Elbiselerinin rengini değiştirme riskine bile girmeyen, veya bir yabancı ile konuşmayanlar. Yavaş yavaş ölürler İhtiraslardan ve verdikleri heyecanlardan kaçınanlar, tamir edilen kırık kalplerin gözlerindeki pırıltıyı görmek istemekten kaçınanlar yavaş yavaş ölürler. Yavaş yavaş ölürler Aşkta veya işte bedbaht olup istikamet değiştirmeyenler, Rüyalarını gerçekleştirmek için risk almayanlar, Hayatlarında bir kez dahi mantıklı tavsiyelerin dışına çıkmamış olanlar, Yavaş yavaş ölürler... . |||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||| Şilili şair Pablo Neruda
  18. . BİR GÜN... GEMİLER... GEÇER... Her doğum sancılıdır biraz ve evet doğduğun an yaşlanmaya başlarsın gözlerinde yaşlar. Bir gün aniden büyürsün yahut büyüdüğünü zannedersin. Oysa ne kadar uzun bir yol vardır gideceğin, ne kadar çok şey vardır öğreneceğin. Tam şimdi anladım dediğin anda, hiçbir şey anlamadığını anlayıverirsin. Büyüdükçe dalarsın içinin kuytularına. Kimseler görmesin diye çıplaklığını, istakozlar gibi sıyırırsın kabuğunu derin karanlıklarda. Bedenin aynı bedendir ama kabuğun daha bir kalınlaşır zamanla. Ya çok erkendir yeniden başlamak için ya da çok geç. Ya çok gitmişsindir ya da hiç dönmemiş. Ya çok enderdir aşk, ya hiç denenmemiş. Çok bir şeydir nitekim hayat ama o ‘çok şey’ nedir?... Bir varmış bir yokmuş gibidir, hem varmış hem yokmuş gibidir. Bir gün üzerine bir tembellik çöker. Uyku mahmurluğu mudur, bir ikindi rehaveti midir?.. Kimileri buna ‘zaman’ der, kimileri de ‘kader’. Zaman durmuş, saatler sana ayarlanmıştır. Ve güneş ve ay ve yıldızlar... Ve gemiler ve denizler ve dağlar sana daha bir yaklaşmıştır. Dokunduğun herşey gerçektir, dokunmadığın her şeyse yalan. Bir çırpıda dağları kül edersin, işte ancak o küllerden çıkar yeni bir insan. Bazen sütten limandır deniz, göremezsin tek bir kayık... Bazen korsan baskını gibidir karmakarışık... Kimi Yunan kimi Rus gemiler geçer . Gemiler geçer, gemiler gider, hayatlar geçer hayatlar biter... Seyredersin uzun uzun oturduğun yerden... kimi gemilerin durduğu da olur ama dünya durmaz başının üzerinde fırıl fırıl dans eder. Bir gün sarılır etrafın kalabalıklarla, bir gün o kalabalıklardan kaçarsın tek başınalığına. Bazen kısarsın yüreğinin sesini ve teğet geçer gözlerinden biri, bazen de izin verirsin o birinin yüreğini delip geçmesine. Bir gün her şey değişir...Çünkü zaman durmaz ‘dur’ dediğin yerde senin istediğin gibi. Bir gün bir ses ‘hadi artık büyüdün yeter’ der... ve o sese başka seslerde eşlik eder. Bir gün seslenen sen olursun, bir gün seslendiğin yerde bulunmaz beklenen. Bir gün ayağının altına serilebilir seni çok seven, bir gün ayağının tersiyle itebilir hiç istemeden. Bazen giden gemi sen olursun kıyılara hasretle bakıp, bazen gitmek değil kalmaktır asıl kayıp. Bir gün güneş bir başka doğar yüzüne, tıpkı doğduğun gün gibi tüm heybetiyle. Artık çocuk değilsindir ama herşey yeniden başlar tüm hevesiyle. Bir gün... çok çalışıp, çok yorulup, çok sevip, çok aldanıp, çok gülüp çok ağlayıp, çok çok çok birşeyler yapmanın ne olduğunu sorarsın kendine. Ve birdenbire bu çok çokların ne işe yaradığını merak edersin. Usulca başını çevirip denize seyredersin... Gemiler geçer... gemiler gider... Sen bazen durduğunu sanırsın ama yüreğin hep hareket eder... . ||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||| S. BENGÜ'ye teşekkürler...
  19. .Gidişat Açık ve Seçik Belli... İki bilim adamı 23 ilde 1846 kişiyle yüz yüze görüşerek bir araştırma yapmışlar... Araştırmanın adı: ''Türkiye'de sosyal tercihler...'' Gazetelere yansıyan bölük pörçük bilgilerden birkaçına göz atmakta yarar var... Konuşulanlardan yüzde 31 - Lisede kız-erkek aynı sınıfta okumamalı.. Yüzde 46 - Çocuğumu imam hatip lisesine gönderirim.. Yüzde 61 - Kızım Müslüman olmayanla evlenemez.. Yüzde 49 - Ramazanda lokantalar açılmasın.. Yüzde 29 - Sorunlar AB'ye üye olarak çözülür.. Yüzde 65 - Devlet memuru türban takabilmeli.. Yüzde 68 - Öğrenciler türban takabilmeli.. Yüzde 67 - İmam nikâhsız evlilik, evlilik sayılmaz.. Yüzde 51 - Türkiye'nin çıkarları için insan hakları ihlal edilebilir.. Yüzde 40 - Askeri yönetim daha iyi.. Yüzde 42 - Turistler Türkiye'nin ahlakını bozuyor.. Vesaire... (Araştırmayı Prof. Ersin Kalaycıoğlu ile Doçent Ali Çarkoğlu 1846 kişi üzerinde çalışarak yapmışlardır.) Peki, bu sonuçlar bir demokratik bilinci mi yansıtıyor?... Küreselleşme sürecinde ortaya çıkan (ve kavganın gerçek nedenlerini örten) Haçlı-İslam çatışmasından güç alan dincilik siyaseti Türkiye'de gün geçtikçe ağır basıyor... Laik Türkiye Cumhuriyeti bir yanı kanlı savaşlara dolanmış bu ağır süreçte kaynayıp gidecek mi?.. Bugün kesin olarak şunu söyleyebiliriz ki laik Cumhuriyetin 'halk' ve 'devlet' güçleri bu gidişata seyirci kalırlarsa, yenilgiyi de hak etmiş olacaklardır. Ankete katılanların yaklaşık yüzde 70'i diyor ki: ''- İmam nikâhsız evlilik, evlilik sayılmaz...'' Peki, erkek karısına 'boş ol' dediği anda bıçak gibi kesilip noktalanan şeriat nikâhı nasıl nikâh sayılıyor?.. Yüzde 67'nin yüzdesini bir yana bırakalım, yurttaş bu konuda okul öğretiminden geçerek bilgi ve fikir sahibi olabiliyor mu?.. Yoksa tarikat ve cemaatte şartlanıyor mu?.. İşin püf noktası burada!.. Çağdaş öğretimden geçmeyen, ama, dincilik propagandasında şartlanan yurttaşların gün geçtikçe çoğaldığı bir toplumda demokrasinin geleceği, yani 'istikbali' yoktur!.. Türkiye bir eğik düzeyde hızla kayıyor... Tarikat ve cemaatlerin toplum modelini oluşturdukları hiçbir ülkede çağdaş demokrasi kurulamaz... Ne kadar seçim yapılırsa yapılsın nafiledir... Demokrasi 'insan, kişi, birey, yurttaş' rejimidir... 'Kul' ya da 'mümin' rejimi değildir!...(*) Ne dersiniz!... ____________________________________________ (*) Kaynak: C. / 17.06.2006 / İ. Selçuk
  20. Dış mihraklara gerek yok imam kadrosundan gelen iktidar zaten bunu çok iyi yapıyor... Sanıyorum böyle giderse sonumuz/sonları ne olur onu bilemem... Bildiğim tek şey var 1930 larda bu tür karanlıkların önü kesilmeseydi şimdi bu süreci yaşanmıyor olacaktı... Herşeyin farkındayız... fakat sabırla beklemekteyiz... Bakalalım... Bekleyip göreceğiz... .
  21. . Türkiye'nin geleceğinin ''karanlık'' olduğunu ileri süren dış basın bile artık açık açık şunları da söyleyebiliyor...: ''Ülkeyi ayakta tutan güçler, kendilerini Atatürkçü düşüncenin koruyucusu olarak görüyor. Karşıtları ise İslamın baskın çıkıp geri dönmesini bekliyor; modernizmi yenmesini ümit ediyor. Gerçek şu: ___ Türkiye'ye yeni bir Atatürk gerekli. Erdoğan ülkesinin AB'ye giriş beklentilerinden yararlanarak orduyu tasfiye etmeyi deneyen bir popülisti andırıyor. Çünkü ordu kendini laik anayasanın koruyucusu kabul ediyor. ___ Eğer Erdoğan günün birinde 'ordu' ile 'yargı' yı sindirmeyi başarırsa, Avrupa'ya giden yolda yürümekten vazgeçecektir. ___ Çünkü onun için önemli olan Avrupa'nın temel değerleri değildir; Erdoğan Türkiye'de İslamı güçlendirmek istiyor.'' (*) Hiçbir ekleme, açıklama gerekmeyen bir yorum... Uzak Batı'dan Amerika'dan çıkan sese gelince; ünlü Ortadoğu uzmanlarından Michael Rubin , National Review Online'da şöyle diyor: ''Türiye kaynıyor. Danıştay 2. Dairesi'nin öldürülen üyesinin cenaze töreninde Dışişleri Bakanı Abdullah Gül yuhalandı. Buna karşılık Cumhurbaşkanı Sezer ve generaller alkışlandı. Durum trajik, ancak kriz uzun bir süredir geliyorum diyordu. İktidar partisi laikliğe saldırıyordu. Tetiği Erdoğan çekmemiş olabilir, ama kesinlikle silahı yağladı.'' Dünya âlem bilir ki, silahın çalışması için yağlanması baş koşuldur. Anlaşılacağı üzere dış basın da ''takıyye'' yi gördü ve kabul etti. Türkiye'de ise, AKP yanlısı basının ''takıyye'' ye göz yumması olağan karşılanabilir ama, yansız gibi görünenlerin eksilmeyen desteğine ne demeli? Bizim yorumumuz belli... Artık yorum okuyucunun... (*) A. Zielcke, Stuttgarter Zeitung (29.5.2006)
  22. DİPNOT şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Güncel Konular
    Herkes buldu bi siz kaldınız... Hadi kolay gelsin...
  23. Size katılıyorum sevgili a.y.h.a.n... Katkı ve paylaşımlarınıza teşekkür ediyorum.. Yalan nerede ve ne şekilde olursan olsun mutlaka ortaya çıkıyor... Çıkmalı/çıkartılmalıda... Sevgiler... .
  24. DİPNOT şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Güncel Konular
    Ne yaman çelişki değilmi arkadaşlar... Bu toplumun kafasını bilim ve irfan ile doldurma, Kültür adına bir adım atma, Eğitim alanında bir arpa boyu bile yol alma, Sağlık konusunda yarasına bir merhem bile sürememe, Eeee o toplum neden medet umacaktır... Gökten değilmi... Hadi kolay gelsin... Kanıl sağlıcakla... .

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.

Configure browser push notifications

Chrome (Android)
  1. Tap the lock icon next to the address bar.
  2. Tap Permissions → Notifications.
  3. Adjust your preference.
Chrome (Desktop)
  1. Click the padlock icon in the address bar.
  2. Select Site settings.
  3. Find Notifications and adjust your preference.