Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

editor

Editör
  • İçerik Sayısı

    46
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  • Lider Olduğu Günler

    1

editor tarafından postalanan herşey

  1. editor

    Darwin Yanlış Mıydı..?

    DARWIN YANLIŞ MIYDI..? Başlıktaki soru National Geographic dergisinin Kasım 2004 sayısının kapağındaydı. Yalnızca kapağa bakmakla yetinenler, Darwin’ın Evrim Teoremi’nin yanlış olduğunu kanımsayabilirler. Amerika’nın ömenli bir bilim yayını olan National Geographic’in neden böyle bir kapak attığı değişik yorumlara açık olsa da, David Quammen’in kaleme aldığı yazı, Evrim Teoremi’nin artık kaçınılmaz bir gerçek olduğunu vurgulamaktadır. Yazarın kaleme aldıkları özetle şunlardır: "Evrim’e kanıtlanmamış bir teorem olarak bakarak olup olmadığını sorgulamak yanlıştır. Dünyanın güneş etrafında dönüşü, atomların varlığı, elektrik akımı ve hemen hemen fiziksel olarak bilinen herşey birer teoremdir. Bu teoremler, olaylar izlenerek, labaraturlarda deneyler yapılarak ve doğa incelenerek kanıtlanır veya “çöplüğe” atılır. Zaten bilimin üstünlüğü de gözlemlerce kanıtlanmayan teoremlerin yerine yenilerini aramaktır. Elektrik akımı, atom teoremi ve diğerleri gibi, evrim de artık kanıtlanmış bir teoremdir. Labaratuvar deneyleri, fosil kalıntıları, jeoloji, biyoloji, bio-kimya ve başka bilim dalları evrimin kaçınılmaz bir gerçek olduğunu gün geçtikçe daha güçlü bir şekilde kanıtlamaktadır. Doğada sık sık izlenen olaylar arasında tek hücreli yaratıkların kısa zamanda değişimden geçerek DDT ve penisiline karşı bağışıklık kazanmalarıdır. Canlıların bu tür “adaptasyonunu” labaratuvarda deneyen bilim adamları, bir yıldan kısa bir zaman içinde tek bir sinek cinsinden düzünelerce, akraba fakat yapıları değişik türler yaratmışlardır. Bilim adamları, bu başarıyı, değişik grupların besilerini ve çevre koşullarını değiştirmekle elde etmişlerdir. Dünyanın milyarlarca yıllık geçmişini göz önünde tuttuğumuzda, labaraturvarlarda kısa zamanda elde edilen “evrimin”, Evrim Teoremi’ni kesin olarak kanıtlayan deneyler olduğu sonucuna varırız. Evrim Teoremi’nin büyük problemi, kutsal kitaplarda yazılanlara ters düşmesidir. Özellikle tek tanrılı dinler, evrenin altı gün içinde yaratıldığını ve bunun yaklaşık yedi ile onbin yıl önce gerçekleştirildiğine inanırlar. Televizyon izlerken veya mikrofonla ezan okurken elektrik teoremini sorgulamayanlar, nedense evrimi sorgular, ve evrimce anlatıldığı gibi değil de, Müslüman düşünür HY gibi, evrenin altı gün içinde yaratıldığını savunurlar. Bunu yaparken, evrimi kanıtlayan bütün delilleri yok sayarlar. Esasında Evrim Teoremi yalnızca tek tanrılı dinler için bir promlem değildir. Örneğin, Hara Krishna dininden Srila Prabhupada, yaratanın 8,400,000 canlıyı bir hamlede yaptığını savunur. Böylece reenkarnasyona birçok seçenek verimiş olur. Darwin, Evrim Teoremi’nde yüzde yüz doğru olmasına rağmen, evrimin oluşundaki bazı düşünceleri, özellikle değişik türler arasındaki değişikliklerin nedenleri konusunda, yanlıştır. Bu yanlışlar Darwin’nin dehasını veya teoreminin yüceliğini etkileyecek şeyler değildir." Evrimin dinle çelişkisini, en iyi şekilde dinle bağdaştıran, belkide Katolik kilisesidir. Vatikan’nın resmi politikasına göre evrim kaçınılmazdır, fakat evrimi “olsun” diye Tanrı başlatmıştır. Son zamanlarda bunun böyle olduğunu savunan birçok Katolik bilim adamı vardır. Bunlardan biyo-kimya profesörü Michael Behe “Darwin’in Kara Kutusu (Darwin’s Black Box, Touchstone, New York, N.Y. 1996) kitabında hücre oluştuktan sonra evrime inanmamanın saçmalığını yazar. Bütün belirtilere göre hücre milyarlarca yıl önce oluştuğuna göre, ve milyarlarca yıl önce tek hücreli yaratıklar dışında canlı olmadığına göre, hücrereden sonra gelen bütün yaratıkların nedeni evrimdir. Fakat Behe’ye göre, hücre tanrı tarafından yaratılmıştır ve insanlarla sonuçlanacak evrim, Tanrı’nın planlarına göre gelişmiştir. Bilimsel bütün göstergelere rağmen, anketlere göre, evrenin dini kitaplarda yazıldığı gibi yaratıldığına inanların sayısı, evrime inanlarından daha çoktur. Bu Amerika için bile geçerlidir. Amerika’da bilim ile inanç son zamanlarda büyük bir savaş içindedir. Son zamanlara kadar, “aydınlanma” yolunu seçmiş görünen Amerikan yönetimi, yön değiştirmiş gibidir. Okullarda yaratılışın dini açıdan da ele alınmasını savunan kesim, yönetimden sıcak ilgi görmektedir. Esasında son Amerikan seçimini Cumhuriyetçi Bush, dini kesimin büyük katılımıyla almıştır. Bush yönetiminin seçilme uğruna “aydınlamayı” feda ettiğini söyleyenler vardır. Demokrasi, bilimsel gerçeklerin, özellikle evrim gibi artık kanıtı gerçekleşmiş bir teoremin, halkın oyuna sunulmaması demek olmalıdır. Daha ileri bidiğimiz Amerika evrimi bile halkın onayına sunduktan sonra, Türkiye’de olan bitenleri yadırgamamamız gerekir.
  2. editor

    ETNİK SORUNLAR

    ETNİK SORUNLAR Sitemizin (Turkish-media.com) “Forum” sayfalarına Türkiye’nin etnik sorunlarıyla ilgili çeşitli yorumlar ve eleştiriler yazılıyor. Hepsinin “Kürt” sorunuyla ilgili olduğu bu iletiler, bir aşırı uçtan öbürüne, yelpazenin her dilimini kapsıyor. Biz, dışarda yaşayan Türkler’in etnik sorunlarla igili düşünceleri nelerdir ve bu düşünceler genelde anayurttan gelen yorumlardan farklı mıdır? Dışarda yaşayanlar adına “konuşma” yetkim ve yeteneğim olmadığından, kendi düşüncelerimi bu konuda iletinlere eklemekle yetineceğim. Her ülkede, tarihin her döneminde, etnik sorunlar yaşanmıştır. Bundan 3,000 yıl önce örneğin, Komegene (Güneydoğu Anadolu’da) kırallığının 1,000 yıl sonra coğrafyasını tanımlayacak toprakların insanları, Asurlara karşı isyan edecek, fakat bu isyan sert bir şekilde bastırılacak ve yörenin insanları Mezopotamya’ya sürülerek, onların yerine Mezopotamyalılar yerleştirilecektir. Asurlar, etnik sorunlarıni bir bölgenin etnik yapısını değiştirerek çözme yolu arayan ne ilk ne de son devlettir. Yakın zamanda bile, örneğin Kurtuluş Savaşından sonra, Yunanlılarla nüfus değiş- tokuşu yapılmış, Andolu’dan yaklaşık 2,5 milyon Yunan’lı Yunanistan’a, Trakya’dan yaklaşık 1,5 milyon Türk Anadolu’ya yerleştirilmiştir. Bu gibi nüfus değiş-tokuşu, soykırım (Almanya’nın Yahudilere, Amerika’nın Kızılderilere veya Yugoslavya’nın Müslümanlara yaptığı gibi), bir grubun köleliği (Amerika’nın zencilere yaptığı gibi), etnik sorunların çözümü için artık olanaksızdır. Bence etnik sorunları akıllı ve insanca çözmenin yolları arasında aşağıda değineceklerim de vardır. •Irkçılık Yapmamak: Terör gibi, ırkçlığında iyisi veya kötüsü yoktur. Irkçılık yaparak etnik sorunlarını çözen tek bir ülke yoktur. Amerika, örneğin, zenci ırkçılığını bıraktıktan sonradır ki, sorunu çözmede önemli adımlar atmaya başlamıştır. Öbür yandan ırkçılığı benimseyen Sırplar, ülkelerinin paramparça olmasına tanık olmuşlardır. Irkçılığın etnik azınlıklarada yaramadığının en iyi örneği Çekoslavakya’dır. Slovak olan Mecir, etnik ırkçılığa dayanarak Slovakya’yı Çekoslavakya’dan ayırmış, fakat halkı kısa zamanda eski Çekoslavakya’ya “geri dönmek” istemişse de, yeni Çek Cumhuriyeti buna hayır demişir. Şu anda Slovakya Orta Avrupa’nın en yoksul ve belkide en önemsiz ülkesidir. •Başarılı Ülkelerden Öğrenmek: Etnik sorunlarını başarıyla çözen birçok ülke vardır. Belki bazılarınıza sürpriz olaracaktır ama, bunlardan en başarılı olanlarının arasında Hindistan vardır. Millet meclislerinde beş resmi dil tanıyan, birçok etnik grup ve dinden oluşan Hindistan dünyanın en kalabalık demokrasisi olmaya devam etmektedir. Hindistan’da etnik problemler yokmu dur? Vardır, fakat probleme ılımlı yaklaşım, tolerans ve iyi çalışan demokrasi, “yangının” büyümeden söndürülmesine olanak sağlamıştır. •Genellemeden Kaçınmak: Hemen hemen her ülkede, ülkeyi bölmenin sağlıklı birşey olduğuna inanlar vardır. Etnik bir sorunu olmayan İtalya’da bile, kuzey İtalya’nın ayrı bir ülke olması gerektiğini savunan küçük bir azınlık vardır. Bu azınlığa bakarak bütün kuzey İtalyanları “ülke bölücüleri” olarak yargılamak doğrumu dur? Ocalan’a bakarak bütün Kürt kökenli vatandaşları lanetlemekle, 11 Eylülden dolayı bütün Müslümanları lanetliyen Batı zihniyeti arasında bir fark varmı dır? Bu tür genellemelerin , ezici bir çoğunlukla ülkeyi bölmek istemeyen Kürt kökenli vatandaşları eninde sonunda nereye çekeceğini iyice düşünmemiz gerekir. Yalanların sık sık tekrarı, eninde sonunda yalanları “gerçek” kılacağına inanlar vardır. • Korkmamak: Amerika’nın eski başkanlarından Roosevelt, “dünyada korkudan başka korkulacak birşey yoktur” demiş. Etnik sorunlara korkuyla yaklaşmak demek sorunu açıkça görememek demektir. Değil 50 veya 100 yıl sonrasını saptamak, daha yarın ne olabileceğini bilmezken, bugünkü tavrımızı, 50 veya 100 yıl sonraki en kötü olanaklara göre düzenlemek, sorunu torunlarımızın uğraşısına bırakmak demektir. Türkiye’yi dünyanın en ilginç ülkesi yapan kültürünün zenginliği ve çeşitliliğidir. Bu çeşitli kültürler şunun veya bunun değil, hepimizindir. Ülkemizi dünyanın en renklisi yapan bu çeşitlikten korkmanın anlamı nedir? Etnik sorunların, bir ülkeyi eritip tüketebileceğini veya bir ülkeye renk ve canlılık getirebileceğini biliyorum. Bunlardan biri veya öbürünü seçmek bizim elimizdedir. Türkiyenin bir bütün olduğunu ve bu bütünü oluşturan her kültürün bu bütünün önemli bir parçası olduğunu anladığımız müddetçe, bence korkulacak birşey yoktur. Bu konuda düşücelerinizi bizimle paylaşmaya devam etmenizi ümit ederiz
  3. editor

    AMERİKAN SEÇİMLERİ

    Yaklaşık bir ay önce Türkiye’nin ileri gelen gazetelerinden birinde okuduğum ve Amerika’nın başkanlık seçimlerini içeren yazı ilgimi çekti. Yazıda, 2004 yılının başkanlık seçimlerinin hem Amerika ve hem de Türkiye için önemi vurgulanıyor ve konuyla hepimizin ilgilenmesi gerektiği yazılıyordu. Yazıya böyle başlandıktan sonra her iki adayın (Cumhuriyetçi Bush ve Demokrat Kerry) iç ve dış politikaları özetleniyor ve Demokrat Kerry’nin seçilmesinin hem Türkiye ve hem de Amerika için daha iyi olacağı sonucuna varılıyordu. Varılan sonuç tartışmaya açık olsa bile, iki aday arasındaki ayrıntıların kaleme alınması hoşuma gitmişti. O yazıyı okuduktan birkaç gün sonra, Amerika’da Türk toplumunun sesi olan ATAA’dan seçimle ilgili elektronik posta geldi. Beklediğim gibi, ATAA üyelerine Bush’u desteklemelerini öneriyordu. Verilen en önemli nedenler arasında Bush’un Türkiye desteği ve “yolun yarısında at değiştirmenin” sakıncaları vardı. Bu öneriyle ATAA, ülkemizin belki de en az sevilen Amerikan başkanı olan Bush’u desteklememizi istiyordu. ATAA’nın genelde Cumhuriyetçi (sağ eğilimli) poitikası benim için sürpriz değildi. Örneğin baba Bush döneminde ATAA, savunma bakanlığı için aday olan John Tower’ı desteklememizin Türk toplumu için çok kritik olduğunu yazmıştı. Ayyaş ve kadın kovalamayla meşhur Tower’ın senatoca onaylanması için kendi bölgemizin senatörlerine baskı yapmamızı istenmişti. Bir çoğunun “çifte vatandaş” olduğu Amerikan Türk diasporasından Amerikan vatandaşlık haklarının kullanılması istenmiş ve kişisel düşüncelerimizi “vatan” uğruna göz ardı etmemiz savunulmuştu. Desteklememiz istenen kişinin siyasi görüşü ve karakteri önemli değildi. Cumhuriyetçilerin Türkiye’ye daha sempatik oldukları ATAA’nın temel inançları arasındadır. Bence bu inancın gerçekle bir ilgisi yoktur. Türkiye’nin en büyük taraftarları arasında West Virginia senatörü Robert Byrd, Kalifornia millet vekili Lantos, ve eski New York millet vekili Stephen Solarz vardır. Bunların üçü de Demokrat’tır. Ayrıca, belki de Türkiye’de en sevilen Amerikan başkanlarından Clinton da Demokrat’tır. Köktendinci Hiristiyanların hemen hemen hepsini çadırı altında barındıran Cumhuriyetçilerin, Müslüman Türkiye’ye olan sempatilerine acaba “köprüden geçene kadar” bize dayı mı diyorlar şüphesiyle bakmak gerekir. “İsa’yı bulduktan” sonra yaşama geldiğini savunan, başkanlığa seçilmesinin, olumlu şeyler yapması için (ki bu olumlu(!) işer arasında Irak’a saldırmada var), Tanrıca emredildiğine inanan Bush’u desteklememiz acaba doğru mudur? Zaten diğer etnik gruplarla karşılaştırıldığında, Amerikan Türklerinin seçimi yönlendirebilecek güçleri yoktur. Hele seçimlerin bu kadar yakın olduğu bu dönemde, desteğimizi şu veya bu partiye vermenin bir mantığı da yoktur. Türkiye için kritik konulardan bir olan Ermeni soykırım tasarılarına hem Demokrat Clinton ve hem de Cumhuriyetçi Bush karşı gelmiştir. Biz Amerikan diasprasondaki Türklere düşen görev, Amarikan yönetimi kim olursa olsun, kendi çıkarlarımızı dürüstçe savunmak, karşıt fikirlerde olan yönetim üyelerine Türkiye açısını mantıklı bir şekilde anlatmaktır. Promleme bu şekilde yaklaşmanın başarılı örnekleri de vardır. 1976’da Carter seçildiğinde Atina’da şenlikler düzenlenmiş ve Carter yönetiminin başlangıcından hemen sonra Türkiye’nin Kıbrıs’tan çıkacağı söylentileri Amerikan Yunan lobisi tarafından her yere duyrulmuştur. Fakat başkan olduktan sonra, Carter gerçeği görmüş ve başkanlığını şölenle kutlayan Yunan’lıların bir yıl sonra Atina’da ona karşı lanet yürüyüşleri yaptıklarına tanık olmuştur. Kişisel özgürlüğün kutsal olduğu Amerika’da, herkesin kendi görüşüne göre oy kullanması savunmamız gereken bir şey olmalıdır. Amerikan Türk diasporasında hem Demokrat ve hem de Cumhuriyetçi vardır. Türk gazetesinde yapıldığı gibi hepimizin görevi, iki ileri gelen adayın değişik konularda tutumlarını araştırmak, dış politika görüşlerini incelemek ve politik görüşlerini benimsediğimiz adaya oy vermektir. Bu araştırma ve inceleme sırasında, adayların Türkiye’ye bakış açılarının önemi tartışılmaz bir gerçektir. Amerika’da kırk yılı aşan yaşamım sürecinde, karşımdakinin siyasi görüşü ne olursa olsun, ülkemi olumlu bir şekilde tanıtma veya savunmada hiçbir güçlük çekmediğimi gururla belirtmek isterim. Dolayısıyla Amerika’nın küçük bir etnik grubu olan bizlerin başkanlık seçimlerinde birini veya öbürünü kayıran bir tavır tutmamızın zararlı olduğuna inanıyorum. Ülkemizin amaçlarının doğruluğuna içten inandığımdan, kendi vicdanıma göre bu seçimlerde oy verecek, ve kim seçilirse seçilsin, Türkiye’yi her zaman olduğu gibi yılmadan savunacağım.
  4. KENDİ KENDİLERİNİ GERÇEKLEŞTİREN İNANIŞLAR İngilizce’de sevdiğim terimlerden biri “self-fulfilling prophecy” dir. Bu yazının başlığı terimin tam Türkçe karşıtı olmasa bile, anlam açısından demek istenene çok yakındır. Bu gibi inanışların birçok örneği vardır. Bunların arasında Karaip adalarında uygulanan “Voodoo” büyüleme tekniği vardır. İstatistiklere göre, “Voodoo”’un kendilerinin ölümü için yapıldığını bilenlerin ölme orantıları bilmeyenlerden çok daha yüksektir. Bu inançların en ilginci ve belki de en tehlikesi Hiristiyanların, özellikle Amerikan evangelist Hisistiyanların “Armageddon” inancıdır. Bu inanca göre Dünyanın sonuna doğru, bütün dünyayı kapsayan “İyi” ile “Kötü” arasındaki savaşta İsa geri dönecek ve “İyilerin” zaferine önderlik ettikten sonra bin yıl sürerecek “Dünya Saltanatını” kuracaktır. Bu saltanattan sonra İsa’ya inananlar onunla birlikte Cennet’te gidecek ve Müslüman ve Yahudileri de içeren diğerleri (ki dünya nüfusunun yüzde 75’ine yakın) Cehennem’e yollanacaktır. Armageddon’a inananlar tarih boyu değişik senaryolar uydurmuşlar ve her 15-20 yıl son savaşın hemen geleceğini, İncil’e dayanarak, saptadıklarını açıklamışlardır. Olaylar, yaptıkları hesapların saçmalıklarını her defasında açığa vurmuşsa da, bu Armageddon bezirganları yılmadan yeni senaryolar çizmişlerdir. Bir ara Armageddon’un Komünist (Kötü) ve Kapitalist (İyi) sistemleri arasında olacağını bizlere duyurmuşlar, Komünizm çöktükten sonra senaryoyu sarı ırkla (Çin) beyaz ırk arasındaki savaşa çevirmişlerdir. (Bu senaryolar revaçtayken Amerikan başkanı Armageddon’a inanan Reagan idi. Bir ara Reagan’ın, inancını bir düğmeye basarak kolayca gerşekleştirebileceğini düşünüp epey korkmuş, fakat onun sekiz yılını kazasız belasız atlatınca biraz rahatlamıştım.) Çin, hem Avrupa’ya ve hem de Amerika’ya yaklaşınca bu senaryo da suya düşmüş, ve böylece bu sivri zekalılar birkaç yıl sessiz kalmışlardır. Fakat dünya’da bir gerçek varsa, o da bu gibi kişilerin yılmadan (utanmadan) yeni teoremler yaratmasıdır. Armageddon’a inanların en son senaryoları büyük savaşa Orta Doğu’da İsrail ve Araplar arasındaki mücadelenin neden olacağıdır. Şimdiye kadar uydurdukları her senaryoları boşa çıkan inanırlar için İsrail-Arap barışı bir ölüm cezası gibidir. Dolayısıyla, “inancı bütün” olanlar, özellikle Amerikan evangelist Hiristiyanları İsrail-Arap gerginliğini ayakta tutmak için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Bu amaçla iki yıl önce yaptıkları Evangelist Kongresine Sharon’u çağırmışlar, ve Sharon’da Armageddon’dan sonra evangalistlerin kendisini Cehenneme yolluyacaklarını bile bile kongede “dostlarını (evangelist Hiristiyanları)” son derece mutlu eden bir nutuk atmıştır. Evangalistler, bununla beraber başka eylemlere de girişmişlerdir. Bunların arasında İsrail’e düzenlenen evangelist “kutsal” turları da vardır. Bazı Amerika’li ve İsrail’li aydınlara göre, Arap-İsrail barışının en büyük engelleri arasında Amerikan evangelist Hiristiyanları vardır. Dünya liderleri arasında Amerika Hiristiyanlarına, özellikle evangelistlere, yaltaklık yapan tek Sharon değldir. Türkiye’yi yönetenlerinin bile “dünya dostları” içinde evangelist ve kendisi gibi inanmayanların Cehenneme gideceklerine inanan Bush vardır. İlginçtir, esasında bizim liderler de kendileri gibi inanmayanları aynı yere atmaktadırlar. Bir yandan Arap-İsrail mücadelesi, öbür yandan inançları birbirine 180 derece zıt kişilerin (kurt ile kuzunun) “aynı yatakta” yatmaları Armageddon’a inanların ekmeğine iyice yağ sürmüştür. Bizim toplumun da inancına göre kurt ve kuzunun aynı yatakta yatması, dünyanın sonunun geldiğinin bir işaretidir. Suudi Arabistan’ın, Türkiye’nin ve diğer Müslüman ülkelerin evangelist Bush’la aynı yatakta yatması acaba Armageddon’un geldiğini mi gösterir?
  5. editor

    Kendimizde Aramak!

    Kendimizde Aramak..! Uzun yıllar önce, lisedeyken, edebiyat hocamız, Sıfırcı Fevziye, aramızda Namık Kemal’in şiirlerinden birini ezbere bilen birinin olup olmadığını sormuştu. Kırk sekiz kişilik sınıfta bir tek ben elimi kaldırmış, şimdi unuttuğum şiiri titrek bir sesle okumuştum. Adını unuttuğum şiirin özünü hala hatırlıyorum. 19. yüzyılda, Namık Kemal, Osmanlıların geri kalmışlığının nedenlerini kendimizde aramamız gerektiğini yazmıştı. Üniversite için geldiğim Amerika’da tanıştığım Arap öğrencilerin hemen hepsi ülkelerinin geri kalmışlığını Osmanlıların emperyalizminde buluyordu. Namık Kemal, büyük bir olasalıkla, Türklere sesleniyordu, fakat şairin düşündükleri demek ki Araplar için de geçerliydi, çünkü onlarda geri kalmışlıklarının nedenlerini kendilerinde aramaya henüz alışmamışlardı. Kırk yıldan beri merak ederim, acaba Araplara değil de bize seslenen şairin sözleri hala geçerli midir? Şiirin bende yarattığı önyargıdan dolayı, Türkiye’de olan bitenlere belki de kötümser bir gözle bakıyor olabilirim. Fakat dışardan bile olsa, ülkemizde şahit olduğum olayların bir çoğu Namık Kemal’in sözlerinin bence hala geçerli olduğunu gösteriyor. Politika bu örneklerin en önde gelenlerindendir. Yönetenleri, kim olursa olsun, bir taraftan sık sık eleştirir, öbür yandan seçimlerde oylarımızı onlara veririz. Başımızda olanları kendimizin oralara getirdiğimizi nedense pek dile getirmeyiz. Yetenekli, dürüst, ülke çıkarlarını kendi çıkarlarının üstünde tutan kişileri seçeceğimize, geçmişleri karanlık, ülkeyi kendi ve yakınları çıkarına kullanan kişilere oy veririz. Acaba bu gibi kişileri seçmekle ülke sorunlarını kendimizde değil de başkalarında aramak için mi yaparız? Ekonomik sorunlarımızın nedenlerini ise bütün ülkede, neredeyse tek sesle, IMF ve Dünya Bankası olarak gösteririz. Bu iki kurum Amerika’da da sık sık eleştirilirmesine rağmen, nedense her ekonomik krizde onlara koşa koşa borç almaya gider ve onların öne sürdüğü her şartı kabullenip parayı oldıktan sonra öne sürülen şartların ağrlığından sitem ederiz. Aynı zamanda borç aldığımız paraları Türkiyenin en güzide yerlerinde kendilerine Saddam Hüseyin’i imrendirecek yapıtlar dikenlere, eşe dosta dağıtanlara ve paraları iktidarlarını sürdürebilmek için kullananlara oylarımızı verir ve sonra da baştakilerin ahlahsızlıklarını gazetelermizde sergileriz. Başka ülkeleri (özellikle Hiristiyan ülkeleri) dolandırdı diye karanlık bir zatı bir meteor gibi parlatır, ve bu kişinin başkalarına attığı kazıkları bize atmayacağını düşünürüz. Bir taraftan vergi vermemeyi, kaçak elektrik kullanmayı (yalnızca fakirler değil, tanıdığım birçok eğitilmiş ve varlıklı arkadaşlar da bu işi yapar), her fırsatta KDV’yi ekarte etmeyi bir milli gelenek yaptıktan sonra, çay fasıllarımızda yolsuzluk yapan “pezevenklere” atıp tutar, kendi yolsuzluklarımızı nedense hiç düşünmeyiz. Hele kendi dinimize hiçbir şekilde eleştirici bir gözle bakamayız, çünkü dine öyle bir yaklaşım dinsizlik ve daha kötüsü Allah’sızlık olarak algılanır. Başka dinleri bilmem ama, Hiristiyanlık en az beşyüz yıldır bunu yapmaktadır. İnsanlığın en son ve en doğru dini olarak algıladığımız bir dinin bu gibi bakıştan neden çekindiğini hala anlamış değilimdir. Bundan bin yıl önce dünyanın en ileri medeniyetinin temel nedenini İslam olarak gösterir, modern çağda geri kalmışlığımızın nedeninin dinle bir ilgisi olup olmadığını sormaktan bile korkarız. Kişisel gelişmenin temelinde “içe (kendine)” eleştirel bir gözle bakmanın olduğu nerdeyse evrensel bir kavram olmuştur. Bu kavram toplumlar için de geçerlidir. Toplumlar, bulundukları ortama birçok etkenin etkisiyle gelmişlerdir. Bunların arasında sömürülmüş olmak (sömürmek), eğitim düzeyi, doğal kaynaklar, din ve kültür de vardır. Bulunduğumuz yerin daha da üstüne çıkmak için saydıklarımın önemi büyüktür, fakat en önemlisi kendimize (içimize) bakıp, varmak istediğimiz yere ulaşabilmek için gerekeni yapma isteğinin (yeteneğinin) olup olmadığını saptamaktır. Bunu yapmadığımız müddetçe Namık Kemal’in şiiri tazeliğini koruyacaktır.
  6. editor

    Doğu ve Batı

    DOĞU ve BATI Doğu ve Batı, doğayla ilgili olanların yanında, başka anlamlarda taşır. “Batı” sözcüğü “medeniyet” anlamında da kullanılır ve dolayısıyla “medenileşme” “Batı’lılaşma” olarak algılanır. Bu anlamlar dışında, Doğu ve Batı sözcüklerinin tarihte de önemli yerleri vardır. Binlerce yıldır tarih, Doğu ve Batı’nın kavgasına tanık olmuş, popüler kültür, bilim, teknoloji, felsefe ve yaşam ayrılıklarını kapsayan görüşler tarihin sayfalarını doldurmuştur. Doğu’lu yorumculara ender rastlanan bu sayfalar, genelde Batı’nın üstünlüğünü vurgulamışlardır. Doğu ve Batı arasındaki çekişme büyük olasılıkla Yunan tiyatro yazarı Euripides’ten (yaşamı Milattan Önce yaklaşık 5. yüzyıla rastlar) çok daha önce de vardı. Aksi halde Euripides, Medea adlı oyununda Jason’un eşi Med’li Medea’nın vahşiliğinin nedenlerinden birini\ Medea’nın “doğuluğunda” bulmazdı. Büyük olasalıkla Euripides, tomplumda var olan önyargıyı dile getrimiştir. Batı’daki bu önyargıya rağmen, birçok Doğu’lu toplum, Batı’ya katılma çabasında bulunmuştur. Euripides’ten 600-700 yıl sonra sahnede olan Komegene krallığı böyle bir toplumun örneğidir. Komegene kralı Antiochus I, Nemrut Dağı’nın tepesindeki anıtına Pers İmparatorluğuna bakan Doğu Terası, Roma İmparatorluğuna bakan Batı Terası yaptırtmıştır. Antiochus I, belkide Anadolu’nun Doğu ile Batı’nın el ele ve uyum içinde yaşayabilecekleri ideal bir yöre olduğunun altını çizmek istemiştir. Antiochus’un tam olarak düşündüklerini bilemeyeceğiz, çünkü Batı’nın Roma İmparatorluğu Komegene krallığını tarihe gömmüştür. Komegene krallığının batışından yaklaşık 400 yıl sonra İslamın doğuşu, Doğu/Batı sürtüşmesine ikinci bir boyut eklemiştir. Hiristiyan Batı, artık önyargısını Müslüman-Doğu eksenine yöneltmiştir. İslamın doğuşundan yaklaşık 400 yıl sonra Anadolu’ya giren Türkler, ister istemez, yüzyıllardır süregelen bir oyunun içine girmişlerdir. (Tarihçi Alan Palmer The Decline and Fall of the Ottoman Empire kitabında, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u aldıktan sonra, bir Doğu/Batı mücadelesi olarak algılanan Truva Savaş’ının intikamını nihayet aldığını söylediğini yazar. Bu deyiş, Haçlı Seferlerinden beri Doğu/Batı kavgasının içinde olan Türklerin, konunun ruhunu iyice anladıklarını bir kez daha vurgular.) Türklerin Batı’nın göbeği Viyana’ya kadar ilerlemesi Doğu/Batı mücadelesine bir üçüncü boyut eklemiştir: Türk’lük. Yaklaşık yüz yıldır Türkler, hemşerileri Komegene krallığı gibi, Batı ile Doğu’yu Anadolu’da birleştirmeye uğraşmaktadır. Bu uğraşı, Avrupa Birliğininin Türkiye’ye kapılarını açmasıyla başarılacaktır. Avrupa, binlerce yıllık yaşamı olan Batı önyargısının saçmalığını görüp, bu önyargıdan sıyrılamazsa kapı kapalı kalacaktır. Kapının açılması, Avrupa’nın Doğu-Müslüman-Türk kuşkusunun üstüne çıkmasıyla gerçekleşebilecektir. Türkiye’nin Avrupa Birliğine girme kararı, Batı ülkelerin dış politikasını belirleyen bürokatların elinde olmasına rağmen, bu bürokatları yetiştiren toplum, yukarda değinilen önyargıdan vaz geçmedikçe, bürokratların kapıları açma gücü olamaz. Toplumdaki önyargılarla büyüyen bu bürokratların bu önyargıdan kısa bir zamanda arınmalarını beklemek yanlıştır. Doğru yol, bu önyargının nedenlerini teker teker inceleyip, teker teker çökeltmektir. Bunu başarmak, akıllı davranış, şans ve sabır ister. Doğu Avupa’da Komünist rejimlerin çöküşü, Japonya ve Çin gibi “Doğu” ülkelerin hızla ilerleyişi Doğu-İslam-Türk korku kürsüsünün bir ayağını kırmış gibidir. Bu da bizim için büyük bir şanstır. Ayrıca Türkiye’nin spor ve popüler kültürde ismini sık sık duyurması, fakat daha önemlisi ülkeye gelen milyonlarca turistin Türklere ve Türkiye’ye (Türkiye’ye giden Amerika’lılardan, ülkemize ve halkımıza hayran kalmayan birini tanımadım) hayran kalmaları, kürsünün “Türk” ayağını da bir hayli yonmuştur. Türkler’den korkmanın mantıksızlığı, bizi tanıyanların öncülüğüyle, birkaç yıl içinde bence büyük çoğunluğun göreceği bir gerçek olacaktır. Avrupa Birliğine girmenin önünde duran üç ayaklı engelin en çetini Müslümanlığımızdır. Bu engeli aşmamız sabır ve zeka ister. Sabır ister çünkü, Londra’nın en büyük camisinin imamı bütün İngiliz müslümanlarını ülkenin laik sistemini yıkıp yerine şeriat getirmeye çağırırsa İngililerin bizi anlamalarını beklemek saçmadır. Sabır ister, çünkü 3 bine yakın kişi İslam adına öldürüldükten sonra “İslamda şiddet yoktur” lafına Batı’lıların hemen inanmasını beklemek mantıksızdır. Kötü izlenimlerin giderilmesi zaman ister. Batılılara bu zamanı tanımamız gerek. Zeki davranmamız gerek çünkü İslam’a olan önyargıyı silmek yalnızca bizim elimizde olan birşey değildir. Tarihçi Bernard Lewis’e göre Hiristiyan dünyasıyla İslam dünyası arasındaki en büyük fark şudur: Hiristiyanlıkta ulus dinin üstündedir, İslamda din ulusun. Aklımızı kullanarak İslam dünyası içinde, kendi kişiliğimizi yansıtan bir çözüm bulmalıyız. Felsefesi ulus üstünde olan İslam’da, kendimize has bir yer hazırlamak belki de karşılaşacağımız en büyük engeldir. Bu engeli yok edecek en byük adım bence laikliktir. Laiklik Avrupa Birliğinin kapısını kapalı tutan menteşelerinden biridir. Batılıların, bir Müslüman ülkesinin uzun vadede laik kalacaklarına inandıklarını sanmıyorum. Bu düşüncede yanıldıklarını onlara ispatlamak bize düşen en büyük görevdir. Karar bizimdir; ya Anadolu’da Batı ile Doğu birleştiren ve bütün dünyanın kutlayacağı bir gün doğurtacağız, ya da Batı ile doğu arasında binlerce yıl kalacak bir set dikeceğiz.
  7. editor

    Kültür Savaşları

    KÜLTÜR SAVAŞLARI Köyüme yaptığım en son gezide, 20 yıldır köy odasının baş köşesine bulunan televizyon yeniydi. Ben gençken baş köşeye köyün ileri gelenleri oturur, okuma yazma kültürü olmayan memleketimde yörenin geçmişi bir nesilden diğerine sözlü olarak aktarılırdı. Odanın “ayaklık” yerinde oturan biz gençler, söylenenleri ilgiyle dinler, geçmişin önemli olaylarını anlatanlarla birlikte tekrar yaşardık. Anlatılanlar “resmi” tarih değildi, fakat Abdulamit’in “Hamidiye” birliklerini ilk kez köy odasında duymuş ve hatta bu birliklerin atalarımın köyüne topla saldırığını öğrenmiştim. Odanın baş köşesinde oturan Hamidiye birlikleri paşasının oğluna çay servisi yaptığımda da, ailemle paşa ailesinin barış içinde oluşlarından kaynaklanan mutluluğumu gizleyememiştim. Köy odasının ileri geleni artık televizyondu. Geçmişlerinden haberi olmayan oda gençleri, günün şarkıcılarını, artistlerini, modellerini ve onların en son sevgililerini, televizyon aracılığıyla, gayet iyi biliyorlardı. Yöremin popüler kültürünü televizyon silindir gibi ezmişti. Köye en son gittiğimde buna üzülmüş, fakat Amerika’lıların (özellikle ortanın sağındakilerin) bu konu üzerine söylediklerini anımsamıştım. Onlara göre ekonomide olduğu gibi, popüler kültürde de karar “serbest pazarındır.” Yine onlara göre, İletişimdeki devrim, dünyaya yeni kültür seçenekleri getirmiş ve toplum beğendiği kültürü almıştır. Dünyanın Amerikan kültürünü seçmesi (ki televizyonu Amerikan kültürünün bir parçası sayarlar), bu kültürün üstünlüğünün bir belirtisidir. Benim yörenin popüler kültürünün Amerika’nın popüler kültürü karşısında tutunamadığını anlıyorum. Fakat Türkiye’nin Ankara veya İstanbul gibi büyük şehirlerinde Amerikan popüler kültürünün domine olmasının anlamı neydi? Televizyonlarımız Amerikan pop muziğinin kötü kopyası “kliplerle” doluydu, büyük şehirlerimizin sokakları döğmeli, küpeli, göbeklerini sergiliyen giysilerle dolaşan gençlerin ve İngilizce levhalı dükkanların cennetiydi. McDonald’s, Pizza Hut ve gibi Amerikan lokanta kesiminin alt tabakasını oluşturan zincirler, Türkiye’de “yüksek moda” olmuştu. Haydi diyelim Amerika’lıların kültür hakkında düşündükleri Türkiye için de geçerliydi. Fakat Fransa niye bu kültürden o kadar kuşkulanıyordu? Fransız kültürü dünyanın en ileri gelenlerinden biri değilmiy di; onlar neden korkuyorlardı? Bu korkulara ben de katılmış ve popüler kültürün para yapmaktan başka bir işe yaramadığı düşünen Amarika’lıların eninde sonunda bütün dünyayı kendi düşüncelerine çekeceklerinden kaygılanmıştım. Bu karamsarlığın epey içine daldığım bir anda, nedense tarihçi Arnold Toynbee’nin kültür savaşı diye adlandırdığı bir yazısını anımsadım. Toynbee’ye göre, Çin’le Hindistan arasındaki bütün silahlı savaşları Çinliler kazanmasına rağmen, kültür savaşında Hintliler üstün gelmiştir. Aynı şekilde Araplarla Farslılar arasındaki “sıcak” savaşları Araplar kazanmasına rağmen, İslam’ın kültür savaşını Farslılar kazanmıştır. Toynbee bunun gibi başka örnekleri de verir. Esasında Amerikalılar’da Meksikayla yaptıkları her savaşı kazanmışlardır, fakat son yıllarda en çok korktukları kültür savaşını “Latin-Amerikalılara” (resmi dilleri İspanyolca veya Portekizce olan Orta ve Güney Amerikalılara verilen ad) kaybetmektir. Amerikan’ın güneybatısı gün geçtikçe Latin-Amerikalaşmaktadır. Meksika lokantaları ülkenin her yöresine yayılmış, “Latin” müziği popüler müzikte önemli bir yere gelmiştir. Geçen başkanlık seçimlerinde, 2000, bazı güneybatı eyaletlerinde hem başkan Bush ve hem de Al Gore, İspanyolca konuşmalar yapmıştır. Bir iki yıl önce bir Türk gazetesinde okuduğuma göre, Türkiye’de en ilgi çeken müzik aleti sazmış. Demek ki benim ülkemde de kültür savaşı henüz bitmemiş, ve ülke Amerikan popüler kültürüne henüz teslim olmamıştır. Son zamanlarda içine düştüğüm iyimserliğin verdiği güvenle, kültür savaşını Amerilalılara kaybetmeyeceğiz diyorum. Kültürün silahları ne radarların görmediği uçaklardır, ne de uzaydan herşeyi gören uydulardır. Popüler kültür, yüzyılların eleğinden geçmiş, bir toplumun ruhunu yansıtan, şarkısını seslendiren, acısını canlandıran bir nesnedir. Kültürü, bir gömlek değiştirir gibi, değiştirmek o kadar da kolay değildir. Geçenlerde annesi Amerika’lı olan kızım, Amerikalı nişanlısıyla Türkiye’de davul zurnalı bir düğün yapacağını bana iletince, daha da olumlu düşünmeye başladım. Belki de Kültürün savaşı olmayacağına ve kültürlerin yan yana yaşayabileceğine önderlik edecek yine Amerikalılar olacaktır. İnsanların özüne uymayan hiçbir şey uzun yaşayamaz. Amerikan popüler kültürünün de bunu görüp, kendini daha sağlam bir temele oturtacağına inanmaya başladım. Benim köy odamın kültürünün geri geleceğine inanmıyorum. Fakat ben değilse bile, akrabalarını görmeye gidecek çocuklarımın, köy odasında almazsa bile, sazla türküler ve uzun havalar dinleyeceği günün geleceğine inanıyorum. Sevgiler Editör
  8. editor

    Sansasyonalizm

    SANSASYONALİZM Yaklaşık bir ay önce bulunduğumuz yerde bir Türk arkadaşın kızı özürlü çocuğunu öldürdü ve kendisi de tutuklandığı hapishanede intihar etti. Bu çok üzücü olay, nedense bana yaklaşık 10 yıl önce Amerika’daki Türk gazetesinde (Turkish Times) çıkan bir haberi anımsattı. Gazetenin birinci sayfasında büyük başlıkla verilen haber, Los Angeles kentinde yakalanan iki kalpazanın Ermeni olduğunu açıklıyordu. Haberin bizim gazetede neden yer aldığını uzun uzadıya düşünmüştüm. Acaba Turkish Times okurlarına bütün Ermenilerin kalpazan olduğunu iletmek mi istiyordu? Yoksa, okurlarının her ırktan her türlü insanın çıkacağını bilmediğini mi düşünüyordu? Eğer bu ikinci seçenek doğruysa, gazetemiz bizi aptal yerine koymuştu! Tatmin edici bir yanıt bulamayınca, yukarıda söz ettiğim üzücü haberi okuyana kadar konuyu unutmuştum. Amerika’da çıkan Yunan veya Ermeni gazetelerinin “Bir Türk Çocuğunu Öldürdü” diye gösterişli bir manşet atıp atmadıklarını bilemiyeceğim, fakat Turkish Times’ın neden söz ettiğim o haberi bize olağanüstü bir dille yansıttığına bir yanıt bulduğumu zannediyorum. Turkish Times’ı yayınlayanların gazetecilik anlayışı, bence sansasyonalizmin bir kanun olduğu Türk gazetelerinden gelmektedir. Dolayısıyla, iki Ermeni’nin kalpazanlığını nerdeyse bütün Ermenilerin tarihsel bir geleneğiymiş gibi göstermek, bilienen bir modelin uygulanmasından başka bir şey değildir. “Hırçın”, “kalleş”, “iki yüzlü”, “ahlaksız” gibi sözcüklere gazetelerimizde sık sık rastlarız. Bu sözcükler genelde komşu ülkelerin yöneticilerine yönlendirilen “haberlerin” başlıklarında yer alır. Esasında bu, gazetenin trajını artırmak amacıyla yapılan duygu sömürüsü ve halkın ön yargılarını kamçılayan karanlık bir oyundur. Bu oyunun hangi kişiye veya ülkeye karşı yapldığını kestirmek çok kolaydır. Çünkü, “hırçın Yunan’lılar yine ne yapmış, okudun mu” veya “Avrupa kalleşlerinin dediğini duydun mu” ve benzeri beyanlar konuşmalarda sık sık duyulur. Söylenenlerin gazatelerimizden birinden aktarıldığı garantidir. Türkiye’yi son ziyaretimde bu başlıklar Kuzey Irak Kürtlerine yönetiliyordu. Daha önceki yoluculuklarımda bu gibi yazıların Yunanistan, Ermenistan veya Suriye’ye yönlendirildiği dikkatimi çekmişti. Basının çok özgür ve tarafsız olduğu söylenen Amerka’da bile, sansasyonal gazeteler vardır. Büyük bir azınlıkta olan, ve dolayısıyla kurala istisnayı oluşturan, bu gibi gazeteler bikaç gruba ayrılabilir. Bunlardan kendilerini dedikoduya veren, inanılmaz haberler yazan (örneğin Mars’lı biriyle çifleştikten sonra yeşil bir bebek meydana getiren sarışın bir dünya kadının öyküsü gibi) National Enquirer, Star ve Globe gazeteleri vardır. Bunlara topluca “çaput” gazeteler denir. Öbür yandan katliam ve diğer suç haberleriyle dolu ve sayfalarının yarısından fazlası resimlerle sergilenen New York Daily News, New York Post, USA Today gibi gazetelere sansasyonal basın denir. Ülke gazeterinin büyük çoğunluğunu kapsayan diğer gazeteler haberleri ön yargısız ve tarafsız vermeye çalışır. Bir gazetenin politik eğilimi genelde “yorum sayfalarından” anlaşılır. Gazetenin politik yelpazedeki yeri verilen haberlerin “sağ” veya “sol” ağırlıklı olmasını etkilediği bir gerçektir. Örneğin solcu olan New York Times, Amerika’nın sağlık sorununu işlerken, sağcı Wall Street Journal, dinsel vakıfların başarılarını konu olarak ele alabilir. Fakat günün önemli haberlerini iki gazete de, politik eylemlerinin etkisi altında kalmadan, sunarlar. Bu haberler o gün yazılan yorumlara zıt olsa bile. Anlatıldığına göre, Wall Street Journal’ın haber bürosuyla yorumcuları arasında büyük problemler yaşanırmış, çünkü gazetenin yorum sayfalarında yazılanları çok kez gazetenin kendi haberleri yalanlarmış. Bir bakıma, kendilerine çelişkili haberleri bile yazmaya çekinmeyen Wall Street Journal’ı kutlamak gerek. Türkiye’de de işi ciddiye alan gazeteler vardır. Fakat bunlar Türkiye gazetecilik anlayışının istisnalarıdır. Bir çok diğer ülkelerin, özellikle bize komşu olanların, gazetelerinin de bizimkiler gibi sansasyonal olduğunu bir çok kişi bana söylemiştir. Fakat başkalarının yanlışı bizim yanlışımızı düzeltmez. Bence gazetelerin en büyük görevi demokratikleşmede öncülük yapmalarıdır. Ve demokrasi tam oturduğunda onun ön koruyucuları olmalarıdır. Bizim gazeteler, sansasyonilizimle, ön yargıları ve batıl inançları körüklemekle, değil demokrasiye öncülük etmek, tomplumu daha da geriye götürmektedirler. İnsan hakları, demokrasi ve basın özgürlüğünü sık sık dile getiren gazetelerimiz, bunlarda samimi olduklarını göstermedikleri müddetçe kimseyi eleştirme hakları yoktur. Duygu sömürüsünü yüce yerlere çıkartan basın, hangi mantıkla aynı yöntemleri kullanan politikacıları eleştirebilir? Sevgiler Editör
  9. TEKNOLOJİ ve GELECEKLE İLGİLİ DÜŞÜNCELER Uzmanlara göre bilgi birikimimiz her beş yılda bir ikiye katlanıyor. Dolayısıyla, Ingilizce konuşulan ülkelerde, her konuda (uzmanlar kadar olmasa bile), bilgili kişiler için kullanılan Renaissance Man (Rönesans Adamı) sözünün artık geçerli olmadığını savunanlar vardır. Bunlara göre, değil kişilerin her konuda bilgili olması, fizikçilerin bile ancak küçük bir kısmı Einstein’in meşhur İzafiyet Teorisini kavramışlardır. Bu nedenle Teknolojinik gelişmelerin hiç bir şekilde önüne geçilmeyeceğine inananlar çok. Rönenans Adamlarının az olmadığı dönemlerde bile teknolojinin gelişmesinde bilim adamı veya eğitimli olmayanların fazla bir katkısı olmuşmudur, ilginç sorular arasındadır. Bir ara kilise, dini kalıplara uymuyor diye, bilimin ilerlemesini önlemeye çalışmışsa da, bu engel zamanla aşılmış ve bilim (ve onun yarattığı teknoloji) yoluna devam etmiştir. Zamanın Kısa Bir Özeti kitabında, fizikçi Stephen Hawking, Vatikan’da yapılan fizikçiler kongresinde kendilerine gösterilen misafirperverliğin, kilesinin Galileo’ya yaptığını aklamakla ilgili olabileceğine değinir. Böylece kilise bilimle ateşkese girmiş görünse bile, son yıllardaki gelişmeler, bu ateşkesin artık bittiğini göstermektedir. Bunun nedenlerinden biri felsefeyle bilimin yollarının ayrılmasıdır. Örneğin, hem Pascal hem de Descartes matamatikçi ve filozoftular. Günümüzde birden fazla “şapka” giyen bilim adamı görmek hemen hemen olanıksızdır. Dolayısıyla, bilim felsefeden yoksun, kendi yolunda yürümektedir. Felsefe, bilimle iç içe olduğu günlerde bile bilimi yönlerdimeyi başarabilmiş midir diye sorulabilir. Fakat bilim ve teknolojinin insan yaşamına etkisini belirlemeye çalışan tartışmalarda, filozoflar önemli söz sahibi olmuşlardı. Felsefenin bu tür konularda devre dışı kalmasıından oluşan boşluğu son zamanlarda din doldurmaya çalışmaktadır. Belki de son zamanlarda sık sık dile getirilen “dine dönüşün”nedeni de budur. İnanılmaz bir hızla gelişen ve gittikçe kompleks bir durum alan teknolojiye karşı, din, binlerce yıllık törelere dayanan ve herkesin anlayabileceği şekilde basit görüşler sunmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, dinin öneminin neden arttığını anlamak kolaydır. Din, bilime alternatif olarak yerini almaya çalışa dursun, diğerleri bilim ve teknolojinin insan yaşamına etkisini değişik açılardan yorumlamaya devam ediyorlar. Bunlar genelde teknolojiye olumlu veya olumsuz bakanlar olarak ikiye ayrılabilirler. Örneğin Aldus Huxley “Brave New World” (Kahraman Yeni Dünya) kitabında insanların laboratuarlarda üç sınıfa ayrılarak (alfa –yöneticiler, beta-bürokratlar, gama-işçiler) üretileceğini yazar. Teknolojye olumsuz bakan eserler arasında Ray Bradbury’nin “Fahrenheit 451” kitabı da vardır. Bradbury, teknolojiyi kullanan oteriter yöneticilerin, kitapları (kağıt Fahrenheit 451 derecede yanmaya başlarmış) nasıl yaktıklarını ve aynı teknolojiyi kullanarak toplumu nasıl kontrol ettiklerini anlatır. Öbür yandan son zamanlarda çok popüler olan ve İngilizce’de “Futurist” (Gelecekçiler) olarak adlandırılan kişiler, teknolojinin gelecekteki “harikalarını” yazarlar. Bunların yazdıklarına Türk gazetelerinde de sık sık rastlanır. Yaşamın onlarca yıl uzayacağı, bütün hastalıkların yok edileceği, insanların diğer gezegenlerde yaşayacağı ve hatta elektronikle insan beyninin birleşiminden, her kişinin herşeyi, hiç çaba göstermeden, otomatikman bileceğinden söz edilir. Hergün daha da hızla gelişmekte olan teknolojinin genelde teknolojiyi iyi bilenlerin dışında kimseye yaramadığını, açlığın ve fakirliğin gittikçe arttığını, ve teknolojinin birgün dünyayı yaşanmaz hale getireceği “Gelecekçileri” pek ilgilendirmez. Bu konulara değinenler de genelde “gerici” veya “korkutucular” olarak adlandırıp toplumun dışına itilmeye çalışılır. Bir taraftan bilime karşı güç olarak gördükleri dine daha da önem veren Amerikan toplumu, öbür yandan teknolojinin getirdiği her türlü kolaylıklara kucak açıp, teknolojiyi yönlendirme çabalarını hükümete bırakmıştır. Cumhuriyetçilerin elinde olan Amerikan yönetiminde hatırı sayılır ağırlığı olan dinciler, son bir iki yılda bazı “başarılar” elde etmiştir. Amerikan meclisinin kısıtladığı “stem cell” (kök hücre) araştırmaları ve insan kopyalama (cloning) yasağı bunların arasındadır. Bu iki kararın temeli dinsel nedenlere dayanmaktadır. Amerika’dan daha laik Avrupa yönetimlerinin bile bilimin uygulanmasını kısıtlayan kararları vardır. Gıda maddeleri üretiminde hormon kullanılmaması bunların arasındadır. Din ve devlet dışı örgütler (Örneğin Yeşiller gibi), genelde çevreyle ilgili girişimlerde bulunmuştur. DDT yasaklanmış, Kiyoto (Amerika’nın henüz imzalamadığı) anlaşmayla karbon dioksit emisyonları kısıtlanmaya çalışılmış ve klima sistemlerinde kullanılan CFC gazlarının yerine, ozon tabakasına zarar vermeyen maddeler devreye girmiştir. Doğayla ilgili bu girişimler, teknolojinin kişilerin yaşamını nasıl etkiliyeceği konusunda sessiz kalmıştır. Teknolojinin hızla ilerlemesi, insanlığın her zaman yararına mıdır? Eğer değilse, bilim ve teknoloji, genelde onlardan anlamayan insanlarca yönlendirebilir mi? Bunlar yanıt verilmesi zor, fakat mutlaka sorulaması gereken sorulardır. Teknolojinin hem iyiye hem de kötüye kullanabileceği herkesin bildiği bir gerçektir. Kuzey Kore, teknolojinin de yardımıyla otoriter bir devlet kurmıştur. Fakat demokrasisiyle övünen Amerika bile, teknolojyi kullanarak vatandaşlarının hürriyetini kısıtlamaya başlamıştır. Örneğin, Amerika içinde yazılan her elektronik posta, Amerikan Milli Güvenlik Kurulu’nun bilgisayarlarınca taranmaktadır. İnsanlığın elinde teknolojinin ilerlemesini hayretlerle izleyip “vay anasına” demekten başka birşey yok mudur? Daniel Quinn’e göre vardır ve buda “kavimsel - ilkel” yaşama geri dönmektir. Beyond Civilization (Medeniyetin Ötesinde), Harmony Books, New York 1999, bay Quinn çoktan çökmüş birkaç devletten söz eder. Bunların arasında Maya ve Olmek te vardır. Daniel Quinn’e göre, bu medeniyetlerin yok olmasında, savaş, hastalık, doğal afetler, ve iç savaş gibi klasik bir neden yoktur. Yazara göre bu devletlerin vatandaşları medeniyete sırtlarını çevirip ormana, ilkel hayata geri dönmüşlerdir! Quinn’in tezinin doğru veya yanlışlığını saptayacak kadar bilgili değilim. Fakat olan bitenlerle ilgilenmenin ve onlar hakkında bilgi edinmenin büyük önemine inanan biriyim. Bilimin yarattığı teknoloji, büyük çapta insanların benimsemesiyle gelişir. Teknolojiyi yönlendirmede, din, devlet ve devlet dışı örgütler para kadar etkili değillerdir. Bay Quinn’e göre bu teknoloji çağında bile “kavimsel” bir yaşam kurmak mümkündür. Bunu yapabilmek aklımızı ve paramızı iyi kullanmaya bağlıdır (Yazara göre insanlığın kurtuluşu kavimsel-ilkel çağa geri dönüşle mümkündür). Dikkat ederseniz bu konu tartışmaya ve saatlerce konuşulmaya açık bir alandır. Önemli olan herkesin konu üzerine düşünmesi ve düşüncelerini açıklamasıdır. Peki siz ne düşünüyorsunuz? Editör
  10. editor

    İzlenimler

    Türkiye’ye her dönüşümde değişen ve değişmiyeni izler, 40 yılı aşan ayrılığın penceresinden parça parça gelen görüntüleri birleştirip bir bütün yapmaya uğraşırım. Bunun çok zor bir şey olduğunu bilmeme rağmen, bu alışkanlıktan bir türlü vaz geçememişimdir. Ülkede iki aya yaklaşan ve bir hafta önce sona eren ziyaretimden bazı izlenimleri sizlerle paylaşmak isterim. İnsan İlişkileri: Türk kültürünün en iyi özelliklerinden biri, insanların “sıcaklığı” ve misafirperverliğidir. “İlişkilerin eskisi gibi olmadığı” sık sık ve üzüntüyle dile getirilen bir sitem olmasına rağmen, insan ilişkilerinde Amerika’yla kıyas edilemeyecek bir sıcaklık ve samimiyet vardır. Türkiye’yi bu ziyaretimde de, yukardaki siteme rağmen, insanlarımızın sıcak kişiliklerini koruduklarını mutlulukla izledim. Uzun yıllar önce bizim şehrin Ulusların Festivali’nde genç bir Alman bayan Türkiye’de gördüğü sıcaklığı ve misafirperverliği düşündükçe, Almanlar’ın Türklere karşı tavrının kendisini ne kadar utandırdığını söylemişti. Türklerin “sıcaklığını” Türkiye’yi gezen Amarikalı arkadaşlar da vurgular. Umarım ki kültürümüzün temellerinden biri olan bu özellik, “modernleşmenin” bir kurbanı olmaz. Komple Teorileri: Türkiye dünya komple teorilerinin bir odak noktası olarak göründü bana. Bizim toplum, dünyada her olan bitende (zelzele gibi doğal afetler dahil) Amerika’nın parmağını görüyor. Bu teorilerin çoğu, esasında Türkiye’de ortaya atılmış değil, fakat, gördüğüm kadarıyla, bizim insanlar bu teorileri çok benimsemiş. Bana ilginç gelen bu kompleler arasında SARS’ın Amerikalılar tarafından geliştirilen bir mikrop olduğu, Bingöl zelzelesinin nedeninin Irak’a atılan bombalar olduğu, 11 Eylül’ü Amerikalıların kendileri yaptığı, ve tezkerenin geçmemesinin bir Amerikan planı olduğu vardı. Baştan bunları pek önemsememiştim ama, ülkenin ileri gelen bir gazetesinde okurların komple teorilerini yayınladığını görünce, üzüldüm. Zelzelelerde yerle bir olan binalar yapan inşaatçıların avukatı olsaydım savunmayı şöyle yapardım: “Kardeşim, yaptığımız binalar zelzeleye dayanıklı, fakat Amerikan bombasına ne dayanır!” Şehirler Arası Otobüsler ve Dolmuşlar: Bence, Türkiye’yi ve Türkleri tanımak demek, otobüsle ve/veya dolmuşla yolculuk yapmak demektir; özellikle hava alanı olmayan yerlere. Otobüs yolculuklarında ülkemizin her kesiminden gelen 35-40 kişinin kaderi, geçici olsa bile, birleşir. Kişiler arasındaki sohbet, okunan gazeteler, ve muavinin hüzünlü bakışlar ve alçak gönüllülükle yaptığı servis, toplumumuza açılan bir pencere gibidir. “Dinlenme tesislerinde” sıralanan son model otobüsler ve ilkel köy yollarıyla günlük çaba içinde olan dolmuşlar, ülkemizin yetersiz yollarına meydan okur gibidir. Bütün güçlüklere rağmen taşımacılıkta bu kadar ileri olmamız, enerjimizin ve yaratıcılğımızın bir simgesidir. Okumamamız: Bir ülkede komple teorilerin çokluğu, belki de o ülkenin okumayla pek arası olmadığının bir belirtisidir. İzlediğim kadarıyla, televizyon veya başkalarından (özellikle inanılan komple teorilerine uyuyorsa) duyduklarına soru sormadan inanmak halkımızın göze batan bir özelliği olmuş. “Televizyondan duydum“, “filmini gördüm”, veya “bir arkadaş söyledi”, tanıdıklarımın inandıklarını doğrulamak amacıyla en çok tekrarladıkları sözlerdi. Örneğin, Oliver Stone’nın “Geceyarısı Ekspres’ini” saçma bulan arkadaşlar, aynı kişinin yaptığı “Kennedy” filmine içten inanmışlardı. Okumada zorluk çeken köylü akrabalarımla, üniversite mezunu arkadaşlarım arasında dünya olayları açısından büyük bir görüş ayrılığı yoktu. Değil madalyonun her iki tarafına da bakmak, izlediğim kadarıyla, madalyonun tek bir tarafına bile bakmaya üşenen bir toplum olmuşuz. Tarih ve Doğa: Türkiye’nin zengin tarihi herhalde ülkenin muhteşem doğasına borçludur. Türkiye’nin doğası, her türlü saldırıya rağmen, hala güzelliğini koruyor. Doğanın bu direnişi, bütün yolsuzluklara rağmen ülkenin hala ayakta kalmasına benzer. Ekonomide olduğu gibi doğa konusunda da bir ikilem var. Yolsuzluktan şikayetçi arkadaşlar, yaşamları için kendilerinin de “biraz da olsun” yolsuzluk yapmaları gerektiğini savunuyorlar. Doğanın betona kaybedildiğden şikayet edenler, fırsat buldukça aynı betonlaşmayı kendileride yapıyorlar. Türkiyenin, kalıntılarla belirlenen, en az on bin yıllık bir tarihi vardır. Bu kalıntılardan birini, Hasankeyf’i, ilk kez bu defa gördüm. Beldedeki sessizliğin nedeni yakında sular altında kalacağının bilinçliliğiydi? Yoksa Hasankeyf, tarihin her döneminde sessiz kalmayı mı seçmişti? Hasankeyf’i üzüntüyle hatırlarken, yeniden canlanan Pamukkale’yi görünce ümitlendim. Bu sevincim, Hasankeyf’in “kurtarılmasının” düşünüldüğünü okuyunca daha da arttı. Adıyaman’daki Nemrut Dağı kalıntıların da onarıldığını duyunca sevincim iyimserliğe dönüştü. Türkiye’nin doğa ve tarihene bakıpta kötümser olmak bence mümkün değidir. Televizyon: İleri gelen bir Romanya’lı yazar, biz Batı kültürünün özünü bilmeden, havasını civasını kopyalıyoruz demiş. Bu deyim, tam anlamıyla bizim televizyonları tanıtır. Genelde, Amerikan televizyonlarının kötü programlarının kötü taklitleriyle dolu televizyonlarımız, bu programlara “yerli” yıldızlarımızın anlamsız yaşamlarını sergiliyerek günü dolduruyorlar. Amerika’da bu tür programlar genelde akşam yemeğinden önce gösterilir, Türkiye’de ise, inadına bu programlar yemekten sonra. Ekonomik kriz nedeniyle kıvranan halkımızın, “falan yıldızın çılgınca” eğlendğini görünce neler düşündüğünü merak ederim. Uzun yıllar önce bazı İran’lı arkadaşlar, İran fakirlik içindeyken Şah’ın St. Tropez’den gelen kayak görüntülerinin kızgınlıkla karşılandığını söylemişlerdi. Bizim halkımız da, kendilerine sunulan ve kendi yaşamlarıyla hiç ilgisi olmayan bu tür programlara iyi niyetle bakmaya devam edecek mi? Gürültü: Gençliğimde “cadde üstünde” oturmak Türkiye’de modaydı. Fakat şimdi cadde üstünde oturmak, nerdeyse sabaha kadar uyuyamamak demektir. Yaz aylarında davul zurnalı düğünler gece yarısına kadar her yeri titretir. Gece yarısından sonra belediyelerin çöp kamyonları, davul zurnayla yarışırcasına saatlerce etrafı dolaşır. Zaten gecenin her saatinde korna çalmayı bir milli görev sayan sürücülerimiz, Türkiye’yi gürültü zenginliğinde dünyanın ileri ülkelerinin arasına sokmuştur. Düğünler ve gece yarısından sonra başlayan belediye servisleri bizi bu konuda, eminimki, dünya birincisi yapmıştır. Dolayısıyla, bu sefer de Türkiye’deki ilk bir iki haftam, bu gürültüye alışmak (kabullenmek) çabasıyla geçti. Her zaman olduğu gibi, Amerika’ya geri döndüğümde bu sefer de mahallemin sessizliğine alışmam bir hafta tuttu. Türkiye’nin gürültüsünü özlemiyorum desem yalan olur. Türkiye’yi sevmek ve özlemek bir terazide olumluyla olumsuzu karşılaştırmakla olmaz. Umudum, Türkiyenin, bizi ona bağlayan güzelliklerinden büyük bir ödün vermeden modernleşmeye devam etmesidir. Sevgiler Hicri Köroğlu
  11. editor

    Cihad

    CİHAD Onbir Eylül 2001’den sonra Amerikalılar İslam’ı hızla öğrenmeye çalıştılar. İslam, yeni yayımlanan birçok kitabın, gazete yorum sayfalarının ve televizyon “açık oturumlarının” önde gelen konularından biri olmaya başladı. Gazete ve televizyonlarda, değişik Amerikan universitelerinden İslam kürsüsü profesörleri, Mısır, Pakistan, Suudi Arabistan ve diğer İslam ülkelerinden bu konuda uzmanlar sık sık yorum yaptılar, sık sık konuk olarak televizyona çıktılar. Bu tür aktiviteler son zamanlarda ivme kaybetmeye başlamışsa da, İslam hala Amerikalıların ilgisini çeken önemli konulardan biri olmaya devam ediyor. Özellikle Cihad sözcüğünün İslam’daki anlamı en çok sorgulanan bir şey olma özelliği taşımaktadır. Amerika’nın önde gelen sözlüğü, Webster’s Collegiate Dictionary’e, göreCihad (İngilizcesi Jihad olarak yazılır) “İslam adına girilen kutsal bir savaş” tır. Cihad, Usama Bin Laden dahil, birçok Müslüman’ın savaş sırasında kullandığı bir sözcüktür. Bu sözcüğü en son kullanan Saddam Hüsseyin olmuştur. Burda bilinmek istenilen, bu sözcüğün başka anlamı olup olmadığıdır. Bu konuda yorum yapan bütün İslam uzmanları, Amerikalılar dahil, Cihad’ın esasında “Yaratan’a ermek amacıyla kişisel bir arayış” olduğunu ve sözcüğü başka anlamda kullananların art niyetli olduklarını savunmuşlardır. Bazıları Cihad’la Haçlı Sefer’ini (İngilizcesi Crusade) karşılaştırmışlar ve Haçlı Sefer’inin çok daha kırıcı bir deyim olduğuna değinmişlerdir. Öbür yandan bazı Hiristiyan sözcüleri, Pat Robertson ve Jerry Falwell gibi, Cihad’la şiddeti eşleştirmişler ve İslam’ın Hiristiyanlıktan çok daha savaşsever bir din olduğunu söylemişlerdir. Falwell, söyledikleri için özür dilemişse de, kanımca Amerika halkının genel düşüncelerini dile getirmiştir. Türkiye’de doğup büyümeme rağmen, Cihad hakkında, 11 Eylül’e kadar, pek düşündüğümü söyleyemem. Fakat sözcük günün konusu olduktan sonra bildiklerimi ve duygularımı gözden geçirmek gereksinimi duydum. Amerikalılar, Crusade (Haçlı Seferi) sözcüğünü çok sık kullanan bir toplumdur. Örneğin fakirliğe karşı crusade, esrar’a karşı crusade, yolsuzluğa karşı crusade, halkın sık sık duydukları arasındadır. 40 yılı aşan Amerikan yaşamıma dayanarak söyleyebilirimki Crusade sözcüğünün nereden geldiğini bilen Amerikalıların sayısı nüfuslarının yüzde onundan azdır. Crusade, ortaya çıktıktan yaklaşık bin sene sonra, her çaba için kullanılan bir sözcük olmuştur. Bu demek değildir ki Başkan Bush’un terörle savaşı “Crusade” olarak tanıtması doğrudur. Sözcüğün İslam dünyasında yaratacağı rahatsızlığı göz önünde tutup, kullanmaması gerekiyordu. Fakat hem sözcüğün anlamının epey değişmiş olması ve hem de Bush’un herkesçe bilinen gafları, ortalığı yatıştırmada etkili olmuştur. Belki bilgisizliğimi gösterir ama, Cihad’ın “bir iç arayış” olduğunu ilk kez 1.5 sene önce duydum. Tarih kitaplarımız Cihad’la savaşı birleştiren örneklerle doludur. Örneğin, Osmanlı sultanlarının hemen hepsi, Avrupalılarla savaşı (saldırı vaya savunma olsun) Cihad ilan ederek başlatmıştır. İslam’da “iç arayışı” en iyi dile getiren belki de bizim Sufi şairlerimizdir. Fakat onların bu “iç arayışa” Cihad dedikleri ne bize öğretilmiştir ne de Sufi şairlerin en yücesi Yunus Emre’nin şiirlerinde böyle bir benzetme vardır. Ayrıca, benim köyde okur-yazar olmayanlar dahil, Müslümanların büyük çoğunluğu (benim inandığım), Cihad’ı Webster’de tanıtıldığı gibi algılarlar. Beni kurcalayan bu gibi düşüncelere, konu hakkında benden fazla bilenler de değinmiş ve sözcüğün, esas anlamının “Tanrı’yla bir olma, onunla birleşme” çabası olduğunu söylemişlerdir. Tarihte her dinin art niyetlilerce istismar edildiğini ve İslam’da da Cihad sözcüğünün, yüzyıllarca istismarından sonra, hak ettiği anlamı kazanma zamanı geldiğini vurgulamışlardır. Aynı zamanda bunlar, İslam dininde reformun, din hürriyetinin getirdiği dinamiklikten dolayı, belkide Amerika’da başlayacağını ve bu reforlar arasında başka dinlerle uyum sağlamının da olacağını dile getirmişlerdir. Amerika dışındaki ileri gelen Müslümanların bu tür düşünceleri nasıl karşılayacağını bilemem. Fakat başkaları ne yaparsa yapsın, ne derse dersin, uyumluluk, anlayış ve tolerans öğütlemek her insanın ve her dinin görevi olmalıdır. Zengin/fakir ve hür/köle olarak zaten kutuplanmış bir dünyada insanlığı birbirinden daha da uzaklaştıracak pedegojiden vazgeçmemiz gerek. Böyle bir yakınlaşmayı Amerika’da ki Müslümanlar mı yoksa İslam dünyasının içinden birileri mi sağlayacak benim için önemli değildir. Önemli olan ilk adımları atmaktır. Editör
  12. editor

    Amerika ve Irak Problemi

    Sayın Erdoğan: Yazınıza teşekkür ederiz. Bizim köşemizin amaçlarından biri, sitemizi kullananlarla değişik konularda diyalog kurmaktır. Fikirlerinizi bize iletmeye devam edeceğinizi umarken, yazdıklarınızla iligili görüşlerimi kısaca açıklıyorum. Amerika'nın bir varil petrole verdiği fiyatlaTürkiye'nin verdiği fiyatın aynı olduğunu eminim ki sizde biliyorsunuzdur. Benzin fiyatlarındaki farkın en büyük nedeni devlet birimlerinin petrole koyduğu vergidir. Örneğin, çıkardığı petrolün hemen hepsini ihraç eden Norveç'te benzinin fiyatı Türkiye'dekiyle eşittir. Amerika'nın petrolden az vergi alması burda çok tartışılan ve sağ/sol çizgisini belirliyen bir konudur. Ayrıca, 1970'lerden beri İran ve 1991’den beri Irak, Amerika'nın "kontrolü" altında olmamasına rağmen, petrol piyasası istikrarlı bir şekilde yürümeye devam etmiştir. Doğal olarak bu süreçte, yeni petrol kaynaklarının, ve değişen uluslararası ilişkilerin büyük etkisi vardır. Son üç beş aydır Rusya, petrol üretiminde Suudi Arabistan'ı geçmiştir. Rusya ile Amerika arasındaki yakınlaşma buna bağlı olabilir. Özetle, ben petrolün önemi yoktur demedim. Fakat inandığım şu ki, yazımda değindiğim gibi, petrol kadar önemli başka konularda vardır, ki bunları yazımda sıralamıştım. Savgılarımla Hicri Köroğlu Editör-Turksh-Media.com
  13. editor

    Kendi Kitabını Yazmak

    Seksenli yılların sonunda Dünya Osmanlı Tarihçileri, konferanslarını Minnesota eyaletinde yapmıştı ve Minnesota Üniversitesi Osmanlı Kürsüsü başkanı Profesör Caesar Farrah üye olduğu Türk-Amerikan derneğinden bazılarımızı tarihçilerlere verilen bir resepsiyona davet etmişti. O resepsiyondan bende kalan en derin iz bir Macar tarihçisinin dediğiydi: “Kendi kitabını kendin yaz.” Macar profesör devam etmişti: “Bu konferansta Türk olmayan bütün tarihçiler, Osmanlı tarihini yabancılar tarafından yazılanlardan öğrenmiştir.” Profesörün dedikleri esasında uzun zamandır düşündüğüm bir konuydu. Neden Tarihimiz, bizim yazdıklarımızdan değil de, yabancıların yazdıklarıyla biliniyor du? Bu soruya yanıt aradığımda, doğal olarak ileri sürülen bazı tezleri düşündüm. Doğrudur, Batı dillerinden biriyle (özellikle şimdiki “dünya dili” İngilizce ve geçmişin “dünya dili” Fransızca), yazılan eserleri başka dillere çevirmek, Türkçe yazılan bir eseri çevirmekten daha kolaydı. Ayrıca, Batı’da, Türkiye’ye karşı bir ön yargı olduğu da doğruydu. Fakat beni düşündüren, bu sorunun başka nedenleri olup olmadığıydı. Türk toplumunda, tarhimizle ilgili düşünce ve bilgilerimizi serbestçe açıklamamızı engelliyen koşullar mı vardı? Yoksa toplum olarak “üstüne fazla gitmemeyi” benimseyip sessiz kalmayı mı seçmiştik? Bunların yanıtını tam olarak bilmeme rağmen, sessiz kalmamamızı gerektiren durumlarla karşılaştığımda, ister istemez bu sorular tekrar tekrar canlanıyorlar. Örneğin, iki değişik kaynaktan birincisi, Amerikanın en büyük müzesi Smithsonian’ın yayın organı Smithsonian dergisi ve tarihçi Arnold Toynbee’nin Mankind and Mother Earth (İnsanlık ve Ana Doğa), Alman Musevilerinin Türk kökenli olduğunu okudum. Burda konuştuğum Macar arkadaşlar da, kendi tarih kitaplarında bunun yazıldığını ve Türklerle Macarların çelişkilerinden birinin Musevi Türkler’in Şaman Macarları sünnet etmeye kalkmaları olduğunu söylerler. (Almanların Yahudi soykırımını anlatan Holocaust adlı Amerikan televizyon dizisinde bütün “ekstraların” Türk oluğunu biliyormuydunuz?) Bu kaynakların verdiği bilgiler yalnış olabilir, fakat Türk tarihçilerin ve sosyal bilimcilerin bunun üstüne gitmesi gerekmez mi? Yoksa, Müslüman olmayan bir Türk kaviminin varlığı bizi rahatsız eder diye mi bu konuyu araştırmıyoruz? Eski İsrail dış işleri bakanı Abba Eban, bir Amerikan televizyon kanalında “İsrailliler” adlı bir dizi sunmuştu. O dizide Musevi-Alman-Türk tezine değinmiş ve hiçbir delil vermeden (veya iddia edilenleri çürütmeden) “bu tarihçilerin bir uydurmasıdır” demişti. Zaten Abba Eban başka şekilde konuşamazdı, çünkü İsrail kendi varlığını bütün dünya Musevilerinin Filistin kökenli olduğuna bağlıyordu. Filistin’de, İsraillere göre, tek Allah’lı dinlerin kutsal kitaplarında yazıldığı gibi Allah tarfından Musevilere armağan edilmişti. Amerika’da “kalem kılıçtan güçlüdür” diye bir laf vardır. Hep sorarım: Arap tarihçileri, Musevilere başka ırklardan karışım olmadığını iddia eden bu saçma teoriyi neden çürütmeye çalışmıyorlar? Yine seksenli yılların sonunda Amerika’ya kültür misafiri olarak gelen bir Türk opera sanatçısıyla tanışmıştım. Sanatkarın bana ilk sorduğu soru Salman Rushdie’nin Şeytan Ayetleri kitabının neden Amerika tarafından yasaklanmadığı idi. Hiristiyanlığın peygamberi İsa’nın cesedinin köpekler tarafından yenildiğini iddia eden kitapları yasaklamayan Amerika’nın, Rushdie’yi de yasaklayamayacağını sanatkara hatırlatınca öfkeyle seslenmişti: “Bu kadar da hürriyet olmaz ki!” Sanatkarın bu sert tepkisini, İran mollalarının Rushdie’ye çıkardıkları ölüm fetvasını onaylaması olarak kanıtladım. Düşündüklerini korkusuzca yazan Turan Dursun, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı ve diğerlerinin öldürülmesinden sonra, kendi tarihimizi niye kendimiz yazamıyoruz sorusunun yanıtına biraz daha yaklaştım. Görünüşe bakılırsa, toplumumuzda önemli olan, yazdıklarımızın inandıklarımızla uyumluluğudur. İnandıklarımızın gerçekle veya tarihle bağdaşıp bağdaşmadığı önemli değildir. Bir bakıma, opera sanatkarı, toplumun duygularını seslendirmiş ve suçun, belki de gereğinden fazla hür düşündükleri için, öldürülenlerde olduğunu anlatmaya çalışmıştır. Öldürenlerin bir türlü bulunamaması da belki toplumun bu tavrına dayalıdır. Batı’da az gelişmişliği tembelliğe bağlayan kişiler vardır. Belki Arap tarihçileri tembelliklerinden dolayı sahayı İsrail ve Batı tarihçilerine bırakmıştır, fakat bence Türkiye’de durum başkadır. Kendi tarihimizi, başkalarının önemseyeceği şekilde , kendimizin yazması için toplumun getirdiği tabu zincirini kırmamız gerekiyor. Özgürlüğün kısıtlanmasını doğal bulan bir toplumun kendisini köleliğe mahkum ettiğini görmemiz gerek. Editör
  14. editor

    Üç Kitap

    Sizlerle son günlerde okuduğum üç kitap hakkında biraz dertleşmek be bilgi alışverişi yapmak istiyorum. Bunu yapmadan önce hatırlatmak isterim ki, bu kitaplar Batılılar tarafından yazılmıştır. Dolayısıyla, dünyaya bakışım, ister istemez, batı görüşüyle mayalanmıştır. Batı yazarlarının, dünya kültür, sanat ve tarihiyle ilgili düşüncelerin oluşturulmasında önemli katkıları vardır. Örneğin Çin veya Japonya dışında, o ülkeler hakkında bilinenler, batılıarın yazdıklarıdır. Aynı şekilde, Türkiye, Türkler veya İslam hakkında bilinenler de yine batılıların yazdıklarıdır. Doğal olarak beni en fazla ilgilendiren kitaplar konuları Türkiye olanlardır. Son bir iki yıl içinde, büyük olasalıkla 11 Eylül’den dolayı, Amerika’da, Türkiye ve özellikle İslam içerikli birçok kitap yayımlanmıştır. Bunlardan okuduğum üç tanesinin çok kısa bir özetini sunuyorum. Sword of Islam - İslamın Kılıcı (John C. Murphy Jr., Prometheus Books, New York, 2002) Onbir Eylül olaylarından sonra, Amerika’da 11 Eylül olayı hakkında kitap yazma yarışı başladı. Bir kitap ne kadar erken yayınlanırsa o kadar para yapacaktı. Bay Murphy’nün de önemli amaçlarından birinin para yapmak olduğu, kitabın üç- beş sayfasını okuduktan sonra, anlamak zor değil. İkiz kule olaylarından sonra Amerika’yı saran korkuyu aşırı derecede körükleyen Bay Murhpy, her taşın altında bir Müslüman teröristi görüyür. Bir taraftan İslam’ın güzelliğini vurgulayan yazar, öbür yandan İslam’la, Güney Amerika, Avrupa ve Japonya teröristlerini bir araya getirip, Amerika kararlı davranmazsa, ülkenin başına gelebileck korkunç senaryolar yaratıyor. Bay Murhpy’e göre kararlılık, 1970’lerde kanatları kırılan CIA ve FBI’ya tekrar çok geniş kapsamlı yetki verilmesi, göçmenlik bürosunun reformu, gerekirse Irak’a Amerika’nın tek başına saldırması gibi şeyler oluyor. Bay Murphy’in kitabında utanılacak yanlışlıkar vardır. Örneğin Hatay’ın bugünün Suriye’sinde olduğunu ve Salahattin Eyübü’nun Orta Asyalı bir Kürt olduğunu yazmaktadır. Ayrıca eski başbakan Erbakan’ın ismini anlamadığım bir hecelemeyle yazmıştır. Yanlışlıklar bir yana, Sword of İslam’ın en korkulacak yönü, askeri tarihçi olan Bay Murhy’nin, doğuşundan bu yana, dünyadaki bütün sorunları İslam’a yüklemesidir. İslam’dan aşırı derecede korkan yazar, üstü kapalı olarak, Avrupa’da Bosna gibi bir Müslüman ülkesi yerine, Milesoviç’in soykırımını benimsiyen bir tavır tutunmuştur. Sağcı Amerikan hükümetinin, aşırı sağcı John Murphy Jr.’un dilediği gibi davranması sürpriz değildir. Başka bir devirde, John Murphy Jr. gibi aşırı önyargılı birini aptalın teki olarak dışlamak belki de kolaydı. Fakat bulunduğumuz ortamda, onun ve onun gibilerinin bu ülkenin politikasında önemli sesleri olduğunu okuyunca daha iyi anladım ve sizede hatırlatmak isterim. Kitabı şu adresden temin edebilirsiniz: Amazon.Com Crescent & Star – Ay ve Yıldız (Stephen Kinzer, Farrar, Straus & Girgux, New York, 2001) New York Times’ın eski İstanbul muhabiri, Steven Kinzer’in kitabını, belki de yazarın Türkiye ve Türkler’e hayranlığı dolayısıyla, zevkle okudum. Türkiye’yi birçok yönüyle ele alan kitabın önemli tezi, Türkiye’nin 21. yüzyıla adını yazdırabilecek potensiye olduğunu belirtmesidir. Yazar, Türkçede en fazla sevdiği sözcüğün 'İstiklal' olduğunu söylemekle kitabına başlıyor. Sözcüğün anlamı kadar, İstanbul'un İstiklal Caddesi de Kinzer’i etkilemiş. Yazara göre, İstiklal Caddesi, Türkiye’nin umudunu, dinamikliğini ve iyimserliğini yansıtan bir aynadır. Bay Kinzer, kendini kötümser hissettiği anlarda, İstiklal Caddesinde geçirdiği birkaç saatla, Türkiye’nin geleceğine tekrar umutla bakmaya başlıyor. Steven Kinzer “en az sevdiğim Türkçe sözcük Devlet’tir” diye devam ediyor . Devletin, toplumda en güçlü, yüce ve soyut bir kavram olduğunu ilave eden yazar, istiklal ve devlet sözcüklerinin çelişkide olduğunu vurguluyor. Amerikalılar kişiyi devletin üstünde gördüklerinden, Kinzer’in “kişi üstünde devlet” kavramına olumsuz bakması doğaldır. Hatta, Türkiye’nin medeni ülkeler arasında yerini alabilmesi için devlet kavramının değişmesi gerektiğini savunması da. Bu açıdan devam eden yazar, güdülecek politikayı içeren düşüncelerini yazıyor. Kinzer, Türkiye’nin en büyük sorunları arasında dinsel duyguların gerektiğinden fazla bastırılması ve ordunun bu konuda çok titiz olmasında görüyor. Ayrıca, ona göre, devletin kutsallığı, üst düzey idarecilerin yolsuzluklarının kapalı kalmasına neden oluyor. Örnek olarak, dönemin başbakanı Çillerin, “devlet adına yaptık” demesiyle bazı sorunluluklardan kolayca kurtulduğunu veriyor. Yazarın bu görüşleri, tartışılacak konular olmasına rağmen, genelde batılıların düşüncelerini yansıtmaktadır. Bay Kinzer’e göre, Türkiye İslam dünyasına önderlik yapmanın kapısına gelmiş olup, bu liderliği tam anlamıyla elde etmesi için birkaç adım daha atması gerekmektedir. Bu adımlar arasında devletin halka “açılması” ve özellikle dinsel duygular üstüne korkuyla gidilmemesidir. Dine daha toleranslı davranması gerektiği, AKP ve diğer dinci partilerin savunduklarından pek farklı değildir. Batı’daki başka yorumcular gibi, Bay Kinzer’de, Türkiye’nin İslam dünyasındaki seçkin yerinin, ordu ve toplumun din konusundaki titizliğine bağlı olup olmadığına değinmemektedir. Yazar, Erbakan’ın Türkiye’yi çok ileriye götürecek büyük bir fırsat kaçırdığını ve ilk olarak İran ve Libya’ya gitmekle aşırı İslam’a ödün verdiğini kaydediyor. Fakat yazar, ileride gelebilecek din kökenli bir hükümetin aynı davranışları durumunda ülkenin neler yapması gerektiği konusunda sessiz kalıyor. Steven Kinzer, gerçekten Türkiye’nin “hak ettiği” yere gelmesini içten isteyen bir kişi. Yazar, bir taraftan Türkiye’nin her konuda diğer İslam ülkelerinden üstünlüğünü Kemalist reformlarda gören, öbür yandan bu reformlar’ın gereğinden fazla ezici olduğunu savunan bir tavır tutunmuş. Steven Kinzer, domuz eti yemeyip şarap içen Türklerin İslam’a bakışlarının zaten farklı olduğunu, ve İran’da veya Cezair’de yaşanan olayların Türkiye’de olamayacağını savunmuştur. Bu görüş esasında birçok batılı yazarın paylaştığı bir tezdir. “Neden korkuyorsunuz”, bize sık sık yönlendirilen bir sorudur. İran veya Pakistan gibi olmaktan korktuğumuzu söylemek, Kinzer ve onun gibi düşünenleri pek tatmin etmeyen yanıtlar oluyor. Kitabı şu adresden temin edebilirsiniz: Amazon.Com Atatürk – (Andrew Mango, The Overlook Press New York & Woodstock, 1999) Atatürk’ün hayatı Batı’da en fazla işlenen konular arasındadır. Dolayısıyla Andrew Mango’nun kitabında yeni bilgi aramak doğru değildir. Bay Mango, bilinenleri başka bir açıdan ele almış, ve Atatürk’ün hayatını, iyilik veya kötülüğüyle, “normal” bir insanın yaşamı olarak işlemiştir. Bundan dolayıdır ki, kitabı bitirdiğimde, Atatürk’e olan hayranlığım daha’da artmıştır. İçimizden çıkan birinin yaptıkları, doğa üstü yetenekleri olan birinin yaptıklarından çok daha gurur ve ilham vericidir. Kitabınının hemen tümünü Türk kaynaklarından alan Bay Mango, okuyucuya akıcı ve güzel derlenmiş bir kitap sunmuş, ve Mustafa Kemal’in yaşam öyküsünü, doğuşundan ölümüne kadar, adım adım açıklamaya çalışmıştır. Yazar, Kemal isminin kronoljisi gibi, bazı konularda belgelere dayanmayan yorumlar yapmışsa da, bu gibi yorumları genelde ana konu dışında bırakmıştır. İstanbul doğumlu Andrew Mango, kitabında Mustafa Kemal’in arkadaşları ve onun arkadaşlarıyla ilişkisine geniş yer vermiş, ve olayları değişik açılardan değerlendirmeye çalışmıştır. Mustafa Kemal’in, zamanın önemli kişileriyle arkadaşlığı veya rekabeti, kitabın ilk bölümlerinde detaylı olarak işlenmiş, ve Enver Paşa ile Mustafa Kemal’in yaşamları karşılatırlmıştır. Enver Paşa, Mustafa Kemal’i kıskandığından onun başarılarını (özellikle Gelibolu’da), Birinci Dünya Savaş’ının sonuna kadar kamuya sunulmasına, yazara göre, engel olmuştur. Bay Mango’ya göre, Enver Orta Asya’da ölüme giderken, Kemal’ın Andadolu’da yeni bir Türkiye kurmaya başlaması, Mustafa Kemal’in realist düşüncelerinin, Enver’in saçma hayalperestliğinden ne kadar üstün olduğunu gösterir. Yazara göre, Mustafa Kemal’in Turanizm, köktendinci ve diğer aşırı eylemlere karşı tiksintisi, Enver Paşa’nın akibetinden sonra daha da pekişmiştir. Doğal olarak kitap, Milli Mücadeleye geniş yer vermiş, ve zamanın önemli kişileriyle Mustafa Kemal’in ilişkilerini belgelere dayanarak aydınlatmaya çalışmıştır. Örneğin, Mustafa Kemal’in Erzurum Kongresindeki başarısının kahramanı olarak Kazım Karabekiri göstermiş ve Karabekir’le gelişen gerginliğe, Karabekir’in hem Mustafa Kemal ve hem de diğerleriyle yazışma ve konuşmalarıyla açıklık getirmiştir. Karabekir’in Halife ve Saltanat sevgisinin, Mustafa Kemal’in Türkiye’nin geleceğiyle ilgili düşünceleri ile çelişkide olduğunu ve dolayısıyla aralarındaki yakınlığın uzun süremeyeceğini, Mango’ya göre, görmek zor değildir. Bazı çevreler Mustafa Kemal’in Karabekir’i kötü kullandığını öne sürer, fakat bence, Mango’nun kitabını okuduktan sonra, Mustafa Kemal’in inandığını başarmak için elinde başka bir seçeneği olmadığı kanısına varmak kaçınılmazdır. Bay Mango, Mustafa Kemal’in başarmak istediğinin, din ve tarihten özgür bir Cumhuriyet kurmak ve bu yolda kendi gibi düşünenlerle mücadele vermek olduğunu yazıyor. Mustafa Kemal gibi düşünenler arasında ismi en fazla geçen İsmet İnönü’dür. Kitaba göre, Mustafa Kemal’in, gerekenin kendinden başka birinin başaramıyacağına inananışı ve İnönü’nün de bu görüşe içten katılışı, onların hayat boyu süren yakın arkadaşlığının nedenidir. Kitapta Kurtuluş mücadelesinin birçok simalarının katkıları ve Mustafa Kemal’le ilişkileri, önyargısız anlatılmış. Örneğin, Çerkez Ethem’e birliklerini Batı Ordularına katma teklifi verilmiş ve Ethem de onu reddetmiştir. Bunun üzerinedir ki, Kemal’le arası açılmış ve İnönü’nün birlikleri Ethem’in üstüne gönderilmiştir. Başka konularda olduğu gibi, burda da yazar, Mustafa Kemal’in organize ve liderlik yeteneği ve ileriyi görüşüne değinip konuya açıklık getiriyor. Mustafa Kemal, Kurtuluş mücadelesi filizlenmeye başladıktan sonra, güçlü bir ordu oluşturmanın zamanı geldiğini görmüş, fakat yaşam boyu çete mücadelesi veren Ethem, bunu anlamamış ve sonunda Yunan tarafına katılmıştır. Zaman’ın bazı simaları Çerkez Ethem, İnönü veya Karabekir kadar söz konusu olmamıştır. Örneğin, Adnan ve Halide Edip Adıvar’ın Mustafa Kemal’le aralarının neden açıldığı anlatılmamış, veya yazarın çok kötü gözle baktığı Ali Çetinkaya’nın (popüler olmayan birçok kararlarına rağmen), neden İstiklal Mahkemesi başkanı yapıldığını açıklamamıştır. Bir olasalıkla, Mustafa Kemal, planladığı reformları gerçekleştirmek için eleştirmeyi zorlaştıracak bir ortam yaratmak iştemiş ve Ali Çetinkaya’yı da bir sembol olarak kullanmıştır. Yazarın “Adelet ve Düzen” bölümünü “Reformlar” bölümünün önüne koyması, belkide bu görüşü vurgulamak içindir. Cumhuriyetin kurulmasından sonra, yazar, Mustafa Kemal’in, kendini uzun yıllar planladığı reformları gerçekleştirmeye verdiğini kaydediyor. Yazar, İsmet İnönü’nün hükümeti yönetmedeki üstün yeteneğinin de, soyadı kanunuyla noktalanan bu reformların gerçekleştitilmesinde önemli rölü olduğunu yazıyor. Yazar, Cumhuriyet Halk Partisinin kuruluşuna, çok partili sisteme geçiş çabalarına da değiniyor. Fakat, gerçekleştirelen reformların hiçbirinin demokratik bir sistem içinde yapılamacağını düşünen yazar, Atatürk’ün, belki de bilerek, çok partili sistemin daha da çoğaltacağı eleştiriyi gördüğü her yerde bastırdığını kaydediyor. Andrew mango, efsaneleşmiş Atatürk’ün son üç-dört yılınında sembolik bir hayat yaşadığını ve zamanını dil bilimi ve tarihle uğraşmakla geçirdiğini yazıyor. Yazar, Bu uğraşılar arasında her dilin Türkçe’den kaynaklandığını savunan “Güneş Teoresi” nede değiniyor. Yazar, bu teorinin bütün dünya bilimcileri tarafından çürültülmesine rağmen, Türk düşünürlerin, büyük olasalıkla korkularından, sessiz kalmalarını kınıyor. Ölümünden bir iki yıl önce Atatürk’ün, bir Fransız gazeteciye isminin Türkçe olduğunu, ve gazetecinin kafa tasını da yokladıktan sonra, Türk olduğu iddiasının saçmalığını bilenlerin sessiz kalmalarını, Mango, diktatörlüğün korkulacak boyutu olarak değerlendiriyor. Hayatının sonuna doğru bazı anlaşılmaz düşünceler edinmesine rağmen, Andrew Mango, Atatürk’ün eşşiz bir diktatör-lider olduğunu Kaydediyor. Devrin diğer diktatörleri üniformalı serserileri halka saldırtıyorken, Atatürk’ün Türkiye’ye demokrasi getirecek bir ortam hazırladığını belirtiyor. Mango, Atatürk’ün Türkiyenin yetiştirdiği en ileri görüşlü, en planlı ve en realist bir politikacı oluduğunu, onun yaşam öyküsüyle defalarca ispatlıyor. Atatürk’ün, Türkiye’yi yoktan yaratmasında başkalarının da katkısı olmuştur. Fakat onun ileri görüşü, organize, planlama ve politik yeteneği, ve karizmasının Türkiye’nin tekrar dirilmesinin yıldızı olduğunu Andrew Mango’nun kitabı bir daha vurguluyor. Yazar, kitabının sonuna Milli Mücadeleye katılan kişilerin kısa biografilerini eklemiştir. Yalnızca o bölüm, kitabı okumaya değer bir eser kılmış, bence. Ayrıca, Büyük Nutuktan, Vahdettin’e gönderilen telgraflara kadar birçok belge içeren referans dolu kitap, herkesin sık sık başvuracağı bir eserdir. Kitabı şu adresden temin edebilirsiniz: Amazon.Com Dilerim size üç kitap hakkında azda olsa bazı bilgiler ve düşüncelerimi aktarabilmişimdir. Editör
  15. editor

    Yeni Dünya Düzeninde Göçmenlik

    Bu kıyılara 1962’de ilk adım attığımda göçmenlik beni pek az ilgilendiren bir konuydu. Eğitimimi bitirdikten sonra ülkeye geri dönecektim. Üç yıl sonra bir Amerikalıyla evlenince işler değişti. Oturduğu küçük kasabanın diğer yerlileri gibi, eşimin babası Norveç asıllıydı. İlk tanıştığımızda bana ailesinin Amerika’daki bölümünün kısa bir öyküsünü anlatmış, Norveçle ilgili pek az bilgi vermişti. Norveç hakkında sorduğum bir iki soru sonunda, atalarının ülkesi hakkında fazla bir şey bilmediğini anladım. Tanıştığım diğer ebevyenlerin de atalarının ülkeleri hakkında pek bilgi sahibi olmadıklarını görünce, benim kayınpederin cahilliğinin ona has birşey olmadığına karar verdim. Konuştuğum kişilerin hamen hepsi ikinci veya daha yeni kuşaklardandı. Onların anne ve babaları 19. yüzyılda veya 20. yüzyıl başlarında gemiyle buraya göç etmişlerdi. Haftalarca süren yolculuktan sonra Yeni Dünya’ya kavuştuklarında, geride bıraktıkları ülkeler onlar için başka bir gezegen gibi uzaktı. Yazdıkları mektuplar haftalar sonra (belki aylar sonra) yerine varıyor, gelen yanıtlar ise aylarla ölçülüyordu. Bize erişen yıldız ışınları nasılki milyonlarca yıl öncesinin durumunu yansıtıyorsa, onlara gelen haberler de ülkelerinin geçmişini yansıtıyordu. Doğumlar, ölümler, düğünler, dünün haberleri değil, belki bir yıl öncesinin haberleriydi. İkinci veya daha yeni kuşakların bilgisizliği (habersizliği) doğaldı. Yaklaşık 100 yıl önce başlayan iletişim ve bilgisayar teknolojisi ben buralara ilk geldiğimden bu yana hızla ivme kazanmaktadır. Dünyanın her köşesinde olup bitenleri anında bize sunma yeteneği getiren bu gelişmelerin, Yeni Dünya Düzeni tümlecinin yaratılmasında büyük payları vardır. Bu yeni düzen dünyayı gerçekten küçültmüş, uydu televizyon, telefon ve Internet gibi elektronik sistemler, göçen insanlara ülkelerine tekrar “bağlanma” fırsatı sağlamıştır. Üç yıl önce akrabalarını görmeye giden kızım bana Kahta’dan (Adıyaman’ın bir ilçesi) “burda bile Internet cafe var” diye elektronik posta atmıştı. Bu “küçülen” dünyanın insanları, birbirlerine daha sıcak davranacaklarını, ortak değerler benimsiyeceklerini, ve birbirlerine daha toleranslı olacaklarını savunan sosyologlar şu ana kadar yanılmış oluyorlar. Eğer Amerika örnek olarak gösterilebilirse, gelişmeler beklenenin tam aksinedir. Din, mezhep ve etnik farklılıklar daha büyük önem kazanmış ve “yeni” göçmenleri kendileri gibi olan (düşünen/inanan) gruplara katılmaya yöneltmiştir. Dolayısıyla “Amerikan kazanı” yerine, bir sürü küçük, etnik/kültürel tencere vardır bu ülkede. Kırk yıl öncesine kadar oturdukları eyaleti veya ABD’yi esas tutan seçmenler, şimdi, özellikle başkanlık seçimlerinde, geldikleri ülkelerin çıkarlarını ön planda tutmaktadırlar. Geri bıraktıkları ülkelerinin çıkarı uğruna, Amerika’ya zararlı olacığını bile bile oy verenler, Yeni Dünya Düzeninde Amerika göçmenlerinin sıkça uyguladığı bir şeydir. Biz bu yeni düzenin Türk göçmenleri, geri bıraktığımız yurttaşlarımız gibi, 3 Kasım’da yapılan seçim gelişmelerini heyecanla izledik, önemli futbol maçlarını “canlı” seyretmekte ve sucuktan tutun da zeytinine kadar Internet’ten işlem yapan Türk bakkalarından ısmarlamaktayız. Beş Kasım’da Amerika’nın da ara seçimleri vardı. Bu Yeni Dünya Düzeninde biz Türk göçmenlerin büyük çoğunluğu için 3 Kasım çok daha önemli bir tarih olmuştur. Editör
  16. editor

    Amerika, Din ve Laiklik

    Amerika’nın anayasası yazıldığında, resmi bir din belirlemek önemli bir tartışma konusu olmuş, ve Amerikan tarihçilerine göre, Thomas Jefferson’ın büyük çabaları anayasaya resmi dinle ilgili bir madde konulmasını engellemiştir. Anayasalarında “resmi” bir din olmaması Amerikalıların sık sık övünerek vurguladıkları bir şeydir. Anayasalarında bir din belirlenmemiş olmasına rağmen, din (Hiristiyanlık), Amerikan tarihinde ve günlük yaşamında önemli bir rol oynamaya devam etmektedir. Hiristiyanlık Amerikan yaşamında önemli değişikliklerden geçmiştir. Ondokuzuncu yüzyıla kadar fesat veya dinsizlikle itham edilenleri, Iran’daki mollaları imrendirecek bir şekilde öldürten Puritan mezhebi o şekil uygulamadan vazgeçmiştir. Kiliselerine ibadete gelen katillere, Kızılderililerin soykırımında dince bir sakınca olmadığını belirten papazlar da tarihe katılmıştır. Özellikle son elli yıldır para, dinin çok daha önüne geçmiş ve eskiden kutsal gündür diye Pazar günleri kapatılan alış-veriş yerleri geçmişte kalmıştır. Kapitalizmle baş edemiyeceklerini anlayan dinciler, esasında son yüzyıldır kapitalizmi Hiristiyanlıkla bağdaştırmaya çalışmış ve bunda da çok başarılı olmuştur. İstatistiklere göre, Amerikan şirketlerinin genel müdürlerinin yüzde yetmişi kendilerini dindar (coğunluğu bir Protestant mezhebine bağlıdır) olarak tanıtır. Yirminci yüzyılda yaratılan, ve ekonomik sistemde başarının şartlarından biri olan WASP “White Anglo-Saxon Protestant” (Beyaz-İngiliz Asıllı-Protestant) sözcüğü bu başarının bir simgesidir. Bir kilisenin üyesi olmak, Pazarları ibadete gitmek, gönüllü olarak (özellikle din uğruna) başkalarına yardım etmek dinciler tarafından Amerika’nın şuuruna işlenmiş ve Amerika’lıların kendilerini “Allah’ın seçtiği” bir ırk olarak görmesinde büyük rol oynamıştır. Millet Meclisi başkanı Dennis Hastert partisinin son ara seçim başarısını bile bu görüşle eş kılmıştır. Bay Hastert, seçimle ilgili yaptığı açıklamada, seçim zaferinin Amerika’yı Hiristiyan prensiplerine bağlı olarak yönetmeleri için Allah’ın sunduğu bir armağan olarak gördüğünü söylemiştir. Amerikan ozanı Bob Dylan’ın “God Is On Our Side” (Allah bizim tarafımızı tutar) türküsü her ne kadar bu düşüncenin saçmalığını vurgulasa da, halkın büyük çoğunluğu, Dennis Hastert gibi, Amerika’nın Allah yanında özel bir yeri olduğuna inanır. Kızılderilileri yok etmede bile Allah’ın parmağını gören Amerika’lıların, dünyanın en güçlü ülkesi olmalarına da Allah’ın verdiği bir nimet olarak bakmaları, “seçilmiş” olma inancının bir uzantısıdır. Hiristiyanlığın toplumla bukadar kaynaşması bir boşlukta gelişmemiştir. Anayasanın laikliğini esas tutan örgütler, özellikle 1920 ve 1930’larda, önemli başarılar elde etmiş ve toplumun her kesimine sarkmış dinde kısatlama aramışlardır. Bunlardan, bayan O’Hara tarfından kurulan “Allaha İnanmayanlar” derneği, Anayasa mahkemesinden devlet okullarında dini eğitmle dini törenleri yasaklayan kararlar almıştır. ACLU “Amerian Civil Liberties Union” (Amerikan Sivil Özerklik Derneği), bu konuda hala çok aktif bir örgüttür. ACLU’nun en son çabası Hz. Musa’ya geldiği varsayılan emirlerle ilgilidir. Hem Hiristiyanlar ve hem de Museviler Allah’ın Hz. Musa’ya On emir gönderdiğine inanır ve bu emirleri dinlerinin temeli sayarlar. Bazı eyalet ve beldeler bir tablette yazıldığı varsayılan bu “emirleri” belediye ve eyalet binalarında sergilemişler, fakat kısa bir zamanda ACLU’un açtığı davalarla karşılaşmışlardır. Bundan birkaç ay önce, Anayasa mahkemesi ACLU’yu haklı bulmuş ve devlet binalarında bu gibi dini sembolleri sergilemenin anayasaya karşı olduğunu bildirip, sergilerin kaldırılmasını emretmişti. Amerika’nın kuruluşundan bu yana, din ve laiklik tartışması kesintisiz devam etmiştir. İç savaşlarından beri her para birimlerinde “In God We Trust” (Allaha güveniyoruz) yazdıran, meclis yılını duayla açan (bu açılışların birkaçını Müslüman imamlar yapmıştır), başkanlarını İncil’e el koydurarak yemin ettiren bir toplum, “laik midir” sorusu, üstünde düşünülmesi gereken en önemli sorundur. Amerika’lılara sorarsanız yanıt, “evet Amerika laiktir” olur. İnsanların hemen hemen hiçbir şeyde ideale erişemiyeceğini vurguluyan Amerika’lılar, laikliktede ideal aramanın yanlış olduğunu savunurlar. Bir toplumu uluslaştıran unsurlar arasında örf ve töreninin önemli rolü olduğu Amerika’lılarca da sık sık dile getirilen bir konudur. Amerika’lılara göre, yüzde 94’i Hiristiyan olan bu ülkede, laik olmasına rağmen, yüzyıllardır toplumun içine yoğrulmuş töre ve yaşam alışkınlıklarını kesip atmak hemen hemen imkansızdır. Bunlarca önemli olan, ülkeyi daha da sağa götürmek istiyenlere karşı, ACLU gibi, güçlü ve aktif kurumlar olmasıdır. Amerika’da dünyanın her dinini yansıtan topluluklar vardır. Bunlar, günlük hayatlarını, tomplumun diğer birimlerinden baskı görmeden, inançlarının gerektirdiği koşullara göre sürdürürler. Örneğin, teknolojiye inanmayan bir Hiristiyan mezhebi, Amiş, belirli birkaç eyalette toplu olarak yaşarlar. Bizim eyaletin karayollarında at arabasıyla yolculuk eden Amiş’lere sık sık rastlanır. Küçük veya büyük, her dinin yargı önündeki hakkı aynıdır. Amerika’da laiklikle bağdaşmayan birçok uygulamanın olduğu bir gerçektir. Fakat yaşamdaki herşey gibi, laiklikte de önemli olan ideale doğru adım atılıp atılmadığıdr. Kuruluşlarından bu yana, Amerikalılar laiklik konusunda, bazen geri adım atmalarına rağmen, önemli başarılar elde etmişlerdir. Hemen hemen bütün köktendincilerin çadırı altında toplandığı Cumhuriyetçi Partisinin ara seçimi kazanması ve 11 Eylül olayı, geriye adım atma kuşkusunu yeniden doğurmuştur. Geri adım atılsa bile, elli yıl sonra bakıldığında, Amerikanın ideal bir laikliğe doğru yürüdüğünü göreceğimize inanıyorum. Amerika’daki sistemin bazı çelişkilerini örnek tutup, Türkiye’yi geçmişe yönlendirmek istiyenler, ya Amerika’yı bilmiyorlar ya da gerçeğin büyük bir bölümünü görmemezlikten geliyorlar. Dini araç edenlerin bu ülkeye nelere mal olduğunu gayet iyi bilen Amerika’lıların laiklik konusunda taviz vermeyecekleri kesindir. Esasında burdaki ilginç gelişme Hiristiyanlığın, “modern” hayata uyabilmek amaçlı değişimidir. Ve bu değişim Türkiye ile Amerika arasında dinle ilgili en büyük çelişkidir. Hiristiyanlık, modern çağa ayak uydurmak amacıyla kendini yenilemeye doğru gidiyorken, Türkiye’yi de içeren İslam dünyası, modern çağı İslam’ın kılıfına sıkıştırmakla uğraşmaktadır. Editör
  17. editor

    Seçim Sonuçları

    Üç Kasım’da Türkiye’de ve beş Kasım’da Amerika’da yapılan seçimleri sağcılar almıştır. Türkiye ve Amerika sağının elde ettikleri bu başarıyı nasıl kullanacakları, burda (Amerika’da) son günlerin büyük merak ve tartışma konularındandır. Amerika’daki seçimleri Bush’un kişisel bir zaferi olduğunu gören kesim coğunluktadır. Bunlar, 2000 yılında seçmenin azınlığıyla başkanlığa gelen Bush’un seçim zaferine (halkın 2000 yılında esirgediği) “güven oyu” diye bakmaktadırlar. Bu yorumculara göre, Bush seçim kampanyasının son iki haftasında, kendini ülkenin dört köşesine götüren yoğun çabalarıyla kişisel prestijini ortaya koymuş, ve sağcıların zafer sofrasında “aslan payını” hak etmiştir. Bush’un ve Amerika sağını oluşturan Cumhuriyetçi partisinin bu başarısının, Amerika’nın iç politikası için önemli anlamı vardır. Cumhuriyetçi parti içinde toplanan Amerika’nin dinci kesimi, 60 yıldır gittikçe laikleşen ülkeyi geri çevirmek isterler. Yapmak istediklerinin arasında kürtajı yasaklamak, okullarda din eğitimi vermek, ve devlet okullarında evrim teorisi yanında, hayatın İncil’e göre gelişmesini de anlatan dersler koymaktır. Sağda toplanan diğer grupların gündeminde silah almayı ve taşımayı denetleyen kanunların “düzeltilmesi”, vergilerin indirilmesi, çevreyle ilgili konularda işverenlerin güçlendirilmesi, sosyal sigortanın özelleştirilmesi, sosyal güvence (ki Amerika bu konuda Avrupa’dan çağlarca geridedir) ağının gevşetilmesi gibi konular vardır. İşte burda merak edilen bunlardan hangi konuların Cumhuriyetçi partinin gündemine gireceğidir. Seçimden üç-dört gün sonra Clinton hükümetinin sınırladığı milli park kar arabası trafiğinin tekrar eskiye döndürülmesini küçük bir başlangıç sayan Cumhuriyetçiler, istediklerinin bazılarını gerşekleştirmeye başlamışlardır. Şimdiye kadar Senato tarafından onaylanmayan muhafazakar federal hakimlerden ikisi seçimlerden kısa bir zaman sonra komisyondan geçmiş olup, senatonun kesin onayını beklemektedirler. Esasında burdaki sağın istediği anayasa mahkemesini değiştirmektir. Hayat boyu atanan anayasa mahkeme hakimlerinden en azından ikisinin Bush döneminde emekli olacağı söylenmektedir. Cumhuriyetçi senatonun, Bush’un atayacağı hakimleri (ki sağcı olacaklarına kesin bir gözle bakılmaktadır), çabucak onaylayacağı kesindir. Bundan sekiz yıl önce, 1994’te, Cumhuriyetçiler seçimlerden büyük bir zaferle çıkmış, ve bu zaferin mimarı Newt Gingrich’ın önderliğinde “Cumhuriyetçi Devrim” hareketini başlatmışlardı. Bu haraket geri tepmiş ve 1996 başkanlık seçiminde ve 1998 ara seçimlerinde yenilgiye uğramışlardı. Bu yenilgileri göz önünde tutup Cumhuriyetçi partinın daha fazla sağa kaymayacağını düşünenler var. Fakat partinin, temelini oluşturan aşırı sağcıların baskısına nekadar dayanabileceği en çok merak edilen bir konu. Temelden gelecek bu baskı (Türkiye’de kazanan parti için de en önemli soru olduğundan), iki ülkenin seçimlerindeki büyük simetriyi belirler. Türkiye’deki yorumlar bir yana, Amerika’da AKP’nin seçim başarısına olumlu bakılmaktadır. New York Times gazetesinin eski İstanbul muhabiri Steven Kinzer’dan, bizim eylatet üniversitesinin Osmanlı Tarihi kürsüsü başkanı profesör Ceasar Farrah’a kadar birçok kişi, demokrasinin tam oturması için Türkiye’nin böyle bir deneyimden geçmesi gerektiğini savunur. Diğer İslam ülkelerine kıyasla, Türkiye’deki demokrasiyi, laikliği ve kadın haklarını hayranlıkla vurguluyan bu gibi kişiler, AKP’ye (özellikle Türkiye’de), yönetilen şüpheyi “gereksiz korku” diye değerlendirmektedir. Türk Silahlı Kuvvetlerinin konu üzerindeki hassasiyetini de aynı korkuyla eş kılanlar, bu hassasiyetin Türkiye’yin diğer İslam ülkelerinden çok daha ileri olmasının bir nedeni olup olmadığını nedense sormazlar. Tayyip Erdoğan’ın verdiği ılımlı mesajları savlarını doğruladığını düşünen Batılıların, bir müddet daha bu sorunun üstüne gitmiyecekeri büyük bir olasalıktır. Amerikalılara göre, seçimler ikili ilişkileri pek değiştirmeyecektir. Fakat, burda başkanın dış politika zaferi diye yorumlanan Güvenlik Konsey’inin Irak kararı, seçim başarısı da eklenirse, Bush’un elini bir hayli kuvvetlendirmiş, ve dış ilişkilerde daha da tek yönlü davranmasına yol açmıştır. Türkiye’yle ilişkilerde de Amerika’nın çıkarının daha önemli rol oynayacağı kesindir. AKP, tabanındaki baskı sonucunda çok sağa kaysa bile, Amerika’nın tutumunda büyük bir değişiklik olmayacaktır. Elli yılı aşan bir süreçte Suudi Arabistan gibi kökten dinci bir hükümetle gayet iyi anlaşan Amerika için, Türkiye’nin teokratik bir yola girme ihtimali büyük bir problem değildir. Fakat bu olanak bizler için çok önemlidir. Bütün şüphelerimize rağmen, biz diaspora Türklerin istediği (kabullenmesi zor olsa bile), Batıda düşünülenlerin doğru olması ve Ilımlı İslam dedikleri AKP’nin demokratik bir yol tutmasıdır. Cumhuriyetçiler çok sağa kaçarsa, Amerika halkı iki yıl içinde durumu değiştirebilecek hakka sahiptir. Eğer AKP dini bir rejime doğru giderse, Türk halkının hangi hakka sahip olacağı kuşkularımızın ana noktasıdır. Editör
  18. editor

    Ermeni İddiaları ve ABD Türkleri

    Son on yıldır, Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, Amerika’da da Ermeni diasporası, varsaydıkları soykırımı Amerikan halkına kabullendirme amaçlı bir çaba içindedir. Aradıkları sempatiyi terörle elde edemeyince, enerjilerini politik meydana yönlendirmişler ve burdaki her hükümet birimine “baskı” yapmaya başlamışlardır. Mahalli ve eyalet çapında bazı başarılar elde etmelerine rağmen, federal parlementodan istediklerini henüz alamamışlardır. Esasında yerel başarıları küçümsenmeyecek kadar önemlidir. Amerikan okul sistemleri, seçimle gelen ve diğer hükümet birimlerinden bir hayli özgür olan kurullarca yönetilir. Beş milyonluk Minnesota eyaletinde 300’e yakın “özgür” okul kurulu vardır, bütün Amerika’da ise binlerce. Bunlardan bazıları, Ermeni kökenli Amerika’lıların isteğine uyarak, Ermeni tezini benimsemişler ve okullarında tarih eğitimini Ermeni tezine uyumlu bir şekilde yapmaya başlamışlardır. Fakat Ermeni lobisinin esas amacı, dünya kamu oyunda çok büyük yankılar yapacak Amerikan federal parlementosundan çıkan ve 24 Nisan’ı Ermeni soykırımı günü olarak belirleyen bir bildiridir. İlk bakışta çok masum görünen böyle bir bildiriyi, Ermenilerin kendilerini esas amaçlarına götürecek bir basamak olarak gördükleri şüphesizdir. Bu, Türkiye hükümetinin özür dilemesi, para tazminatı ve toprak isteğini içeren çok boyutlu bir amaçtır. Fakat son üç dört yıldır Ermeni tezini savunanlar, bunları dile getireceklerine, savlarını kabullenen Türkiyenin temizlenecek vicdanından söz etmektedirler. Böylece hem savunduklarının ispat edilmiş tarihi bir gerçek olduğunu, ve hem de ne kadar alçak gönüllü olduklarını her fırsatta dinleyicilere sunmaktadırlar. İki Şubat, 2001’de yerel gazetemizde bir yazısı yayımlanan Steven Feinstein (Minnesota Üniversitesi Humprey Enstitüsü insan hakları bölümünden sorumlu kişi), bu tezi savunmuş ve Almanya Yahudi katliamını kabullenmekle nasıl vicdanını temizlemişse, Türkiye’nin aydına çıkması için aynı şansı olduğunu yazmıştır. Ermeni yanlısı Bay Feinstein, Ermeni iddialarının doğru olmayabileceğinin yanından bile geçmemiştir. (Bay Feinstein’nin düşüncelerini eleştiren yazım, beklediğim gibi, gazetimizce yayımlanmamıştır.) Feinstein’in yazısı yayımlanmadan bir iki ay önce eyaletimize konuşmaya gelen Ermeni asıllı Profesör Hovasian’da aynı doğrultuda konuşmuştur. Eyaletimizin Dış İşleri Komitesince çağrılan Ermenistan’ın Amerika büyükelçisi bile dinleyiciyeler aynı tez doğrultusunda seslenmiştir. Bu kişilerin planlanmış bir programı uyguladıkları açıktır. Son yıllarda Amerika’nın dört köşesini ablukaya almış görünen Ermeni diasporasıyla çatışan Türk-Amerikalıların önündeki engeller nelerdir ve bu engelleri aşmak için neler yapılmalıdır? Türklere Güvenirsizlik: Amerika’da, diğer Batı ülkelerinde olduğu gibi, Türklere güvenirsizlik vardır. Bunun nedenleri içinde Batı’nın İslama karşı ön yargısı ve Türklerin asırlarca Avrupa’nın doğusunun hemen hepsini kontrol altında tutması da vardır. Tarihlerinde başka ırkların (örneğin Romalılar ve Avusturyalılar) istilasına uğramalarına rağmen, Sırpların Türklere karşı besledikleri kin, esasında Batı duygularını yansıtan ve Avrupa’lıların Türklere kızgınlıklarını gösteren bir davranıştır. Ön yargının antidotu ön yargıya maruz kalanların bilinmesi ve tanınmasıdır. Türkiye’nin hergün artan turist trafiği, ülkemizin stratejik öneminin gün geçtikçe daha fazla anlaşılması ve Amerika’da ki Türk göçmenlerin, henüz politik sahaya yansımamasına rağmen, başarıları bu ön yargıyı, yavaş olsa da, deiğiştirmektedir. Türkiye’ye tatile giden Amerikalılardan ülkemize hayran olmadan dönen yoktur ve Ermenilerin “canavar Türkler” söylemini çürüten en büyük kozumuzdur. İlginçtir, Milli takımımızın Dünya Kupasında 3. gelmesi bile Türklerin imajını olumlu olarak etkilemiş ve 20. asrın başından beri bizleri yerin dibine sokan Ermenilerin abartı ve yalanlarını açığa çıkartmakta çok yararlı olmuştur. Bu olumlu gelişmelerin daha da etkin olması için, ağır başlı ve sağ duyuyla davranmaya devam etmemizin büyük önemi vardır. 20. Asrın Başında Amerika’ya Gelen Göçmenler: 20. asrın başında Osmanlı sınırları içinden Yeni Dünya’ya önemli sayıda göçmen gelmiştir. Yeni Dünya’ya gelme nedenleri ne olursa olsun, Hiristiyan kökenli bu göçmenler, Yeni Dünya’ya ayak basar basmaz, bütün Avrupa’nın içinde olduğu müthiş kargaşalığa rağmen, durumlarının acilliğini İslama ve Türklere yüklemişlerdir. Uzun süre karşıt bulamayan öyküleri bir efsane gibi her geçen gün daha da abartılmıştır. Amerika Amerika, Lawrence of Arabia, ve Gece Yarısı Ekspressi filmleri bu efsaninin örneklerindendir. Amerikalıların, kendi dinlerinden olan Yunan ve Süryani kökenli vatandaşların da destekledikleri Ermenilere, inanmamaları için şimdiye kadar elle tutulur bir neden yoktu. Fakat son 50 yıldır Amerika’ya gelen Türk göçmenleri, denklemi değiştirmiştir. Her ne kadar bizden daha önce gelen göçmenler Amerikan toplumunun, sanattan politikaya kadar, her safhasına daha kökten yerleşmişlerse de, zamanla bu eşitsizliğin de giderileceğinden eminim. Ermeni kökenli yazar William Soreyan, veya film yapımcısı Elia Kazan, bestekar Aram Kaçatorian, veya 8 yıl Kaliforniya eyalet valiliği yapan Dökmeciyan’ın vardıkları yerlere Türk kökenli Amerikalıların da geleceğinin zamanı yakındır. Eğitim: Amerika’da girdiğimiz her tartışmada Ermeniler bizim tarih eğitimimizin, özellikle 20. yüzyıl tarihiyle ilgili, ne kadar yetersiz olduğunu tekrarlarlar. Bu iddiada haksızda değildirler. Katıldığımız toplantılarda, Ermeni tezini benimsemiş profesörler, iki-üç nesil beyinleri yıkanmış Ermeni asıllı Amerikalılarla ve arkadaşları vardır. Çoğumuz, Ermenilerin söz konusu ettikleri olayları değişik belge ve kitaplardan öğrenmeye/anlamaya çalışmışsak ta, bu çalışmalar genelde sistemsiz ve plansız olduğundan yetersiz kalmıştır. Tarih kitaplarımızda 20. yüzyıla daha fazla önem vermenin zamanı gelmiştir. Lise mezunu olarak Amerika’ya geldiğimde ne İkinci Dünya Savaşı, ne Rus-Japon Savaşı, ne de Hindistan ve Pakistan’a özgürlük getiren olaylar hakkında önemli bilgim vardı. 20. yüzyıl tarihinin okul kitaplarımızda daha ağırlıklı işleneceğini okumuştum. Bunun doğru olduğuna inanmak isterim. Tavrımız: Bir taraftan tarihi önyargısız olarak tartışmayı savunurken, öbür yandan bizden farklı düşünenlere Türk düşmanı veya vatan haini demek yanlıştır. Böyle bir yargıya varmadan önce, karşıyı iyi dinlemek, kendi görüşlerimizi serin kanlılık ve mantıklı bir şekilde sunmak gerekir. “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır” ata sözümüz bu konuda çok geçerlidir. Hergün dünyanın dört köşesindeki Türk derneklerinden Ermeni sorunuyla ilgili Internet vasıtasıyla binlerce bilgisayara ulaşan birçok yazı nın amacı nerdeyse bu “Türk düşmanlığını” veya “vatan hainliğini” ispatlamak içindir. İşin kötüsü, bu konuda bizleri çok aydınlatacak olan yazıların bu elektronik posta kalabalığında kaybolma tehlikelesidir. Doksan yıla yakındır Amerika’da “soykırıma” uğradık diye propaganda yapan Ermeni diasporası, halkın şuuruna büyük bir nakış işlemiştir. Bunu birkaç yıl içinde değiştirmek mümkün değildir; sabır ve zaman ister. Unutulmamalıdırki, Türkiye’ninkide dahil, dünya tarihini genelde Batı tarihçileri yazmıştır. Düne kadar katil Kolombos’u ve gaddar Kortez’i büyük kahraman olarak gösteren tarihçilerin Ermeni konusunda da hata yaptıklarını elbet birgün kabulleneceklerdir. İşte o zaman aynı kültürün evlatları olan biz ve Ermeniler, yaralarımızı beraber sarabilir, bin yıllık ortak yaşamın sevinç ve heyecanını, 100 yıllık bir aradan sonra, tekrar konuşabiliriz. Bu amaca ulaşmanın, yurt dışında olan bütün Türkler gibi, anavatandaki vastandaşlarımızın kutsal saydıkları bir görev olmalıdır. Editör
  19. editor

    Amerika ve Türkiye Seçimleri

    Üç Kasımda yapılacak Türkiye seçimlerinin hemen ardından, beş Kasım’da, Amerika’da seçimler yapılacaktır. “Devre Arası Seçimi” denilen bu seçimde millet meclisinin tümü (435 milletvekili), 100 senatörden 1/3’ü seçilecektir. Birçok eyalette hem eyalet valiliği ve hem de eyalet meclisi seçimleri de olacaktır. Amerika halkı dış politika konusunda bir hayli bilgisiz olduğundan, Türkiye seçimlerini izledikleri pek söylenemez. Seçmen, dış politikayı her iki partinin dış işleri uzmanlarına bırakmıştır. Dolayısıyla Türkiye seçimlerini dikkatle izleyenler Washington bürokratlarıyla New York Times veya Wall Street Journal gibi büyük trajlı gazetelerdir. Türkiye seçimlerini dikkatle izleyen kesimin beklentileri nelerdir? Türkiye’de olduğu gibi, burda da istikrarlı bir hükümet isteği en fazla dile getirilen umuttur. Amerika için istikrar, kendi politikasını destekleyen bir Türk hükümetidir. Böyle bir destek olduktan sonra hükümetin sağ/sol yelpazesindeki yeri Amerika için pek önemli değildir. Bunun içindir ki Washington’un tuttuğu yol “tarafsız” bir yoldur. Türkiye’de seçimleri kim kazanırsa kazansın Amerika kendi ağırlığını koruyacak bir politikanın gereğini yapacaktır. Her nekadar, yorumlara göre, Tayyip Erdoğan, burda büyük çoşku görmemişse de, Amerika Fethullah Gülen’i hala barındırmaktadır. Güvenilir kaynaklara göre, Gülen’in statüsü “özeldir”. 11 Eylül’den sonra Müslüman göçmenlere büyük şüpheyle bakan Amerika’nın Gülen’e gösterdiği özenin, yukarda değindiğimiz politikanın bir parçası olduğu kuvvetli bir olasalıktır. Şu anda Amerika gündemindeki en önemli madde, Irak’la savaştır, ve bu savaşta stratejik önemi büyük olan Türkiye’yi yanına almaktır. Amerika’nin Türkiye politikası, bütün önemli konularda (Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik kriz, Avrupa Birliği sorunları ve Kıbrıs problemi gibi), Türkiye’den alacağı desteğe indekslenmiştir. Türkiye’nin daha hızlı modernleşmesini (demokrasiden tutunda, ekonomiye kadar) isteyen samimi bir kesim vardır. Ortanın solunda olan bu kesim, ortanın sağında olan Amerikan hükümetiyle başka konularda (Irak savaşı, sağlık, sosyal güvence, çevre v.b.) mücadele ettiğinden, Türkiye’deki seçimler arka plana atılmıştır. Zaten dış politikadan hemen hemen habersiz olan Amerikan seçmeni için, CHP ile AKP’nin veya GP ile DYP’nin farkını anlamak imkansızdır. Dolayısıyla, Amerika’lılar için en önemli unsur, seçimden sonra Türkiye’nin Amerika’nın yanında olup olmayacağı kadar basit bir değerlendirmedir. Öbür yandan, Amerikan seçimlerinin Türkiye için bir anlamı var mı dır? Amerika Devre Arası seçimlerinde genelde başkanın partisi (bu kez Cumhuriyetçiler) hem millet meclisinde ve hem de senatoda sandalye kaybına uğrar. Hele başkan, Bush gibi beceriksiz biriyse bu kaçınılmazdır. Fakat bu yıl durum biraz değişik görünüyor. Bush, ekonomiyi, ülkedeki sağlık sorununu, büyük şirketlerdeki yolsuzluğu ve dış ülkedeki imajını devre dışı bırakmayı becermiş ve politik gündemi terörle micadeleyle ve Irak üzerinde tutmayı başarmıştır. Rakipleri Demokrat partinin bu konularda sessiz kalması, hem meclisteki coğunluklarını korumak ve hemde senatoyu (100 sentörden 49’u Cumhuriyetçi) tekrar ele geçirmek olasalığı, Cumhuriyetçi’leri çok heyecanlandırmıştır. Amerikan parlementosunun bir veya öbür partiden olması Türkiyenin neyine sorusunu bazı önemli konulara değinerek yanıtlamaya çalışacağım. • Irak Savaşı: Bush savaş yetkisini almış olduğundan, gelecek parlementonun, eğer çoğunluğu Demokratlar alırsa, yetkiyi geri alacağı söz konusu olamaz çünkü Demokrat parlementerlerin önemli bir kesimi bu yetki için olumlu oy kullanmışlardır. Bu konuda Türkiye’nin kendi tutumunu belirlemesi için Amerikan seçimlerini beklemesi gerekmez. Bir Amerikan deyimiyle “zar artık atılmıştır”. • Türkiye’ye Destek: Amerika’daki Türklerin inancına göre Cumhuriyetçiler ülkemize daha ılımlı bakarlar. Eski New York milletvekili Solarz, West Virginia senatörü Byrd, Kaliforniya milletvekili Lantos, ve eski başkan Clinton’ın Demokrat olması bu inancı değiştirmemiştir. Amerika’ da Cumhuriyetçiler “emparyalist” idealine daha yakın bir parti olarak bilinirler ve dış politikada güçlerini “çekinmeden” kullanmalarının doğru olduğuna inanırlar. Irak savaşına gerekirse yalnız gitme kararı şu anda hükümette olan Cumhuriyetçilerden çıkmıştır. Cumhuriyetçilerin Türkiye desteği, Amerika’nın çıkarı doğrultusandadır ve Türkiye’nin ikili ilişiklerde “küçük bir kardeş” gibi davranmasına bağlıdır. Cumhuriyetçilerin parlementoda çoğunluk sağlamaları kısa vadede belki Türkiye’nin işine yarayacaktır. Bu kısa vadede, Türkiye’nin ikili ilişkilerde eşitlik getirecek yöntemler araması belki de gelecek hükümetin üstünde uğraşması gereken en önemli konulardan biri olacaktır. • Türkiye’nin Dış Politikası: Avrupa Birliği’ne üyelik ve Kıbrıs belkide Türkiye için en önemli dış politika sorunlarıdır. Türkiye stratejik yönden Amerika için partiler üstü bir önem taşır. Bundan dolayıdır ki, Amerika, özellikle Avrup Birliği konusunda Türkiye’nin yanında kalacaktır. Fakat bu günlerde Batı’nın bir çok ülkesiyle arası açık olan Amerika’nın bu konuda nekadar faydalı olacağı bir soru işaretidir. Sayıları 1,2 milyon civarında olan Yunan kökenli Amerikalıların, Kıbrıs konusunda, hükümet kim olursa olsun, ülkenin tutumunu yönlendirmeye çalışacakları kesindir. Bu konuda Amerika’nın “barış, kardeşlik” vesaire beyanı dışında fazla birşey yapacağı beklenilmemeli. • Ermeni Sorunu: Amerikanın Ermeni diasporası her yıl “Ermini soykırımını” parlementonun gündemine getireceğini açıklar. Ocak 2003’te toplanacak 204’üncü Amerikan parlementosuna da aynı teklifi getirecekleri büyük bir olasılıktır. Şimdiye kadar ki girişimlerinde burdaki Yahudi lobisinin ve Türk derneklerinin çabası, tarihçi olmadıklarını bilen sağduyulu parlamenterlerin olumsuz oy kullanmaları ve Türkiye’nin Amerika için önemi, bu iddianın federal parlementoda red edilmesine neden olmuştur. Ortadoğu’daki kargaşalıklar, İslam dünyasında Türkiye’nin özel yeri, ve demokraside katedilen yol göz önünde tutulduğunda, Ermenilerin girişimlerinin aynı akibete uğruyacağı kesindir. Amerikan seçimlerinin, Amerika'nın son 50 yıldır devam ettirdiği Türkiye politikasında bir değişikliğe neden olmayacağı açıktır. Esasında bu politikan gidişini, gelecek Türk hükümetinin davranışı belirliyicektir. Editör
  20. editor

    Amerika ve Irak Problemi

    On Ekim’de Amerikan parlementosu başkan Bush’a, gelişmeler gerektirirse, Irak’a saldırma yetkisi verdi. Böylece Amerikan anayasasında parlementoya bırakılan “savaş beyan etme” hakkı tarihte ilk kez bir başkana verildi. Her nekadar Bush’un istediği kadar geniş kapsamlı olmasa da, bu yetki Amerikan başkanına emsali görülmemiş bir hak tanıdı. Bush’un bu yetkiyi Irak’a saldırarak kullanacağı görüşünü destekleyen ve desteklemeyen faktörler var. Bunlardan bazılarını sıralamaya çalışacağım. Irak’la savaşa işaret eden faktörler: 11 Eylül: Onbir Eylül, iki okyanus ortasında kendini çok emniyetli hisseden Amerika için bir “günaydın” darbesi olmuştur. Bu olayın dini ve etnik tartışmaları bir yana 11 Eylülden sonra Amerika, öncelikle dış politikada, sağa kaymıştır. Olayın üstünden bir yıl geçmiş olmasına rağmen, ‘öç alma’ düşüncesi hala küçümsenmeyecek bir faktördür. Irak’ın El Kaide ile işbirliği yapmış olması veya olmaması önemli değildir. Halk, üç bin ölümün intikamını almak istemektedir. Bir türlü yakalanamayan El Kaidenin elebaşları, Saddam'ı bu öç alma duygusu altında Bush için biçilmiş bir kaftan yapıyor. İç Politika: Bush, Amerika’nın gelmiş/geçmiş (genel yorumlara göre) en beceriksiz başkanlarından biridir. Genel seçimlerde olduğu gibi başkanlıkta da şansı yaver gitmiş ve idaresinin ilk yılında, 11 Eylül’de, İkiz Kuleler vurulmuştur. Dolayısıyla Bush, ekonomiden tutunda çevreye kadar kötüye giden konularla ilgilenmekten kurtulmuş ve gündemi terörle savaşa çevirmiştir. Terörle savaş gündemde olmasa, 5 Kasım’da yapılacak ara seçimlerinde hem Senato ve hem de mecliste sandalye kaybedecek olan Cumhuriyetçi Partisi, birçok yörede rakiplerini vatanı kendileri kadar sevmemekle suçlamakta ve “vatan, millet, sakarya” nutukları atmaktadırlar. Bunun içindirki Demokrat Partisinden birçok milletvekili ve senatör savaş yetkisi oylamasında Bush’un partisiyle (Cumhuriyetçilerle) beraber davranmışlardır. “Vatan, millet, sakarya” sloganları az gelişmiş ülkelere has birşey değildir. Amerika gibi bir yerde bile halkın ilkel duygularına seslenen bir slogandır. Bazı yorumlara göre Bush’un 2004’te başkanlık seçimlerini tekrar kazanabilmesi için terörle savaşın gündemde tutulması gerekmektedir. Bush, 1991 Körfez savaşından sonra desteği yüzde 80’lerin üstünde olan babasının Clinton tarafından yenildiğini gayet iyi bilen biridir. Dolayısyla savaş davul seslerinin (Irak olmasa bile başka bir ülke olabilir) 2004’e kadar dinmeyeceğini savunanlar vardır. Petrol: Bazılarına göre Irak’ın zengin petrol rezervleri savaş için en önemli unsurdur. Bu düşünce 20. asrın başından beri Orta Doğuda her kargaşa çıktığında neden olarak gösterilmiştir, fakat bence modası biraz geçmiş olan bir tezdir. Petrol Irak’ı kontrol etmek için önemli bir nedendir, ve muhakkak Irak denkleminin bir parçasıdır. Ama unutmamak gerekirki, 1991 Körfez savaşı henüz devam ediyorken ve hatta Kuveyt’in petrol kuyuları yanıyorken, ham petrolün varili 20 dolara düşmüştür(şu anda 30 civarında.) Orta Asya ve Hazar havzasında keşfedilen reservlerden sonra, Irak’ın önemi nisbeten azalmış olmasına rağmen, petrol yine de savaş için önemli bir faktör olmaya devam edecektir. Babanın Rövanşı: Baba Bush, 1991’de Saddam’ı bir köşeye sıkıştırdıktan sonra salıvermiş (bazı yorumlara göre Suudi Arabistan ve Türkye’nin isteği ile), ve onu Birleşmiş Milletlerin müfettişlerini kullanarak zararsız kılacağını zannetmişti. Amerika’nın bu düşüncede yanlış oluğunu genç Bush sık sık tekrarlar. Bu tekrarlamayı Bush’un bahane olarak kullandığını ve esas amacının babasını öldürtmeye kalkan Saddam’dan intikam almak olduğunu savunanlar var. İnsanların kompleks davranışları göz önünde tutulduğunda, Bush’un da babasının rövanşını almak istemesi belki okadar da garip bir duygu değildir. Savaş karşıtı faktörler: Dünya Kamu Oyu: İngiltere dışında hiçbir ülke bu konuda Amerika’nın yanında değildir. Bu nedenledirki Bush’un “kartal” ve “güvercinleri” dünya kamu oyununun önemini sık sık tartışıyorlar. Bush’un Birleşmiş Milletlere konuşmaya gitmesi dışişleri bakanı Powell’ın liderliğini yaptığı güvercinlerin bir başarısı olarak yorumlanmıştır. Fakat Bush yaptığı sert konuşmayla kartalları sevindirmiş, ve parlementodan çıkan savaş yetkisi ile olayları kartalların benimsediği yöne çevirmiştir.Dünyadan destek almasa da, Amerika yalnız başına hareket edecek gibidir. Savaş yanlılarına göre, şu anda Amerika’nın karşısında olan ülkeler, bir iki gün içinde işlerin çok iyi gittiğini görüp yön değiştireceklerdir. Arap Ülkeleri, Türkiye ve Diğer Müslüman Ülkeler: Arap ülkelerinin, özellikle Arap hükümetlerinin anlaşılır kuşkuları vardır. Örneğin Suudi Arabistan ve Mısır’da köktendincilerin hükümetlerini devirmeleri tartışılan olanaklar arasındadır. Varlıklarını Amerikan desteğine bağlamış Suudi kraliyetinin işi zor olacak gibi görünüyor. Amerikayı desteklemek zorunda olduklarından, bu desteği açıkça yapamayacaklardır. Dolayısıyla bir taraftan halklarının gözünü boyayan sloganlar atacak, öbür yanda da Amerikaya gereken yardımı vereceklerdir. Amerika’da kendilerini Amerika’nın yanında gösteren televizyon reklamları ile 11 Eylül sonrası kaybettikleri prestiji geri almaya çalışacaklardır. Kuzey Irak’ta bir Kürt devletinin kurulmasından kuşgulanan Türkiye’nin durumu da Arabistan’dan pek farklı değildir. Elli yıldan beri kaderini batı ve özellikle Amerika’ya bağlayan Türkiye’nin protesto ederek Amerika’ya destek vereceği burda çokça benimsenen bir düşüncedir. Diğer Müslüman ülkelerinde Amerika nefreti büyük boyutlar kazandığından, ve bu nefretin Irak savaşı olsun olmasın, pek değişmiyeceğinden, üstünde pek düşünülen bir unsur değildir. Sonuç: Olağanüstü bir gelişme (örneğin Saddam’ı Irak’lıların kendilerinin devirmesi gibi) olmazsa, Amerika 2003’ün baharından önce Irak’a savaş ilan edecektir. Şimdiden Bush hükümeti, Amerika kamu oyuna Birleşmiş Milletler müfettişlerinin büyük olasalıkla aynı başarısız akibete uğruyacaklarını tekrarlayıp durmaktadır. Birleşmiş Milletlerden çıkacak kararda, “eğer bunları yapmazsanız, istila ederiz” gibi bir şart yoksa Amerika, tehdit ettiği gibi, yalnız başına harekete geçecektir. Böyle bir şart Birleşmiş Milletlerce konulmayacağına göre, Amerika tehditini gerçekleştirecektir. Editör
  21. Editörün yazdıklarında eksik gördüğünüz bölümler hakkında ekleme yapmak istiyorsanız, lütfen bu formu kullanınız. Tabiki diğer düşünce ve kişilere saygılı olmayı unutmadan. Veya Editörün yazdığı konulara katılmıyorsanız lütfen düşüncelerizi buraya bırakınız. Bunu yaparken başka düşüncelere ve kişilere saygılı olmayı unutmayınız. Teşekkürler, Editör
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.