inci_nur tarafından postalanan herşey
-
375516 322091721154920 318891771474915 1007715 878359831 N
Şu albümden: nokta
- 1116
- 1070
- 1009
-
Türkiye laik değildir, laik olamayacak...
Türkiye laik değildir, laik olamayacak Tarif edenlerin yalancısıyım. Şöyle demeye geliyormuş laiklik: Devlet yönetiminde herhangi bir dinin referans alınmamasını ve devletin dinler karşısında tarafsız olmasını savunan ilke. "Türkiye Cumhuriyeti laiktir" diyor Anayasa... Ama "değiştirilemez" diye ilave ediyor: Allah Allah! Bir de "değiştirilmesi teklif edilemez" de deniyor: Hayy Allah! "Değiştirilemez ama değiştirilmesi teklif edilemez" cümlesi "dogmatik" bir ifadedir. (İnşaallah, "'değiştirilemez; değiştirilmesi teklif bile edilemez' maddesi eleştirilemez, eleştirilmesi teklif bile edilemez" diye bir madde yoktur da başımız derde girmez.) Yani "laik devlet" herhangi bir dini referans almıyor ama... "Laiklik"i dogmatikleştiriyor, "din" olarak tepemize indiriyor. "Değiştirilemez; değiştirilmesi teklif edilemez" şeklindeki ilkeler, yönetilen halk ile yöneten arasındaki esnekliği katılaştırıyor. Devleti millete rağmen var kılıyor. Yani, "nasıl olursanız olun, böyle yönetilirsiniz, öyle yönetileceksiniz" demeye geliyor. Oysa dinde böylesi bir zorlama yoktur; hiç olmadı, olmaz da: "Nasılsanız öyle yönetilirsiniz" der Hz. Peygamber [asm]. İslam'da böyle bir "laiklik" yoktur... Devlet, kendisini kuran insanların tercihlerine, taleplerine sağır olamaz Peygamberimiz'e göre [asm]. *** Türkiye Cumhuriyeti "dinler karşısında tarafsız" mı peki? Değil! "Müslüman olmayan" bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı kaymakam, vali olamıyor, orduya subay olarak kabul edilmiyor. Türkiye'de onca ahlaksızlaştırmaya ve dinsizleştirmeye karşı olabildiğince duyarsız ve sessiz olduğumuz halde, "Hıristiyanlaştırma"ya cansiperane karşı duruşun altında yatar acaba? "İslam" Türklerin dini olduğu için, Türklerin dini olduğu sürece makbuldür, sevimlidir, güzeldir. Misyonerliğe karşı duruş İslam hatırına değil "Türklük onuru" adınadır anlayacağınız. *** Laik olmayan Osmanlı'nın inşa ettiği çoğul dinli bir toplumda ruhban yetiştiren bir okulu bağrında bulundurması, "devletin dinler karşısında tarafsız olması" ilkesini savunmanın "Müslümancası"dır. Başka inançlara, başka kültürlere, başka giyinmelere "hoşgörü"yle bakmak "İslam'ın şartı"dır; İslam'a rağmen var olan bir şart değildir ki... "Başka"larına dair bu bakışın laiklik zoruyla kazanıldığını iddia edenler, en başta "İslam"ın nezaketini bilmiyorlar, Müslümanlara ise, "laiklik olmasaydı siz zorba olurdunuz!" diyerek hakaret ediyor. Her Müslüman'ı eli zorla kelepçelenmiş olduğu için mecburen nazik olan potansiyel bir zorba olarak tanımlıyor. *** Laiklik savunucularının "Laiklik elden gidiyor" telaşı, bir zamanlar bir başkalarının -Padişah tahttan indirildiği için- "Şeriat elden gidiyor" telaşıyla aynı tondadır. "Şeriat elden gidiyor" diyenlere karşı, o zamanlar, Said Nursî, "şeriat"ın, bir padişahın tahtında oturması gibi sinek vızıltısı bir şarta bağlı olmadığını, bütün varlığın dağıyla, taşıyla, göğü ve deniziyle, baharı kışıyla "şeriat"i haykırdığını söyler. Yani "şeriat"ın elden gidip gitmemesi, elde olup olmaması bir iktidar sorunu değildir. Varlık "şeriat"tır zaten; Allah'ın dilemesidir; yok edilemez. Varoluştur şeriat; Allah'ın dilemesiyle akar zaten; durdurulamaz. Elden nasıl gitsin ki şeriat, ellerin hepsi "şeriat"ça yapılmıştır; yaratılış kanunlarına göre tutar, kavrar. *** Gerçek şu ki, iktidarın yanında olacak bir şeriat insanın gönüllü kulluğunu zedeler, insanı insan yapan tercihlerini yok eder. İnsanı incitir. Allah'ın kanunları üzerinden insan incitmek ise çok katlı bir cürümdür. Başkaca zorbalıklardan daha büyük bir zorbalıktır. Gerçek ile insan arasındaki perdeyi kalınlaştırır. Gerçeği benimsemenin yolunu kapatır. Varlığın akışına gönüllü katılımı engeller. *** "Din"i bir otorite kaynağı, bir baskı aracı yapanlara karşı geliştirilmiştir laiklik ilkesi; doğru. Sorun "din"in kendisi değil, "din" üzerinden zorbalık üretenler... Zorbalık iki türlüdür. Birincisi; birini inandığı ve sevdiği bir şeyi yapmaktan alıkoymak. Namaz kılmasını, örtünmesini engellemek gibi... Diğeri; birini zaten severek yapacağı şeye, gönlünden katılabileceği bir işe zorlamaktır Seve seve örtünebilecek birine, gönlünden namaz kılacak birine, sevmesine fırsat bırakmadan, gönlünün olması beklemeden emretmek gibi... İslam bu iki tür zorbalığı da reddeder. Çünkü ikisi de Yaradan'ın "nazlı misafiri"nin "nazlanması"nı engeller. Çünkü ikisi de Âlemlerin Rabbi'nin "gönlüyle hareket etmesini" bekleyecek kadar kendi iradesine bıraktığı insanın onurunu zedeler, gönüllülüğünü tahrip eder. Bu bağlamda, örneğin birisinin başının zorla açtırılması kadar zorla örtülmesine de karşıdır İslam ve Müslüman... Batı'nın laiklik ilkesiyle yana yakıla aradığı, laiklik zoruyla ancak sürdürebildiği bu özgürlük alanı, zaten İslam'ın içinde, özünde var. Hem de zorlayarak değil, gönüllüce kıvamlandırılmış olarak var. Hem de değiştirilmez ve değiştirilmesi teklif edilemez yasaların zorunlu kılmasıyla değil, içten ve içtenlikle benimsenmiş olarak var. (Bu sözleri, "İslam'ın içinde laiklik zaten var" cümlesinin hoyratlığına kurban ettirmeye de niyetim yok. İslam'ın içinde laiklik falan yok. Müslümanların da laikliğe ihtiyacı yok!) *** İşe bakın; zorbalığa karşı geliştirilmiş olan "laiklik ilkesi" bakın nasıl da "zorbalık" aracı haline gelivermiş. Tepemizde "başını kapatmak istesen de kapatamazsın!" kılıcı olarak sallanıyor. Meselâ "İçkisiz Alan" ilan etmeye kalkan bir belediyenin kapısına, laikler "İçkinin damlasını dudağına değdirmemi engelleyemezsin!" diyen bir yobaz edasıyla dayanabiliyor. "Saçının tek teli görünürse yanarsın!" diye/n günaha göz açtırmaz vaizlerin yanında, modern laikleri de "saçının tek teli görünmezse yakarım!" vaazları çekerken duyarız. Kızların etekleri diz üstüne çekilince yaygarayı basan, aman vermez "dinciler" gibidir laikler de... Kızlar eteklerini diz altına indirince, hele de ayak bileğine kadar uzatınca "büyük günah" işlemişler gibi recmediyorlar, taşlıyorlar... Değil mi? İlle de bir slogan ya da bir sonuç gerekiyorsa bu yazı için, başında söylemiştim: "Türkiye laik değildir, (bu gidişle) laik olamayacak!"
-
hiç olmayanın hiçliğine hiç acır mıydın ?
Hiç olmayanın hiçliğine hiç acır mıydın? Bilmiyorum, bugünlerde sevdiğini hiç beklemediği bir anda ahirete gönderen kardeşlerim benim hissettiğimi mi hissediyor? Elimdeki her fotoğrafın zamanını ikiye ayırırım: Babamlı olduğum günler/babamsız kaldığım günler. Fotoğraf karesinde babam yoksa yakıcı bir sitem yapışır yakama: "Baban hayatta ama sen İstanbul'da evdesin ha!" "Babanla görüşmek varken, bak başkasının telefonuna bakıyorsun yine!" "Babanın yanında değilsin ve yayladasın demek!" 2004 yılı. Haziran ayı. Babamın vefatına bir ay kalmışmış. Nereden bileyim! O günlerde Ankara'ya gidiyorum. Gerede'de yol Samsun ve Ankara diye ayrılıyor. Babam Samsun'da. Ben ise, hiç tereddütsüz Ankara'ya devam ediyorum. Babamın vefatından önce babama en yakın olduğum nokta orasıydı. Bu kadar yakınken babama, ben Ankara'ya gitmiştim. O gün bugündür Gerede yol ayrımına her geldiğimde içim kanar. Hesap sorarım kendime. Direksiyonu sağa kırsaydın ya! Aramızdan ansızın ayrılıveren sevdiklerimiz, yokluklarıyla hayatımızın başkahramanı oluverir. Öyle ki onsuz geçirdiğimiz her an, ondan uzak kaldığımız her mekân, ona ilgisiz durduğumuz her hal şaşırtıcı olur sonraları... Şimdi hayatta olsa babam, "işler yoğun, bayrama gelirim inşaallah..." der miydim? Babamdan cılız da olsa bir aferin alacağımı bilsem, yolculuklar için bir sürü geçerli/geçersiz mazeret üretir miydim? Cevabı yine kendim vereyim. Hayatta olsaydı şimdi, babamın varlığı sıradan olurdu. Ve ben yukarıdaki sorulara evet derdim. Bekletirdim babamı. İşlerden sonrasına bırakırdım onu. Onun olmadığı yerlerde olmayı hakkım bilirdim. Onu aramadan geçirilmiş bir günü normal sayardım. Şimdi hayatta olan sevdiklerime davrandığım gibi davranırdım ona da. Varlığı sanki suçmuş gibi gözümden düşürürdü babamı. Yaşıyor olması sanki gereksizmiş gibi sıradan ederdi babamı. Garip ama gerçek: Şu anda ölecek olsalar her biri başkahramanımız olacak sevdiklerimizle birlikte yaşıyoruz. Varlıklarını kanıksadığımız sevdiklerimizin öleceğini biliyoruz. Varlığımızı kanıksamış sevdiklerimiz de bizim öleceğimizi biliyor. İşte kanıksamalar, o unutmalar, o ihmaller hayatı hayat yapıyor. Sanki avcısına bakan vurulmuş ceylan gibi gözlerimiz. Bir o kadar güzel. Bir o kadar açık. Bir o kadar çaresiz. Bir o kadar sessiz ve itirazsız. Bir başka boyutu daha var bu duruşun. Ölünce sevdiklerini başkahramanı yapanların, sevdiklerinin eksilmesini kanıksayışımız. Sevdiklerince başkahraman yapılmaya aday, varlığı kanıksanmış olanların sevdiklerince gece gündüz ölüm sonrası başkahraman yapılışlarını fark etmeyişimiz. Ne kadar çok ölüm haberi alıyoruz. Ne kadar çok ölüm haberi almaya alışıyoruz. Sayılara vuruyoruz ölenleri. Bir ölü, iki yaralı. Üç ölü, beş yaralı. Ölen, birinin kızı. Sabah öylesine okula uğurladığı can parçası. Hiç vazgeçilmezi. Ömür boyu hep arayacağı. Yanında yeterince olamadığı için hep çırpınacağı. Ama bize göre sadece bir rakam o: 1. Ölen, bir kızın babası; akşam evde beklediği, rüyalarının adamı. Hep kucakladığı. Hep kucaklamak isteyip de kucaklayamayacağı. Ömrünün her anında bir acı hıçkırık olarak yokluğunu bileceği. Yüreğinde sessizce büyüteceği dipsiz bir uçurum... Ama bize göre yine kupkuru bir rakam o: 1 Öğrenir öğrenmez de sıfırlarız o rakamı. Unutkanlığımız her defasında konfor sunar bize. Babasız kalmış çocukların acısına sağırlaşır kalbimiz. Evladını genç yaşında toprağa koymuş ananın gözyaşına körleşir gözümüz ve gönlümüz. O hançerler değmez hiç tenimize. O hıçkırıklar ulaşmaz göğsümüze. Herkesi kendi kuyusunda yapayalnız bırakırız. Vurdumduymazlığın ortasında yumuşacık yastıklar arasında bir dünya kurarız kendimize. Ölüme uzak. Ölenleri sadece rakamla sayan. Hemen ardından da sıfıra indiren bir unutkanlık. Mahzun olmuş/olacak gönüllere teselli sunmak için cebimde ümit yok. Ama bizim sıfır saydıklarımızı sayan Biri'yle tanıştırmak istiyorum sizi. Bizim hiç olduğu için acımadığımıza hepten acıyan, üstelik hiç olduğu için acıyan bir Rahman'ın "ellerinde" buluyorum teselliyi. Rahman'ın acımasını anlamak için şöyle bir test yapsak kendimize: Küçücük bir kuş gördük diyelim. Yavru kuş. Belli ki annesinden uzakta: acırız. Bir de fark ettik ki yavru kuşun bir kanadı kırık: daha çok acırız. Az sonra gördük ki, diğer kanadı da kırık: daha da çok acırız. Meğer bir ayağı da kırıkmış: daha da daha da acırız. O da ne! Öteki ayağı da kırıkmış: daha daha daha da acırız. Az sonra kör olduğunu da fark ettik: daha daha daha daha da acırız. Belki ağlamaya başlarız. Sonunda sağlam bir tek gövdesi olan kuşun ezilip gözden kaybolduğunu farz edelim. Öyle ki bizden önce yoldan silinmiş olsun cesedi. Acır mıyız? Hiç sanmam! Olmayan kuşa niye acıyalım ki? Acımamızı en çok hak ettiği anda, kuşun birden acınası olmaktan çıkması insafsızlık değil mi? Doğrusu şu ki, insanın şefkati, merhameti, acıması ille de bir nesne arar kendine. Nesne yoksa, acıma başlamaz, merhamet gerçekleşmez. Yani: Uzakta da olsa bir annesi bile olmayan, kırık bir kanadı bile olmayan, kırık da olsa bir bacağı dahi olmayan, kör de olsa bir gözü bile olmayan, olmayan bir kuşa acıyamıyoruz. Oysa, Rahman'ın "acıma"sı, kuşun en acınası hali içindir: yokluğuna acır. Merhametiyle yoğu var eder O. Rahmetiyle olmayan kuşun dile gelmeyen varlık duasını kabul eder. Biz bir şeye var olduktan sonra acırız; belki de acımayız. Ama O yokluğuna acıdıklarını var eder. Şimdi yokmuş gibi uğramadığımız sevdiklerimize bizden daha çok uğrayan ve seven Biri var. Kıymetini ancak yok olunca anladığımız sevdiklerimizi yokluğunda da kıymetli bilen Biri var. Acımasın bir yanımız diye var olduğu halde hiç saydığımız o başkahramanları yokluktan çıkarıp, unutulmuşluktan alıp başkahramanı yapacak denli önemseyen Biri var. Biri var... Üstelik, 1 rakamı ile açıklayamayacağımız kadar biricik Biri.. ...var.
-
BİR
Bir Biri iste; başkaları istemeye değmiyor. Başkaları istemezken seni, önce O istedi. Yolunu bekleyen yokken, hiç ummadığın bu varlığı isteyeceğini bildi. Seni yoklar arasından seçti ve istedi. Yokluğunun derdinde değilken başkaları, varlığını O önemsedi. Sen şimdi, başkasını istesen bile, başkası seni istemiyor. Yüzü seni istiyormuş gibi görünse de, özü sana sessizce veda ediyor. Elinde olsa da, elinde kalmıyor. Yanında olsa bile, sana vefa göstermiyor. İstediğin kadar seninle kalmıyor. İstediğince sana yâr olmuyor. İstediğin yere gelmiyor. Sürekli eskiyor, eksiliyor. Arkasını dönüp gidiyor. Yanına kâr kalmıyor. Biri çağır; başkaları imdada gelmiyor. Sen kendi sesine bile yabancı ve sağırdın. Sesinin yutulduğu, sözünün boğulduğu o unutulmuşluktan seni O aldı. Kendi sesin bile erişemezdi kulağına. Herkesin sana sağır olduğu yerde, yokluğuna ağlayışına, eksikliğine yanışına kulak veren O oldu. Ağlayanın bile olamazdı yoksa. Eksikliğin kimsenin derdi olmazdı asla. Sevdiklerinin çağırdığı yerde hiç olmasaydın, seni şimdi hiç çağıran olmayacaktı. Adını anmayışlarına bile aldırmayacaklardı. Sessizliğini kocaman bir imdat çığlığı olarak duyan ilk O oldu. Seni çağırmasını bile bilmeyecekleri niye çağırıp durursun? Her çağırdığın yere gelemeyecekler için nasıl da çığlık çığlığa koşturuyorsun. Başka çağırdıkların sana çare olmuyor. Kalbinin sesini duymuyor. Yaralarını görmüyor. Hüzünlerinin yanağına serinlik sunmuyor. Biri talep et; başkaları lâyık değiller. Kimselere lâzım olmadığın zamanlarda, varlığını lüzumlu gören yalnız O oldu. Kimselerin seni beklemediği odalarda, seni bekleyen, senden vazgeçmeyen bir O oldu. Olsan da bir, olmasan da bir sanıldığın dönemlerde, başkalarının gözünde hiç değerin olmadı. Yokluğun dipsiz kuyularından elinden tutup çekecek başka kimse yoktu. Unutuşun karanlık odalarında yüzüne bakıp seni var etmeye değer gören yalnız O oldu. Sen Onu talep etmeden, O seni talep etti. Kendi yokluğunu kendinin bile dert edinmediği sonsuz s/ağırlıktaki betonların altında seni bir O buldu. Arayanının bile olmadığı talihsiz bir kayıptın sen, seni hiç olduğun yerden aldı, aranılır kıldı. Var olmaya değer olduğun konusunda hep ısrarcı oldu. Seni her an yeni baştan var etti. Her sabah yeni bir beden içinde uyandırdı. Başkaları seni gözden çıkardı ama O hiç çıkarmadı. Biri gör; başkaları her vakit görünmüyorlar, zeval perdesinde saklanıyorlar. Sen seni O seni gördü diye gördün. Senin kendini görmen bile Onun seni görmesinden sonra oldu. O seni görmek için görünür olmanı bile şart koşmadı. Hesaplarda yoktun. Ortalıkta gözükmüyordun. Görünmeye değer değildin. Görmeye mecalin zaten yoktu.. Başkaları yokluğunu göremezdi ki yokluğuna acısın da seni gözdesi eylesin. Başkaları eksikliğini hesaplayamazdı ki, varlığınla bir şeylerin tamamlanacağına inansın. Sen görmeye istekli değilken, görmek istediğini gördü. Sen kendi körlüğüne bile kör iken sana gören gözler verdi, görmeye değer güzellikleri hazır etti. Yoksa başkaları ne seni görürdü ne sana görünür olurdu. Başkaları görmeye değer bulmadı seni. Öyleyse, sen onları niye görmeye değer bulasın? Başkalarının gözünden düşeceksin nasılsa, onların gözüne girip de nedeceksin? Başkalarının teveccühlerinin başköşesinde yer kapmak hatırına Onun seni görmek istediği yerlerden kaçtın. Seni umursamayan gözlerde, aradığın merhameti bulamayacaksın. Boş yere yorulma. Mahzun ve yalnız bir gözyaşı gibi düş dünyanın gözünden Biri bil; marifetine yardım etmeyen başka bilmekler faydasızdır. Sen kendi yokluğunu bilmezdin, senin yokluğunu bir O bildi. Sen kendini bilmediğini bilmezdin, senin kendini bilmediğini de O bildi. Seni yoklukta buldu. Kendini bilir eyledi. Ben diye/bilmene izin verdi. Sen her gece kendini sensiz bıraktın, unuttun uykularda bedenini; ama O seni unutmadı, Onsuz bırakmadı, göz yummadı varlığına. Yokluğunu hesaba katamazdı başkaları, bir O hesapladı sevdiklerinin gözlerinde olacak o korkunç boşluğu. Varlığını yokluğuna tercih etti. Yoklar arasında bildi seni. Başkaları bilse de seni, en fazla bir ölü listeye yazarlar adını. En fazla bir soğuk taşa kazırlar hatırını. Unuturlar seni. Önce unutmayacaklarına inanırlar. Sonra unuttuklarına utanırlar. Sonunda unuttuklarını da unuturlar. Biri söyle; Ona ait olmayan sözler lüzumsuz sayılabilir. Nefesine bir Onun adı yakışır. Sesin bir Onu anmaya değer. Sözün bir Onun hatırına yaşar. Başkaları ölüdür, diri nefeslerine değmez. Başkaları unutur, sımsıcak sesini harcamaya gelmez. Başkaları hatır bilmez, söz etmeye değmez. Hu
-
gör(ün)düğünü görüyor musun ?
Gör(ün)düğünü görüyor musun? Kaçırma gözlerini kendi gözlerinden! Bakışlarını umursamaz bir boşluk arıyorsan, boşuna... Aynaların hepsi gözlerine tutulmuş... Bakışların en güzeli senin gözlerine dikili. Görmelerin en özeli senin gözlerine göz koymuş, unutma... Gözlerinin değdiği her yüz(ey)de, senden önce O'nun bakışı var. Senin kendi gözlerini görüşün, O'nun senin gözsüzlüğünü görüşünden çok sonra... Senin kendini görmen için bile var olman gerekirken, O seni görmek için var olmanı şart koşmadı. Seni yokluğunda gördü, senin yokluğunu gördü de görür eyledi, görünür eyledi. O görmemiş olsaydı görmen gerektiğini, gördüm diye sevdiklerin karanlıkta kalırdı. O görmemiş olsaydı görünmediğini, göründüm diye sevindiklerin yabancı kalırdı. Gözlerini O'nun bakışından kaçırdığını sanıyorsan, kirli bir aldanış bandajıyla kör ediyorsun kendini. Bakışını hesap sorulmaz sanıp da, hesapsızca bakıyorsan, kendi kendini hiç bulamayacağın talihsiz bir körebe oyunundasın... Kaçamak bakışlarla avladığın güzellere, senden önce O bakıyor. Nasıl olur da, zaten O'nun var ettiği yüzlere, O'na rağmen, O'ndan habersiz bakıyor olabilirsin? Kendi güzelliklerini ve zindeliklerini sergileyerek var olduğunu sanan edep yoksunları, yokluklarına acındığı için var edildiklerini nasıl görmezden gelirler? Güzel görünmelerine güvenip O'nun gördüğünü görmezden gelen "frikik verme" ustaları ve beden simsarları, kimseler görmezken de, herkesin gözü önündeyken de, herkesin gözünden yittiğinde de kendilerini göreni nasıl bilmezler? Bir yere gizleneceğini sanma sakın! O'nun görmesini görmemek için baktığın her yüzde O'nun eşsiz görüşü var... O görmese nasıl güzel olurdu güzeller, nasıl güzel görürdü gözler, nasıl güzel görünürdü görünenler.. Haince kaydırdığın bakışlarının pervazında O'nun bakışı nöbet tutuyor. Hayır, hayır... Kırma aynaları boş yere; baktığın her yerde O'na görünen gözlerin önce sana hesap soruyor. Baktıklarına bak yeniden... Kendi gözlerinin içine bak bir daha... Görmek ümidiyle yolunu gözlediğin her şey, ancak sana görünür hale gelince değdi gözüne... Gözlerini sana göz göre göre veren, hem gözsüzlüğünü gördü, hem gözsüzlüğünü göremediğini gördü. Gözlerinin göreceklerini gözlerin görmeden önce gördü de gözlerinin önüne koydu. Yoksa, ne ışığa değerdi gözlerin ne de ışık görmene değer güzellere değerdi. Sadece gözlerin değil, ışık bile kör kalırdı; O görmeseydi gözlerin görmediğini. Hâlâ her şeyi retina dediğin ışığa ve renge duyarlı tabaka sayesinde gördüğün iddiasında mısın? Işığa duyarlı o yüzeyler sebep sadece... Bahane... O dilerse, gözsüz de görürsün güzelleri: Hiç rüya görmedin mi? O dilerse, ne kadar "açık göz" olsan da, göremezsin güzelliği: Gülleri tekmeleyenleri görmedin mi? O istemedikçe, gözden hiç kaçmayacakları bile göremezsin! Peki, kimselere görünmeden yapıp ettiklerinle başlattığın körebe oyununu kazanma ısrarın sürüyor mu hâlâ? İyi bak gözlerinin içine... Senin retinan kimsenin retinasına benzemiyor. Biriciksin gözlerinle. Herkesin gözüne değen ışık senin gözüne bambaşka bir açıyla değiyor. Başka görenler gibi değilsin, asla! Demek ki, senin gözünün içine kimsenin gözünün içine bakmadığı gibi bakmış. Sadece bakmış mı? Hâlâ bakmakta. Retinan her an o biricikliğiyle orada. Gözünün bile kör olduğu yerde. Sadece O'nun her an baktığı yerde. Farkında mısın, O şimdi gözlerinin içine yeni/den bakmakta? Sen gözlerini kapatsan da, O gözlerinden bakışını ayırmamakta... Kimseye göstermeden yaptıklarının kimsesiz kaldıklarına emin misin? Elindeki kudret sandığın kibir zırhını delecek bir bakışın kâinatta peşin sıra dolaşmadığına nasıl bu kadar güven duyabilirsin? Seni kimse görmeyi bile aklına getirmezken, seni görmeyi ve göstermeyi uygun bulan Efendinin huzuruna yüzün yerde çıkmaya utanmayacak mısın? Aklınla bulamadıklarını vahyin sana emanet ettikleriyle bulmaktan uzak durmaya daha ne kadar devam edeceksin? Boşuna gizlenmeye kalkma... gözleniyorsun! Gözlerin açık adresidir O'nun görmesinin... "Gözler onu görmez; O gözleri görür...." [En'am, 103] Sakın unutma
-
şahit olmak, sahip olmaktan daha şereflidir...
Şahit olmak, sahip olmaktan daha şereflidir... Kimsenin görmediği sen, şimdi, seni yoklukta göreni "görmekle" görevlendirilmişsin. Görmekle görevlendirilen sen, görünür değildin, görür de değildin. Görünmen için var olman gerekirdi en azından. Ama O senin yokluğunu gördü, seni yokluğunda da gördü. O seni gördüğü için sen var oldun, görünür ve görür oldun. Hiç görünür olmasaydın, hiç bir gözün gözdesi olmayacaktın. Görür olmasaydın, görür olmadığını bile görür olamayacaktın. Sana herkes kör olacaktı. Dahası, sana kör olduklarına da kör olacaklardı. Seni görebilmek için aramaya çıkmayacaklardı bile. Seni görmek için gözleri yolda olmayacaktı bile. Gözleri seni görmüyor diye huzursuz olmayacaktı. Sen her şeye kör olacaktın. Dahası, herkese kör olduğuna da kör olacaktın. Görmek için ışık bile aramayacaktın. Görecek bir şeylere ihtiyacın olduğunu bile göremeyecektin. Işık olsa bile gözüne değmeyecekti. Gözlerin görünmeye değer şeyleri görmeye değer bulunmamış olacaktı. Şimdi, nerede durduğuna bir bak.. En başında söylemen istenen cümleyi bir daha düşün: "Eşhedü..." Yani, "Ben şahitlik ederim ki..." Görülmeyen ve görmeyen senin, hiç görülmese görülmesi beklenmeyen senin, hiç görmese görmeyi beklemeyen senin, zaten görünmeye değer olana ve görene "şahit"olarak seçilmen, ne büyük sürpriz.. O ki görendir; sen görmesen de görünürdü. Seni tanık seçmese de görünürlüğünden bir şey eksilmezdi. Sen görünür değilken seni gören, şimdi kendisi görünür değilken "beni gör!" diyor. Üstelik senin görünmeme nedenin yokluğundu. O'nun görünmeme nedeni ise varlığının sınırsızlığı, sonsuzluğu. Üstelik, senin görmen O?nun görmesinden ödünç alınmış. Senin O'nu görmene O hiçbir şekilde muhtaç değil. Seni yok olduğun halde göreni, Sen zaten var olduğu halde görmekle "şehit" sayılıyorsun. Görmeye ve görünmeye muhtaç sen, görmeye ve görünmeye asla muhtaç olmayan O'na "şahit" olmayı O'na lütuf sanıyorsun. Oysa... Sen görünmezdin. Görünmediğin halde O gördü seni. Görünür eyledi. Oysa... Sen görmezdin. Sen görmediğin halde, senin görmediğini O gördü. Seni görür eyledi. Görünür ve görür eylediği sana iltifat etti. Senin O?nun görünür ve görür olduğu gerçeğine şahitlik etmeni istedi. "Beni gör!" dedi. Gördün mü aldığın şerefi? Gördün mü hiç görünmez yerlerden sana ulaşan iltifatı? Gördün mü hiç göremediğin taraflardan sana edilen ihsanı? Öyleyse... Sahip olmaya değil, şahit olmaya özne ol! "Ben" diye başlamayı hak ettiğin tek cümle şu olmalı: "Ben şahitlik ederim ki, yoktur ilah, ancak Allah var." "Ben" öznesinin önüne, sonu gelmez, seni doyurmaz, elinde kalmaz şeyleri dizme. De ki: "Ben sahip olmaya değil, şahit olmaya geldim."
-
aynaya baktığında kimi görüyorsun ?
Aynaya bakınca kimi görüyorsun? Bütün zamanların en aptalca sorusunu soruyorum dostuma: Aynaya baktığında kimi görüyorsun? Sorunun cevabını vermeye kalkmak daha da aptalca olmalı ki. Cevap vermeye yanaşmıyor. Dudak büküp, omuz silkerek: Elbette ki kendimi... diyor. Beni görecek değilsin ya! diye teselli ediyorum. Aynada gördüğünü Bu benim işte! diye tanıyorsan, bunun hiç hesap etmediğin bir bedeli var diye ekliyorum. Yeniden omuz silkiyor, dudak büküyor. Şaşkın ama umutsuz bir ifade beliriyor yüzünde: Nasıl yani? Aynaya bakabiliyorsan, aynaya bakabilen birisi olarak varsın demektir. Unutmuş olabilirsin. Buraya, o aynanın karşısına kolay gelmedin. Hatırlatayım. Doğum gününden sadece bir yıl önce aynada görünen bir insan olmak gibi bir beklentin yoktu. Yıllar sonra aynada kendine bakıp Bu benim işte! diyebilmeyi tasarlamış değildin. Üstelik, o sıralar kimseler tarafından var olman beklenmiyordu. Hele de insan olman hiç umulmuyordu. Adın zaten anılmıyordu. Kayda değer bir şey değildin. Bir bak, nereden nereye gelmişsin? Bugün, önüne ayna koyabilen, aynaya baktığında kendini insan olarak tanıyabilen bir insansın. Üstelik yıllardır bu böyle.. Alışmış olabilirsin kendini aynada görmeye. Ama.. Hiç umulmadık bir sonuçla karşı karşıyasın şu anda. Hiç beklenmedik bir zafer bu. Sürprizsin sen sana. Herkesin seni unuttuğu o karanlıkta Biri seni andığı için buradasın. Olsan da bir olmasan da birdin aslında. Hiç doğmasaydın, şimdi arayıp sormayacaktık bile seni. Yokluğuna yanmayacaktık. Aramızda olmayışına üzülemeyecektik. Bir zamanlar, yokluğun varlığına tercih edilebilirdi. Bak şu işe, tam tersi olmuş! Varlığın yokluğuna tercih edilmiş. Hayret! Çok şaşırmalısın, aynada kendini görebildiğine Sahi ya, hiç düşünmemiştim Dur, daha bitmedi. Aynada kendi yüzünü değil de, herkesin yüzü gibi bir yüz görebilirdin. Yani gözleri, kaşları, kirpikleri, burnu, ağzı, yanakları, çenesi, dudakları, kulakları ve saçlarıyla robotlar gibi prefabrik bir yüze sahip olabilirdin. Sen yüzüne baktığında herkesin yüzünü görüyor olabilirdin. Herkes yüzüne baktığında senin yüzünü görüyor olabilirdi. Çok özenle yapılmış, çok pahalı araçlar gibi seri numaralarıyla başkalarından ayrılıyor olabilirdin. Yüzün sana özel olmayabilirdi. Çok genel bir yüz şablonu içinde sıradan biri olabilirdin. Oysa, aynaya baktığında özel birini görüyorsun. Kendini! Sana bu özel yüzü veren diyor ki, benim güzel kulum, bak seni ne kadar da özel yarattım. Seni kimselere benzetmedim. Kimseleri de sana benzetmem. Bu yüzü senin için sakladım, sadece sana verdim. Duyabiliyor musun? Aynaya bakınca kendim diye/bildiğim birini görüyorum. Doğru... Sen herkes gibi sıradan bir yüze sahip olsaydın, kimseler seni tanımayacaktı. Seni sevenler herkesi sever gibi sevecekti seni. Sen kimseye aşık olamayacaktın. Herkesin yüzü aynı çünkü. Seni kimse özlemeyecekti. Herkesinki gibi yüzün çünkü. Kimse gidişine de gelişine de aldırış etmeyecekti. Çünkü her yerde senin gibiler olacaktı. Belki de hiç sevmediğim bir katilin yüzüyle karşılaşacaktın aynaya her baktığında. Hepten nefret ettiğin bir zalimin saçlarını tarıyor olacaktın her defasında. Sen zannedilen insanların her yaptığından utanacaktın. Yerin dibine girecektin suçlular ekrana çıktığında. Ne itibarın kalacaktı ne şöhretin. Dahası, her aşamada kimliğini ispatlamak zorunda kalacaktın. Yo, yo, o ben değilim! diye polisten kaçtığını düşünsene. Hayır, vallahi o ********* işi yapacak biri değilim! diye yalvardığını hayal etsene en sevdiklerine bile. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Acaba barkodlarla mı gezerdik her yerde? Eşimize her akşam seri numaramı göstermek zorunda mı kalırdım? Doğrusu, bu kadarını hayal edemiyorum ama.. Sen yine de benim sorumu bir kez daha cevapla Soruyorum: Aynaya baktığında kimi görüyorsun? Kendimi görüyorum, çok şükür Omuz silkmek yerine derin bir nefes alıyor bu defa. Dudak bükmektense derin bir minnettarlıkla konuşuyor.
-
3 kader sorusu
Üç kader sorusu... "Madem önceden biliyor ne yapacağımızı, o zaman ne yaparsak yapalım O'nun bildiğini yapıyoruz. Boş yere uğraşıp duruyoruz. Kaderin mahkûmuyuz." Hemen kalk yerinden bir takvim yaprağına bak. Orada senin de önceden bildiğin şeyler yazılı. Güneşin, meselâ üç ay sonra, oturduğun şehirde hangi dakikada doğacağını ve batacağını yazmış olmalılar. Artık sen de önceden biliyorsun. Acaba güneş, sen öyle bildiğin için mi o dakikada doğuyor? Yoksa güneş o dakikada doğacağı için mi sen öyle biliyorsun? Gördüğün gibi, bilmek olmayı belirlemez, olmak bilmeyi belirler. Bir iş olmuşsa/olacaksa, öyle bilinir. Bir iş nasıl bilinirse, öyle olmaz. Öyle bilindi diye öyle olmaz. Öyle bilinecek diye öyle de olmaz. Allahın da önceden bilmesi, ne edeceğimizi belirliyor değil. Bizi böyle ettiğimiz için, O önceden öyle biliyor. Yoksa, Onun da sonradan bilmesini mi arzu ederdin. Zamanı yoktan var eden, sence zamana mahkûm mu olsun? O da mı az sonraları beklesin? *** "Hayır ve şerri Allahtan biliyoruz. Üstelik, böyle iman etmemiz isteniyor. Şer Allahtan ise ben var olan bir şerri tercih ettim diye, bir kötülüğü seçtim diye bana niye günah yazılıyor, niye hesap soruluyor?" Sanıyorum, en son girdiğin test sınavını unuttun. Sınav kâğıdında, her sorunun altında bir doğru cevap, dört yanlış cevap yazılıydı. Yani, elinde tuttuğun kitapçıkta yanlışlar doğruların dört katı fazlaydı. Hiç sınav kitapçığını/kâğıdını hazırlayanlara, Niye bu kadar yanlış yazdınız?diye itiraz etmek aklına geldi mi? Onların yanlışları yazmaları sence yanlış mıydı? Elbette ki hayır! Onların yanlışları yazmaları senin doğruyu seçme yeteneğini görmeleri içindi. Onların yanlış yazmaları yanlış değil, senin yanlışı seçmen yanlıştır. Bunun gibi, dünyada doğrular da var, yanlışlar da Yanlış olanın önünde seçenek olarak durması yanlış değil. Senin onu seçenek olarak seçmen yanlış! Bu kuralı büyüklerimiz, halk-ı şer, şer değil, kesb-i şer şerdir! diye yazmışlar. Anlayacağın: Allahın kötülüğü var etmiş olması kötülük değil, senin kötülüğü seçmen kötülüktür. *** "Kader belirlenmiş, bize yapacak bir şey kalmamış.. Madem ki, Allah cennetlik mi cehennemlik mi olacağımızı baştan biliyor. Bizi niye yoruyor, en başından koysaydı ya cennetine ya da cehennemine?" Dünyada ne edeceğimizi biliyor Allah: Doğru. Önceden biliyor: Bu da doğru. Peki ya Onun önceden bildikleri sonradan olmazsa, O neyi bilmiş olacak! Sonradan olacaklar olacak ki, önceden bilmesi doğru olsun Farz edelim ki, biliyorum nasılsa diye hiçbirimizi dünyaya göndermeden cennete/cehenneme koyuverseydi. Dünya hiç olmasaydı. Hayat hiç kimse tarafından yaşanmasaydı. O zaman Onun da bildiği şimdiki yaşadıklarımız değil, biliyorum nasılsa diye başından cennete/cehenneme koyulduğumuz olacaktı. Sonradan bilmek için bir şeylerin önceden olması gerektiği gibi, önceden bilmek içinde bir şeylerin sonradan olması gerekir. Şimdi olan bitenin hepsi Onun önceden bildikleri ama bizim olduktan sonra bildiklerimizdir. Ben kaderin mahkûmuyum derken, acaba, O çok önceden öyle biliyordu diye Onun bildiğine göre mi davranıyorsun? Bunu yapabilmen için, Onun önceden bildiğini O'ndan önce bilmek gibi bir yeteneğin olmalı. Bir eylemi yaparken, önceden yazılmış bir şey okuyarak yapmadığına göre, senin eylemlerini kaderin belirliyor değil, sen kaderinde ne yazıldığını/yazılacağını belirliyorsun. Ne yapıyorsan, o yazılıyor kaderine. Şimdi yaptığını sonradan öğreniyorsun. İşte kaderin de o sonradan bildiğine göre yazılıyor. Sonradan bildiğine göre önceden davranabiliyor olsaydın, örneğin bir sınavı hemencecik kazanabilirdin, diplomanı fakülteye girer girmez de alırdın! Çok kolay: Kaderimde diploma alacağım yazılmış, öyleyse yan gelip yatsam da, diplomamı alacağım deyip de yan gelip yattığında, sadece yan gelip yatmış olursun. Böylece kaderinin de yan gelip yattığı için diplomayı alamadı şeklinde yazıldığını çok sonra fark edersin!
-
allah beni yaratırken bana niye sormadı ?
Ben var ya, ben!" "Allah beni yaratırken bana niye sormadı? Belki de ben insan olmaya itiraz edecektim. Bu sınavda bulunmak istemeyecektim. Şimdi de intihar edip oyundan çıkmama izin vermiyor?" Bu soruyu çok duydum. Duymadan önce de sorduğumu hatırlıyorum. İnsanı bir anda bıçak sırtında bırakıyor o soru. Yokluğun kıyılarına savrulduğunu görüyorsun birden. Hiçliğin soğuk nefesini ense kökünde hissediyorsun. İtirazın en keskini bu. Çoklarının varlığın sıcacık koynunda uyuttuğu kaygıları dürtüyor, şüpheleri uyandırıyor. Bir defa, "ben" diyorsan, orada dur Çünkü sen ben demeye sana sorulmayan o var edilme kararından sonra başladın. Var edilmeden önce ben dediğin sen yoktu ki sana (yani ben dediğin kişiye) bir şey sorulsun. Ben deme ayrıcalığı sana verildi. Hiç hak etmediğin halde hediye edildi. Sen ben diye var olmadan önce, sana soracağı bir benin olsaydı, yine sana sorulmadan var edilmiş benin olmuş olacaktı. İtiraz ettiğin anda, zaten itiraz ettiğin şeyi, yani beni elinde bulacaktın. Ne garip! Sana sorulsaydı olmamış olmasını isteyeceğini söylediğin şeyin isteyip istemeyeceğinin sana sorulması için olmuş olmasını istiyorsun. Ben olmaya itiraz etme fırsatını yakalamak için bile ben olsaydım! diyorsun. Söylediğini tekrarlayalım birlikte: Ben olsaydım, ben olmak istemezdim! Üstelik anladığım kadarıyla, ben demekten de hayli memnun gibisin. Ben diyebilmene hiç itirazın yok. Tam tersi, yeterince ben diyemediğin için kızgınsın. Niye bana sormadı? derken, beninin daha önceden, hatta var edilmeden önce ciddiye alınması gerektiğini söylüyorsun. Daha açıkçası, benin henüz var bile değilken görülsün, hesaba katılsın, kale alınsın istiyorsun. Demek ki sen ben demeye öteden beri heveslisin. Var edilirken fikrin sorulmadı diye alındığın o benden memnun olmalısın ki, bana sorulsaydı! diyorsun. Ona/şuna/buna/sana sorulsaydı! demiyorsun. Başkasının hakkında karar vermesine razı olmayacağın kadar dokunulmaz biliyorsun benini. Zaten itirazın da, sözüm ona sana değil başkasına sorulmuş olması. Fikrin alındığında, önemsendiğin için mutlu olacağını açıkça söylediğin o benini şimdi niye beğenmiyorsun? İyi ki de Niye beni yaratırken bana sormadı! diye sorabiliyorsun. İyi ki. Ya tersi olsaydı? Takdirine itiraz ettiğin, kararını eleştirdiğin o Allah, seni ben diyebilecek halde yaratmasaydı eğer, Allah beni niye böyle yoklukta bıraktı? Allah beni yaratmama kararını niye bana sormadı? diye sorabilecek miydin? İyisi mi, sen sen ol, ben diyebildiğine, ben diye bilindiğine şükret. Ömrünü ikiye ayıralım mesela: BÖ (Benden öncesi) ve BS (Benden sonrası). Ben diyebildiğin andan sonra sana verilmediğini düşündüğün, senden eksildiğini, senden esirgendiğini sandığın şeyleri bir kenara koy. (Ki Bana sorsaydı, ben belki var olmak istemezdim itirazının sebebi bu sorunlar olmalı.) Bir de, Ben diyebilmeden, diye bilinmeden önce, sana verilmeyeni bir kenara koy. Hangisi daha büyük bir eksiklik? Benden önce yoksun. Yokluğunun sen bile farkında değilsin. Eksikliğini kimse dert edinmiyor. Aranıp sorulmuyorsun bile. Hiçbir yerde ciddiye alınmıyorsun. Yoksun ve yok sayılıyorsun. Küçümseniyorsun. Hakaretler görüyorsun. Hesaba katılmıyorsun. Olsan da bir olmasan da bir başkaları için. Ben diyemediğin için, Benim diyebileceğim hiçbir şeyin yok. Olamaz da! Tekrar hesapla:Ben dediğin ana kadar sana verilen, ben dedikten sonra sana verilmediğini düşündüklerinden o kadar fazla ki. İtiraza hiç hakkın yok. Ben verilmeseydi sana, sana verilmeyene bile itiraz edemediğin, itiraz edemediğin gibi verilmediğini bile fark etmediğin dipsiz bir boşluk olacaktı yerin Varlık bardağının ben diyebilmenle doldurulan tarafı o kadar büyük ki, boş dediğin tarafı ancak o dolu tarafın, yani benin sayesinde görebiliyorsun. Yoksa, ne boşluğu bilirdin, ne de eksik olduğunu fark ederdin. Hesaplarda hiç yeri olmayan, sıfır kadar bile ciddiye alınmayan bir lüzumsuzluk olurdun. Eksik olurdun. Eksikliğin bile hissedilmezdi. Ben diyemediğine bile itiraz edemezdin. İtiraz etmen gereken bensizlik halini bana anlatamazdın. O soruyu seslendirecek dudakları bile bulamazdın. O cümleyi söze dökecek nefesin bile olmazdı. Hem sonra, ben olarak sen hiçlikten çıkarıldın. Ananın bile yüzüne bakmayacağı, çöpe atılsa kimsenin fark etmeyeceği bir pıhtıdan şimdi toz konduramadığın ben diye bil(in)diğin hale geldin. Sen sana verildin. Ben bana verildim. Hiç hak etmediğimiz halde Hiç hakkını veremeyeceğimiz halde Şimdi, sen, sana verilenle sana verene isyan etmeyi onurlu bir davranış sayar mısın? Sana hiç yoktan verdi diye beni, o beninle seni ben eyleyen Ona kafa tutmayı kendine yakıştırır mısın?
-
din
bir insan istediği kadar inançsız olsun, can boğaza geldiği vakit firavun misali allah, veya dini her ne ise tanrısının adı ile zikretmeye başlıyor.. sırf ölümü ve sonrasını düşünmek bile bir yaratanın varlığına işaret iken anca gözlerini mendil ile kapayanlar bunu göremez, nitekim islamiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez, gündüz gibidir, göz yummakla gece olunmaz, gözünü kapayan yalnızca kendine gece yapar... haddimi aştıysam şimdiden özür diliyorum , selamlar...
-
Evrim teorisindeki "türleşme" iddiası tekrar çürütüldü...
bir biyolog olarak söylüyorum, evrim, ilahları tesadüfler olan bir dindir, ötesi yok.. evrim dinine mensup olan aynı zamanda kendi dinin mensubu olamaz...