Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

ugery

Φ Yeni Üyeler
  • İçerik Sayısı

    4
  • Katılım

  • Son Ziyaret

ugery - Başarıları

Çaylak

Çaylak (2/14)

  • İlk İleti
  • İçerik Başlatan
  • Birinci Hafta Tamamlandı
  • Bir Ay Sonra
  • Bir Yıl İçinde

Son Rozetler

1

İçerik İtibarınız

  1. ugery

    CİNLER (Kısa öykü)

    CİNLER Yağmur şiddetini iyice artırırken, gökyüzünde çakan şimşeklerden biri kayboluyor, ardından hemen bir başkası meydana çıkıyordu. Öğlen vakitleri olmasına rağmen, bulutlar yüzünden ortalık da epeyce kararmıştı. On iki yaşındaki Erkin yürümeye devam etmiş olsaydı, yirmi dakikada dedesi ve ninesiyle birlikte yaşadığı evine ulaşabilirdi. Fakat o, yağmurun şiddetini azaltacağı ana kadar bir yerde beklemeye karar vermişti. Bardaktan boşalırcasına yağan nisan yağmurundan korunmak için de, en hatalı yolu tercih etmişti. Kaldırım boyunca sıralanan en büyük ağacın altına girerek, onun geniş ve aralarından su sızmayan yaprakları sayesinde kendisini güvenceye aldığını düşünmüştü. Ama bu düşüncesi kısa bir süreliğine geçerli olmuştu, çünkü paratoner görevi gören o en büyük ağacın yakınına yıldırım düşmüştü. Yakını dediysek de yanı başına; tam olarak Erkin'in üzerine... Yıldırımın düştüğü anda Erkin’in ayakları yerden kesilerek yüzüstü yere kapaklanmıştı. Sakin bir mahallenin içindeydi ve o saatlerde in cin top oynadığı için, onu kimseler de görememişti. Bir süre boyunca yarı baygın bir halde öylece yattıktan sonra gözlerini açtı. O durumda ne kadar kaldığını hatırlayamıyordu. Biraz kendisini toparladığı anda, en azından hayatta kaldığı için şükürler ediyordu. Ama acaba çok mu erken davranmıştı? Çünkü az sonra yaşayacakları, belki de “keşke ölseydim” dedirtecekti... Kalkmak için ellerini kaldırıma koyup dizlerini yere dayadığı anda, hafif emekleme pozisyonundaymış gibiydi. Düşüncesi, bir an önce ayağa kalkıp evine gitmekti; ama kulağının dibinde “gooolll” diye bağıran birisinin sesini duyunca irkilerek yere kapaklandı. Tekrar kendisini toparlayarak ayağa kalktığındaysa, bacakları zangır zangır titriyordu. Bunun sebebi, yanıbaşında gördüğü ucubeydi. Köşelerindeki hafif yumuşak hatları olmasa, neredeyse kare küp kafalı bir adamdı. Adam da sayılamazdı; zira iki karış kadar uzunluktaki -fillerin hortumunu andıran- burnu, üzerinde kaş bulunmayan iri gözleri ve kocaman kepçe kulakları vardı. Gövdesinde bulunan tek bir kolunun üzerindeki eli ise üç parmaklıydı ve hepsinin boyu da aynıydı. Kollarından biri kopmuş değildi. Gerçekten de sadece bir kolu vardı ve o da gövdesinin önünde, göğüs kafesinin üzerindeydi. Alt kısmındaysa üç bacağı vardı. Erkin korku dolu gözlerle karşısındaki mahlukâta bakarken avazı çıktığı kadar bağırarak çığlık atmak istemişti, ama sanki bir şeyler ona mani oluyordu. O sırada faltaşı gibi açılmış gözlerle baktığı karşısındaki yaratık, ona dönerek konuşmaya başladı. “Moruk sen uyuduğun için göremedin, bizim keratalar çok güzel bir gol attı.” Erkin korku ve şaşkınlıktan kekeleyerek sordu. “Bizimkiler mi?” “Evet.” “Bizimkiler kim ki?” “E tabii ki cinler canım.” “Neee!?” Yağmur halen devam ediyordu ve yaprakların seyrek olduğu noktalardan süzülen damlalar, Erkin’i başından aşağıya doğru ıslatıyordu. Fakat o, bedeninde yağmurun temas etmesiyle ilgisi olmayan bir soğukluk hissetmişti. Onun hissettiği şey, alnından ve vücudunun her yerinden boşalan soğuk terlerdi. Vücudunun tüm tüyleri diken diken olmuş bir halde yaratığa bakarken, o ise göğsünün üzerindeki kolunu uzatarak kendisine bir noktayı gösteriyordu. “İşte yine gole gidiyoruz! Haydi oğluuum, hadi atın bunu!” Erkin sol tarafına dönüp onun gösterdiği noktaya bakınca tüyleri iki misli fazla dikleşmişti, ayrıca vücudunun bir noktasında da sıcaklık hissetmişti. Islak bir sıcaklıktı bu... Korkudan altına işemişti, çünkü orada maç yapan birbirinden ********* yaratıklar vardı. Karşısındaki yaratık; “Pufff, yine kaçırdılar yaa!” diyerek üzüntüyle başını öne eğerken, onun yanına başka bir mahlukât daha gelmişti. Tüylü, çirkin, ucube bir şeydi; ama iki kolu ve bacaklarıyla insan anatomisine daha yakın bir vücuda sahipti. Kollarını arkasından kavuşturmuştu, herhalde bir şeyler saklıyordu. Bu mahlûkatın Erkin’in gördüğü ilk yaratığa bakıp pis pis sırıttığı anlarda; o *********, sivri ve biçimsiz sapsarı dişleri de ortaya çıkmıştı. “Ne oldu, heyecanlandın mı yavruuum?” diyerek, yaratıkla dalga geçiyordu. “Şans eseri bir gol attınız diye, bizi yenebileceğinizi mi sandınız?” Erkin korku dolu gözlerle iki çirkin yaratığa bakarken, bu kez ilk gördüğü cin konuşmaya başlamıştı. “Hadi ordan, sevimsiz in seni... Elbet sizi bir gün yeneceğiz, hazırlıklı olun.” Diğer mahluk, “Hah hah ha! Bugün de yenemeyeceğiniz kesin ama... Fazla heyecan yapmaman için sana skoru hatırlatayım dedim. Bak, skor tabelasını da yanımda getirdim.” deyip arkasında sakladığı şeyi meydana çıkarınca; Erkin’in beti benzi atmış, avazı çıktığı kadar bağırarak kaçmayı istemişti. Ama bulunduğu yerden kımıldayamamış ve tek bir kelime dahi edememişti. Çenesi düşecekmişcesine açılan ağzı ve korku dolu gözleriyle o şeye bakarken, kasıklarında yine tatlı bir sıcaklık hissetmişti. Dizleri de zangır zangır titriyordu. Sevimsiz mahlukatın sağ elinde tuttuğu şey; biçimsiz suratlı ve gövdesi olmayan bir kafaydı. Sadece kafa!.. Yaratık, saçlarından tuttuğu kafayı kaldırarak suratına bakarken, ona sormuştu. “Söyle lan Abidin; skor kaç kaç?” “İnler 22, cinler 1 abi...” Skoru söyledikten sonra, gövdesiz baş bir spiker edasıyla sözlerine devam etmişti. “Maçta artık son 20 dakika ve geçmiş senelerin istatistiklere bakıldığında; cinlerin bu maçı çevirmesi imkânsız gibi görünüyor. Sayın seyirciler, şimdi de son beş senenin skorlarını veriyoruz. Geçen sene, inler 32, cinler 0; ondan önceki sene, inler 27, cinler 0; bir önceki sene, inler 29, cinler 0; daha önceki sene, inler 35, cinler 0 ve beş sene önceki skor; inler 19, cinler 0... Bunun dışında bir dikkat çekici istatistik daha var; cinlerin bugün atmış olduğu gol, 262 yıl sonra gelen ilk gol oldu... Bundan 262 sene önce Ritvane adlı cinin gol attığı maçta; inler, cinleri 37’ye 1 mağlup etmişlerdi. Son 753 senedir, cinlerin inlere karşı galibiyeti bulunmuyor sayın seyirciler. İlk ve tek galibiyetlerini, turnuvanın düzenlenmeye başladığı 754 sene önce; Tanjuente isimli cinin attığı golle 1-0 kazanmışlardı...” Elinde sadece kafadan ibaret olan skor tabelasını tutan mahluk, bir kahkaha daha attıktan sonra konuşmaya başladı. “Hortum burun, neden heyecan yapmaman gerektiğini anladın mı şimdi? Siz bizi asla yenemezsiniz. Bize her zaman yenilmeye mahkumsunuz! Ehe, ehehe...” En son sözleri hortum burunu çok kızdırmıştı. Gözleri o anda sinirden kan çanağına döndü, “Şimdi sana dersini vereceğim! Bizimle dalga geçmenin ne demek olduğunu göstereceğim sana!” diyerek, üç parmağının bulunduğu eliyle karşısındaki mahlukâta bir tokat attı. Ardından, “Sen cin çarpmasının ne demek olduğunu bilmiyorsun galiba...” diye konuşmasına devam ederken; karşısındakinin kafası gövdesinden ayrılarak yere düşmüştü. Yerde bir iki kez yuvarlanıp durduktan sonra, sitemkâr gözlerle hortum buruna bakıp konuşuyordu. “Abi ayıp ettin şimdi! Latife yapıp takıldık diye, böyle mi yapman lazımdı? Altı üstü bir futbol maçı, bu kadar kızacak ne var ki?” O sırada bütün bu olanları gören Erkin, titreyen kollarına ve bacaklarına hakim olamıyordu. Her an yere yığılıp kalacakmış gibi hissediyordu kendisini... Hortum burunun cezalandırdığı yaratığın başsız haldeki gövdesinin elinde duran skor tabelası konuşmaya başlamıştı. Başsız olmasına rağmen gövde halen ayakta duruyordu. “Abi ben 275 senedir skor tabelası görevini yapıyorum ve artık çok sıkıldım. Eğer izin verirsen; hazır arkadaşın kellesi de yere düşmüşken, bu gövdeye ben yerleşip tabela görevini arkadaşa devredebilir miyim?” O anda pür dikkat maça odaklanmış olan hortum burun, “Benim dikkatimi dağıtma! Ne yaparsan yap, yalnız maçın bitmesine kaç dakika kaldığını söyle bana.” diyerek, tabela kafaya bakmadan konuşmuştu. “Efendim 17 dakika kaldı...” Hortum burun, “17 dakika ha! Bu iyi. Halen maçı çevirmemiz için yetecek süremiz var.” diye mırıldanırken, skor tabelası; “Hadi oğlum, beni omzunun üzerine yerleştir bakalım.” demişti. Başsız gövdenin uzvu sağ el hiç ikiletmeden onun bu isteğini yerine getirmiş, sonra diğer el de devreye girerek, kafayı sağa sola oynatarak iyice yerleştirmişlerdi. Bu kafa, o gövdeden ayrılandan daha küçük olduğu için biraz eğreti durmuştu. Erkin büyük bir şok içerisinde bu olanlara bakarken, yerde duran kafa konuşmaya başladı. “Kardeş ayıp ediyorsun ama! O benim gövdem, lütfen bırak onu...” “Olmaz! Sen de biliyorsun ki, bir kafa koptuğu zaman asla kendi gövdesine kavuşamaz. O yüzden şimdi sana anlatacağım geçmiş istatistikleri iyi ezberle; bundan sonra yeni bir gövdeye kavuşuncaya kadar skor tabelası olarak sen görev yapacaksın.” Bunları söyledikten sonra eliyle yerdeki kafayı alıp, ona bir şeyler anlatarak oradan uzaklaşmıştı. Erkin bütün bu olanların başına neden geldiğini anlamıştı. Büyük sözü dinlememek!.. Altı sene önce annesi ve babasını bir trafik kazasında kaybetmesinin ardından; babasının sık sık “bizim moruklar” diye bahsettiği dede ve ninesi onu sahiplenmişlerdi. Ona anlatılanlara göre, babası ve annesi bir hayli ilerlemiş yaşlarda evlenmişlerdi. Kendisi dünyaya oldukça geç geldiği için, dedesi ve ninesi kendisine çok yaşlı görünüyordu. O gün, altı senedir ona babalık yapan dedesinin, “Evden çıkarken yanına şemsiye de al oğlum. Bugün iyi yağmur indirecek, çok kötü ıslanırsın.” demesine rağmen, kendisi onun bu sözünü umursamamıştı. O da iki ihtiyarı babası gibi moruk olarak değerlendiriyor ve onların sözlerini pek dinlemiyordu. İşte o gün, yağmur tahmin ettiğinden de şiddetli olunca, ıslanmamak için ağacın altına sığınmıştı. Oysa elinde bir şemsiyesi olsaydı yağmur altında bile yürüyerek eve ulaşabilirdi, ama o söz dinlememişti. Dedesi daha öncelerden de; şiddetli yıldırımların oluştuğu yağmurlu günlerde, ağaçların altında beklenmemesi gerektiğini söylemişti. O sözleri de umursamamıştı. Başına gelen bu talihsizlik, yani cinlerle karşılaşması; üzerine yıldırımın düşmesi sonucunda oluşmuştu. O çarpmanın etkisiyle bir mucize gerçekleşmiş ve diğer boyutun kapıları da kendisine açılmıştı. Gerçi bu mucize onun pek de istediği bir şey değildi, çünkü komşu çocuklarından kendi yaşlarındaki “**** Rıfkı” lakaplı arkadaşı, senelerdir cinlerle ilgili çok korkunç hikâyeler anlatırdı. Kendisi o zamana kadar hiç karşılaşmamış olsa dahi, cinlerden oldum olası korkardı. Dedesinin söylediği sözleri dinlemeyince, şimdi onlar da kendisini görmeye başlamışlardı ve belki de hayatının sonuna kadar her gün musallat olacaklardı. Büyük bir pişmanlık duygusuyla aklından bu düşünceler geçerken, hortum burun kendisine sormuştu. “Sen kaç yaşındasın moruk? Oldukça ihtiyar görünüyorsun.” Kekeleyerek cevap vermişti. “On iki.” Hortum burunun gözleri halen maç yapanlara dönüktü; ama bu cevap üzerine gevrek bir kahkaha atarak Erkin’e baktı. Gözlerini tekrar maç yapanlara çevirirken alaycı bir şekilde ve gülerek konuşuyordu. “Seni gidi moruk seni... Yaşını küçük göstermeye çalışıyorsun ha! Heh heh he... Sen gerçekten komik birisine benziyorsun. Şu maç biter bitmez seninle uzun uzun konuşalım. Seni gidi matrak moruk!” Erkin’in alnından yine soğuk terler boşalmaya başlamıştı. Zaten tiksinerek ve korkuyla baktığı bu ********* herifle, bir de uzun uzun konuşmak mı?.. Hemen oradan tüymeliydi. O sırada yaratık tekrar konuşmuştu. “Moruk bana bir sigara versene...” “Sigaram yok. Ben hiç kullanmadım, bundan sonra da kullanmayacağım. Çünkü çok zararlı...” O kekeleyerek bu sözleri söylerken, yaratık gözlerini maç yapanlardan çevirerek Erkin’e öfkeyle baktı. “Bana yalan söyleme, az önce o beyinsize yaptıklarımın aynısını sana da yaparım. Çabuk bir sigara ver!” Erkin korku dolu gözlerle “tamam” diyerek, sanki paketi arıyormuş gibi ceplerini karıştırıyordu. Hortum burunun üç parmaklı elini kendisine doğru uzatıp gözlerini tekrar maç yapanlara çevirdiği sırada ise, bacaklarına nasıl ve ne zaman geldiğini anlayamadığı bir kuvvetle koşmaya başlamıştı. Bir yandan da avazı çıktığı kadar bağırıyordu. “Dedeeeee! Kurtar beniii!” O kaçarken yaratık hamle yapmamıştı ama, arkasından tehditler savurarak bağırıyordu. “Bak moruk, bu maç bizim açımızdan çok önemli olduğu için yerimden kımıldamıyorum, ama maç bittiğinde peşine düşüp seni yakalayacağım! Senin sadece kafana değil; ellerine, kollarına, ayaklarına ve bacaklarına da, ayrı ayrı cezalar vereceğim. Bittin sen!” Bu tehdit dolu sözleri söyledikten sonra maçı izlemeye devam ederken, Erkin ise arkasına bile bakmadan ağlayarak koşmaya devam ediyor, o sırada da düşünüyordu. Normalde, eve o mesafeden yürüyerek 20-25 dakikada ulaşıyordu. Ama o andaki temposu hiç bozulmazsa, koştuğu için 13-15 dakikada ulaşabilirdi. İnler ve cinlerin maçlarının bitmesine de, neredeyse bir o kadar dakika kalmıştı. Acaba cinler ne kadar hızlı koşuyorlardı? Bir iki dakika içerisinde, kendi gelmiş olduğu mesafeyi hızla geçerek karşısına çıkabilir miydi? Yolda koşarak ilerlerken bazı insanlarla karşılaşmıştı. Onlardan yetişkin olan bir ikisi, “Neyin var oğlum, kimden kaçıyorsun?” diye sormuşlardı; ama durup hiç birine cevap vermemişti. Zaman kaybetmek istemiyordu ve etrafında insanlardan daha çok cinler vardı. Nereye doğru gittiğini hortum buruna söyleyip, kendisini yakalamasını sağlayabilirlerdi. O zaman, “Ne’n var oğlum?” diye soran insanlardan hiçbirisi ona yardımcı olamazlardı. Ama cin kendisini yakalamadan önce evine ulaşabilirse, dedesi ve ninesi onları def edecek duaları biliyordu. Kendisine ancak o iki moruk yardımcı olabilirdi. Dedesinin iki katlı evine geldiğinde, “Dedeeee!” diye bağırarak kapıyı yumrukladı. Kapıyı açan olmuyordu ve hiç ses seda yoktu. Titreyen ellerini ceplerine sokup kendi anahtarını ararken, kapıya arkasını dönmüştü. Cinin kendisine yetişip yetişmediğine bakıyordu. O sırada anahtarı bulup cebinden çıkarmıştı, ama zangır zangır titreyen elleri yüzünden onu tutamayıp yere düşürmüştü. Yerden alıp kapının deliğine sokmaya çalıştığında da epey bir terlemişti. En sonunda kapıyı açarak içeri girmiş ve kapatmadan önce de son bir kez daha dışarıya bakmıştı. Hortum burun yoktu ama, bahçelerinde pek çok cin vardı. Kendisiyle ilgilendikleri söylenemezdi; daha çok aralarında muhabbet ediyor gibi görünüyorlardı. Yine de bir kaç tanesiyle göz göze gelmişti. Kapıyı kapatıp içeriye girdiği vakit bütün odaları dolaşmıştı, çünkü her ikisi de yaşlıydı ve herhangi bir odada uyuklamış olabilirlerdi. O yağmurlu günde iki moruğun bir yerlere gideceklerini sanmıyordu, ama o anda ikisi de evde değillerdi. Bunun üzerine mutfağa geçip masanın üzerine baktı. Bazen, “Biz falancalara gidiyoruz; dolapta şu, şu yemekler var, ısıtıp ye... Şu saatlerde döneriz.” gibilerinden notlar bırakırlardı. Fakat öyle bir not göremedi. Üzgün bir halde salona doğru geçerken, kapının tıklatıldığını duyunca irkildi. Aralıklı ve üç kere çalmıştı. “Tak... Tak... Tak...” O anda beti benzi attı. “Kim o?” diye sormamıştı bile; hortum burun olduğundan neredeyse adı gibi emindi. Eğer yaşlı moruklar gelmiş olsalardı, kapıyı kendi anahtarlarıyla açarlardı. Gelen hortum burun değil de bir komşuysa bile, onların da canları cehennemeydi... Çok sıkıntılı bir durumda olmasaydı; elbette ki, “Kim o?” diye sorarak kapıyı açabilirdi. Ama o gün kendisini mazur görmeleri gerekirdi, çünkü başına çok büyük bir bela musallat olmuştu. Ayaklarının ucunda sessizce ve adeta koşar adımlarla, üst kattaki kendi odasına çıktı. Kapısını yavaşça açıp yavaşça da kapamıştı ki, koca burunlu kendisinin evde olduğunu anlamasın... Sonra yatağına uzanıp yorganının altına girdi ve kafasının üzerine kadar çekti... Sol tarafında bulunan ve açık olduğunu gördüğü perdesini kapatmamıştı; hortum burun dışardan odaları gözetliyorsa evde olduğunu anlayabilirdi. Yatağındayken yönünü sadece tülleri çekili olan o pencereye doğru dönmüştü ve yorganın altında adeta nefes bile almadan, cenin pozisyonunda yatarak uzun bir süre beklemişti. Sonrasında herhalde uyuyup kalmış olmalıydı ki, gözlerini açar açmaz pencereden gökyüzünü görmüştü. Gökyüzü karanlıktı, gece olmuştu. Ama yağmur aynı şiddetiyle devam ediyordu. O anda birden, sağ tarafında kesik kesik soluyan bir varlığın olduğunu hissetti. Hızla sağ tarafına dönüp baktığında, onu görmüştü... Hortum burun hemen yanı başında duruyordu! Panik halinde, “Dedeeeee!” diye bağırarak yatağında doğrulunca; karşısındaki hortum burunun, “Oğlum dur! Köftehora bak hele... Ne bağırıyorsun? Kalbime indirecektin!” dediğini duymuştu. “Dede?” “Hay dedenin şarap çanağına sıçayım! Sanki ilk kez mi gördün beni oğlum?” “Ama dede, ben seni cin zannettim.” “Cin mi? Asıl cin sensin lan; sıpaya bak hele!” “Dede, cinler beni rahatsız ediyor. Siz onları def edecek duaları biliyorsunuz, kovun onları! Cinlerden birisi beni cezalandırmak için peşime düştü, çok korkuyorum.” “Ulan şu Rıfkı denen deli oğlanın her anlattığına inanma demiyor muyum ben sana? Cinler size musallat olacak kadar salak mı? Vallahi onlar sizi değil, siz onları çarparsınız vesselam. Fırlamalar sizi...” “Ama bugün eve gelirken gördüğüm inler ve onlarla maç yapan cinleri sen de görmüş olsaydın, böyle konuşmazdın dede! Onlardan biri benim kafama, kollarıma ve bacaklarıma ceza vereceğini söyledi.” “Heh heh heh he! Şimdi anlaşıldı senin durumun. Sen bugün hiç dışarı çıkmadın ki kerata... ‘Dede, biraz dışarı çıkabilir miyim?’ deyince, ben de sana; ‘Oğlum bu yağmurun altında dışarda ne yapacaksın. Şimdi in cin top oynuyordur bu havada... Arkadaşlarının hiçbiri de dışarı çıkmamıştır.’ demiştim. İlle de çıkacağım dersen benim büyük şemsiyemi al demiştim ama, sen onu taşımaya üşendiğin için almayıp odana geçtin. Ninenle ben de hiçbir yere gitmedik zaten. Sen bunları rüyanda görmüşsün güzel oğlum.” “Hayır, dışarda ağacın altında dururken benim kafama yıldırım düştü. Ben de ondan sonra cinleri görmeye başladım.” İhtiyar yine gülerek konuşmasına başlamış, “Lan kerata, sen bütün gün odandaydın. Bir ara uyuyup kaldığında rüyana böyle ilginç şeyler girmiş. Zaten az önce odaya geldiğimde yorganın da yere düşmüştü, ben yerden alıp üzerini örttüm. Hadi şimdi güzel güzel uyu. Ya da uykun kaçtıysa gel salona, biraz televizyona bakalım. Zaten saat çok geç sayılmaz.” dedikten sonra da, sırtını dönüp odanın kapısına yönelmişti. Erkin: “Ben cinleri gerçekten gördüm dede...” Dedesi bir kahkaha atarak son noktayı koymuştu. “Yorgan üstünde değildi oğlum. Kıçın açıkta kalmıştı, böyle kâbuslar görmen normal...” * * * Erkin, dedesinin odadan çıkmasının ardından mırıldanmaya başladı. “Rüyamda görmüşüm ha? Bu çok iyi. Demek ki bir daha o hortum burunla ve kesik kelleyle karşılaşmayacağım... Ama alacağın olsun moruk! Kıçın açıkta kalmıştı da ne demekmiş? Babamın ölmeden önce sizin hakkınızda söylediği sözleri çok iyi hatırlıyorum. Yanınızdayken söylemezdi ama, annemle konuştuklarında duyuyordum. Size moruklar derdi. Gerçekten de haklıymış; nenem de, sen de, iki ihtiyar moruksunuz! Ama sizleri çok seviyorum. İyi ki varsınız...” Bu sözlerinin ardından onların yanına gitmek için ayağa kalkmıştı ki, pijamasının alt kısmındaki ıslaklığı fark etti. Tekrar yatağına geçip yorganını üzerine çekti... U. GERÇEK
  2. ugery

    Kısa bir öykü

    Evet, biraz reklam yapayım dedim. Şifreler kitabı 297 sayfa ve ilk romanım. Cinius yayınevinden çıkarttığım romanımı okuyan pek çok kişi kurgusunu çok beğeniyor ama, tabii ki ilk kitabım olduğu için bazı ufak tefek hatalarım var. Tüyap fuarına yetiştirmek gayretiyle biraz acele ettiğimiz için, editörün dahi tespit edemediği bazı ufak hatalar... Şu anda ikinci romanımı yazarken biraz soluklanmak istediğimde, 4-5 A4 sayfası kadar yer tutan öyküler yazıyorum. Çünkü ilk romanımdan edindiğim ders; hep aynı konuya odaklandığınız zaman, yaptığınız hataları fark edemiyorsunuz... Arada bir, frekansların değişmesi gerekiyor.
  3. ugery

    Bir öykü daha

    SUÇLU KİM? Samet içinde bir ezilme ve kıyılma hissiyle uyandı. (Samet, yazmakta olduğum ikinci romanımdaki baş karakterin adaşıdır. Bizzat kendisi değildir!.. O yüzden reklam yapmış sayılmam.) O anda midesini tamamen boşalmış gibi hissediyordu. Banyoya gidip elini yüzünü yıkadıktan hemen sonra, mutfağa doğru yöneldi. Önceki akşamüzeri yemek hazırlanana kadar içinden iki üç tane atıştırdığı ve yarım bıraktığı bisküvi paketi aklına geldi. O anda mutfaktaki masanın üzerinde duruyor olmalıydı. Gerçekten de mutfağa girdiğinde paketin orada olduğunu görmüştü, ama bir eksiklik vardı. Paketin içerisinde hiç bisküvi kalmamıştı. Ya da bir başka deyişle, püskevit yokti... Adeta burnundan soluyarak bağırmaya başladı. “Ulan adi herifler! Bisküvilerimden ne istediniz?” O arada eşi Şermin mutfağın her iki tarafa da açılabilen kanatlı kapısını iterek içeri girdi ve uykusunu dağıtmak için gerindiği sırada sordu. “Yine sabah sabah neler oluyor, ne bu sinirin?” “Ne olacak? Midem zil çalıyor, ama bisküvilerim ortada yok. Sen mi yedin?” “Hayır, ben yatarken masanın üzerinde duruyordu.” “Ben de öyle olduğunu tahmin ettiğim için kızıyorum ya zaten. İnan bana, sen yemiş olsan hiçbir şey demezdim.” Şermin uykulu olduğu için, ilk anda büyük bir hata yaparak yanlış cevap verdiğini farketmişti. Bu sözlerin ardından konunun nereye gideceğini anladığından, son bir gayretle durumu toparlamaya çalıştı. “Aaaa, çok özür dilerim! Ben bir anda unutmuşum, dün gece içim kıyıldığı için kalkmıştım. Masanın üzerinde bisküvileri görünce de, dayanamayıp yedim.” “Hadi ordan sende! Onları korumak için şimdi uydurdun bunu...” “Evet, ne yapayım!? Onlara kızmak için her zaman bir bahane buluyorsun, ben de onları korumaya çalışıyorum. Madem bisküvilerine bu kadar çok önem veriyordun, neden paketi açık bir şekilde masanın üzerinde bıraktın?” “Canım paketi açık bir şekilde duruyor diye, benim bisküvilerimi yemek zorunda mıydılar? Onların mamaları da çanağın içinde açık bir halde duruyor. Ben onların mamalarından yiyor muyum hiç?” “Bir de yeseydin bari!” “Bak Şermin; bu kedilere çok yüz verip şımartıyorsun, bari bir de onları savunma bana... Bir kedinin bisküvi ile ne işi olabilir Allah aşkına!? Bunlar ne biçim bir kedi ya! Ne bulsalar yiyorlar...” “Offff! Uzatma Samet. Dolaptan kahvaltılık bir şeyler çıkarıp atıştırsana...” “Bunca yıllık evliyiz, sen benim sabahları kahvaltı yapma alışkanlığımın olmadığını halen öğrenemedin mi? Kahvaltı yapmadan sigaramı yaktığımı ve öğlen vaktine kadar hiçbir şey yiyemediğimi bilmiyor musun? Bugünkü gibi midem kazınırsa ve sofrada çok sevdiğim bir şeyler olursa, ancak o zaman atıştırabileceğimi gayet iyi biliyorsun. Zaten midem kazınıyor olmasaydı şu anda sigaramı yakmış püfürdetiyor olurdum; o zaman bu kadar tantana yapmamıza da gerek kalmazdı. Ama ben açım ve şu anda yiyebileceğim tek şeyin masanın üzerinde olması gerekirken, sadece paketini görebiliyorum. Senin bu kedilerinin bana karşı yapmış oldukları şey, ayıp değil mi?” Şermin dişlerini sıkarak sinirli bir ifadeyle konuşuyordu. “Onlar kedi değil Samet! Onların bir adı var; Eddy...” “İster Eddy, isterse Büdü olsunlar. Bu o lanet olası kedilere benim bisküvilerimi çalma hakkı vermez ki canım. Allah Allah!..” Şermin, “Çok duygusuz ve gaddar bir adam oldun Samet. Artık seni tanıyamıyorum. Sana kaç kere söyledim; onların bir adı var!.. Eddy, Eddy, Eddy... Daha kaç kez söylemem gerekiyor?” deyip ağlamaklı gözlerle kanatlı kapıyı itmiş ve mutfaktan dışarı çıkmıştı. Kanatlı kapı önce ileriye gitmişti, sonra geriye doğru gelmişti. Sonra bir daha ileri ve tekrar geri... Şermin kapıyı ardına kadar açıp çıkarken mesafe genişlediği için, bu ileri ve geri gidişler de bir hayli fazla olmuştu. Samet, tamamen hareketsiz kalıncaya kadar; kapının yedi defa ileri gittiğini, yedi kere de geri geldiğini saymıştı. Yoksa sekiz miydi? Belki dokuz veya on da olabilirdi; hatta on bir de... O anda tam olarak sayamamış olması ihtimali vardı; çünkü kapının gidiş gelişlerine bakarken, bir yandan da parmaklarıyla Şermin’in sorusuna cevap arıyordu. O yüzden dikkati dağılmış olabilirdi. “Eddy, Eddy, Eddy... Tam üç kere söyledi. Demek ki, ‘Daha kaç kere söylemem gerekiyor?’ demesi mantıksız. Çünkü tam sayıyı vermiş. Eddy1, Eddy2 ve Eddy3… Haa, bunlardan iki üç ay büyük bir tane daha var ya! Ama o şerefsizin adını hatırlamıyorum ki. Eddy miydi, yoksa Teddy mi? Eğer onun adı da Eddy ise; bir tane eksik söylemiş oldu. Yani; bir kez daha söyleyebilirdi bence…” Mırıldanarak bunları söyledikten sonra, bir an için düşüncelere daldı. Acaba fazla mı ileri gitmişti? Hayır hayır, Kapı değil!.. Kanatlı kapı yedi değil de sekiz kez; ya da sekiz de değil, on on bir kere dahi ileri gitse sorun olmazdı, çünkü menteşelerini yeni yağlamıştı. Herhangi bir gacırtı gucurtu; şeytan kulağına kurşun yoktu. Allah için yoktu şimdi! Ama Şermin’in mutfaktan ağlar gibi çıkması, içini biraz burkmuştu. Onunla konuşurken fazla mı ileri gitmişti? Bu isimler konusunda ne kadar hassas olduğunu bilmesine rağmen, ne gerek vardı ki kedi diyerek onu üzmeye ve kızdırmaya? Altı üstü birkaç ****** kediydi! Onların adlarını söyleyip Eddy deyiverse, kedilerin başları göğe mi erecekti? Neden bu kadar inat etmişti? Şermin’in yanına gidip özür dilemeye karar vermişti, ama ondan önce suçluyu bulmalıydı. Ve her suçlunun, suçu işlediği olay mahalline tekrar geleceğini bildiği için, bir süre daha mutfakta beklemeyi düşündü. Biraz sonra kanatlı kapı iki üç karış kadar açılarak, içeriye porsuk ve kokarca karışımına benzeyen bir mahlûkat girmişti. Semiz mi semiz; ********* mi ********* bir mahlukattı! İçeri girer girmez sandalyenin üstüne, oradan da masaya sıçramıştı. Masanın üzerinde duran boş bisküvi paketini, tuzluğu, sürahiyi; orada bulunan istisnasız her şeyi burnunu dayayarak koklamış, sonra Samet’e bakarak “mauuvv” demişti. Samet her suçlunun olay mahalline dönüp bakma takıntısını biliyordu. (Kendisi de Şermin’in başka odada olduğu ya da bir şeylerle uğraşıp dikkatinin dağıldığı anlarda; misafirleri için özene bezene hazırladığı yemeklerden çaktırmadan yiyerek, sağını solunu düzeltip içeri kaçardı. Lakin, o mutfağa geçerken içini kurtlar kemirmeye başlar ve onun durumu anlayıp anlamadığını tespit etmek için peşinden giderdi. Ve her seferinde de o anlamsız soruları sorardı. “Off, bunlar da ne zaman gelecekler yaa? Ben çok acıktım güzelim. Merak ediyorum, bugün misafirlerimize neler yaptın bakalım?” Aldığı cevap da, üç aşağı beş yukarı; hep aynı olurdu. “Vay ayı vay! Misafirler gelene kadar elini sürme demedim mi ben sana!? Yine yedin değil mi? Bir de üzerini düzeltmiş aklınca... Ben beyinsiz miyim, anlayamayacağımı mı zannettin?”) Çok seri olduğu için, çoğu zaman kepçeyi kafasına yemeden önce mutfaktan kaçmayı başarırdı. Ama suç mahalline yakından bir daha bakmak, kendisine mutlaka nasip olurdu. Her neyse, konuyu oldukça dağıttık herhalde; şimdi yeniden hikayemize dönelim... Samet suç mahalli takıntısı haricinde, başka bir şeyi de çok iyi biliyordu ki; o da, aksi ispatlanana kadar herkesin suçsuz olduğu ilkesiydi... O yüzden masanın üzerinden kendisine bakan ve “mauuuvv” diyen bu mahlukatın direk olarak gözlerinin içine baktı. Bu mahlukat her ne kadar porsuğa ya da kokarcaya benzese de; o aslında bir kediydi. Adı da Eddy’di. Eddy1... Dikkatli bir şekilde gözlerinin içine bakıp onun suçlu profiline sahip olup olmadığını gözlemlerken, konuya kendisinin girmesinin en uygunu olacağını düşündü. O salağın soru sormadıkça konuşacağı yoktu. “Benim bisküvilerimi sen mi yedin lan ******?” O anda Eddy1 aptal aptal suratına bakıyor ve tek bir “maauuvv” dahi etmiyordu. “Demek susma hakkını kullanmak istiyorsun? Sen şimdi utanmadan bir de avukat istersin benden... Şermin’i çağırayım mı ha? Gelsin mi seni savunmaya?” Bu sırada mutfağın kapısı biraz aralanmış; Samet o noktaya doğru bakarken, iki üç karışlık boşluktan içeriye bir mahlukat daha süzülmüştü. “Mauuv” diye selam verdikten sonra, yanından geçerek buz dolabının önüne gidip durmuştu. Aslında “mauuv” değil de, “miyavv” demiş de olabilirdi; çünkü gayet zarif bir görünümü vardı ve oldukça kibar birisine benziyordu. Bulunduğu yerden bir buzdolabının kapağına, bir de kendisine bakarak tekrar konuştuğu zaman; Samet onun “miyaavv” dediğinden kesinlikle emin olmuştu. Aksanı, diğerinden biraz daha farklıydı. Belli ki o anda kendisinden dolabın kapağını açmasını bekliyordu... Masanın üzerinde duran kılıksız herife nazaran, mutfağa giren bu ikinci vatandaşın eli yüzü biraz daha düzgündü. O, gerçekten de bir kediye benziyordu. Hatta yine abartıyor diye düşünmeyin; hafif bir saç sakal traşı olsa, normal bir adama bile benzeyebilirdi... Tabii ki o da bir kediydi ve onun adı da Eddy’di. Eddy2... Şermin evlerinin kömürlüğüne doğuran anne kedinin bir sokak köpeği tarafından parçalanması üzerine onları evlat edinmişti, fakat bu kedilere farklı isimler vermemişti. Bu üç kardeş kedi için o zamanlar; “Onların hepsi benim evlatlarım ve eşit derecede seviyorum. O yüzden adları da aynı olacak.” diyerek, hepsine de Eddy ismini vermişti. Yalnız beslenme önceliklerine göre; (Ki, o zamanlarda bir tanesi çok cılızdı.) en çok ilgilenilmesi gereken Eddy’e, “1”; biraz daha derli toplu Eddy’e, “2”; nur topu gibi olan pofuduk Eddy’e ise, “3” numaralarını vererek; onları envanterine geçirmişti! Kedileri kucağında eve getirdiği ilk günlerde, daha gözlerini bile açamayacak haldelerdi. Samet’in mutfaktaki iki kediye baktığı sıralarda, aklından onlar hakkında anlam veremediği bazı düşünceler geçti. Bu yaratıklar ilk doğdukları anda fareydiler de sonradan mı kedi olmuştular; yoksa su samuru ya da fok balığı olarak doğduktan sonra, evrim geçirerek mi kediye dönüşmüşlerdi? Bunu düşünmesi için çok önemli gerekçelere sahipti, çünkü Şermin’in onları eve getirdiği günü dün gibi hatırlıyordu. Kendisinin hiçbir halta benzetemediği; suratsız, kılıksız, sıfatsız, şekilsiz, yamuk yumuk şeyler olan bu meymenetsizler; nasıl olmuştu da değişivermişlerdi? Gerçi masanın üzerinde duran ****** hiç değişmemişti ve kendisine göre halen yamuk yumuk bir şeydi ya, her neyse... Koca göbekli, kılıksız herif! Samet bir masanın üzerinde duran Eddy1’e; bir de dolabın karşısında duran Eddy2’ye baktıktan sonra kararını vermişti. Eddy2’yle konuşmasını biraz daha efendice yapacaktı. Bu zarif beyefendiyle, öteki hergeleye hitap ettiği şekilde konuşamazdı. O yüzden, ölçülü bir kibarlık ve babacan bir ses tonuyla konuşmasına başladı. “Değerli Eddy2 Beyefendi; sanırım dolaptan almak istediğiniz bir şeyler var. Eğer benimle işbirliği yaparsanız, istediğiniz şeye kavuşmanız için elimden geleni yaparım. Yalnız, sorduğum sorulara içtenlikle ve doğru bir şekilde cevap vermeniz gerekiyor. Hazır mısınız?” Eddy2, yüzüne anlamsızca bakarak “miyavv” dedikten sonra, tekrar dolaba dönmüştü. “Bunu evet olarak kabul ediyorum ve soruma geçiyorum. Dün gece bisküvilerimin çalındığı saatlerde, nerede olduğunuzu söyleyebilir misiniz?” Eddy2’nin de cevap vermeyerek bön bön suratına baktığını görünce oldukça kızmış ve ona sert bir ifadeyle yeniden sormuştu. “Ulan karaktersiz! Benim bisküvilerimi sen mi yedin?” Sesini yükseltince Eddy2 biraz hizaya gelerek, sorusunu “miyaavv” diye cevaplamıştı. Ama Samet bu söylediklerinden hiçbir şey anlamamıştı. Onun söylediği iki heceli kelime, acaba ne anlama geliyordu? Evet mi, hayır mı? Çünkü “E-vet” de, “Ha-yır” da; iki heceli kelimelerdi. “Mi-yaavv” da öyleydi... Bu iş gittikçe daha da çetrefilli bir hal almaya başlamıştı. Ya bir tercüman bulmalıydı, ya da en kısa sürede kedice öğrenmeliydi. Tercüman bulabilirse neyseydi de, onların dillerini öğrenmeyi hiç istemiyordu. Kedilerin lisanını öğrenmektense, onlara kendi dilinden bildiği bütün sunturlu küfürleri savurması ve söylediği hiçbir küfrü anlamayacak olan bu ahmaklarla dalga geçmesi; hiç kuşkusuz daha eğlenceli olabilirdi. Aklından bu düşünceler geçerken, kapı yine iki üç karış kadar aralanmıştı. İçeriye de, aynı o iki karaktersize benzeyen bir zibidi girmişti. Hemen koşarak bacaklarına sürtünen ve kafasını kaldırarak kendisine yalakaca “miavv” diyen bu zibidi, herhalde içlerinden en kurnaz olanlarıydı. O da, tıpkı diğer ikisi gibi bir kediydi; onun adı da Eddy’di. Eddy3... Daha önceki sorgulamalarından dolayı oldukça tecrübe kazanmış olan Samet, yaltaklanmasına izin vermeyerek onu ayağıyla itmiş ve kendisinden uzaklaştırmıştı. Bu şerefsizlerden herşey beklenebilirdi. Kim bilir püskevitlerini o çalmıştı; şimdi de kendisine yalakalık yaparak etki altına almaya çalışıyordu. Ama Samet de kaçın kurasıydı!? Öyle kolay kolay kül yutacak bir adama benziyor muydu sanki? Bugüne bugün kaç soruşturma yapmış, kaç kişiyi bülbül gibi öttürmüştü!.. Yani... en azından ilk iki kediye, “miyaavv” dedirttirmeyi başarmıştı... Bu zibidiyi konuşturmak da, ufak bir çocuğun elinden oyuncaklarını almak kadar kolay olmalıydı. O anda çocuğun elinden oyuncağını almak düşüncesi aklından geçince; bir anısını hatırlayarak içine daralma hissi gelmiş ve kalbi sıkışmaya başlamıştı. Belki bu iş sandığı kadar kolay olmayacaktı, çünkü tecrübeyle sabitti... Üç bina aşağısında oturan arkadaşı Ertuğrul’un, Yavuz adında tombalak bir çocuğu vardı. Henüz üç yaşında olmasına rağmen, tam bir fırlamaydı! Yanında bulunan karaktersiz kediler bile, belki de o çocuğun yanında melek kalırlardı. Belki de ne kelime!? Kesinlikle bu kediler; o fırlama piçe bakarak melek sayılırlardı. O karaktersiz, bir iki hafta kadar öncesinde; şakayla karışık elindeki oyuncağını alacakmış gibi bir hareket yaptığında, nasıl da avazı çıktığı kadar bağırmıştı! Velet, sanki onu boğazlıyormuş gibi hırıltılar çıkararak kendisine saldırmış, kaval kemiklerine art arda dört beş tekme savurmuştu. O tekmeler yüzünden iki gün boyunca zorlukla yürümüştü. Bacaklarındaki morluklar ise ancak bir hafta sonra geçmişti. Karaktersiz ******!.. Nasıl da acımasızca tekmelemişti!? Ayrıca bütün bunlarla da yetinmemiş, elleriyle onu kendisinden uzaklaştırdığı anda, bacaklarına daha fazla tekme atamadığı için hırs yapmıştı. O zaman sağ elini yakalayıp, hart diye dişlerini geçirivermişti! Pitbull gibi dişleri vardı şerefsizin! Neredeyse etini koparıp çiğ çiğ yiyecekti namussuz... Samet’in aklına bunlar gelince canı çok fena sıkılmıştı. Bu kediler de onun gibi çetin ceviz çıkabilirlerdi. En iyisi bu soruşturma dosyasını, bir daha açılmamak üzere rafa kaldırmalıydı. Ama durun! Böyle yaparsa kendisine olan saygısını kaybetmez miydi? Hem ayrıca, mutfağa en son giren yalakaya henüz hiçbir şey sormamıştı. Sorduğu zaman belki de dökülecek, yaptığı her şeyi bir bir anlatacaktı bu namussuz... “Lan yalaka, benim bisküvilerimi sen mi yedin?” Eddy3 bu sorusuna cevap vermeyerek yine sırnaşmaya ve bacaklarına sürtünmeye başlamıştı. Anlaşılan, bu soruşturma sonuçsuz kalacaktı. Tam ümitsizliğe kapılmak üzereydi ki, o anda suçluyu tespit ettiğini farketti. Eddy1, Eddy2 ve Eddy3 adındaki bu üç hergele; mutfağa gelerek kendisinden bir şeyler istemekteydiler. Oysa ki hemen hergün mutfakta fink atan (Bu üç şerefsizin uzaktan akrabası) diğer çakal, ortalıkta görünmüyordu. Demek ki bisküvilerini yiyip karnını doyurduğu için, mutfağa adımını atmak o anda aklına bile gelmiyordu. Olay mahalline de muhtemelen geç saatlerde gelip bakacaktı. Evet; demek ki hırsız Teddy’di... * * * Teddy miydi??? Yok yook! Bu kendi kendisine sorduğu bir soru değildi, hırsızın o olduğundan adı gibi emindi. Hiç kuşkusu yoktu yani. Ama onlarla pek ilgilenmediği için adlarını çok iyi bilmiyordu. Örneğin az önce Eddy1 zannettiği porsuk kılıklı ******, belki de Eddy3 olabilirdi. O yüzden aklından “Teddy miydi?” sorusu geçerken; bunu o şerefsizin adından tam olarak emin olamadığı için sormuştu. Yoksa hırsız kesinlikle Teddy'di!.. Ya da Eddy. Yani Eddy4... ... Adı her neyse işte!
  4. ugery

    Kısa bir öykü

    UÇUŞ Aslı Yok Hava Yollarının TK2192 sefer sayılı İstanbul-Ankara uçuşunu yapan BOEING B737-800 uçağında, orta sıralarda oturan bir erkek yolcu avazı çıktığı kadar bağırıyordu. “İmdaat ben ölmek istemiyoruuuum, n'olur durdurun şu uçağı!” O anda hostesten çok herşeye benzetilebilecek iri ve kaba bir kadın, adamın yanına yaklaşarak suratına bir tokat attı. “Şu yaptığınızdan utanmıyor musunuz!? Sizin yüzünüzden herkes paniğe kapılıyor, bir daha böyle bağırırsanız sizi uçaktan atarım.” Bu sözlerinin ardından arkasını dönüp giderken, kendi kendine söyleniyordu. “Burada en az korkması gereken kişinin yaptığı şarlatanlığa bak. Tövbe tövbe!” Ama artık ok yaydan çıkmıştı bir kere... Adamın bu hali bazı yolcuları tedirgin etmiş ve uçağın sol tarafında; koridora bakan koltukta oturan bir kadın da, mızmızlanmaya başlamıştı. “Keşke gemi yolculuğu yapabileceğim bir yerde yaşasaydım. Ben bu kadar yükseğe alışık değilim. Hostes hanım, n'olur inelim artık!” Koskoca uçak, sanki onların keyiflerinin istedikleri her yerde durabilecekmiş gibi, mantıksızca konuşuyorlardı... Bu sözleri söyleyen kadınla aynı hizada ve sağ tarafta bulunan, uçağın koridor kısmındaki koltuğunda oturan yaşlı adam; “Korkulacak bir şey yok hanımefendi, uçak türbülansa girdi. Biraz sonra çıkar ve bu sarsıntılar kesilir. Ben yetmiş senedir sık sık seyahat ederim, en güvenilir araçlar uçaklardır.” diyerek kadını teselli etmeye çalıştı. Hostes de kadının yanına yaklaşarak: “Hanımefendi, sadece bir hava boşluğuna yakalandık. Bakın bizler bu konuda eğitimli olduğumuz için yerlerimizde dahi oturmayıp sizlere yardımcı olmaya çalışıyoruz. Bunlar korkulacak şeyler değil, hatta çok ufak sarsıntılar sayılırlar. Biz daha şiddetlilerini de yaşadık ve hepsini atlattık. Emin olun birazdan herşey normale dönecek. Beyefendinin dediği de çok doğru, uçaklar son derece güvenli araçlardır. Şu sıralarda sadece emniyet kemerlerinizin takılı olması yeterli...” Uçaktaki çocuk yolculardan biri, emniyet kemeri uyarısını duyunca şöyle bir önüne bakıp, “Neyse ki benim kemer takmama gerek yok.” diye düşünerek, başını yavaşça önüne doğru eğdi. O sırada bir erkek yolcu elindeki kitabı okurken, bir süre önce de yapmış olduğu gibi sinir bozucu bir şekilde gülmüştü. Hemen onun yanında koridor tarafında oturan bir hanım, adama kızgın bir ifadeyle baktıktan sonra konuşmaya başladı. “Ama beyefendi, böyle de olmuyor ki... Yirmi dakikadır aynı şeyi yapıyorsunuz. Bakın, ben Ankara'ya sınava girmek için gidiyorum ve şu anda elimdeki ders kitaplarına odaklanıp çalışmam gerekiyor. Ama siz böyle kahkahalar atınca, okuduklarımdan hiçbir şey anlayamıyorum.” “Hanımefendi çok özür dilerim. Gerçekten dikkatinizi dağıtmak istemezdim, ama inanın ben kahkaha atmıyordum. Bu bende bir alışkanlık, yalnız kesinlikle kahkaha değil. Zaten okuduğum kitap psikolojik gerilim tarzında bir roman. Şimdiye kadar okuduğum en iyi trajedi ve gerilim romanı... Yani şu anda kahkaha atmamı gerektirecek bir kitap okumuyorum.” Bu sırada onlardan bir koltuk önde ve karşı koridorda oturan; kendi önlerinde oturmakta olan kadına az önceki teselli edici sözleri söyleyen yaşlı adam, ona doğru eğilerek ilgi dolu gözlerle baktı. “Demek gerilim tarzında! O tarz romanları çok severim. Bazen çok uzun yolculuklara çıktığım da oluyor, romanın adını söyleyebilir misiniz? Ben de okumayı isterim.” “Hay hay... Romanın adı Şifreler, yazarı Uğur Gerçek. Bir kurgu roman ve kitaptaki olaylar da Ankara'da geçiyor.” Bu konuşmaların yapıldığı sırada türbülanstan çıkan uçağın seyri rahatlamışken, ihtiyarın iki koltuk arkasındaki bir adamın sesi duyuldu. Onun da konuşmalara kulak misafiri olduğu belliydi. “Hadi yaa! Ankara'da geçen bir hikâye mi? Vallahi bir başkadır benim memleketim!” Kitabı tavsiye eden genç adam sağa doğru eğilerek bu sözleri söyleyen kişiyle göz göze geldi. “Siz de Ankara'lı mısınız?” “Evet, hem de doğma büyüme... Ya siz?” “Aslen Amasya Merzifon doğumluyum ama, oraları hatırlayamayacak kadar küçük yaşlardayken babamın tayini Ankara'ya çıkmış. Büyüdüğüm yer olduğu için, ben de yüzde doksan Ankara'lı sayılırım. Şu anda da Çubuk'ta yaşıyorum.” “Ne güzel! Ben de Çamlıca mahallesindeyim. Atatürk Orman Çiftliği’nin yakınlarında...” Arkadaki adamla gözgöze gelmek için eğilip konuştukları süre boyunca, koridor tarafında oturan hanımın üzerine biraz fazla abanmış olmalıydı ki; kadın bir of çekerek konuşmasına başladı. “Beyefendi, isterseniz yer değiştirelim olur mu? Böylelikle üzerime abanmadan hemşerinizle sohbet edebilirsiniz.” Çok mahçup olmuştu, “Gerçekten çok özür dilerim” diyerek yerinden kalktı. Kadın koridora çıkıp ona yol verdikten sonra adamın yerine; o da onun koridora bakan koltuğuna oturdu. Oturur oturmaz da, tam hizasındaki koridora bakan koltuktaki erkek yolcu adamın kulağına doğru eğildi ve elini ağzına siper ederek fısıldadı. “Bir saatlik yolculukta da ders mi çalışılırmış? Zaten yere inmemize de şunun şurasında beş on dakikamız kalmış, halen ders çalışmaktan bahsediyor. Böyleleri, ineklemenin başarı getireceğini zannederler. Halbuki bu ezberci sistem yüzünden bazı gereksiz bilgileri çok iyi öğrenirlerken, hayatın gerçeklerini unuturlar... Hayat neden ibarettir azizim? Yemek, içmek, gezmek, eğlenmek ve çoluk çocuğa karışıp üremek! Derslerde öğretilen kuramsal bilgilerle kafayı doldurup hayatı ve yaşamanın asıl gayesini unutanlar; bir gün gelir kurda kuşa yem olurlar! Öğrendikleri gereksiz bilgiler, o zaman onlara yardımcı olamaz.” Onun sözlerinin ardından yerini değiştirdiği hanıma bakan adam, hararetli bir halde ders kitaplarını okuduğunu görünce, karşısındakine doğru eğilip fısıldadı. “Çok haklısınız azizim.” “Tabii ki haklıyım. Örneğin şu anda onun tam arkasında oturan adamı yarım saattir gözlüyorum. Yer değiştirmenizden önce senin arkanda oturan adam... Uçaktaki başka hiçbir kadına bakmıyor. Gözü sadece onda, dikkatle izlersen sen de fark edeceksin. İşte bu tip adamlar için böyle kadınlar çok kolay lokmadır. Nasıl da ağzı sulanarak bakıyor görüyor musun?” Kafasını yavaşça sol omzunun üzerinden çevirerek söz ettiği adama baktı. Öne doğru abanıp kafasını kaldırmış, gerçekten de delici gözlerle ve hayranlıkla tam önünde oturan kadını seyrediyordu. Kadını izlerken, kendisinin ona baktığını bile fark edememişti. Tekrar karşısında duran adama doğru eğilip fısıldadı. “Azizim çok haklıymışsın, sanki yiyecekmiş gibi bakıyor. Kadının işi gerçekten zor, Allah yardımcısı olsun!” Karşısındaki adam tasdik edercesine başını sallayıp bıyık altından gülerken, uçak yine türbülansa girmişti. Az önce bağıran adam yine panik yaparak bağırmaya başladı. “Allahııım, ben ölmek istemiyoruuum!” İri kıyım hostes kadın, sinirli bir şekilde adama yaklaşıp bir tokat daha attı. “Sen ne yapmaya çalışıyorsun?” Adam ağlamaklı bir ifadeyle konuşuyordu. “Bu uçak düşerse hiçbirimiz canlı çıkamayız. Lütfen kapıları açın artık, inelim! Bir daha da tövbe uçağa binmeyeceğim.” Hostes sinirli bir şekilde adamın emniyet kemerini çözdü, onu yakalarından tutarak havaya kaldırdı. “Tamam. Bu sözünü şu andan itibaren yerine getirebilirsin.” Yolcular şaşkın gözlerle ne yapacağını izlerken, arka sıralarda oturan ve ağzında tütün çiğneyen bir adam, çatlak sesiyle yanındaki diğer yolcuyla konuşuyordu. “Bence evire çevire bir güzel dövecek. Baksana kadın olmasına rağmen ondan daha cüsseli... Bu adamın ona karşı hiç şansı olamaz. Fakat yediği tokatlar yüzünden şirkete dava açarsa, kesinlikle iyi bir tazminat kazanır.” Yanındaki yolcu kafasını sallayarak tasdik etmişti. Hostes yakasına yapıştığı adamı uçağın kapısının önüne kadar götürüp, “Yolcuları bir kez daha paniğe sevk edersen neler yapacağımı söylemiştim değil mi? Seni uçaktan atacağımı söylerken ciddi olmadığımı mı sanmıştın?” dedikten sonra; seri bir şekilde kapıyı açıp adamı dışarı atması ve ardından kapatması, saniyeler süren çok kısa bir anda gerçekleşmişti. Kapıya yakın oturan yolcular gördükleri bu olay üzerine büyük bir şok içerisine girmişlerken, içlerinden birisi kendisini toparlayarak bağırdı. “Adamı attııı! Kapıyı açıp adamı dışarı attı!” Bu sözlerin ardından tütün çiğneyen adamın ağzı bir karış açılmış, dilinin üzerindeki tütün parçası yere düşmüştü. O sırada olayı tam olarak göremeyen bütün yolcular oturdukları yerlerde doğrulup hostese doğru bakarlarken; o, yaptığı şeyi herkese duyuran adama bakarak sert bir ifadeyle konuştu. “Evet, attım! Onu daha önceden uyarmıştım, ama beni dinlemedi. Seni de atmamı istemiyorsan çeneni kapa!” Yolcular büyük bir şok içerisine girmişlerdi. Kafasını kaldırıp annesine bakan küçük çocuk heyecanlı bir ifadeyle; “Anne, o amcayı aşağıya mı atmış!?” diye sorarken, hostes kadın öfkeden kudurmuş gözleriyle o yöne doğru bakmıştı. Annesi büyük bir korkuyla çocuğun ağzını kapatıp başını aşağıya doğru eğdirerek fısıldadı. “Evet oğlum, kadın galiba deli... Bize doğru bakıyor. Sakın bir daha sesini çıkarma, bizi de aşağı atmasın!” Çocuk korku dolu gözlerle annesine bakıp, “tamam” anlamında başını salladı. Bu sırada hostes öfkeli gözlerini bütün yolcuların üzerinde gezdirerek konuşuyordu. “Bu konu hakkında başka konuşmak isteyen var mı?” Az önceki olayın şokuyla şaşkınlıktan ağzı açık kalan adam, ürkek bir şekilde elini kaldırarak söz hakkı istedi. Hostes ona bakarak: “Söyle bakalım sırık! Bir derdin mi var?” “Şeey, hanımefendi... Az önce tütünümü yere düşürdüm de, yedek paketimi de almayı unutmuşum.” “Eeeeee?” “Şeey... Servislerinizde yiyecek ve içecek haricinde, çiğneme tütünü de bulunur mu diye soracaktım.” Onun sinirli bir ifadeyle kendisine baktığını fark eden adam, “Tamam, havaalanına indiğimde alırım.” diyerek başını önüne eğdi. Bu dehşet verici olayın etkisiyle, Ankara Esenboğa havaalanına ininceye kadar yolcuların ağzını bıçak açmamıştı. Uçak havaalanına indiğinde kapıdan ilk çıkan yolcu, sınava gireceğini söyleyip ders kitaplarını okuyan kadındı. İkinci olarak, uçakta onun bir arkasında oturan ve ağzı sulanarak genç kadını izleyen adam vardı. Üçüncü kişiyse, okuduğu romanı ihtiyara öneren adamdı. Kadının arkasındaki adamın ne yapacağını merak ederek, çok seri bir şekilde onların ardından dışarı çıkmıştı. Uçaktayken sürekli genç kadını süzen adam, onu omuzlarından tutup durdurarak; “Hanımefendi, gideceğiniz yere kadar size eşlik etmek isterim.” demişti. Kadın korku dolu gözlerle ona bakıp, “Hayır! Lütfen peşimden gelmeyi bırakın, yoksa polis çağırmak zorunda kalacağım.” deyince, onun omuzlarına koymuş olduğu ellerini ümitsizce geri çekmişti. Bu sırada bir an için arkasına dönüp bakınca, peşlerinden gelen adamla göz göze gelerek hemen söze girdi. “Azizim ne kadar güzel bir tesadüf! Uçakta Ankara'lı arkadaşla yaptığınız muhabbete kulak misafiri olmuştum. Çubuk'a gidiyordunuz değil mi? Ben de o tarafa gidiyorum, beraber yürüyelim mi?” “Hayır. Üzgünüm ama bu mümkün değil.” Onun bu cevabı üzerine sinirlenen ve “Ben sizi gerçekten çok sevdim, o yüzden beraber gideceğiz!” diyen adamın sözleri, dudaklarının arasından bir emirmiş gibi dökülmüştü. Yüzüne de tehditkâr bir bakış yerleşmişti. Bunun üzerine o adama sağlam bir tekme vurarak yere düşürmüş ve hızla havaalanının dışına doğru koşmaya başlamıştı. Koşarken elindeki romanını yere düşürdü, ama geriye dönüp almaya cesaret edemedi. Arkasına bile bakmadan kaçıp gitmişti. Diğer adam ise, böyle bir şey yapacağını tahmin edemeyip boş bulunduğundan olsa gerek, düştüğü yerden kalkamamıştı. Oldukça sersemlemiş bir halde, yerde boylu boyunca uzanıp kalmıştı. Yerde yatan adamı gördüğü ilk anda hayretler içerisinde kalan bir kişi vardı; bu, uçaktayken yarım saat boyunca onu izlediğini söyleyen adamdı... Kendi kendine konuşuyordu. “Nasıl olur? O ineği elde edeceğinden adım gibi emindim. Ama bunu başaramayıp eşeğe de diş geçiremediğine göre; şimdi başka bir avın peşine düşebilir bu yaşlı kurt. En iyisi yediği çiftenin etkisinden kurtulmadan önce, postu kaptırmadan hemen buradan tüyeyim!” Ve kunaz tilki kendisinden beklenebilecek bir çeviklikle, yerdeki sersemlemiş kurdun yanından son sürat koşup geçerek; havaalanından ayrılmıştı. O sırada kapıya yakın oturan ve bir yolcunun dışarıya atılmasına şahit olan adamın, uçağın merdivenlerinden inmeden önce hostese soracağı bir şeyler vardı. “Orangutan Hanım; çenemi kapamasaydım, gerçekten beni de o adam gibi dışarı atar mıydınız?” “Kartal Bey; lütfen gücenmeyin ama, tabii ki sizi de atardım. Çünkü o salak karga gibi siz de uçmasını çok iyi biliyorsunuz. Sizler, uçak düşecek olsa bile kapıyı açıp uçarak kaçabilirsiniz. Tıpkı gemiyi terkeden fareler gibi, uçağı ilk terkedenler de sizler olursunuz. O yüzden gerçekten çok kızmıştım ve ileri geri konuşmaya başlasaydınız, sizi de atacaktım. Kıçınızı kaldırmaya üşendiğiniz için...” Orangutan cümlesinin bu noktasında bir pot kırdığını anlamıştı. Sonuçta onlar müşteriydi ve onları kırmamalıydı. Konuşmasına kaldığı yerden devam etti. Aaa, pardon! Özür dilerim. Kanatlarınızı sallamaya üşendiğinizden, sizin için çok kısa sayılabilecek şu mesafeyi bile uçakla yolculuk yaparak aşmaya çalışıyorsunuz. Ama uçak bir türbülansa girdiği zaman, uçmasını bilmeyen o zavallı hayvanları korkutacak şekilde bağırıyorsunuz. Aaah, tekrar özür dilerim! Aslında siz kartallar, o aptal kargalara hiç benzemiyorsunuz. Şu ana kadar sizlerden herhangi biri o salak karga gibi bağırmadı. Ama geçen günkü uçuşum sırasında başka bir karga, ondan önceki hafta da bir pelikan böyle bağırınca; kuşların hepsini aynı kefeye koymaya başladım herhalde... Özür dilerim. Size Aslı Yok Hava Yollarını tercih ettiğiniz için teşekkür ederiz. Umarım yine bizlerle beraber uçarsınız. ” “Elbette... Açıklamalarınızdan tatmin oldum orangutan hanım. Bir dahaki yolculuklarımda da Aslı Yok Hava Yollarını tercih edeceğim. Size iyi günler dilerim.” “İyi günler.” Kargaya öfkelenip onu dışarı attıktan sonra, o kızgınlığın etkisiyle istemeden de olsa sinirli gözlerle baktığı genç kadın ve onun çocuğu da yanından geçip gitmek üzereydi. Hostes kucağındaki çocuğuyla beraber merdivenlerden inmek üzere olan kadını durdurup, “Özür dilerim kanguru hanım. Kargaya biraz fazla sinirlenmiştim. O anda sizin oturduğunuz yerden de sesler gelince, ister istemez çok kötü baktığımın farkına şimdi vardım. Umarım affedersiniz.” dedi. Kesesindeki çocuğuyla beraber aşağı doğru inerken, kanguru hafifçe tebessüm ederek başını salladı. Ama bir daha o şirketin uçağına binmeyeceği de adeta gözlerinden okunuyordu. Bu sırada karganın bağırmasının ardından mızmızlanıp söylenen kadın, kanguruya kendisini affettirmeye çalışan hostesle hiç göz göze gelmeden; yaşlı adamla beraber merdivenlerden iniyordu. “Ben daha önce böyle bir şey görmemiştim. Artık hayvanat bahçesindeki evimi buralardan taşıyıp bir nehir kenarına yerleşeceğim. Adamı uçaktan nasıl da yaka paça attı o şıllık orangutan! İnanamıyorum.” Yaşlı adam sözlerine gülerek başlamıştı. “Timsah Hanım, bunlar bu tip yolculuklarda olağan şeylerdir. Bana şöyle bir bakar mısınız, acaba kaç yaşında gösteriyorum?” Timsah yaşlı adama bakarak: “Bilemiyorum ki kaplumbağa amca... Yetmiş mi?” Yaşlı adam gülümseyerek: “Ben 122 yaşında bir aldabra kaplumbağasıyım, ömrümün büyük bir bölümü de yollarda geçti. Yürüyerek, gemiyle, otobüsle ve uçakla pek çok seyahatler yaptım. O yüzden, bugün uçakta yaşananların çok sıradan şeyler olduğundan emin olun. Her dört uçuşun birinde olur böyle durumlar, ben çok karşılaştım. Ama eğer hostes orangutan hanım, kargayı değil de gergedanı ya da bir köpeği uçaktan atmış olsaydı, bu olağan dışı olurdu. O zaman ben de size hak verirdim.” Timsah son basamağı da indiklerinde gülümseyerek sevimli ihtiyara baktı. “Sizinle tanışmak bir zevkti tosbağa amca! Ya da dede mi demeliydim?” “Ne dersen de, önemli değil. Ama bana takılırsan çok gecikirsin. Sen ufak ufak yoluna koyul istersen...” Timsah hanım onunla vedalaşıp yola koyulurken, uçağın çıkış kapısında Çamlıca'da oturduğunu söyleyen adam belirmişti. Merdivenlerden inince, kendisini biraz toparlamasına rağmen halen yerde sersemlemiş bir halde oturan kurtla göz göze geldi. Kurt: “Benim havaalanının dışına çıkmama yardımcı olabilir misiniz? Şu sıralar bana omuz verecek gerçek bir dosta ihtiyacım var.” Adam, “Hiç sanmıyorum beyefendi.” diyerek hoplaya zıplaya yoluna koyulurken, yerde bir kitap gördü. Bu eşeğin bahsettiği romandı. Onu kurttan kaçarken düşürmüştü besbelli... Heyecanla eline aldığı kitabın kapağına bakarak kendi kendine konuşmaya başladı. “Şifreler ha!? Neyin şifreleri acaba? Vallahi çok merak ettim şimdi! Eve gider gitmez bu kitabı okuyacağım. Romanın tamamını okuyup bitirmeden bu gece gözüme uyku girmez...” Gerçekten de o gün kitabı okuyup bitireceği kesindi, çünkü o inatçı bir keçiydi. “Okuyup bitireceğim” dediyse, öyle de yapardı! İnatçı keçi elinde romanıyla neşe içerisinde havaalanından ayrılırken; uçağın kapısında tütünsüz kaldığı için krize giren adam ve onun yanındaki yolcu görünmüşlerdi. Adam yanındaki diğer yolcuya hararetli şekilde bir şeyler anlatıyordu. “Bak dostum, söylemedi deme; o eşeğin hareketleri hep reklam kokuyordu! O eşek, şu “Şifreler” kitabının yazarının parayla tuttuğu bir adam bence. Ya da samanla... Uçaktaki muhabbetini hatırlıyor musun? İneğe, 'Bu benim alışkanlığım, ben aslında gülmüyorum. Zaten okuduğum romanda gülünecek bir şey yok.' demişti ki; bu tamamen palavra! Aslında o anda anıra anıra gülüyordu. Tamam, belki romanda gülünecek bir şey yoktu ama, anıra anıra gülerek herkesin dikkatini üzerine çekmek istemişti. Böylelikle biri ona neden güldüğünü soracak; o da, 'gülmüyorum' diyerek reklam kokan sözlerini söyleyecekti. Yani tamamen planlı bir kurguydu. O anda, “Şimdiye kadar okuduğum en iyi trajedi ve gerilim romanı.” diyerek, kitabın reklamını da yapmış oldu. E bu iddialı sözleri işitenler de ona illa ki soracaklar; o da yazarın ve kitabın ismini verecekti. Zaten yaşlı kaplumbağa da hemen bu tuzağa düşerek ona kitabın ismini sordu. Bütün bunların farkındasın değil mi?” “Vaayy! Dostum lama; sen hakikaten çok zeki bir hayvanmışsın. Benim hiç aklıma bile gelmemişti, oysa sen bir dedektif gibi çözmüşsün olayı. Bu çok hoşuma gitti doğrusu...” “Şempanze; dostum... Bu aslında çok da tahmin edilemeyecek bir sonuç değil, çünkü sen de bu dünyanın en zeki hayvanlarından birisin. Belki o anda farklı bir şeyler düşündüğün için dikkat edememişsindir. Ama benim sana bu detayları anlattığım zaman, olayı kavrayabiliyorsun değil mi?” “Elbette, tabii ki...” “Bu da senin ne kadar zeki olduğunu gösteriyor zaten. Çünkü sen söylenilenleri dinlediğin zaman düşünüyor ve anlayabiliyorsun. İşte benim en çok kızdığım şey; farkettiğim hatalarını kendi yüzlerine karşı söylediğimde bile, beni anlamamazlıktan gelen hayvanlardır. Örneğin bu eşekler gibi...” Tütün çiğneme alışkanlığından olsa gerek, gayriihtiyari bir şekilde yere tükürdükten sonra konuşmasına devam etmişti. “Siz şempanzeler onlar gibi değilsiniz. İnsanlarla dalga geçiyorsunuz, ama bu eşekler onlara hizmet ediyorlar. Sizlerin insanlara soytarılık yaptığınızı iddia edenler de var, fakat ben bu konuda onlarla aynı görüşte değilim. Onlarla resmen dalga geçiyor ve aşağılıyorsunuz. Ben bugün İstanbul'da günübirlik bir seminere katıldım ve çalıştığım yere, hayvanat bahçesine dönüyorum. Çalıştığım uzun yıllar boyunca insanlara hiç taviz vermedim ve orada bizleri izlemeye gelen o insanların suratlarına bütün gün tükürüp durdum. Ama adamlar o kadar yüzsüzler ki, her zaman şükür diyerek gülüp geçtiler. İçlerinden birisi de çıkıp kabadayıca, ‘Ne tükürüyorsun lan!?’ deme cesaretini dahi gösteremedi. Güçsüz, aciz ve gurursuzlar! İşte ben, böylesine gurursuz mahlukatlara hizmet eden hayvanları hiç anlayamıyorum ve onlara çok kızıyorum.” Şempanze, “Neyse dostum, sıkma tatlı canını... Onlar da elbet bir gün anlarlar.” diyerek ona dostça gülümserken, her ikisi de havaalanını terketmişlerdi bile... * * * Bu sırada kuleden henüz iniş izni alamayan, Ankara yakınlarındayken hostesin kapı dışarı ettiği karga; havaalanı üzerinde bir tur daha attıktan sonra tekrar bağırarak seslenmişti. “Kule, kule! Çok sıkıştığım için az önce bir adamın kafasına son yakıtımı da boşalttım. Şu anda yakıtım tamamen bitmiş durumda! Acil iniş izni istiyorum, tamam...” Tabii ki onu duyan hiç kimse yoktu, ya da “Gak, guk” sesleri onlar için hiçbir şey ifade etmiyordu. O da bir tur daha atıp riske girmektense, havaalanının dışındaki çimlere inmeyi denemiş ve bunu da başarmıştı. Yakıtsız bir haldeyken; kazasız, belasız, inişini gerçekleştirebilmişti. Ucuz kurtulmuştu!..
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.