-
İçerik Sayısı
41 -
Katılım
-
Son Ziyaret
İçerik Tipi
Profil
Forumlar
Bloglar
Fotoğraf Galeresi
- Fotoğraflar
- Fotoğraf Yorumları
- Fotoğraf İncelemeleri
- Fotoğraf Albümleri
- Albüm Yorumları
- Albüm İncelemeleri
Etkinlik Takvimi
Güncel Videolar
toplumbilim_ tarafından postalanan herşey
-
Toplumsal Tabakalaşma_(İnsan Gruplaşmaları.)
toplumbilim_ şurada cevap verdi: toplumbilim_ başlık Sosyoloji
Sınıf Sistemi Nedir, Ne Demektir? Sınıf sistemleri; kölelik, kast ve mülkten birçok bakımdan farklılıklar göstermektedir. Sınıf sisteminin, bu diğer üç tabakalaşma modelinden farklarını, temelde dört ana başlığa ayırabiliriz: 1. Sınıflar, yasal ya da dinsel emirlerle kurulmazlar. Bu sebeple sınıf sistemi, daha akışkan bir yapıya sahiptir. Bu sistemde ayrıca sınıflar arasındaki farklılıklar da açık bir biçimde belli değildir. 2. Hiçbir birey, içinde bulunduğu sınıfa "doğuştan mensup" değildir. Bireyler kendi sınıflarını, kısmen elde edilmiş nitelikler tabanında belirleme hakkında sahiplerdir. 3. Sınıflar, toplumlar gruplar arasındaki ekonomik farklılıklarla temellenirler. Yani sınıf sisteminin kendini diğerlerinden ayırt eden özelliği, temelinde ekonominin bulunmasıdır. 4. Sınıf sistemleri, esas olarak kişisel olmayan türden büyük ölçekli bağlantılarla işler. Mesela belirli meslek grupları, daha yüksek ücretlerle çalışırlar. Bu da bireyi değil, o meslek grubunu bağlar. Yani farklılıkların temelinde kişisel özelliklerden çok ekonomik koşulların önemi vardır. Toplumsal sınıf; Toplumsal sınıf toplumlar veya kültürler içindeki bireyler veya gruplar arasında hiyerarşik farklılığı (veya katmanlaşmayı) ifade etmektedir. Genellikle bireyler sınıf içinde ekonomik konumlarına ve katmanlaşma sistemi içinde benzer siyasi ve ekonomik ilgilerine göre gruplaşmaktadırlar. Çoğu toplum, özellikle ulus devletlerin toplumsal sınıflaşma özelliği gösterdiği görülmektedir.[1]. Ancak sınıf evrensel bir görüngü değildir. Birçok avcı-toplayıcı toplumda toplumsal sınıf yoktur, sıklıkla sürekli liderleri olmaz ve toplum üyelerini hiyerarşik güç yapıları içinde bölmekten kaçınırlar.[2] Dipnot; Habermas, J. (2006). "the European Nation State - Its Achievments and Its Limits. On the Past and Future Sovereignty and Citizenship", in G. Balakrishan (ed.) Mapping the Nation. London: Vernon. 281 - 294 Gowdy, John (2006) "Hunter-gatherers and the mythology of the market," in Richard B. Lee and Richard H. Daly (eds.), The Cambridge Encyclopedia of Hunters and Gatherers, pp.391-394. New York: Cambridge University Press -
Toplumsal Tabakalaşma_(İnsan Gruplaşmaları.)
toplumbilim_ şurada cevap verdi: toplumbilim_ başlık Sosyoloji
Mülk Sistemi Nedir, Ne Demektir? Mülkler, Avrupa feodalizminin bir parçasıdır; ancak bundan başka birçok geleneksel uygarlıkta da bulunmaktadır. Feodal mülkler, birbirine karşı bir bölümünün yasalarla belirlendiği farklı hak ve yükümlülükleri olan tabakalardan oluşan bir sistemdir. Avrupa'da en yüksek mülk, aristokrasi ve soylu toprak beyliğinden oluşmaktaydı. Daha düşük bir statüye sahip olan; ancak belirli nitelikteki çeşitli ayrıcalıkları olan din adamlığı, bir başka mülkü oluşturmaktaydı. "Üçüncü mülk" olarak adlandırılır olanlar da "ortakçılar"dır. Bunlar; serfler, özgür köylüler, tüccarlar ve zanaatkarlardan oluşmaktadır. Mülk sahipleri, kasttakinin aksine bir dereceye kadar evliliklere ve bireysel akışkanlığa izin vermektedir. Mesela tüccarlar ünvan satın alıp statülerini yükseltebilmekte; ya da kral, herhangi bir "ortakçı"ya hizmetleri karşılığında şövalyelik gibi ünvanlar verebilmektedir. Yani mülk sisteminde, sınıflar arası geçirgenlik çok rahat olmasa da mevcuttur. Mülkler geçmişte, doğuştan gelen soyluluğa dayanan bir geleneksel aristokrasinin bulunduğu yerlerde ortaya çıkmışlardır. Orta çağ Avrupa'sı gibi feodal sistemlerde, mülkler yerel malikane topluluğuyla sıkı sıkıya bağlantılıdır. Bunlar ulusal değil, yerel bir tabakalaşma sistemi oluşturmaktadır. -
Toplumsal Tabakalaşma_(İnsan Gruplaşmaları.)
toplumbilim_ şurada cevap verdi: toplumbilim_ başlık Sosyoloji
Hindistan’da kast sistemi; (IV) Dokunulmazlar (Parya’lar); Parya’lar, kast sistemine dâhil edilmezler. “Dokunulmazlar” olarak adlandırılırlar. (İnsanlığın en aşağı tabakasında yer alırlar) Hindistan’da 3000’nin üzerinde Parya yaşamaktadır. Dokunulmazlara, Harijan’lar da denmektedir. Harijan kavramı, Hindistan’ın büyük milli lideri Mahatma Gandhi’nin soyundan gelenler için kullanılır. “Tanrı’nın çocukları” ya da “Vişnu-doğumlu” anlamına gelmektedir. (Vişnu: Hinduizm’de Tanrı’nın bir şeklidir.) Hindistan’ın ilk Adalet Bakanı B.R. Ambedkar tarafından kast sistemine karşı Neobudizm hareketi başlatılmıştır. “Dalitlerin” (dokunulmazların) hareketidir (Dalit, zulüm ve baskıya karşı gösterilen köklü bir tepkidir). Neobudizm’in üyelerinin çoğu dokunulmazların eski üyelerindendir. Hindistan’da Müslümanlık; Hıristiyan ve Müslüman Hintlilerde de, örneğin Hindistan’ın güneybatısında yer alan Kerala’da, kast sistemi bilinci hâkimdir. Hindu kast sisteminden etkilenmişlerdir. Müslüman kastlar Hintli Müslümanlarda dört ana kast şu şekilde oluşmaktadır: Şeyhler Hükümdarlar Beg’ler Halifeler ##################### Sri Lanka; Sri Lanka’da iki büyük etnik grup vardır. Bu gruplar Tamil ve Sinhala gibi adlarla anılmaktadır. Ne Budizm’de ne de Hinduizm’de kast sistemi dinen meşrudur. Ancak kast sistemine karşı açık bir tepki yoktur. Jataka’larda (Buda’nın hayatını anlatan kutsal yazılar) kast sisteminin eski ruhunu yansıtan ayrıntılı bölümler ################### Bali; Bali’de tüm insanların doğuştan dört ana kasta ayrıldığını savunan Varna sistemi hâkimdir. Buna rağmen Bali’de Hint kast sistemi farklıdı. göç efsaneleri, sosyal statü bakımından önemli bir rol oynamaktadır. Hindistanlı Jati’lerin bir ucunu da Dadya’lar oluşturur. Dadya’lar, unvanları olan gruplardır. Bu unvanlara sahip olanlar, Hindistan’dakinin aksine hiçbir meslekle ilgilenmezler. Bir unvan grubunun statüsü, törenlerle bildirilir. Bali’de Dokunulmazlar yoktur. Birlikte hareket etme konuları, örneğin birlikte yemek yeme, oldukça azdır. Bu durum sadece üst kastlar arasında gerçekleşmektedir. ##################### Kaynakça; S. Radhakrishnan: Die Bhagavadgita R. Löwit Verlag, Wiesbaden T. R. Chopra, Artikel Lexikon der Religionen, HERDER/SPEKTRUM James Scott: Dominance and the Arts of Resistance, Yale University Press, 1990, S. 117 AIIMS apartheid, cricket to class in The Telegraph India von 7. Mai 2007 Purushottam Agrawal: Indien - Quoten für Unberührbare, Le Monde diplomatique (vom 11. Mai 2007) Offizieller Report, Kap. 9, S. 140 http://www.katholisc...ent-diskutiert/ http://www.britannic...Christian-caste Seite 140 - Report der „ Nationalen Kommission für religiöse und sprachliche Minderheiten“ http://www.britannic...8/Islamic-caste -
Toplumsal Tabakalaşma_(İnsan Gruplaşmaları.)
toplumbilim_ şurada cevap verdi: toplumbilim_ başlık Sosyoloji
Hindistan’da kast sistemi; (III) Jatiler; Varnalar, yüzlerce Jati’lere ayrılır. Jati kavramı “jan” sözcüğünden türetilmiştir. “Doğuş” anlamına gelmektedir. Bu, Jati kavramının ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Bu da geniş aile ya da kabile olarak anlaşılabilir. Jati’ler, kast sisteminin sosyal ve aile boyutudur. Birey, kast içindeki statüsüne doğuştan sahip olur. Bu statüyü değiştirmesi mümkün değildir. Jati’ler, hem profesyonel hem de etnik, sosyoekonomik ve kültürel farklılaşma için çalışmaktadır. Özel, ortak, ahlaki normlar aracılığıyla bir etnik grubunu birleştirirler. Eskiden bu kavramla sıkı bir evlilik düzeni ilişkiliydi, bu nedenle de diğer Jati’lere karşı göreceli olarak güçlü dışlama ve sınırlandırmalar söz konusu edilmekteydi. Bir Hindu’nun hangi sınıfa ait olduğu öğrenilmek istendiğinde, Hintçede Jati, İngilizcede toplum kavramına göre sorulur. Kötü çağrışımlar yaptığından dolayı kast olarak asla sorulmaz. Kast sisteminin günümüzde hala birlikte yaşam biçimi olarak yayılmasını isteyen Ortodoks Hinduların yanı sıra, eski sistemle ayrıcalıkları ve sömürgeciliği yasallaştırmak isteyenler de sıkı kast sisteminin üstesinden gelmek için çağrıda bulunmuşlardır. Bugün birçok Hindu, sıkı kast sistemine karşıdır. Kutsal metinleri (Veda’lar) korumak; Bazı Brahmanlar, kendilerini "saf soy“, diğerlerini de „karışık“ olarak kabul ederler. Her iki Varna, Hindistan nüfusunun yaklaşık %10’unu oluşturmaktadır. Kutsal Hint yazılarına (Veda’lar) göre; Brahmanlar üst kastta yer alırlar. Kutsal yazıları bilmek ve paylaşma ayrıcalığına sahip olmak Varnaların geri kalan kısmı için çok önemli bir ölçüttü. Kutsal metinleri korumayı sadece görevleri olarak görmüyorlardı. Aynı zamanda bu bilgileri aktarmak onların ayrıcalıklı olduklarını gösteriyordu. Bunda reenkarnasyon öğretisinin etkisi çok büyüktü. Reenkarnasyon öğretisine göre; ruhlar daha önceki yaşamlarından dolayı ya ödüllendirilecekler ya da cezalandırılacaklardı. Mesleki sınıflandırmalar; Jati’lerde ilk mesleki sınıflandırmalar hemen hemen bugünkü gibiydi: Günümüzde herkes her mesleği yapabilir. Ancak Brahmanların bir kısmı rahip olabilir. Bununla birlikte en iyi restoranlarda aranılan aşçı Brahmanlar da vardır; çünkü bugün hala alt kast aşçıların hazırladığı yemekleri bazı üst kastlar yemezler. Buna karşılık, geleneksel işlerin, hatta rahipliğin diğer kast üyeleri tarafından yapılması bugün giderek artan bir durumdur. Kshatriya’ların sadece birkaçı askerdir. Hindistan’ın büyük milli lideri, Hindistan’ı bağımsızlığına kavuşturan Mahatma Gandhi ve büyük dini lider Swami Vivekananda Vaişya’lardı. (Vaişya’lar; tüccarlar, toprak sahipleri ve çiftçilerin oluşturduğu bir tabakadır.) Evlilik; Jati’ler, sadece meslekte değil, sosyal ve etnik alanlarda da tek başlarına hareket etmezler. Bu durum, Hindistan’da bölgeden bölgeye farklılık göstermektedir. Hint web sitelerinde eş aramaları oldukça yaygındır. Bu arama, kast kriterlerine göre yapılmaktadır. Modern Hindistan’da aşk evliliğine doğru bir eğilim vardır ve kast engellerinin üstesinden gelen evlilikler gerçekleştirilmiştir. Ancak geleneksel kurallar hala önemini kaybetmemiştir. n Saflık ve kirlilik; Farklı Jatiler arasında saflık ve kirlilik kavramları önemlidir. Sınıflandırmada bunlar göz önünde tutulur. Özellikle Brahmanlar ve rahipler “saf” olarak bilinir. Bulaşıkçılık, berberlik ve çöp toplama gibi kirli işleri yapanlar da “kirli” olarak değerlendirilirler. Saf tabaka kendilerini mümkün olduğunca kirli tabakadan uzak tutmaya çalışır. Bu bağlamda fiziksel temizlik ve kirlilik de önemli bir ölçüttür. Bu nedenle dokunulmazların tapınaklara girmeleri bugün hala yasaktır. Ancak bu ayrımı, sadece kırsal bölgelerde görmek mümkündür. Çünkü kentlerde, kast üyeleri kendi adlarıyla birlikte kastının adını da söylerler. Bu ayrım, dünyanın her yerinde olduğu gibi ekonomik statüye göre yapılmaktadır. -
Toplumsal Tabakalaşma_(İnsan Gruplaşmaları.)
toplumbilim_ şurada cevap verdi: toplumbilim_ başlık Sosyoloji
Hindistan’da kast sistemi; (II) Varna sistemi, kast sisteminin entelektüel ve ideolojik düzeyi olarak tanımlanabilir; çünkü bu sistem toplumsal hiyerarşiyi sağlamaktadır. Kast düzeninin nasıl oluştuğu bilinmemektedir. Bununla ilgili ne bir kurum ne de bir belge vardır. Tarihsel olarak değerlendirildiğinde şöyle bir durum ortaya çıkmaktadır: Farklı kabileler birleştirilerek genel bir sistem oluşturulmuştur. Kast sisteminin kuralları ilk olarak Manu Smriti'de (MÖ 200 ve M.S. 200 yılları arasında) yazılmıştır. Diğer tüm Hindu yazılarında kast sistemi, amaç edinmeye değer gerçekler olarak verilmiştir. Hinduizm’e göre; kozmik ve sosyal görevlerle (Dharma öğretisi) kast sistemine aitlik arasında bir bağlantı vardır. Bir Kshatriya’nın görevi topluma önderlik etmek, onu korumaktır. Brahmanların görevi ise; kutsal yazıları öğrenmek ve öğretmektir. Kshatriya; Kshatriya, Sanskritçede asker anlamına gelmektedir. Hint kast sisteminde ikinci sınıfta yer alanlar (Varnalar) için kullanılan bir kavramdır. Askerler, soylular ve krallardan (Raja) oluşur. En önemli görevleri ülkeyi savunmaktır. Bu nedenle girişimci ruhları ve azimleri onların temel özellikleri olarak kabul edilir. Kshatriyalar; sistemi, yasaları korumak, refah ve mutluluğu sağlamak için vardır. Ayrıca savunmasız ya da sıkıntı içinde olanlara yardım etmek, başlıca görevleri arasında yer almaktadır. Kshatriyalar, Upanişad metinlerinde sık sık diyaloglar halinde geçmektedirler. Ne zaman yenilikler söz konusu olursa, sık sık onların ismi geçer, adeta „dillerine dökülür“ yenilikler. Bu durum bir tesadüf değildir. Zaten Buda temel dini yenilikleri teşvik etmiştir. Brahmanların bakanlık gibi siyasi makamlarda görev yapmaları çok sık görülmüştür. Purushasukta, Rigveda’nın (Hinduizm’in kutsal metinleri) 10. kitabında, farklı kast sistemlerinde Purusha’nın (ruh veya öz) nasıl kurban edildiğini anlatmaktadır. Brahmanlar ağızlarından, Kshatriyalar kollarından, Vaişyalar baldırlarından ve Şudralar ayaklarından kurban edilirdi. Kshatriyalar eskiden çok önemliydiler; ancak günümüzde artık eskisi kadar önemli değiller. Kshatriyaların asıl meslekleri politikadır. Bugün siyasette çıkarcılar çoğunluktadır. Bu çıkarcılar, İslam İmparatorlukları’ndan beri Hindistan’ın kuzeyinde siyasi egemenliklerini sürdürmeyi başarmışlardır. Askeri alanda bile Sihizmi yayabilmişlerdir. Sihler, önemli siyasi mevkiler elde etmişlerdir. (Sihizm, günümüzde Hindistan’ın dini ve siyasi hayatında hala önemli bir yere sahiptir.) Kshatriya kast sisteminde yer alan grupların çoğu ağırlıklı olarak Hindistan’ın kuzeyindedirler. Bir arazi sahibi olmak onlarda güç faktörü olarak sayılmaktadır. Örneğin; Hindistan’ın kuzeyinde yaşayan Rajputlar, Kshatriya kast sistemini oluşturmuşlardır. -
Toplumsal Tabakalaşma_(İnsan Gruplaşmaları.)
toplumbilim_ şurada cevap verdi: toplumbilim_ başlık Sosyoloji
Hindistan’da kast sistemi; (I) Kast terimi, Portekizce ve İspanyolcada casta ırk, soy; Latincede ise castus saf soy anlamına gelmektedir. Kast, Hindistan’la ilişkili olarak düşünülmektedir. Hindistan’da uygulanan bir sistemdir. Sınıf ayrılıklarına dayanır. Bu sınıflandırma öncelikle evlilik ve iş bölümüyle ilgilidir. Bu terim, aynı zamanda argo dilinde geçmekte ve sosyolojik bir terim olarak da kullanılmaktadır. Hatta modern toplumlarda yer alan bir terimdir. Özellikle Hindistan, Sri Lanka, Nepal, Bali ve Yezitlerde kast sistemi uygulanır. Hindistan’da kast sistemi; Kast düzeni, Hindistan’da uzun süredir hüküm sürmektedir. Hayatlarının her alanında bu düzenin etkisi hâkimdir. Eş ve İş Seçimi: Kast sisteminde grup içinde evlenmeler (endogami=akraba evliliği gibi) söz konusudur. Kimin hangi mesleği yapacağını kast sistemi belirler. Aynı kast içindekiler ancak birbirleriyle evlenebilirler. Birlikte Yeme-İçme: Hindistan’da önceden insanların hep birlikte yemek yemeleri yasaktı; çünkü üst kastlar bunu hoş karşılamıyorlardı. Kendilerini onlarla kirletme korkuları vardı. Bugün bu ayrım büyük oranda kaldırılmıştır. Ancak kırsal kesimlerde hala eski kuralları görmek mümkündür. Kast sisteminde sınıflandırma zenginlik ya da fakirlik durumuna göre yapılmaz. Ritüel saflık ve meslek durumları ölçütlerdir. Sınıflandırma Hinduizm inançlarından kaynaklanmaktadır. Kast sisteminde üst tabaka, alt tabaka şu şekilde oluşur: Belli başlı dört ana tabaka (Varna) vardır. Bu tabakalar da kendi aralarında alt tabakalara (Jatiler) ayrılır. Varna Sanskritçe bir kelimedir. “Sınıf, statü, renk” anlamlarına gelmektedir. Dört çeşit Varna vardır: Brahmanlar (Entelektüel bir tabakadır. Kutsal yazıları (Veda) yorumlayan kişilerdir. Bilginler ve rahipler bu tabakada yer alır.) Kshatriyalar (Askerler, prensler ve üst düzey memurların oluşturduğu bir tabakadır.) Vaişyalar (Tüccarlar, toprak sahipleri ve çiftçiler) Şudralar (İşçiler ve köleler) Bunların dışında bir de kast sistemine dâhil edilmeyenler (dokunulmazlar) vardır. Bunlar Paryalar olarak bilinir (insanlığın en aşağı tabakasında yer alırlar ve hiçbir hakları yoktur.) Varna terimiyle ten rengi kastedilmektedir. Bu sistemde bir kişi ne kadar açık renkliyse o kadar üst tabakada yer alır. Ten rengi aynı zamanda göçmenlerin hangi ırktan olduklarını da göstermektedir. -
Toplumsal Tabakalaşma_(İnsan Gruplaşmaları.)
toplumbilim_ şurada cevap verdi: toplumbilim_ başlık Sosyoloji
Kast Sistemi Nedir, Ne Demektir? Kast, her şeyden önce genel bir kanı olarak Hindistan'la beraber düşünülmektedir. Buna karşın "kast" teriminin kendisi, Hintçe bir terim değil; Portekizcede "ırk" ya da "saf soy" anlamına gelen "casta" sözcüğünden gelmektedir. Hintliler, kast sistemini bir bütün olarak anlatmak için tek bir terimi değil, sistemin farklı yönlerine de göndermede bulunan "varna" ile "jati" gibi değişik sözcükler kullanmaktadırlar. Varna; her birisi toplumsal onur bakımından farklılaşan dört kategoriden oluşmaktadır. Bu dört kategorinin en altında "dokunulmazlar" yer alır. Jatiler ise kast sıralarının örgütlendiği toplumsal gruplardır. Kast sistemi çok karmaşıktır ve bölgeden bölgeye farklılıklar gösterir. Bu farklılıklar o kadar büyüktür ki kast, gerçekte tek bir sistem oluşturmak yerine değişik inanç ve uygulamalar çeşitliliğinin gevşek bir biçimde birbirine bağlanmış olduğu bir bütün oluşturur. Varna öğretisi tüm insanların doğuştan şu dört kasta ayrıldığını savunur: - Brahmanlar (Din adamları), - Kşatriyalar (Rütbeli askerler, zenginler, büyük tüccarlar, büyük toprak sahipleri), - Vaysiyalar (Orta halli tüccarlar, orta büyüklükte toprak sahibi olanlar), - Südralar (Köylüler) Bu dört kast'ın ardından bir de "Paryalar" sayılmaktadır. Paryalar, insanlığın en aşağı tabakası olarak görülürler. Paryalar, değer verilmeyen ve toplumdan tamamen dışlanan bir gruptur. Paryaların toplumsal hiçbir hakkı bulunmamaktadır. Bu tabakalaşma sisteminde, yukarıdaki kastlar arasında geçiş bulunmamaktadır. Yalnızca kast içinde geçişler mevcuttur ve bir üst sınıfa ulaşabilmek mümkün değildir. Hatta kastlar arasında evlilik dahil, hiçbir ilişkiye müsade edilmemektedir. Her kast üyesi, yalnızca kendi kastından bir başkasıyla evlenebilmektedir. Yani kast sistemi, bütün geçişlere karşı korumalıdır. Kast sistemi, kendi içinde oluşturduğu bu "geçirmemezlik" duruşunun korunmasını, Hindu inancındaki "reenkarnasyon" düşüncesine borçludur. -
Toplumsal Tabakalaşma_(İnsan Gruplaşmaları.)
toplumbilim_ şurada cevap verdi: toplumbilim_ başlık Sosyoloji
İslam'da kölelik; İslamiyet'ten önce de Arap Yarımadası'nda yüzyıllardır mevcut olan kölelik sisteminin şekli İslamiyet'in varolması ile daha çok askeri ve dini bir boyut kazanmıştır. İslamiyet köleliği yasaklamamıştır. Bununla beraber köle edinmeyi zorlaştırmış ve kölelerin azad edilmesini teşvik etmiştir. Örneğin kazara bir müslümanı öldüren kimsenin müslüman bir köle azad etmesi emredilmiştir. Yalan yere yemin edenlere on yoksulu yedirip giydirmek veya bir köle azad etmek emredilmiştir. Buna gücü yetmeyenin ise 3 gün oruç tutması gereklidir. Ayrıca Muhammed bir hadisinde şöyle demiştir: "Kim kölesini döverse, onun cezası kölesini âzad etmekle yerine getirilir.. Ayrıca Sahibinden çocuğu olan bir köle, sahibinin ölümü ile özgür duruma gelir. İslam'la birlikte borç veya zaruret nedeniyle birini köleleştirmek ortadan kalkmış, kölelik edinme yöntemleri sadece savaşa indirgenmiştir. Osmanlı'da kölelik; Osmanlı'da köleliğe kurucusu Osman Bey zamanında da rastlanmakla beraber, kölelik kurumu Orhan Bey zamanında yerleşmiştir. Osmanlı devletinde köle kaynakları genel olarak iki ana başlık altında toplanmaktaydı.Bunlardan birisi savaşlar diğeri de ticaret yoluyla ortaya çıkan kölelikti. Haremin ortaya çıkması ise Fatih Sultan Mehmet döneminde gerçekleşmiştir. Bunda artan fetihler ve genişleyen topraklar önemli bir rol oynamaktaydı. Bu tarihlerden sonra kölelik ve bununla birlikte köle ticareti Osmanlı devletinde yerini alıyor ve köle ticareti devletin de dolaylı olarak destek verdiği bir uygulama oluyordu.Ancak ilerleyen yıllarda kölelerin belirli bir çalışma süresi sonunda azat edilmesi, kölelerin evlenme haklarının sahiplerince karşılanması gibi düzenlemelerle, köle ticaretini kısıtlamaya ve kölelere yapılan kötü muameleleri önlemeye çalıştı. bu amaçlarla birçok ferman yayınladı. Osmanlı'da kölelik, Sultan Abdülmecid döneminde 1847’de yayınlanan ferman bunların en önemlisidir ve bu fermanla köle ticareti resmi olarak kaldırılmıştır. Ancak uygulamanın önüne ancak imparatorluğun son yılarında geçilebilmiştir. Osmanlıdan sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti de köleliğe ilişkin bütün uluslararası antlaşmaların altına imza atmış ve Türkiye Cumhuriyeti'nde kölelik hiç bir zaman olmamıştır. Batı toplumlarında kölelik; Kölelik, Orta Çağ’ın bitimine değin, Batı toplumunun iktisadî ve sosyal açıdan ayrılmaz bir parçası olmuştur. Batı dünyasında; feodalizmin tarih sahnesinden çekilerek yerini burjuva ekonomik sistemine bırakmaya başladığı ana kadar kölelik kurumu, emek veriminin düşük ve teknik imkânların son derece kısıtlı olması sebebiyle en önemli üretim aracı olagelmiştir. Son derece ağır şartları haiz olan köle hayatında ancak 19. yüzyıl sonlarından itibaren bir miktar düzelme meydana gelmiştir. Köleliğin yasaklanması; Köleliğin insani ve ahlaki olmadığı ilk olarak Aydınlanma Çağında anlaşılmaya başlanmıştır. İlk kanunlar İngiltere’de ve ABD’de 19. yüzyılın ilk çeyreğinde, 1807 yılında çıkarılmış, daha sonra diğer Avrupa devletleri onları izlemişti. Avrupa'da İngiltere'den sonra köleliği ilk kaldıran Osmanlı İmparatorluğu'dur. Osmanlı'da kölelik, Sultan Abdülmecid döneminde 1847’de bir fermanla yasaklanmıştır. İstanbul'daki Fransız büyükelçisi "Vergennes"in damadı olan Baron de Tott şöyle demiştir: "İtiraf etmeliyiz ki, kölelerine ve cariyelerine kötü davranan Avrupalılardır. Bunun sebebi de : doğuluların köle satın almak için para biriktirmeleri, Avrupalıların ise para biriktirmek için köle satın almalarıdır." 1926’da Milletler Cemiyeti bütün dünyada köleliği yasaklamış, daha sonra Birleşmiş Milletler de bu hükmü teyid etmiştir. -
Toplumsal Tabakalaşma_(İnsan Gruplaşmaları.)
toplumbilim_ şurada cevap verdi: toplumbilim_ başlık Sosyoloji
Köle nedir? Kölelik sistemi hakkında bilgiler Köle ve kölelik sistemi; Sümerler, Güney Amerika uygarlıkları, Uzakdoğu medeniyetleri, Yunanlılar ve daha bunlar gibi birçok devlet ve uygarlıkta görülen bir olgudur. Avrupa’nın en eski zamanlarından beridir gelen ve Coğrafi Keşiflerle ayyuka çıkan köle ticareti de, önemli bir olguyu ortaya koyar. Kölelik sistemi, kendini barındıran medeniyetlerin özelliklerine göre kurumlaşma biçimleri gösterirler ve köleler de toplumun gereklerine göre çeşitli işlerde kullanılmışlardır. Tarım toplumlarında ırgat, hayvancılıkla geçinen toplumlarda çoban, ticaretle uğraşan toplumlarda ayak işleri ve satılıp alınan bir mal olarak yer edinmişlerdir. Köle; Hukuk ve geleneklere göre bir başkasının malı sayılan, hiç bir hakka sahip olmayan, mal olarak hüküm gören bir meta’dır, diyebiliriz. Köle’nin olduğu yerde ise doğal sonuç olarak bir sahiplik kavramı vardır. Köle’yi besleyen ve karşılığında her istediğini yaptıran, köleye yaptığı herhangi bir şey için kimseye hesap vermek zorunda olmayan, toplumun üst tabakasından bir kişi. Topluma göre değişse de, köleler evlenebilirler; ancak sahipleri onların ailelerini dağıtma hakkına sahipti. Devletin sunduğu herhangi bir sosyal, siyasal, ekonomik hakları yoktu. Köleliğin bitişi, ancak sahib’in azad etmesiyle mümkündü. Bunun için de herhangi bir zaman birimi yoktu ve ömür boyu köle olarak kalabilirdi. Kölelik; Bir insanın başka birinin malı ve mülkü olması, insanların bir mal olarak nitelendiği bir toplumsal tabaka olgusudur. Başka bir kişinin malı ve mülkü olan kişiye köle, memlûk veya kul; köle sahibine ise efendi veya mevla denir. Bazı durumlarda uşak ve hizmetçi de köle anlamına gelir. Kadın kölelere cariye denir. Kölelik temel olarak şu nedenlerle ortaya çıkar; Birincisi, bir kişiye olan borç sonucu; ikincisi, bir suç işleme sonucu hayatının köle olmak şartıyla bağışlanması üçüncüsü, işgal sonucu başka bir toplum tarafından köleleştirilme hali. Köleler sahipleri tarafından alım-satım aracı olabilirlerdi. Kölelere karşı yapılan her suç, bir mala yapılmış gibi işlem görürdü ve aynı suçtan hesap veren bir hür kişi, köleden çok daha az ceza alırdı ve hatta köleler için idam edilmek çok kolaydı. Kölelik her dönemde, farklı biçimde devam edegelmiştir. Köle olma şartları; Çok eski tarihlerden beri savaşta esir düşenler, ağır suç işleyenler, borcunu ödeyemeyenler, korsanlar tarafından kaçırılanlar köle kabul edilir, köle pazarlarında satılırdı. Erkek kölelerin çocukları da köle olur. Cariyelerin efendilerinden oğulları Yahudi ve Arap toplumları gibi bazı toplumlarda köle kabul edilmemişlerdir. Ziraat ve ticaretle uğraşan bütün toplumlarda köleliğin çeşitli şekillerine rastlanmaktadır. Mezopotamya’da, eski Mısır’da Yunan’da, Roma’da, İslam öncesi İran, Orta Asya ve Anadolu’da yaşayan kavimlerde kölelik son derece doğal sosyal bir olgu olarak kabul edilirdi. -
Toplumsal Tabakalaşma Nedir, Ne Demektir? Neden toplumdaki kimi grupların ötekilerden daha fazla güçleri vardır? Toplumlardaki eşitsizlik düzeyleri hangi boyuttadır? Düşük toplumsal statüye ve basamağa sahip insanların yükselebilme ihtimali var mıdır, varsa ne kadardır? Bu ve bu gibi soruların temel konuları, toplumsal eşitsizliklerin incelenmesi bakımından sosyolojinin en önemli ilgi alanlarından birisidir; çünkü insanların erişebildiği maddi kaynaklar, onların yaşamlarını büyük ölçüde belirlemektedir. Toplumsal Tabakalaşma Sistemleri İnsanlar arasındaki eşitsizliklere bütün toplumlarda rastlanabilmektedir. Bu tip eşitsizlikleri betimlemek için sosyologlar, "toplumsal tabakalaşma" kavramını kullanırlar. Tabakalaşma; "farklı insan gruplaşmaları arasındaki yapılaşmış eşitsizlikler" olarak tanımlanabilir. Dünya çapında kabul gören ve sosyologların da üzerinde durduğu temelde dört tabakalaşma sisteminden bahsedilebilir: Kölelik, Kast, Mülk sistemi ve Sınıf. Bunların tamamı, bazı tabakalaşma durumlarında aynı anda bulunabilirler.
-
Erk ile Temsil: (III) Foucault'nun entelektüeller konusundaki yaklaşımı, erk, temsil ve uzmanlaşma konularının, tek bir uygulama alanının farklı yönleri olarak ele alınmış olması bakımından dikkate değerdir Burada üç öğe söz konu sudur: Erk dizgesinin bir parçası olarak entelektüellerin geleneksel temsil işlevinin bir eleştirisi, özgül gruplara sağlanan özgül bilgilerin koşulu olarak muhalif uzmanlaşmacılığa ilişkin alternatif bir tasan ve yeni görüşün içerdiği sorunların ortaya konulması. ilki, eleştirel boyut, Foucault'nun ‘söylemi taklit eden üç büyük dışlama dizgesi'nden biri olarak hakikat istemi konusundaki genel düşüncesinden gelmektedir: Tarihsel olarak üretilip gelişen düzenleyici bir erk/bilgi dizgesi Entelektüellerin söylem konusundaki sorumluluklarına ilişkin klasik anlayış onları bu etki dizgesinin aracıları kılmaktadır. ‘Kamusallık' olarak adlandırılan (aslında bir dışlama dizgesi olan) şey, bu aracılığın erimini belirler. Foucault şunu öne sürmektedir, bu durum bır kez kabul edildiğinde, entelektüelin rolü artık" kolektivitenin bastırılmış hakikatini dile getirmek üzere kendisini ‘hem onun bir adım önünde hem de yanında' konumlamak" olmayacaktır. Bu görev, daha çok, "entelektüeli, ‘bilgi', ‘hakikat', ‘bilinçlilik', ‘söylem' gibi alanlarda kendi nesnesi ve aracı kılan erk biçimlerine karşı mücadele etmek" olmalıdır. Bu mücadele ise ‘erk çözümlemecileri'nin yapıtlarının dönüşlü biçimini alacaktır Dahası, sonuçta ‘aynı erkin, en iyi durumda efendileri değişmiş olarak, yeni bir düzenlenişi'ne varmaktan kaçınmak için bu çözümlemeciler egemen hakikat isteminin genelleyici özelliğini, bütünüyle ‘yerel ve bölgesel' —yönlendirici değil— bir kuram anlayışı adına reddetmelidirler. Entelektüel artık bir ‘danışman' rolünde değildir: "Tasarı, taktikler, belirlenecek hedefler, savaşa katılan kimseleri ilgilendirir. Entelektüelin yapabileceği, çözümleme yönünde araçlar sağlamak ... savaş alanını topolojik, coğrafi bir yoklamadan geçirmek olabilir —entelektüelin rolü budur." Foucault'nun ‘karşı-söylemler' adını verdiği şey —mevcut erk dizgesiyle savaşan ama onun ‘hakkında' dolaysızca konuşmayan söylemler— o dizgenin kendisinin ‘tabi kılınmış' nesnelerince üretilmelidir Böylelikle bu yeni ‘hakikat siyaseti'nin entelektüel taşıyıcıları artık yazarlar, uzman olmayan kimseler ya da eskinin amatörleri değil —‘filozoflar' da temsil ve genellik konusundaki isteklilikleriyle baş başa bırakılmışlardır— mevcut hakikat ya da erk/bilgi rejimi içerisinde özgül birer işleve sahip uzmanlar olacaktır: Dirimbilimciler, fizikçiler, toplumsal uzmanlar, hekimler, avukatlar vb. Zor olan nokta şu ki, erkin kapsayıcılığı, alanları ile işleyiş tarzları bakımından birbirine indirgenemez biçimde farklılık gösteren söylemlerin birliğiyle tanınıyorsa (‘dağılımdaki düzenlilik'), bu birliğin, muhalif savaşımların çeşitliliği düzeyindeki karşılığı ne olacaktır? Foucault, muhalif stratejilerin ‘birleşmekteki başarısızlığı'nı 1960'lar ile 70'lerin siyasetinde, kendi yapıtının da çoğunlukla (ve yerinde olarak) bunlar bağlamında yorumlandığı 19. yüzyılın sonlarındaki romantik, anarşist izleklere dönüşün nedeni olarak görmektedir Yine de Foucault, başka bir siyasal alternatif önermemektedir. Üstelik tek sorun bu da değildir. Çünkü Foucault'nun entelektüellere olan yaklaşımı incelendiğinde, trahisom des clercs'in yeni bir yorumunu çağrıştırdığı görülür: Entelektüelin erkle, halkı hiçe sayarak uygulanan bir erkle arasındaki özel türden bir suç ortaklığının sergilenişi Dahası, ‘stratejilerin birleşmesi' motifi biraz daha ileri götürüldüğünde durum sanki evrensel entelektüel aslında sürülmeyip de yenilenmiş, yeniden düşünülmüş gibi görünmektedir. Çünkü bölük pörçük stratejilerin taşıdığı genelliğin bütünüyle olumsuz olmasına karşılık (olumlu bir ortak direniş çizgisinden değil de ‘erk dizgesinin kendi içinden çıktığı' için) Foucault yine de bunun, her bir özgül savaşımın ‘bir hakikat mekanizmasının genel işleyişine' bağlanması için yeterli olduğunu savunur. Bu durum da özgül entelektüelin konumu ‘genel bir anlam taşıyabilir'; yerel savaşımı ‘salt uzmanlığa ya da alana yönelik olmayan etkiler ile içerimlere sahip olabilir'; hatta entelektüel ‘toplumumuzun yapısı ile işleyişinin özünde yer alan hakikat rejiminin genel düzeyinde iş görüp mücadele edebilir' Aslında, Foucault'nun kendi entelektüel çalışmasındaki siyasal boyut başka nasıl değerlendirilebilir ki? Ya da siyasal uygulamasındaki entelektüel bileşen? Üstüne üstlük, söz konusu savaşım ‘keşfedilecek' ya da ‘ortaya çıkartılacak' bir hakikate değil, "doğru ile yanlışın birbirinden ayrıldığı ve erkin belli etkilerinin doğru olana bağlandığı bir ilkeler topluluğu"na ilişkin olduğuna göre bunun özel olarak ‘felsefi' bir boyutu olması gerekir. (‘Kendilerine dayanılarak savların geçerli kılınacağı ilkelerin açığa çıkartılması' Habermas'ın felsefe tanımlarından biridir). Böylelikle ‘evrensel' ile ‘özgül' entelektüel arasındaki ayrım, entelektüel etkinliğe kaçınılmaz bir felsefi boyut katarak yıkılmaya başlar. Bu kabul edildiğinde, son zamanlarda çoğullaştırılmış kamusallık modelini Foucault'nun toplumbilimsel görüşleriyle daha da çeşitlenecek biçimde beslemek kolaylaşır. Said'in temel eğilimi de budur aslında. Ancak gerek erk anlayışları gerek de üniversitelerdeki, özellikle de insan bilimlerindeki uzmanlaşma konusundaki görüşleri bakımından iki yaklaşım arasında önemli ayrılıklar bulunmaktadır. KAYNAK : Eleştirel Bakış; 1996; Giriş bölümü; Peter Osborne; Çeviri: Elçin Gen; Dost Kitabevi Yayınları 1999
-
Erk ile Temsil: (II) Said için ‘kamu önünde, kamu için, bir iletiyi, bir görüşü, bir yaklaşımı, felsefeyi ya da bir düşünceyi temsil etme, somutlama, eklemlendirme yeteneğiyle donatılmış' bir birey olarak entelektüelin özel görevi, bu yeteneğini, ‘kendi toplumu içindeki resmi yetke sahibi erk' karşısında, özgürlük ile adaleti ilgilendiren konularda kendi görüşlerini kamu önünde dile getirmede kullanmaktır. Entelektüeller ‘ahlaksal ortamda bir değişim yaratmak için' ‘erke doğruları söyler'ler. Bunu yapmak için de erkten ve yetkeden bağımsız olmalıdırlar. Ancak Said şunu da kabul eder ki entelektüel, erk ve yetkeyle olan ilişkisinden kurtulamaz. Bu yüzden, kamu alanını canlı tutmak için durmaksızın içinde bulunduğu koşullarda kendi bağımsızlığını yaratmalıdır. Said'in böylesi bireysel savaşımların ‘değerleri ile ayrıcalıkları'na verdiği ortak ad amatörlüktür Bu, özünde, Benda'mn görüşünün toplumbilimsel açıdan biraz daha zenginleştirilerek eylemci tarzda güncelleştirilmiş biçimidir. Said, özgül birtakım bağlılıklan (kendisinin Filistin davası konusundaki savunuculu ğu gibi) evrensellik karşısında bir meydan okumadan çok evrenselliği zenginleştiren öğeler olarak sunar. Ancak süregelen bireycilik ile buna eşlik eden ahlaksal idealizm birer sorunsal olarak kalmaktadır. Çünkü entelektüelin kamu alanı içerisindeki etkinliği, onun, ‘çiğnenen haklar ve gizlenen hakikatler adına müdahalede bulunma' yeteneğine —Said'in deyişiyle, zaten her zaman kısmen resmi olan ilgileri ve çıkarları ‘temsil etme' yeteneğine— bağlıysa, entelektüel ve çıkarlarını temsil ettiği kimseler arasındaki ilişkiden bize ne? Entelektüellerin kültürel gücü ve yetkesinden bize ne? Marjinalliklerini, güç yoksunluklarını vurgulayıp abartmak, entelektüellerin özdüşünümlerinin bir özelliğidir. Said'in de belirttiği gibi, sürgün oldukları yalnızca gerçek değil, mecazi bir durumdur da İnsan yine de Chomsky'nin ‘entelektüel camia içinde muhalif olan bir kimse [ nin] iyi bir yer edineme [ (‘Herhalde hiç kimse Bertrand Russell kadar iftiraya maruz kalmamıştır' türünden abartılı sözlere varan) inancına kuşkuyla bakmadan ya da Said'in görüşünde resmi yetke ile muhalif örgütlerin entelektüel açısından oluşturduğu tehdidin aynı kefeye konmasından rahatsızlık duymadan edemiyor. ‘Muhalif kişiliğin Soğuk Savaşdönemine rastlayan kökleri, boylesı kararlı bir bireycilik siyaseti konusunda bir uyarı olmanın yanı sıra, ‘marjinallik' söylemlerini son yıllarda insan bilimleri konusundaki akademik çatışmaların gündemine dönüştüren bir serbestlik sağlam Marjinallik ve bağımsızlık retoriği, ünlü‘New York entelektüelleri'nin siyasal tarihinin gösterdiği gibi, başka alanlarda uzlaşmacılığı desteklemeye oldukça açıktır. Uzmanlaşmacılık konusundaki bütün olumsuz tavrına karşın Said, Batı üniversitelerini hala "yarı ütopik mekan"lar olarak görmektedir ve amatörlük anlayışı —‘salt uzmanlığa bağlı işlerin içine sızıp onları dönüştürme işi'— iktisadi değil, manevi bir anlayıştır Burada, kamusal kurumların temsili işleyişinin doğasında bulunan bir kültürel erk biçimine değinilmemektedir. Kapitalist toplumlarda entelektüelin işlevi (mesleki ihtisaslaşma) ile ilgili toplumbilimsel bir gerçekliği korurken erkle böyle bir suç ortaklığından sakınmak alternatif bir yaklaşıma götüren özgürlükçü bir istektir: ‘Ozgül' entelektüel anlayışının daha kapsamlı işlerliği ve muhalif yararına, Foucault'nun, evrensellik ukdesini reddetmesi gibi.
-
Entelektüeller ve Toplum Erk ile Temsil: (I) Entelektüeller üzerine yazılıp çizilenler arasında erk sorusuna verilen iki karşılık dikkat çekmektedir. Biri entelektüelin, resmi (ya da alternatif) siyasal yetkelerle uzlaştırılmaksızın, izleyicilerin, etkinlik alanlarının karmaşık çeşitliliği bağlamında, siyasal istem-oluşumunda özel bir işlevi yerine getireceği demokratik bir kamu alanı oluşturma isteğinin biraz değiştirilmiş olarak yeniden olumlanmasını içermektedir. Diğeriyse, entelektüelin evrensellik isteğinin, özel ve yerel gruplar konusunda daha fazla yarar getireceği ve ‘özel bilgileri'nin muhalefet yönünde daha çok güvenilirlilik sağlayacağı gerekçesiyle köktenci biçimde reddedilmesine dayanmaktadır. Sözünü ettiğimiz ilk yaklaşım, Habermas'ın kamusallıkla ilgili çalışmasının 1980'lerdeki siyasal tartışmalar bağlamında, her ne kadar bununla sınırlı olmasa da lngilizce'ye gecikmiş olarak da olsa girmesiyle ilgilidir. İkincisiyse Foucault'dan esinlenmiştir. Her ikisi de Benda'nın soyut ahlaksal evrenselliğinin bireyciliğini aşma ukdesinde olmakla birlikte, Bendavari eğilimlere öyle ya da böyle yenik düşme tehlikesini atlatamamıştır. İlk durumda, şimdilerde geniş bir kesimce kabul gören ve Negt ile Kluge'nin Habermas'a yönelik Marxçı eleştirilerinin bütün bir çağdaş toplumsal hareketler alanını içine alacak biçimde genişletildiği çoğullaştırılmış kamusallık kavramı, kamunun evrenselliğini birbirine ters düşen çeşitli taleplere tabi olarak görmektedir. Yine de böylesi bir evrenselliğin tasarlanması yönündeki istek (ve gereklilik) —ne kadar hayali, düzenleyici ya da düşünsel de olsa— kamu alanının kendisindeki toplumsal bütünleşme gücüne duyulan bir inancın yanı sıra canlı kalmayı sürdürmüştür Bu, sürekli bir etkileşim ile içsel değişimlerin söz konusu olduğu (genellikle yanlış olarak ‘postmodern' biçiminde adlandırılan) bir durumda, daha yüksek düzeylerde bir farklılaşmaya rastlanan toplumlarda sivil cumhuri yetçiiğin kuramsal açıdan belirsiz olmakla birlikte siyasal üreticiliğe sahip gelişimidir. Bunun ikilemleri Edward Said'in Entelektüel'inde (Habermas'a bağımlı olmasa da entelektüelin siyasal rolüne ilişkin görüşünde benzer bir kamusallık kavramına dayanan bir metin) gösterilmiştir.
-
Entelekt Biçimleri : (IV) Habermas'ın kamu alanı üzerine olan yapıtında karşı çıktığı şey, demokratik büyüme ve kentsoylu bir modelin (ki bu, aslında, görünürde esinlendiği 18. yüzyıl İngiliz modelinden çok 19. yüzyıl Amerikan geleneğiyle benzeşmekteydi) dönüşümü adı altında hem tekilci hem de ahlaksalevrenselci biçimleriyle corporatism'dir Yine de, entelektüellerin corporatism'indeki genel sorun onların erk yönündeki taleplerinden kaynaklanıyorsa (feodal beyin temsili kamusallığı, başka mevkideki kimselerin respublica'dan dışlanmış olmasının bir sonucuydu), Benda'nın laik entelektüelinin temsili kamusallığı tam da onun resmi dayanaklı erkten uzak olmasından, siyasal erke sahip olmamasından kaynaklanmaktadır. Çünkü Benda'nın görüşü özünde bireyci bir görüştür. Burada, entelektüelin kaleminin ahlaksal gücü, yalnızca kamusal okur-yazarlık kurumlarına (temsil araçlarına) değil, çelişik bir biçimde, erksizlik imgesinin retorik gücüne de bağlıdır: Sadece ve sadece usun sınırları içinde olmak. Sartre'la ilgili olarak de Gaulle şu ünlü sözleri sarfetmiştir: "Kimse Voltaire'tutuklamaz"; oysa işin aslı şu ki, durum gerektiriyorsa genellikle herkes tutuklar. Bu açıdan, 19. yüzyılın sonunda Dreyfus'un savunması sırasında Fransa'da moda olup Soğuk Savaş dönemindeki muhalif kişiliğinde yeniden işlenen, ahlaksal bir kahraman olarak entelektüel kişiliği, siyasete derin bir ikircimle yaklaşmaktadır. Erkten dışlanmış olmak onun yaşam kaynağıdır. O halde, Kant'ın özgün sorunsal formülleştirmesinde varsayılan aydınlanmacı siyasal mutlakçılığı da geçersiz saydığımıza göre, entelektüel kendi ahlaksal değerlerini kamuya sergileyerek değişimi körüklemeyi nasıl başaracak Mutsuz Havel'i Çekoslovakya (sonraki adıyla Çek Cumhuriyeti) devlet başkanlığına iten istisnai tarihsel koşullar, sorunu çözmekten çok, daha da içinden çıkılmaz bir hale getirir, çünkü erksizliğin gücü burada, toplumdaki yapısal değişimler karşısında güçsüz kalan resmi bir siyasal yetkenin erksizliğine dönüşmüştür. Bu durumda (direniş değil) istifa, içtenliğin bedeli olmaktadır, çünkü sorumluluğu yükleyip soruların muhatabı olarak göstereceğiniz başka bir kurulu yetke yoktur. Melankoli, entelektüelin özgün varoluşsal ruh hali olarak, başkaldırının yerini alır. Çek Heideggerciliği komünizm sonrası ülkelerde eski muhaliflerin tutunacakları bir ideoloji haline gelir.
-
Entelekt Biçimleri : (III) Habermas'ın, felsefenin ödevi konusundaki yazılarında entelektüelle re ilişkin bir söylemin bulunmayışı, egemen biçimiyle bu fikrin ulusal ve yazınsal kökenlerinden kaynaklanmaktadır. Felsefenin toplumsal işlevi konusundaki Alman tartışmaları bizi, derhal, Eflatun'un siyasal açıdan her yöne çekilebilen mirasına götürür: Toplum kuramı üzerine yapıtlar içinde Devlet, Nazi filozofları arasında, Nietzsche ya da Heidegger'in yapıtlarına kıyasla çok daha fazla rağbet görürdü' Entelektüeller konusundaki en çağdaş görüşün kökenleri oldukça tanıdık bir yapıta dayanmaktadır:Julien Benda'nın 1927 tarihli Trahison des Clercs(Bilginlerin ihaneti)ne. Batı'nın entelektüelin sorumluluğu konusundaki tartışmalarını o günden bu yana belirleyen terimlerin ortaya atıldığı kitap budur: Her türlü ulusal özgülcülük ya da toplumsal partizanlığı reddederek bir bütün olarak insanlığa hizmet etmek adına yürütülen destansı bir bireyselliğin evrensel ahlaksallığı. Bu terimler bugün Chomsky'nin kişiliğinde örneğini bulmuştur Avrupa'nın savaşlar arasında geçen buhranlı yıllarının vicdan azabı içindeki —felsefi çerçevesi açıkça laikleştirilmiş Hıristiyanlıktan başka bir şey olmayan— liberal insancıllığının bir ürünü olarak Benda'nın, entelektüellerin evrensel sorumluluklar taşıyan bir bireyler topluluğu olduğu yollu idealist görüşü (ondokuzuncu yüzyıl Rus ‘intelligentsia'sının bir uyarlaması), kendisini doğuran koşulları aşarak hala sarsılmaksı güç bir geleneğin zeminini oluşturmuştur. Benda'yı izleyen yazarlar (özellikle Sartre) entelektüelin özgürlüğüne ilişkin katı bir partizanlık ya da ‘sadakat' konusunda siyasal bir söyleme bağlanan varoluşsal bir söylem adına, onun soyut insancıllığını reddederek gerek kuramsal gerek de siyasal terimleriyle savaşmışlardır. Ama entelektüeli bütün bir insanlık için örnek bir kişilik haline getiren, evrensellik yönündeki o özgün ukdeye onlar da saplanmışlardı. Ahlaksal olduğu kadar paradigmatik bir biçimde yazınsal (hatta teatral) bir kişilik olarak entelektüeli yaratan etken, bu örnekleme ukdesi olmuştur. Çünkü Habermas'ın belirttiği gibi kentsoylu kamu alanı, yani ayrıcalıklı entelektüel etkinlik alanı, tarihsel olarak, daha önceden var olan bir yazın kültürü alanının siyasal olarak yeniden işleyişe geçmesiyle ortaya çıkmıştır Habermas bu gelişimi, kendisinin ‘temsili kamusallık' adını verdiği ve Ortaçağ'ın ortaklaşa (corporate) kültürüyle özdeşleştirdiği şeyin ortadan kalkmasına bağlar. Öte yandan Benda için entelektüel, kamusallık ruhunun ahlaksal timsalinin ta kendisidir. Bu görüşün, entelektüellerin ‘onlarsız kapkara bir gece olacak dünyada birer gözcü görevi gördükleri' yollu toplumbilimsel bir yorumu, Benda'nm kitabıyla aşağı yukarı aynı sıralarda, Almanya'da, Karl Mannheim'ın İdeology and Utopia adlı kitabında işlenmiştir Mannheim'a göre, bir ‘tabaka' olarak entelektüellerin görece sınıfsızlığı, ‘toplumsal yaşama nüfuz eden bütün ilgileri kapsama' gücüne sahip ‘serbest bir zeka' (frei-schwebende Intelligenz) yaratmaktadır. ‘Bireşimlerin taşıyıcıları' olarak entelektüeller, ‘bütüne yönelik ilgi'ye karşılık gelen ‘bütüncül bakış açısı'nın tek temsilcileri olmuşlardır Ringer'in yeniden kurduğu ‘mandarin' geleneğinin yetkeciliğini daha tutucu köklerine taşıyan entelektüel işlev konusundaki bu tarz ortaklaşa evrensellik, Almanya'daki liberal geleneğe, Habermas'ın kamu tarihinde öngördüğünden daha yakındır Hegel'in Hukuk Felsefesi'nde devlet bürokrasisini ele alışının, Nietzscheci bilgikuramı bağlamındaki toplumbilimsel bir uzanımı olarak Mannheim'ın çalışması, özellikle 1950'lerdeki yeniden yapılanmanın teknokratik bağlamında etkili olmuştur: Hem ‘ideoloji'den köşe bucak kaçan Almanya'da hem de uzmanlar eliyle toplumsal tasarlama ideolojisine pozitivist bir katkı olarak Fabian geleneğine sızmanın mümkün olduğu (Mannheim'ın Nazilerden kaçarak sığındığı) Ingiltere'de. Bu, ‘her şeyi sorgulayıp hiçbir şeyi eleştirmeyen' bir bakış açısı nın ‘suya sabuna dokunmayan kuşkuculuğu'nu desteklediği gerekçesiyle Adorno tarafından sert bir saldırıya maruz kalmıştır. Yine de Mannheim ile diğer ortaklaşa evrenselcilerin, Hegel üzerinden Marx'la paylaştıkları noktayı da unutmamak gerekir. Marx, evrensel bir sınıf olarak Alman proleteryasına ilişkin yorumunda nasıl Hegel mantığının kavramsal yapısını büyük oranda korumuşsa, Gramsci'nin entelektüeller hakkındaki yapıtında da, sınıf terimleriyle ifade edilmemiş bile olsa, Hegel'in corporatism'ine rastlanır.Entelektüel temsilin ikilemleri (evrenselin bakış açısıyla özgül olanı, özgü! olanınkiyle evrenseli düşünmek) Adorno'nun, Mannheim'ın corporatism'inin sözde evrenselliğine yönelik eleştirisinde anıştırdığı kadar kolay çözülemez.
-
Entelekt Biçimleri : (II) Habermas'a göre, başka yerlerde filozof-entelektüel ulamı altına sokuşturulan etkinlikler titiz bir ayrıma tabi tutulmalıdır. Bu ayrımda, tamamen bilgisel ya da entelektüelliğe özgü öğeler ile (ki burada felsefe hakimdir) her birinde ortak olan kamusal-demokratik sorumluluk ya da işlev ortaya çıkmalıdır. Bunun tuhaf birtakım sonuçları vardır: Rawls'un Theory of Justice'inin, kendisini ‘ahlaksal savların geçerli kılınacağı genel zemin için ya da kuralların açığa çıkarılması' işiyle sınırlamak yerine özel adalet ilkeleri ortaya koymaya çalıştığı için, felsefi bir yapıt olarak görülmemesi, gibi. Buna karşılık, ‘yurttaşlar arasındaki gündelik siyasal söylem'de felsefi bir boyut olduğunun kabul edilmemesi de buna dahildir. Ancak bu durumda, ‘yardımcılar' olarak filozoflardan nasıl yararlanılacağı ve özel uzmanlıklarının neyle ilişkilendirilebileceği açık değildir. Ancak uygulamada, dergilerde çıkan yazıları ve söyleşileri aracılığıyla Habermas, tam da geçerliliğini böylesine ısrarla reddettiği entelektüel filozof rolünü oynamıştır; özellikle de ulusal kimlik ya da devletin rolü ve yapısı gibi konular söz konusu olduğunda —1960'larda öğrenci gösterileri ile üniversitelerin demokratikleştirilmesi üzerine dönen tartışmalar, 1970'lerdeki terörizm konulu tartışmalar, 80'li yıllardaki Tarihçiler Tar tışması, daha sonra Alman birliği ile Körfez Savaşı konusundaki tartışmalar' Bu nedenle Alman tarihinden, felsefi uygulamanın kendi içinde yer alan ‘söylen ile aydınlanmanın iç içeliği' konusunda alınacak dersler olmakla birlikte bu tarihin, filozofun kamusal rolü karşısında belirleyici bir say ortaya koyduğu da tartışılır. Aslında Habermas'ın, siyasal bir kişilik olarak filozoftan duyduğu korku, onun, savaşmakla meşgul olduğu geleneğin en önemli öğretilerinden birini kabul etmesine bağlanır: Yani felsefenin belli türden savların mutlak birleştirici gücü olarak tanımlanmasına. Sanki toplumsal olanla bir kez karışınca felsefenin tüm yapabildiği onun üzerinde erk talep etmekmiş gibi. İçinde bulundukları toplumsal kalıplara bağlı olarak usun savlarının bu mantıkçı soyutlaması (ve korkulan yanlış somutlanması) tam da çağdaş Fransız ve son dönem Anglo-Amerikan felsefelerince sorgulanan şeydir. Bu sorgulama, yazınsal bir kişilik olarak entelektüel imgesiyle daha da perçinlenmiştir.
-
FELSEFE VE ENTELEKTÜELLERİN ROLÜ _ Peter Osborne Entelektüeller ve Toplum Nedir? Entelekt Biçimleri (Klasik Gelenekler): (I) Klasik olarak ‘entelektüel', (kentsoylu) devrim geleneğindeki soyut ussal öğenin, somut bir toplumsal kişilikte simgelendiği Fransız imgeleminin bir ürünüdür. Belli bir kimseyi ya da belli bir işle uğraşan bir kimseyi temsil eden bir ad olarak bu sözcüğün İngilizcede günlük kullanıma girişi on dokuzuncu yüzyılın başlarını bulmuştur. Başından ben Jacobencilikle olan bağından ötürü de, soyutlamayla özdeşleştirilen soğukluk gibi, ironik biçimde nitelendiği işe yaramazlık benzeri olumsuz çağrışımları da beraberinde taşımıştır Bu açıdan sözcüğün tarihi, (1796'da de Tracey'nin bir fikirler bilimini belirtmek üzere ortaya attığı) sonradan Napolyon'un, demokrasi taraftarlarını ‘fikir' satıcıları olarak suçlamak üzere aşağılayıcı bir anlamda kullandığı ‘ideoloji' sözcüğünün tarihiyle koşuttur. Marx da çatışan politik inançlardan hareketle bu sözcüğün olumsuz anlamını savunmuştur. Entelektüeller hakkında pek fazla bir şey yazmamış olsa da Marx'ın, ‘ideologlar' hakkında söyleyecek bir şeyleri vardı. Yapıp ettiklerinin, kendilerine ilişkin idealistçe bir yanlış anlamaya dayanması anlamında —tıpkı filozoflar gibi yani— onları birer idealist olarak görüyordu. Yine de Marx da, geçerliliğini yitirmiş olduğunu düşündüğü bir felsefi geleneğin kavramsal kaynaklarına dayandığı ölçüde, aslında onların geleneğine kendince katılmış oldu. İşe yaramazlık artık kuşkusuz, özellikle filozoflara atfedilen bir özelliktir. Ama bu hep böyle olmamıştır. Aydınlamanın filozof geleneğinin uygulamayla köklü bir ilişkisi vardı. Voltaire'in Felsefe Sözlüğü'ndeki filozof başlığına göre "doğa yasalarının küçük bir kısmını keşfetmek çağlara mal olmuştur, ama akıllı bir kimse için insanoğlunun ödevini öğrenmek bir günlük iştir." Bu metne göre işe yaramaz olanlar, dindarlığa sığınan ikiyüzlüler, filozofları mahkum eden fanatiklerdir ve hepsi de Fransa'da yaşamaktadır. Voltaire'in iyimser bir gözle çizdiği İngiltere'de bunlara yer yoktur. İngiltere Burke'ün, yani entelekya karşıtlığının o entelektüel galibinin kimliğinde intikamını almıştır. Reflections on the Revolution in France'te (1790) Burke'ün, Fransız Aydınlanması'nın din imgesini Aydınlanma'nın kendi mirasına taşıması, modern tutuculuğun, entelektüellerin siyasal itibarlarını yitirmelerinin temellerini atmış oldu. Bu durum, ‘entelektüeller' ve ‘ideoloji'nin, ‘Marxçılık' ve ‘parti' aracılığıyla ‘bütüncüllük'e bağlandığı Soğuk Savaş (‘yenilen Tanrı' komünizm) sırasında daha da güçlendirildi Bu, sağ kanat halkçılığın merkezinde olan, ama etkisi bundan çok daha yaygın olan bir ikiyüzlülük yapısıdır. Filozofa ilişkin olarak düşünü len işe yaramazlık, felsefeye özgü entelektüel işlev konusundaki bağımsız bir kavrayıştan (belki de soyutluğunun getirdiği o belirsizlik duygusunun da ötesinde) olduğu kadar, bu geniş çaplı entelekya karşıtı akımdan da kaynaklanmıştır. Bilinçli bir biçimde ‘felsefe karşıtı bir felsefe' olma çelişkisini sürdüren pragmacılığın son dönemlerde Anglo-Amerikan akademilerindeki dirilişinin, entelekya karşıtlığını mı sürdürdüğü yoksa bunun mirasıyla savaşmakta mı olduğu, bu kitaptaki söyleşilerin birkaçında tartı şılan konulardan biridir. Öte yandan Almanya'da durum faklıdır. Felsefenin gerek ulusçuluk gerek devletle olan yakın tarihsel bağı —Fichte'nin Alman Ulusuna Söylev'in den (1807) Heidegger'in Rektörel Söylev'ine (1933) kadar— ardında Alman ulusçuluğunun kendi tarihinin yanı sıra, büsbütün farklı başka bir söylemsel iz bırakmıştır. Almanya'da Aydınlanma, filozofu değil, felsefe profesörünü yaratmıştır. Ancak bu profesörün alanına beslediği tutku, entelektüel türlerin kurulu hiyerarşisi ya da fakülteler içindeki konumunun kendisine sunduğu her türlü olanağı aşmaktadırı. Başka ülkelerde entelektüele atfedilen evrensellik ile kamusallığın bir aradalığı (uzmanların, üniversitedeki kıdemli kimselerin ihtisasçılığına karşılık olarak), bu gelenek içerisinde felsefeye has bir özellik olarak görülmektedir. Felsefeye, kültür ile toplumsallaşma açısından kendisini bir bütün olarak modern kültürün en yetkin düşünümsel biçimi kılan birleştirici bir güç atfedilmiştir. Sözgelimi Schelling için, felsefeyi bir fakülte içerisine yerleştirilebilir bir şey olarak tasarlamak anlamsızdır, çünkü: "Her şey olan bir şey, tam da bu nedenle, herhangi bir şey olamaz"". Bu özel evrensellik, corporatism aracılığıyla liberal evrendeşçilikten (Kozmopolitanizm ) aslında dilsel olan bir ulusçuluğa dek pek çok siyasal yoruma açık olduğunu gösterir. Ancak bunun Üçüncü Reich sırasında faşizmle olan uzlaşması, Aydınlanmacı dayanaklarını köklü bir biçimde sorunsallaştıran bir etken olmuştur. 1930'lardaki Alman felsefesi erke yönelik talebiyle, İngiltere, Fransa ya da Kuzey Amerika'daki eşdeğerleriyle kıyaslandığında bir hayli farklılık gösteriyordu. Sonuç olarak, 1945'ten beri Almanya'daki liberal filozoflar, bilinçli olarak, Alman felsefesinin ulus ile devlet arasında özel bir ilişki yönündeki eski talebine karşı bir eğilim içine girerek, bunun yerine bir yurttaş olarak filozof bireyin, herhangi bir kimseden farksız olarak taşıdığı demokratik sorumluluğa dikkat çektiler. Kökenlerini Jaspers'in ilk savaş-sonrası yazılarında" bulan bu yaklaşım, Habermas'ın şu ısrarlı sözleriyle özetlenir: "Filozoflar bir ulusun öğretmenleri değildirler... mevcut tarihsel koşullar altında belli tipteki bir toplum için kurumlar tasarlama istiyorlarsa, ancak demokratik sürece birer yurttaş olarak dahil olan ya da belli bir uzmanlıkla bu sürece hizmet eden kimselere katılabilirler."
-
Toplumsallaşma (Sosyalleşme) ve Sosyalleşme Araçları.
toplumbilim_ şurada cevap verdi: toplumbilim_ başlık Sosyoloji
Bireyi Sosyalleştirme Araçları Sanat, eğitim ve teknoloji, sosyalleştirme araçlarının başında yer alır. Bu unsurlar aynı zamanda bilgi üretmeyi ve sosyal yapının şekillendirilmesini de sağlamaktadırlar. Çoğu yazarlar günümüzde en etkili ve yaygın sosyalleştirme araçlarından biri olan televizyonu, toplumsal normları aktaran sosyalleştirme araçlarından biri olarak işlemektedirler. Gerçekten de televizyon eğlence, çeşitli törenler ve birbirinden farklı büyük dinleyici kitleleriyle toplumumuzda en yaygın ve güçlü sosyalleştirme araçlarından biridir. Fert, bu görünüm tarafından sunulan telkinden kaçamamaktadır, hatta televizyon seyretmeyenler bile bu insanların bulunduğu çevrede yaşamak zorundadırlar.[1] Televizyon veya genel olarak iletişim, özellikle bilgisayar iletişiminin yaygınlık kazandığı ikinci enformasyon devriminden sonra, yabancı kaynaklardan gelen yayınlarla veya kültürel olmayan enformasyonla millî kimlik erozyonuna sebep olmaktadır.[2] Ancak, diğer yandan, yerli kaynak kullanıldığı takdirde millî kültür bütünlüğünü sağlayabilecek bir araçtır da. Yabancı kültür unsurları, yabancı yayınlar vasıtasıyla millî kültür bütünlüğünü bozmaktadır. Araçların zaman içinde şekil veya niteliklerinde değişmeler olabilmekte, fakat fonksiyonları devam etmektedir. Bir aracın önemi onu elinde bulunduran insan tipine bağlıdır. Bu bakımdan genel olarak insanların, söz konusu örnek itibariyle de yazarlar veya yapımcıların kimlik unsurları, toplumu etkiledikleri bilgi bakımından son derece önemlidir .[3] Sanatın her dalı, sosyalleştirmede çok güçlü birer araçtır. Burada sadece edebiyat ve onunla ilgili bir örnek ele alınmıştır. Hikâyeler ve masallar sosyal değerlerin mükemmel bir şekilde ifâde edilerek aktarılması için organize edilmiş edebî eserlerdir. Fert, birbiriyle ilişkili olaylar zincirinde işlenmiş olan iyi ve kötü tipleri, bunların sosyal hayat açısından konumlarını, fayda ve zararlarını kolaylıkla değerlendirerek işaret edilmiş olan sosyal kimliğini edinir. Dede Korkut hikâyelerinden Tepegöz buna açık bir örnektir.[4] Bu eserde, bir çoban tarafından işlenen ahlâk suçu, neticede toplum dışı bir kişiliğin (Tepegöz) meydana gelmesine ve tüm topluma zarar vermesine sebep olmaktadır. Cemiyetin dışındaki bilinmeyen öğelerle kurulan bu meşru olmayan ilişkinin maliyetini oba halkı ödeyememektedir. Toplumsal işleyiş altüst olmuştur. Sonuçta örnek kişilik tipine müracaat edilerek problem ortadan kaldırılır. Eserde birtakım sosyal davranışlar toplum hayatı için önemli olan boyutlarıyla işaret edilmektedir. Göç olayının çocukların sosyalleşmesi üzerinde olumsuz bir etkisi vardır. İş bulmak amacıyla ailenin erkeklerinin şehre göçmesi, kadınların aile içindeki yükümlülüklerini artırarak onları karşı karşıya kaldıkları problemleri çözmede yetersiz bırakmakta ve doğan boşluk yeni nesillerin eksik sosyalleşmelerine sebep olmaktadır. Araştırmalar göçün aile gelirini ve hayat standartlarını yükseltirken ailenin kadın üyelerinin sorumluluklarını da artırdığını göstermektedir.[5] Ancak, kadının yeni çalışma alanlarına katılması ve yeni tecrübeler edinmesine rağmen ataerkil aile yapısına ait ahlakî değer sistemi devam ettirilmektedir. Bu da göstermektedir ki, bu tür aile yapısı ve değerleri kırsal alana mahsus eski tarz bir sosyal yapının sonucu değildir. Göçün esas amacı çocukların geleceklerini geliştirmektir . Etnik unsurların bulunduğu sosyal yapılarda sosyalleşme ayrı bir önem taşımaktadır. Bu tür toplumlarda ırk çatışmalarını giderici unsurların esas alınması gerekmektedir. Irk ayrımının olmadığı bir çevrede, eğitim kurumlarından mezun olan öğrenciler daha yüksek eğitim kurumlarına -ayırımcılığın yapıldığı bölgelerdekine nispeten- daha fazla miktarlarda girmekte, eğitimlerini tamamlamakta ve iş bulabilmektedirler .[6] Fertlerin sosyal orijinleri kariyer seçimini yönlendirmekle birlikte eğitilmiş üyelerin genellikle seçkin toplumsal değerlere yönelmektedirler .[7] Fertlerin etnik kökenleri bir dereceye kadar kariyer seçimini etkilemektedir. Ancak, bu durum genellikle düşük eğitim seviyesindeki kesimlerde göze çarpmaktadır. Mensup olunan etnik guruba ait sosyal ve meslekî çevrenin sunduğu imkânlar daha kolay değerlendirilebilmektedir. Ayrıca, geleneksel olarak sürdürülen bazı meslekler de, etnik yapı çerçevesinde belirleyici olmaktadır. Fakat eğitim seviyesi yükseldikçe, etnik kökenin kariyer seçimindeki belirleyiciliği azalmakta, eğitilmiş üyeler genellikle seçkin toplumsal değerlere yönelmektedirler. Eğitim oranının yükselmesiyle birlikte etnik gurup bilinci düşmektedir. Bu konuda yapılmış bir araştırmada, yüksek sosyo-ekonomik statülü kesimde ırk bilincinin düşük olduğu ortaya konulmuştur.[8] Ancak eğitimin her zaman ferdin kendisi veya toplumun yararlarına kullanıp kullanmadığı şüpheli bir sorudur. Aynı araştırmaya göre, 1960 ve 70'lerde zenci kolej öğrencilerinin kariyer amaçları ve politik aktiviteleri zenci topluluğunun hayat şartlarının yükseldiğini göstermektedir. Buna ters olarak çağdaş gözlemciler düşük seviyede bir siyasi aktiviteyi işaret etmekte ve ferdî çıkarların hâkimiyetinin bir göstergesi olarak günümüzdeki zenci öğrencilerin maddi şeylere olan düşkünlüğü vurgulamaktadırlar. Yüksek sosyo-ekonomik statü, düşük ırk bilincinin en önemli işaretidir. Daha açık fırsatlar yapısının algılanması bu fertlerin sistemi sorgulamasını ve böylece statükoya meydan okumasını önlemektedir. Araştırmanın sonuçları kısaca, refahı artan kesimin etnik tutumlardan uzaklaştığını söylemektedir. Bunun sonucu olarak da siyasî aktiviteler düşmüştür. Ancak, zencilerde refah arttığı için mi siyasî aktivite azalmaktadır, yoksa sosyal haklar kazanıldığından dolayı artık bu tür hareketlere gerek kalmamış mıdır? Bu sorunun cevabı verilmemektedir. Dipnotlar [1] G. Gerbner, "Society's storyteller: how television creates the myths by which we live.", Media & Values. no. 59-60, Fall, 1992, s. 8-9. [2] B. Ostry, "The Information "Revolution": Information, Communications and Culture." Paper presented at the Annual Meeting of the International Institute of Communications. (London, England, September 9-13, 1979), s.1-12 [3] Center for Social Organization Studies. "The Sociology of Black American Literature: The Changing Social Role of Black Writers.", Working Paper Number:171. Chicago Univ. 1973, s.31. [4] O. ª. Gökyay, "Basatın Tepegözü Öldürdüğü Boyu", Dede Korkut Hikâyeleri, Tercüman 1001 Temel Eser No. 149, İstanbul 1980, s.169-182. [5] Y. Atal, "City Lights: the Impact of Rural-Urban Migration.", The Courier (Unesco). v. 38, Sept. 1985, s. 10-11. [6] J. H. Braddock; R. L.Crain; J. M. McPartland, "A long-term view of school desegregation: some recent studies of graduates as adults.", Phi Delta Kappan. v. 66, Dec. 1984, s. 259-64. [7] J. J. Frenk, Social Origin Prefessional Socialization And Labor Market Dynamics: The Determinants of Career Preferences Among Medical Interns in Mecsico. Dissertation (Ph.D.). The University of Michigan, 1983. s. 334. [8] M. Lorrai, The 'Talented Tenth' Reconsidered: Race Consciousness. Dissertation (Ph.D). The University of Michigan, 1988, s. 3-11. -
Toplumsallaşma (Sosyalleşme) ve Sosyalleşme Araçları.
toplumbilim_ şurada bir başlık gönderdi: Sosyoloji
Toplumsallaşma (Sosyalleşme) Nedir, Ne Demektir? Hemen hemen bütün canlılar, kendileriyle aynı türden canlıların arasına doğarlar. Bunlar arasında kimileri doğduktan hemen sonra kendi başlarının çaresine bakabilirken, bazıları herhangi bir destek veya yardım almadan varlıklarını sürdüremezler. İşte insan da bir canlı olarak yaşamının başlangıcından sonraki en az 5-6 yıllık dönemde herhangi bir destek ve yardım almadan hayatını sürdüremez. Öncelikte Türk Dil Kurumu'nun "toplumsallaşma kavramı" için yapmış olduğu tanım şöyledir: "Toplumsallaşma; bireyin kişilik kazanarak belli bir toplumsal çevreye hazırlanması, toplumla bütünleşmesi süreci, sosyalleşmedir." Bu tanım, toplumsallaşmanın TDK tarafından yapılan "kelime anlamı" olarak tanımıdır. Sosyolojik bir kavram olarak toplumsallaşma; yaşamını devam ettirebilmek için yardıma ihtiyaç duyan insanın, içinde doğduğu topluma adapte olabilme sürecidir. Bu süreç içinde (toplumsallaşma süreci) insan; içine doğduğu toplumun kültürel değerlerini öğrenir, kendine has beceriler edinir, kendi bilincine ulaşmış bir birey haline gelir. Toplumsallaşma, toplum içinde farklı kuşakların birbirleriyle olan iletişimini ve etkileşimini sağlar. Bu farklı kuşaklar, toplumsallaşma süreci içerisinde birbirlerinin yaşantılarını etkiler biçimdedir. Örneğin bir çocuğun dünyaya gelmesi, onun sorumluluğunu taşıyan ailesinin bir grup olarak yaşantısında ve bu aile grubunun bireylerinin yaşantılarında farklılıklara yol açacaktır. Sonuç olarak toplumsallaşma; insanların yaşam süreçleri boyunca (doğumdan ölüme kadar) içinde bulundukları ve hem bireysel, hem de toplumsal bir canlı olarak geliştikleri süreçtir. Toplumsallaşma, genel anlamda bir adaptasyon ve tamamlanma sürecidir. Kaynak: Sosyoloji, Anthony Giddens _ Sosyolog Ömer YILDIRIM -
Aile Sosyolojisi Nedir? Maurice Duverger, sosyolojinin gelişimi, toplumsal olayların da doğa bilimlerinin kullandığı yöntemlerle incelenebileceği temel düşüncesine bağlıdır. Comte'un başlangıçta kullandığı "toplumsal fizik" adının olsun, toplumsal olayları "birer nesne gibi" ele almak gerektiğini söyleyen Durkheim'ın formülünün olsun kökeninde bu yatar. O dönemde sosyolojinin, doğa bilimleri gibi, olayları olduğu gibi betimleyebildiği ve böylece, "değer yargıları" yerine, "gerçek yargıları" geliştirebildiği oranda bir bilim olduğuna inanılmaktaydı. Bu tutum, gerçek bir düşünsel devrim oluşturmuştur. Daha önceleri, birkaç ender olağan dışı kişi bir yana bırakılırsa (Aristo, Makyavel, Jean Bodin ve özellikle Montesquieu) toplumsal olgular, esas olarak felsefi ve ahlaki açıdan incelenmekteydi. Toplumun ne olduğu değil de insan doğasına ve insan yaşantısının amacına ilişkin dinsel ve fizik ötesi birtakım inançlara göre toplumun ne olması gerektiği tanımlanmaya çalışılmakta; yani değer yargılarına varılmaktaydı. İnsan ve toplumun, "birer nesne gibi" bilimsel şekilde incelenebileceği düşüncesi bile, kutsal şeylere karşı bir saygısızlık olarak görülmekteydi. Gerçekten de toplum bilimi düşüncesi ile insan özgürlüğü arasında mutlak bir çelişki olduğu kabul edilmekteydi. Bilim kavramı o zamanlar, kesin bir gerekirciliğe (determinizm) dayandırılmıştı. Buna göre bir "A" öncülü her zaman bir "B" sonucu verecekti ve zaten bilimsel yasa da ikisi arasındaki bu bağlantıda ifadesini bulacaktı. Bu, "B"nin kaçınılmaz şekilde "A"yı izlemesini engelleyecek herhangi bir gücün araya girmeyeceğini varsaymaktadır. Bu anlamda sosyolojik yasa kavramı, insanin özgür olmadığını kabul eder. Özgürlük kavramı, geleneksel gerekirciliğe karşıdır. Özgür olmak, kendi kendini, hiç değilse kısmen belirleme olanağına sahip olmak yani bütünüyle dışardan belirlenmiş olmamak demektir. O halde geçen yüzyılın bilim adamları, toplum bilimlerinin varlığını olanaklı kılmak için tümüyle aldatıcı saydıkları insan özgürlüğünü yadsıma yolunu seçmekteydiler. Bu şekilde bitmez tükenmez birtakım felsefi tartışmalara girişilmekteydi. Bugün bunlar aşılmıştır. Artık gerekircilik bundan çok farklı bir biçimde, istatistik bir gerekircilik olarak anlaşılmaktadır. Bu, özgürlük kavramını yadsımaz; yalnızca, somut koşulların olası sonuçlarını ifade eder ki özgürlük, bu koşullar içerisinde kullanılabilir. Parislilerin %60'ının 15 Ağustos'ta başkenti boşalttıklarını söylemek Parislilerin her birinin o gün kentte kalmak ya da uzaklaşmak özgürlüğünü sınırlamamaktadır. Bu istatistik gözlem yalnızca, toplumsal alışkanlıkların Parislileri 15 Ağustos'ta Paris'ten kaçmaya zorlandıklarını ve insan istemlerinin içerisinde belirlendiği toplu koşullarda bir değişme olmadığı takdirde %60'ının bu daha yüksek eğilime karşı çıkmak yerine onu izlemeyi seçme olasılığının daha yüksek olduğunu söylemektedir. İstatistik gerekircilik, olasılık terimleriyle toplu davranışları ifade ettiğinden, bu toplulukları oluşturan bireylerin belli özgürlüklere sahip olduklarını göz önünde bulundurmaktadır. İstatistik gerekircilik ilkin, toplum bilimlerine temel olmuştur, sonradan fizik bilimlere de az çok yayılmıştır. Artık burada da "A" unsurunun mutlak bir "B" unsurunun ortaya çıkmasına yol açtığı söylenilmemekte, "A"nın ardında "B"nin görülme olasılığının şu ya da bu kadar olduğu söylenilmektedir. Çoğu durumda bu olasılık oldukça yüksektir ve karşıt olasılık hemen hemen yok gibidir. Yine de atom düzeyinde durum biraz farklılık gösterir. Şöyle ki burada bir "A" faktörünün ardından, her biri de bir hayli yüksek olasılıkla (B, C, D, E) gibi birçok hipotezin gerçekleşmesi mümkündür. Böylece bugün 19. yüzyılın sonuna göre, fizik ve toplum bilimleri karşılaştırmasına değin görüşler tersine dönmüştür. Eskiden, toplum bilimleri, o zaman mutlak kabul edilen fizik gerekirciliğin bulunduğu varsayılarak, fizik bilimlere göre düzenlenmekteydi. Bugün ise fizik gerekirciliğin toplum bilimlerinin örneğini verdiği istatistik gerekircilik görüntüsüne uygun biçimde göreceli (rölatif) olduğu kabul edilmektedir.
-
Aile Nedir, Aile Kurumu Ne Demektir? Aile; evlilik, kan ya da evlat edinme bağlarıyla birbirine bağlı, tek bir hane halkı oluşturan, karı-koca, ana-baba, kız ve oğul, kız ve erkek kardeş olarak her biri kendi toplumsal konumu içinde birbirlerinin karşılıklı etkileyen, ortak bir kültür yaratan, paylaşan ve sürdüren bireyler grubudur. Ayrıca aile topluluğu, tek bir hane halkını oluşturduğu için çoğu kez hane halkı terimiyle kullanılır. Başka bir açıklama yapmak gerekirse; Türk Hukuku’na göre aile kan veya mukabele ile birbirine bağlanmış, aralarındaki hukuki münasebet medeni hukuk ile düzenlenmiş topluluktur. Aile, çok büyük önemi olan tabii bir toplumdur; çünkü, çocukların korunması ve yetiştirilmesi, anne ve babaya ancak sürekli bir beraberlik sayesinde yürütebilecekleri bir takım görevler yükler. Bu yüzden ailede eğitimin yeri çok önemlidir. Aile Sosyolojisi Nedir? Aile sosyolojisi; ailenin görevi, yapısı, tarihi süreç içindeki gelişimi, aileyi teşkil eden bireyler ve bunların rol ve statüleri, ailenin içinde bulunduğu toplumun siyasal, dini, ekonomik, sosyal ve kültürel yapısı hakkında araştırmalar yapan bir sosyoloji alt dalıdır. Pek çok sosyolog ve sosyal düşünür her çağda ailenin sosyal fonksiyonları üzerinde durmuşlar ve onu toplumun önemli kurumlarından biri olarak görmüşlerdir. Hatta bazıları sosyal huzursuzlukların temelinde aile yapısında meydana gelen çözülmeyi göstermişlerdir. Bilindiği gibi aile; yeni yetişen nesillere ilk şekli veren, onları eğiten, koruyan, yetiştiren kurumdur; ancak ailenin bu rolü giderek başka kurumlara intikal etmiş ya da değişikliğe uğramıştır. Özellikle günümüz ailesi artık bireyin sosyalleştirildiği, geçimini sağladığı, şahsiyetini geliştirdiği, koruduğu yegane merkez ve ocak olmaktan çıkmış; ailede bireylerinin statü ve rolleri de değişmiştir. Evlilik ilişkileri yeni şekiller almıştır. Kadın eski şartlar içinde değildir. Eskiden görülen ve anne, baba, büyükanne, büyükbaba, amcalar ve çocukların oluşturduğu geniş aile; yerini baba, anne ve evlenmemiş çocuklardan oluşan "çekirdek aile"ye bırakmıştır. Ailevi ilişkilerde farklılaşma meydana gelmiştir. Bütün bu sosyal değişmeler karşısında toplumun temeli olan aile kurumunun yeni şartlara rahatlıkla uyumunu sağlamak için bazı tedbirler almak gerekmektedir. İşte bu ve benzeri konular, "kurumlar sosyolojisi"nin önemli bir dalı olan "aile sosyolojisi"nin ilgi alanına girmektedir. Kaynak: Sosyolog Ömer YILDIRIM Ayrıca Lütfen Bakınız: AİLE KURUMUNDA EĞİTİMİN ÖNEMİ
-
Bilgi sosyolojisi açısından göz önünde bulundurulması gereken konulardan biri de sosyal yapının veya toplumun sosyalleşme esnasında sosyal problemleri nasıl yarattığıdır. Günümüzün merkezi problemleri, esasta sosyalleşme hatalarından kaynaklanmaktadır. Bunlar sosyalleşme problemleri olarak da ele alınabilir. Bazıları bilgi sosyolojisi yaklaşımıyla kısaca analiz edilebilir. Özellikle temel eğitim kurumlarındaki diğer eğitim konularının yanı sıra, uzun dönemde işsizlik, refah devletinden sosyal programlara kadar, geniş bir alanda toplumun her tür problemiyle koordineli olarak ele alınabilir.[1] Sosyal problemlerin en önemlilerinden biri suçluluk kimliğidir. Toplumdaki suç ve suçluluk kimliği konusunda bir düşünce olarak genellikle iki yaklaşım mevcuttur. İlki, insanın doğuştan barışçı olduğu, zulme ve suça bozuk sosyal çevrenin sebep olduğuna dair teoridir. Bu düşünce suçlu kesim ile ilgili olaylarda suça bir bakış açısı olarak kullanılmaktadır. Suçlar, zulme ve adaletsizliğe karşı bir isyan şeklinde görülmekte, bozuk yapı unsurlarının ve yanlış düşünce sistemlerinin giderilmesine çalışılmaktadır. Diğer yaklaşımda ise, insanın içgüdüsel olarak saldırgan olduğu ve toplumun temel amacının onların zorbalıklarını gidermek olduğunu işleyen geleneksel siyasi felsefenin ışığında suç, farklı bir şekilde gözükmektedir. Polis, hâkim ve mahkumlar caydırıcı kimselerdir, fakat nihaî olan en güçlü engel kültürel olarak yüklenilmiş dahili mekanizmalardır.[2] Yani inanç veya ahlâk sistemleri gibi tüm sosyal değerler. Netice itibariyle günümüzdeki suç hareketleri sosyal zulümden, baskıdan dolayı değil, alt sınıfların zayıf aile yapısının bir tezahürü olarak ferdin yetersiz sosyalleşmesinden dolayı ortaya çıkmaktadır. Başka bir deyişle sosyal yapı suç vakıasını ve dolayısıyla da suçlu kimliğini üretmektedir. Bir diğer sosyal problem de işsizlik neticesinde yaratılan işsiz kimliğidir. İşsizlik karamsar, sorumluluktan kaçan, içe kapanık bir psikolojik hale sebep olmaktadır. Çalışmayan kesim olarak ele alındığında iş bulamayanlar, çalışma çağının dışında olanlar ve bunların ailelerinden oluşan oldukça büyük bir kitleyi etkilemektedir. İşsizlik gelir düzeyini düşürmekte, eğitimi engellemekte, aile düzenini sarsmakta ve sosyal ilişkileri bozmaktadır. Böyle bir çevrede sağlıklı sosyalleşme beklentisi oldukça zordur. Ayrıca, Batı dünyasında çalışabilir nüfusun genel nüfus içindeki oranı hızla düşmekte ve artan yaşlılar kitlesi büyük bir problem olarak ortaya çıkmaktadır. Sosyal yardımlaşma, sosyal borçtan ortaya çıkan görev duygusu ihmal edilmektedir. Sosyal dayanışma sistemi bu yönde bir sosyalleşme ile kurulabilir.[3] Ayrıca, böyle bir borcun inkârı karşılıklılık sürecini sekteye uğratmaktadır .[4] İşsiz ve malî yönden zor durumdaki ebeveynin ailelerinde de çocukların sosyalleşmesi büyük problemlerle karşılaşmaktadır. Her şeyden önce ekonomik zorluklar ebeveynin çocukları yetiştirmekteki tutumlarını olumsuz etkilemektedir.[5] Yukarıda kısaca değinilen problemler, yanlış sosyalleşmiş ve bunalımlı bir kesimin yeniden sosyalleşmesini gerektirmektedir. Yeniden sosyalleşme veya gurup sosyalleşmesi, kendine has metotlarla hataların çözümlendiği programların yaygın eğitim yoluyla aktarılmasını sağlamaktadır. Belirli problemler çerçevesinde benzeri niteliklere sahip bir gurup insanın bir araya gelerek ortak bir amaç doğrultusunda sosyalleşmeleri gurup sosyalleşmesidir. Gurup içindeki üyeler, problemin çözümü doğrultusunda rol yüklenmektedirler. Bazı yazarlar bu tür gurupların zararlı olduğunu, bir tür beyin yıkama formuna dönüştüğünü belirtmektedirler.[6] Ancak, benzeri programlar toplumun pek çok kesiminde uygulanmaktadır. Meselâ, zenci kesiminin halihazırdaki sosyalleşme tarzları neticede problemli kitleler ve büyük sosyal patlamalar yaratmaktadır. Los Angeles ayaklanması bir kesimin , farklı yaşama şartlarının neticesidir. Bu kesimleri müessir ve yeni bir kimlikle tekrar sosyalleştirmek için belli bir unsurun veya koordineli olarak birkaç unsurdan teşkil ettirilmiş merkezi temaların esas olduğu sosyalleşme programları düşünülmektedir. Eğitim programları, doğrudan ferdî kaynaşma, ırk bilinci eğitimleri, ve politika guruplarının yapılanmaları gibi unsurları amaçlayan sosyalleştirmeler yoluyla bu kitleler yeniden düzenlenmeye çalışılmaktadır .[7] Yetişkinler ve çocukların birlikte oluşturdukları guruplar, pek çok sosyal problemin düzenlenmesi için, eğitim kurumlarının yanı sıra, düzenli ve yaygın eğitim programları uygulamaktadırlar. Bu problemler yeni nesillerin fizikî olarak deforme olmasından, televizyonun sebep olduğu aktivite bozukluğuna, yüksek boşanma oranlarından suçluluğa kadar mevcut bütün problemler alanına yayılmış gözükmektedir. Bu sınıflarda uygun eğiticiler, çocuklar ve yetişkinler için probleme yönelik sosyalleştirme faaliyetleri yapmaktadırlar.[8] KAYNAKÇA; [1]J. Marzollo, “How they learn best (four year olds).”, Parents. v. 63, Jan. 1988, s. 102-6. [2]Magnet-Myron. “Rebels with a cause (blaming society for inner city crime).”, National Review. v. 45, Mar. 15, 1993, s. 46-50. [3]M. H. Cantor, “Families: a Basic Source of Long-Term Care for the Elderly.”, Aging. no.349, 1985, s. 8-13. [4]E. A. Wynne, “Will the Young Support the Old?”, Society. v. 23, Sept./Oct. 1986, s. 40-7. [5]R. Goldsmith, The Effects of Parental Employment Status, Dissertation (pH.D.) The University of Michigan, 1986, s.31. [6]D. Hurley, “Getting help from helping.”, Psychology Today. v. 22, Jan. 1988, s. 62-4. [7]R. Majors ve J. Mancini, “Rescuing the black male.” The Futurist. v. 26, Sept./Oct. 1992, s. 50-1. [8]M. Bloom, “Shake, Rattle, and Roll .” New York. v. 20, Nov. 23 1987, s. 72-87.
-
- Sosyalleşme
- Kimlik
-
(ve 1 diğerleri)
Yapıştırılan Etiketler:
-
Sosyolojinin İnsan Yaşantısına Katkıları Sosyoloji, yaşamımız için birçok önemli fayda ortaya çıkarmaktadır. Bu faydalar, gerek birey olarak kişisel gelişimimiz, gerekse toplumsal bir canlı olarak toplum içindeki gelişimimiz açısından bizlere önemli artı değerler katmaktadır. Sosyolojinin insanlığa kattığı artı değerler arasında; "kültürel farklılıkların bilincinde olma", "politikaların etkilerini değerlendirebilme" ve "kendi kendimizi aydınlatabilme yeteneği kazanma" gibi kazanımları sayabiliriz. Kültürel Farklılıkların Bilincinde Olma Sosyoloji, bizim toplumsal dünyayı birçok farklı bakış açısından görebilmemizi sağlar. Başkalarının nasıl yaşadıklarını yeterli bir biçimde anlarsak, onların sorunları hakkında daha iyi bir anlayış geliştirebiliriz. İnsanları etkileyen, ancak onların yaşam biçimleri hakkında yeterli bilgiye dayanmayan pratik politikaların başarısı son derece azdır. Örneğin; çoğunlukla siyahi insanlardan oluşan bir toplulukla ilgilenen beyaz bir görevli, toplumsal yaşantıdaki siyahi insanlarla beyazları ayıran farklılıklara duyarlı olmadığında, bu topluluk üyelerinin güvenini kazanamayacaktır. Politikaların Etkilerini Değerlendirebilme Sosyolojik araştırma, politika girişimlerinin sonuçlarını değerlendirmede pratik faydalar sağlamaktadır. Pratik bir reform programı, bunu tasarlayanların ulaşmak istedikleri sonuçları sağlamada başarısız kalabilir ya da beklenmeyen sonuçlar yaratabilir. Örneğin; İkinci Dünya Savaşı'nı izleyen yıllarda, pek çok ülkenin kent merkezlerinde "sosyal konut blokları" yapılmıştır. Bu bloklar, geri kalmış bölgelerdeki düşük gelir gruplarına, yüksek bir yaşam standardı kazandırmak için planlanmışlardı ve yakınlarında alış-veriş merkezleri ile diğer hizmetlerin (sağlık, eğitim vb.) sağlandığı birimler bulunmaktaydı. Ne var ki araştırmalar, daha önce oturdukları konutlardan bu büyük ve yüksek bloklara taşınanların kendilerini yalıtılmış ve mutsuz hissettiklerini göstermiştir. Yoksul bölgelerdeki bu büyük bloklar ve çevredeki alış-veriş merkezleri, genellikle yıkılmış ve şiddet içeren suçlara yataklık yapmıştır. Kendi Kendimizi Aydınlatabilme Yeteneği Sosyoloji, bizim kendi kendimizi aydınlatabilmemizi; yani kendimizi daha iyi anlayabilmemizi sağlamaktadır. Bizler, neden böyle davrandığımız hakkında daha çok şey bildikçe, kendi geleceğimizi etkileme olanağımız daha da artmaktadır. Sosyolojinin yalnızca, politikaları tasarlayanlara -güç sahiplerine- yerinde kararlar vermede yardımcı olabileceğini düşünmemeliyiz. Güçlü olanların izledikleri politikalarda daha az güçlü ya da daha az ayrıcalıklı olanların çıkarlarını kolladıkları her zaman varsayılamaz. Kendilerini aydınlatmış olan gruplar, genellikle sosyoloji araştırmalarından yararlanabilir ve hükümet politikalarına etkin tepkiler geliştirebilir ya da kendi politikalarını biçimlendirebilirler. "Alkolik İsimsizler" gibi, üyelerine yardım amacıyla oluşturulmuş gruplar ve çevre hareketleri gibi toplumsal hareketler, doğrudan doğruya pratik reformları gerçekleştirmeye, hem de dikkate alınır bir başarıyla gerçekleştirmeye çalışan toplumsal gruplardır. Kaynak: Sosyoloji, Anthony Giddens_Sosyolog Ömer YILDIRIM
-
Aile Sosyolojisi: Aile sosyolojisi; ailenin görevi, yapısı, tarihi süreç içindeki gelişimi, aileyi teşkil eden bireyler ve bunların rol ve statüleri, ailenin içinde bulunduğu toplumun siyasal, dini, ekonomik, sosyal ve kültürel yapısı hakkında araştırmalar yapan bir sosyoloji alt dalıdır. Pek çok sosyolog ve sosyal düşünür her çağda ailenin sosyal fonksiyonları üzerinde durmuşlar ve onu toplumun önemli kurumlarından biri olarak görmüşlerdir. Hatta bazıları sosyal huzursuzlukların temelinde aile yapısında meydana gelen çözülmeyi göstermişlerdir. Bilindiği gibi aile; yeni yetişen nesillere ilk şekli veren, onları eğiten, koruyan, yetiştiren kurumdur; ancak ailenin bu rolü giderek başka kurumlara intikal etmiş ya da değişikliğe uğramıştır. Özellikle günümüz ailesi artık bireyin sosyalleştirildiği, geçimini sağladığı, şahsiyetini geliştirdiği, koruduğu yegane merkez ve ocak olmaktan çıkmış; ailede bireylerinin statü ve rolleri de değişmiştir. Evlilik ilişkileri yeni şekiller almıştır. Kadın eski şartlar içinde değildir. Eskiden görülen ve anne, baba, büyükanne, büyükbaba, amcalar ve çocukların oluşturduğu geniş aile; yerini baba, anne ve evlenmemiş çocuklardan oluşan "çekirdek aile"ye bırakmıştır. Ailevi ilişkilerde farklılaşma meydana gelmiştir. Bütün bu sosyal değişmeler karşısında toplumun temeli olan aile kurumunun yeni şartlara rahatlıkla uyumunu sağlamak için bazı tedbirler almak gerekmektedir. İşte bu ve benzeri konular, "kurumlar sosyolojisi"nin önemli bir dalı olan "aile sosyolojisi"nin ilgi alanına girmektedir. Aile Nedir, Aile Kurumu Ne Demektir? Aile; evlilik, kan ya da evlat edinme bağlarıyla birbirine bağlı, tek bir hane halkı oluşturan, karı-koca, ana-baba, kız ve oğul, kız ve erkek kardeş olarak her biri kendi toplumsal konumu içinde birbirlerinin karşılıklı etkileyen, ortak bir kültür yaratan, paylaşan ve sürdüren bireyler grubudur. Ayrıca aile topluluğu, tek bir hane halkını oluşturduğu için çoğu kez hane halkı terimiyle kullanılır. Başka bir açıklama yapmak gerekirse; Türk Hukuku’na göre aile kan veya mukabele ile birbirine bağlanmış, aralarındaki hukuki münasebet medeni hukuk ile düzenlenmiş topluluktur. Aile, çok büyük önemi olan tabii bir toplumdur; çünkü, çocukların korunması ve yetiştirilmesi, anne ve babaya ancak sürekli bir beraberlik sayesinde yürütebilecekleri bir takım görevler yükler. Bu yüzden ailede eğitimin yeri çok önemlidir.
-
Ahlak Sosyolojisi; Toplumlardaki sosyal gruplardaki ahlâkî ölçü ve kaidelerinin, bilhassa toplum bütünü içindeki yeri ile oluşum, işleyiş ve değişimini, düzenlilikleri içinde inceleyip açıklamayı hedefleyen genel toplumbilim dalının bir alt disiplinidir.