Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Ahmet Murat Sefer

Φ Yeni Üyeler
  • İçerik Sayısı

    2
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Ahmet Murat Sefer - Başarıları

Acemi

Acemi (1/14)

  • İlk İleti
  • İçerik Başlatan
  • Birinci Hafta Tamamlandı
  • Bir Ay Sonra
  • Bir Yıl İçinde

Son Rozetler

1

İçerik İtibarınız

  1. Sol Gözü Yeşil Adam Kırmızı göğün altında solan güneşin son ışınları yatında uyuyan Sol gözü yeşil adamın yüzünü aydınlatıyordu. Alnı yapış yapış olmuş olan adam şuursuzca göz kapaklarını oynatıyordu; yanağında dans eden sinekleri kovmak için elinden geldiği kadar çok nefes alıyordu. Gözleri ardına kadar kapalı, elleri hareketsiz, ayakları neşesizdi. Yorgun ve yaşlı dünyanın Cuma’sıydı o, pazardan önceki cumartesiydi. Sallanan yatındaki tanrıydı o. Gökyüzünün güçsüz efendisi, açların kralı, denizin kölesiydi. Üç yıl sekiz ay ve 23 gün boyunca hiç ayak basmamıştı karaya ve artık toprağın kokusunu unutmuştu. Çukurunda her zamanki gibi yalnızdı. Tandan önceki karanlıktı o; en koyuydu. En gölgesiz ağaçtı, en verimli çölken. Cennete gidip gelmişti bir keresinde, cehennemde yanarken. Gözleri ışığı görmüştü sonsuz güneşin içinden. Kendinin efendisiydi o; ruhunun tanrısı, bedeninin kölesi. Kendi için doğmuş, hiç insan tanımamıştı etrafı milyonlarca akrabayla çevreliyken ve herkes onun adını sayıklarken o sadece uyumuştu. İhanet edilendi o; kullanılan. Sessizce var olup, hep konuşulandı. Yalnızdı ayışığında davetlilerin onunla ilgilendikleri doğum gününde. Hep konuştu, hep konuşturdu ama hiç anlayamadı: bu insanlar onun varlığını hissediyorlar mıydı? Bu insanlar eşyalara dokunup onları algılayabiliyorlar mıydı? Bu şeyler onun varlığının kanıtı mıydı, yoksa o sadece çölde bir serap, güneşli günde bir yıldız, yağmurun altında kuru bir çınar yaprağı mıydı? Geceler birbiri ardına geçer; sonsuz denizde Sol gözü yeşil adam nefes aldığından emin, elinde oltası, kahvaltısını arıyordu. Güzel uyumuş fakat kötü uyanmıştı. Rüyasında karayı görmüştü- aslında bu bir rüya değil kâbustu- karayı görmek. Hayatı boyunca insanların ona karşı samimiyetleri köpek balıklarının denize olan samimiyetinden daha azdı. Gökyüzü huzurluydu bu sabah. Olta sert bir şekilde çekiliyordu; biri, bir canlı, bir kuvvet asılıyordu oltaya. Asıldı oltaya, denizdeki de asıldı. Bacaklarını büktü Sol gözü yeşil adam , vücudunu geriye eğdi, elleriyle öyle kuvvetli çekti ki oltayı kendini suda buldu. Düştü. Düştü. Düştü. Bir hafiflik hissetti düştükçe. Gül kokulu zarif kollar gelip onu sarmaladı. Kolların üzerinden kırmızı ipek giysi onu kendinden geçirdi. Gözkapakları ağırlaştı. Kolları iki yanına düştü. Kendini denizin serin, ipeksi sularına bıraktı; nemli yatağında dalından düşen bir dal gibi yavaşça düştü. Gözlerini açtığında yatındaydı. Elinde oltası denize düşmek üzereydi. Gözlerini ovuşturdu. Başını sağa sola çevirdi. Oltasını çekti. Ucunda balık yoktu. Ama bir şişe takılmıştı oltaya. Boş bir şişe. Hayatım, diye mırıldandı, şu şişeden beter, hiç değilse o sert bir rüzgârda acıdan çığlık atabiliyor, ben acıyı hissetmeyeli ne kadar oldu! Ne kadar gereksiz bir hayatı soluyorum şuan- sanki bundan öncekiler çok gerekliymiş gibi! Yıllar önce hayatım kalabalıkken herkes benim yanımdayken, ormandaki bir böcek kadar coşkulu ve arkadaş doluyken, herkesin bana karşı içten olduğuna inanmıştım. Sanmıştım ki, herkes en azından benim onlara olduğum kadar yakın bana. Sanmıştım ki, bir dalım kırılsa onaracak biri çıkardı muhakkak. Ama yapraklarım yavaşça dökülmeye başladığında, dallarım yeryüzünü parçalayan bir deprem kadar güçlü bir şiddetle sarsıldığında, çatladığında ve hatta yok olmaya yüz tuttuğunda ‘arkadaşlarım’ gelmedi. Beni avutacak, benimle oturacak, bana bir annenin küçük bebeğine söylediği, bebeğin anlamadığı fakat dinlerken neşeyle dolduğu şeyler söyleyeceklerini sanmıştım... Ama gelip beni dinlemediler bile. Sessizce yanımda oturmalarına, göğsümün hıçkırıklarını dinlemelerine, gözlerimin tazyikli nehirlerini durmamacasına akarken izlemelerine razıydım; ama bunu bana fazla gördüler. Sol gözü yeşil adam sessizce güneşe bakıyordu. Sonsuzca ve korkusuzca ve cömertçe ve kimsesizce parlayan ölümsüz ve ölüm veren güneşe bakıyordu. Tapılması gerekendi güneş- tabii ki Sol gözü yeşil adam’ın kendisinden sonra. Güneş’le O muhteşem bir tanrılar sarayı oluşturabilirlerdi. Güneş onun eşi olurdu, onun karısı, onun kadını ve beraber hükmederlerdi. Sonsuza kadar; sonsuzca ve korkusuzca ve cömertçe ve kimsesizce hükmederlerdi. Sonuçta, ne O ne de Güneş yaratılmamıştı. Onlar hep vardı. Ben kendimin, yatımın, yakaladığım balıkların ve bir gemi görününceye kadar denizin tanrısıyım. Çukurum hep benim için vardı, ben hep çukurumdaydım. Yeşil renkli güneş batarken kırmızı bulutların ardında, pembe leoparı kovalarken kızıl geyikler ve öperken kurbağa prensesini, Sol gözü yeşil adam çukuru düşünüyordu. Tüm hayatını kaplayan bir hortumdan ibaret çukurunu. Bir afetzedeydi o çukurunda: herkes afetzedeydi kendi çukurunda- ve insanlar bunu hiç anlamamıştı. Anlayanlarsa zaten yazgılarını çizmişlerdi: intihar- yaşamın yaşamaya değip değmediği sorusuna muhteşem, akıl dolu, küstahça bir cevaptı: intihar yaşamın ve o yaşamı yaratanın ve sürdürenin ve çevreleyenin ve isteyenin ve gözleyenin ve yönlendirenin alaya alınmasıydı. İntihar yaşamın eşsiz bir paradisiydi- cennet ve cehennem: yani öte dünya gibi. Çukurunda, diye düşündü Sol gözü yeşil adam balıkları ayıklarken- evet birkaç tane balık tutmuştu, şişenin içindeki balıklar, her nasılsa onları görmemişti-, herkes tuğlalarla çevrilmiştir. Anılardan oluşan tuğlalar. Gittikçe daralan tuğlalar. Anlamsız, özgün, değersiz, keskin, acı dolu tuğlalar. Tecrübeler arttıkça tuğlaların boyutu artıyor ve çukurun ucu daralıyordu ve boyu uzuyordu ve tuğlalar pürüzsüzleşiyordu ve çukurdan çıkmanın bir tek yolu vardı- yazgıyı elinde tutmak isteyenin başvurduğu ve herkesi korkutan, tanrının bile korktuğu tek yol ve aslında o yolun gerçek bir yol olduğunu kimse kanıtlayamazdı; belki o yol sadece başka bir yola geçişe yarayan bir yoldu- yani yol değildi. Yolu yol yapan öğelerden yoksundu aslında o yol. Nereye gittiği belli değildi. İnsanlar o yolu sadece gitmek istedikleri yere gitmek istedikleri için kullanıyorlardı. Ve hala, insanların pek çoğu ve tanrı bu yoldan korkuyor ve bu ‘yol’u seçenler ‘deli’ oluyordu onların gözünde: deli ve günahkâr ve zayıf ve gereksizdi onlar. Martılar sekiyordu sabahları gök kadar mavi, tuzla kadar tuzlu deniz sularında: beyaz, bembeyaz ve saydam, tanrısal martılar. Özgürlüğün köleleri. İnsan nasıl da özeniyordu onlara. Özgürdüler ki bu bir insanın elde etmek için canından vazgeçebileceği belki de tek şeydi; ama bu özgürlüklerinin farkında değildiler ki bu farkında olmazlık onları bu kadar mutlu kılmıştı. Sanki denizi ve göğü onlar yaratmış gibi, kendi krallıklarının zevkini çıkarıyorlardı; balık ve balık türevi her şey onların ‘zenci’siydi. Bu kölelerin hakları, martıların istediği kadar geniş, onların istediği kadar da dardı. Onlar için tek gerçek mideleriydi. Ne siyaset tartışırlardı ne de felsefe: gece bir balık yakaladıktan sonra varsın tanrı evreni yok etsindi, hiç önemli değil: önemli olan o balığı yakalamak. O balık ağızlarında ve eşlerinin ağızlarında ve çocuklarının ağızlarında olduğu sürece Zeus Athena’yı kafasından doğursa ne değişirdi. Ne önemi vardı dünyanın yedi günde mi sekiz günde mi yaratılmış olmasının. İsa’nın kimin oğlu olduğu önemli değildi gagalarında bir balık çırpındığı sürece. İnsan kuş olmak istiyordu bazen. Ve uzaktan kara göründü. Eşsiz yeşillikte ve kahverengilikte ve grilikte(taşlardan dolayı) bir ada- bir cennet! Ağaçların nefes aldığı bir mabetti burası. Böceklerin dans ettiği, çıngıraklı yılanların birer sanatçı olduğu bir tiyatroydu. Yatın dümenine geçti. Karaya ayak basmamak için artık çok geçti. Yatını kayalardan kurtarmalı ve sahile adım atmalıydı: o karanlık ormanın içine dalmalı ve ağaçların ve otların ve böceklerin ve bilmediği her türlü mahlûkatın onu içine almasına izin vermeliydi. Ada o kadar güzeldi ki Sol gözü yeşil adam bir an rüyada olduğundan şüphe duymadı. Kafasını sert bir çınar ağacına çarptıktan sonra ki anladı uyumadığını ve bu kez de uyanıklığına şaştı ve bu doğal güzelliklerin, bu cennet tasvirlerinin gerçekliğinden kuşkulanmaya başladı bu kez de. Kuşku, kibirden sonra gelen en gözde günahtır. Sol gözü yeşil adam bunu elbette biliyordu ama bile bile ‘günah’ işlemek onun tutkusuydu. Günah olduğunu bildiği halde eşcinsel olmamış mıydı, günah olduğunu bildiği halde uyuşturucu kullanmamış mıydı, kadın satmamış mıydı, kaçakçılık yapmamış mıydı, adam öldürmemiş miydi, kız kardeşiyle yatmamış mıydı, kuzenin beş yaşındaki oğlunu taciz etmemiş miydi, hırsızlık yapıp çaldığı paraları (utanmadan) kiliseye ve camiye ve sinagoga bağışlamamış mıydı; evet, Sol gözü yeşil adamgünah olduğunu bile bile tüm bunları yapmıştı ve şimdi de- cennet ve cehennemden kuşkulanmaktan geri kalmayacağım! Sol gözü yeşil adam o gün güneşe uyanmadı. Hatta bütün gün hiç uyanmadı. Sürekli rüya gördü Sol gözü yeşil adam. Rüyasında geçmişe döndü Sol gözü yeşil adam; döndü ve gördü ki geçmişi yok. Sol gözü yeşil adam o sabah garip bir dinginlikle uyandı. Sanki çukurun ucu genişlemişti de ona bir çıkış açılmıştı. Elini saçlarının arasından geçirdi, gözlerini ovdu, bıyıklarındaki teri eliyle sildi ve oltasına sarıldı. Tuttuğu balıklarda anılarını hatırlamayı seviyordu- hayır sevmiyordu. Ama yine de o anılar, Sol gözü yeşil adam’a bazı şeyleri, unutulmaması gereken bazı şeyleri hatırlatıyordu. O geceki rüyasında geçmişi yoktu Sol gözü yeşil adamın. Yine karadaydı, yine etrafı çevriliydi çocukluğundaki gibi ama geçmiş yoktu artık. Geçmiş geçti, dedi Sol gözü yeşil adam ve oturdu çınar ağacının altına. Unutulmaması gerek anıları düşündü. Unutulmuşlar mıdır, dedi, ben unutmadım ama ya diğerleri. Çocuklarından, eşlerinden, evlerinden, arabalarından, tarlalarından, toplantılardan, hesaplardan, avukatlardan, ‘arkadaşlardan’, bencillikten vakit bulup geçmişi yâd ediyorlar mıdır? Ve balıklara döndü Sol gözü yeşil adam. Dedi ki, siz zaten beni unuttunuz bile. Ve birer birer temizledi balıkları. O balıkları temizledikçe anılar silindi. Çukur genişliyordu sanki. Ama o anda, çırpındı bir levrek onun elleri arasından ve kaçtı. Çukur, dedi diğerleriyle uğraşırken, çukur beni terk etmeyecek. Ondan kurtulamam. O hükümdar, benim bilincim. Ben ona mahkûmum. Ne kadar özgür olsam da seçimlerimde, ona danışmadan seçemem. O, seçen çünkü. Ondan bağımsız yaşayamam. - Denedin mi hiç? - Neyi? - Bilincinden ve ruhundan bağımsız yaşamayı. - Deneyemedim. - Neden? - Ne demek neden. Çünkü onlardan bağımsız benliğimi kaybederim. Çukur beni ben yapandır. Beni bana mahkûm, köle edendir. Bana kendime ağlamayı emredendir. Güven diye bir olgunun var olmadığını belirten, kanıtlayan, utanmayandır. Ruhum ve bilincim benim tanımımdır. - İyi düşün. - Nasıl? Ve sesler kesildi. Yere baktı Sol gözü yeşil adam, ve elinden kaçan levreğin son kez çırpınıp yaşama gözlerini yumduğunu gördü. O anda bir acı saplandı kalbine. Tarifsiz bir kuvvet, içinden bir şeyleri alıyordu sanki. Vakumluyordu. Bir karadelik gibi yutuyordu onun olan ruhu, bilinci… her şeyi. Bir kuvvet çekiyordu onu. Göğsü gerildi. Kolları kuvvetsizce sarktı. Başı geriye düştü. Bir şey onu ayakta tutuyordu. Ve o şey onu boşaltıyordu. Balıklar temizlenmişti. Deniz koyulaşıyordu. Gökte yağmur bulutları, İran halıları misali enfes bir görüntüyle kaplıyordu semayı. Ve fısıldıyordu halılar: artık bitti. Ve bu fısıltılar kulak parçaladı. Ve bu fısıltılar sonu getirdi. Ve bu fısıltılar her şeyi götürdü. Ve bu fısıltılar hep devam etti. Saydam bir gölge yavaşça yükseldi gökyüzünde. Bir mezardan iç çekişler yükseldi. Toprak indi kalktı. Çiçekler açtı soldu o anlarda. Depremler oldu. Fırtınalar çıktı. Denizler çekildi, dağlar yükseldi. Dereler gerildi, şimşekler inletti. İlk insan böyle yükseldi hak ettiği yere. Ardında kalan insanımsılar ise fark etmedi olan biteni. Tektonik hareket dediler. Ve sustular. Mezar taşını bir şahin buldu Sol gözü yeşil adamın. Prometheus’u tanıyan bir şahin. Cezalandıran şahin. Acıyı öğreten ama cesaret karşısında sessizleşen şahin. Okudu mezar taşını: Çukur onun ruhuydu, etrafı çelik parmaklıklarla çevrili. Çukur nemliydi, sulanmış anılardan beter ve öte. Çukur sadece ve sadece hükmetmek istiyordu, tirandan zalim. Çukurun ucu çıkılmayacak kadar dardı, sırat köprüsü misali. Ara sıra ışık alırdı çukur, rüyadan ibaret. Çukurda bir koyundan başka bir şey değildir kişi, kurtlarla çevrili ve tek başına. Ve aslında, kendi çukurlarında, kurtlar da kuzuydu, köpekler kedi, kediler fare… Çukur sonsuza kadar uzanır ama sonsuzluk her zaman en yakındadır. Çukur saldırmaz, sindirmez. Çukurun sonunda ışık vardır- soluk bir ışık. Sanki çukurdan sonrası yokmuş gibi. Çukur hep vardı: yaratılmamıştı, yaratmamıştı. Başından beri sadece o vardı. Çukur ezeli ve ebedi idi. Ve çukur cezayı kesecekti. Ve gülümsedi şahin. Ahmet Murat Sefer
  2. *** Sinekler ve Yerfıstıkları Başını kaldırmış ampule bakıyordu. Işık saçan o küçük şeye. O güneş taklidi şey sineklerle kaplıydı. Avizede dönüp duran ve yine ampule konan sineklerle. Gözlerini ovdu. Nemlenmişti gözleri. Zaten uykusuzluktan ağırlaşan göz torbaları ışığın her hareketiyle irkiliyordu. Ellerine baktı ışıkta. Çok fazla çizgi vardı. Çok fazla. Bunlar, dedi kendi kendine, neye işaret ediyor. Bunların bir anlamı var mı? Sinekler durmadan uçuşuyordu. Ellerine konmuşlardı. Çizgilerde kayboluyor, eline pisliyorlardı. Gözlüklerini aradı. Yere eğilmek istedi fakat eğilemedi. Tekrar denedi. Başaramadı. Vazgeçti. Neden başaramadığını merak etmiyor değildi ama şuan bunu öğrenmek isteyip istemediğinden emin değildi. Başını yukarı kaldırdı. Tekrar ampule baktı ama ışığı göremedi. Sinekleri gördü. Milyonlarca sinek. Durmadan uçuşuyorlardı, vızıldıyorlardı. Anlamsız kanat çırpıyorlardı. Nereye gittiklerini bildikleri yoktu. Biri nereye giderse hepsi oraya gidiyor, hepsi nereye giderse biri oraya gidiyordu. Anlamsız kelime öbekleri gibiydiler. Var olmak için gerekli olan tüm amaçları programlanmıştı. Gözleri neyi görmeye ayarlandıysa onu görüyorlar, başka bir şeylerin hayalini bile kurmuyorlardı. Ellerini sıktı. Elleri terlemişti. Sanrılarını düşündü. Nöbetlerini hissetti. Yeni bir nöbete hazır değildi. Sinekler vızıldıyordu. Sinekler susmuyordu. Kanat çırpışları beyninde toz kalkmasına neden oluyordu. Kafası hala sineklere odaklanmışken, pencereden dışarıya baktı. Bütün bu iki ayaklılar. Bütün bu yürüyen organizmalar; konuşan, sevişen, içen, öldüren. Tüm pislik dışarıdaydı. İnsan kendi içinde kötüdür, diye düşündü, cennet yok, sadece cehennem var; o da tam burada, buralarda, sokaklarda. Hayır, aslında sokaklarda değil, sokakları adımlayanlarda. Sandalyeden indi. Oturdu. Elini yanındaki küçük masaya attı. İlaçlarını aldı. Kutuyu açtı. Hepsinden birer tane olmak üzere toplam 6 hapı aynı anda ağzına attı. Su bardağını kavradı. Gözleri anlamsızlaştı. Hapları yutmadığı için nefes almakta zorlanıyordu. Bardağı sıktı. Eğer, diye başladı içinde bir ses, eğer bu bardak gerçekse, sen ona yeterince kuvvet uyguladığında kırılır. Kırılmamalı, diye cevapladı kendisi, kırılırsa haplarımı alamam. Salak, zaten haplarının sana bir faydası yok ki; var mı? Sen söyle. Yok. E o zaman alma şu küçük şeyleri. Anlamıyor musun hala, doktorlar seni kandırıyor. Tek amaçları paranı almak. Hayır, değil. Onlar bana yardım etmeye çalışıyor. Neyle? Bu işe yaramaz küçük şeylerle mi? Şu sineklere bak. Onlar bile sana doktorlardan daha çok yardım ediyor. Gözlerini sineklere dikti yine. Vızz. Söndürdü ışıkları. Sinekler dört bir yana dağılırken o kendini toplamaya çalışıyordu. Bir arabanın girdiğini duydu sokağa. Sessiz kelimeler, tiz kahkahalar, abartılı öpüşmeler, yapmacık vedalaşmalar. Karşıki dairenin lambası yandı. Kırk yaşlarında biraz hantal ama garip bir çekiciliğe sahip bir kadın cama yanaştı. Sigarasını yaktı. Elini çenesine dayadı ve sokağı gözlemeye başladı. Işığa üşüştü sinekler. Camın saydamlığı neredeyse yok olmuştu. Kadın elbisesinin eteğini eliyle topladı ve oturdu sandalyeye. Gözünü sokağa dikti. Sinekler vızıldadı. Adam esnedi. Güneş yükselmeye başladı. Sinekler yeni bir su kaynağı bulan çöl insanları gibi üşüştü pencerenin camına. Pervazından bile ışığa ulaşmak istiyordu sinekler. Vızır vızır dönüyorlardı camın etrafında, yapışıyorlardı cama. Kadın ikinci sigarasını yaktı. Adam kalktı. Mutfağa yöneldi. Üç günlük kolasını aldı. Kapağını açmaya çalıştı ama kapak yoktu, neden sonra hatırladı. Kapak kaybolmuştu. Artık şekerlenmiş olan kolayı bir bardağa döktü. Dolaptan yerfıstığı aldı, bir tabağa döktü. Yine esnedi. Gerildi. Oturma odasına, sandalyesine döndü. Kadın yeni bir sigara yakıyordu. Güneş yeni doğuyordu. Adam yerfıstığının kabuklarına bakıyordu. Bu kabuklar, bu kimi sert, kimi yumuşak; kimi cevher dolu, kimi pislik kabuklar ona bambaşka şeyleri hatırlattı. Başını kaldırdı ve kadına baktı tekrar. Kadın onu fark etmişti sanki. Yüzüne zoraki bir gülümseme kondurmuştu. Adam başıyla selam verdi. Işıkları kapattı. Kadın perdeyi iyice açtı. Sokağı gözlemeye başladı. Birini bekliyordu sanki. Adam kabukları birer birer, büyük bir hırsla kırmaya başladı. Sonuna kadar parçalıyordu kabukları. İntikam, diye fısıldıyordu içindeki ses, intikam. Kabuklar kırılıyor, içlerindeki fıstıklar parçalanıyordu. Hepsi intikam içindi. Kabuklar kırıldıkça, kırılan kabuklar yere düştükçe daha da rahatlıyordu sanki. Konuşmak istemiyordu hiç. Kadına baktı tekrar. Elindeki kabuklara olan ilgisi bir anda kadına kaydı. Yüzünde bir nefretle kadına baktı. Aslında kişisel olarak kadınla bir derdi yoktu. Bir yerfıstığı aldı, gözlerini kadının gözlerine dikti. Derinlere baktı. Kadının ruhuna kadar düştü gözleri. Hayır. Nefret ettiği kadın değildi. Öyle mi? Hayır, değil. Peki, nedir benim nefret ettiğim bu kadar? Gözleri kadının gözlerindeydi. Yerfıstığının kabuğuna yavaşça değdi parmakları. Gittikçe artan bir güçle bastırdı kabuklara. Gereğinden sert olan kabuk inledi, ikiye bölündü ve meyvesiyle birlikte bıraktı kendini. Yüzü buruşmuştu adamın. Fazla kuvvet yormuştu bedenini. Neden bu kadar zor kırıldı bu kabuk? Kadına bakıyordun, o yüzden. Ne fark eder ki, benim kırdığım kabuk, kadın değil. Öyle mi? Hırsla kalktı. Aynanın karşısına geçti. Gözlerini kendine dikti. Gözlerine baktı. Derinlere inmeye çalıştı. Dikenli yollar vardı önünde, aşılması güç engeller. Diretti. Yoruldu. Kıvrandı bedeni. Ama o daha derinlere inmek için elinden gelenin fazlasını yaptı. Sonunda pes etti. Pencereye döndü. Sandalyesine oturdu. Kolasından bir yudum aldı. Bozulmuş o kola. Hayır, sadece şekerlenmiş. Kolaya baktı. Kola bozulmuştu. Ya ben? Sen, ne? Ben de bozuldum mu? Değiştim mi? Kim bilir. Sen bilmelisin. Kadına bak. Kadın, elinde sigarası, merak, korku ve acıma dolu garip bir yüz ifadesiyle adama bakıyordu. Gözleri dolmuştu. Gözlerinden bir çiy damlası sigarasına damladı. Hala çıkarmadığı elbisesinin eteğiyle gözlerini sildi kadın. Hafif sarkmış göğüsleri hıçkırıklarının etkisiyle sallanıyordu. Makyajı akmaya başlamıştı. Adam kabukları kırmaya devam etti. Kırılan her kabukta sanki daha bir rahatlıyordu. Kadına meydan okurcasına baktı. Kadın büzüldü. Sarsıldı. Bu kadından ne istiyorum? Kadından bir şey istediğin yok. Geçmişi hatırlamaya çalıştı. Birkaç tatlı gülücük, kucaklaşma ve bir çift bembeyaz el dışında hiçbir şey hatırlamadı. Hızla yatak odasına gitti. Ona gidiyorum. Gitmelisin. Neden? Gidince anlarsın. Paltosunu giydi. Sigarasını aldı, bir tane yaktı. Kapıyı çarparak merdivenlere geldi. Ayakkabısını giydi. Merdivenleri aceleyle indi. Kadının oturduğu apartmanın kapısına geldiği an kapı açıldı. Şaşırarak etrafına baktı. Koridoru inceledi. Solda posta kutuları, sağda sayaçlar, altında siyah camdan koridor taşları. Neresi burası? Karşıki apartman. Güzelmiş. Başını eğerek içeri girdi. İçinde belirsiz bir korku vardı. Gereksiz bir paranoya. Sürekli tetikteydi, beslenen geyik misali. İlk basamağa basmaya çekindi. Ayağını hafifçe kaldırdı. İndirirken kararsızdı. İçinde doğan garip bir kararlılıkla merdivenleri çıkmaya başladı. Duvarlarda çöp adamlar vardı, küçük ellerin çizdiği küçük çöp adamlar. Hayata neşeyle bakan, kirlenmemiş küçük çöp adamlar, dedi içinden, hep şuan olduğunuz gibi kalacaksınız. Dertsiz. Tasasız. Yalnız. Küçük çöp adamlarsınız. Sen nesin? Sussana biraz. Küçük elleri düşünüyorum. Bir zamanlar senin de ellerin küçüktü. Ellerin büyüdükçe çizdiğin tüm çöp adamları sildin defter yapraklarından. Yerlerini küçük çöp kadınlar aldı önce. Sonra büyük çöp adamlar ve kadınlar. Sonrası ise boş defter yaprakları. Yıllardır tek çizdiğin küçük pencereler. Sus! Tamam. Merdivenleri sessizce çıkıyordu. Yukarıdan hafif bir esinti geliyordu arada bir, bir nefes alımı zamanda. Birden fazla nefes kadar güçlü. Apartmanda hiç ses yoktu. Ya herkes derin bir uykudaydı. Ya da burası boştu. Sinekler? Sinekler de mi yok? Vızz. Hayır onlar oradaydı. Merdivenleri tırmandıkça içindeki korku büyüdü. Kadının ona garip bir acımayla bakan iri, güzel gözleri onu korkutmaya başladı. Ya kadının tüm sempatisi acımadan ibaretse. Hayır. Yine mi sen? Yine ben; olay acımadan ibaret değil. Onu tanımıyorum bile. Tanıyorsun. Kapa çeneni. Merdivenler ıslaktı. Bir kenarda durmaktan aşınmış tabanları kayıyordu. Çık çık bitmiyordu merdivenler. Lanet sinekler de susmak bilmiyordu. Sigara. Paketim nerede? Sol cep, sağ cep, gömlek cebi. Yok. Aşağıya doğru yol alacaktı ki kadın kapıyı araladı. Teninden yayılan eşsiz çikolata kokusu onu ani bir ereksiyona sürüklerken aklına eski sevgilisinin de bu parfümü kullandığı geldi. Eski sevgilisi, kadını. Nefesinin başlangıcı, dolaşımı. Sürekli içinde tutmak istediği; durmadan bedenini, ruhunu turlasın istediği. Her sabah aynı sese, aynı tene, aynı kokuya uyanmak. Nasıl göründüğünü bile hatırlamıyordu. Ama teninin kokusu, gözlerinin ışıltısı ve gidişinin güzelliği onu hala terk etmiyordu. -sigaran var mı? -sanırım. Bırakalı uzun süre oldu. Ama dolapta bir paket vardı. İçeri gel. -peki. Ürkekçe attı adımlarını salona doğru. Ayakkabılarını çıkarmalı mıydı? Kapının ardında kalmalı onlar. Bu yeni evi kirletmemeli. Çıkarmana gerek yok, dedi kadın. Ahmet Murat Sefer
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.