marti_name tarafından postalanan herşey
-
Fazla Kilolardan 3 Günde Kurtulun
110 kiloyum...rejim bende yan etki yapıyo kilo alıyorum o tozlara falan gelince beni buna benzer bi firmanın toplantısına götürdüler.gittim çünkü haptan falan sözetmemişlerdi.sadece tozu istediğin bi içecekle karıştırıyolardı.neyse toplantı oldu şimdi bize göstercekler ya anam anam yok böle bişi abartmıyorum en az ama ennnnnnnn az 35-40 tane hap yuttu gözümüzün önünde!!! bennn gripden geberdiğim zamanlarda bi aspirini zor olan ben o haplarımı yutacam aman yarabbim!!! tuz,şeker,un bunları kes spor yap ver kilonu kardeşim
-
Harita değil Mezar:"ABD BU HARİTAYA GÖMÜLECEK"
Harita değil Mezar:"ABD BU HARİTAYA GÖMÜLECEK" Amerika o mezarı kendisi yarattı ve yıllardan beri o mezarın bekciliğini yapıyor.az kaldı kendisi girecek o mezara.
-
kuşadasında uygun pansiyonn
eğlence istiyorum dersen o ayrı dewamlı adaya inmen lazım ama yıllardan beri belediye başkanı aman taksicilerime bişi olmasın akşamları para kazansınlar diye gece 11den sonra adadan güzelçamlıya yada davutlara dolmuş sağlamaması arabayı mecbur kılıyor.belki bilirsin THE LOVE BEACH Sevgi Plajına kadar gece 12den sonra 60 YTL istiyo taksiciler hatta bu fiyat 2 sene öncesinin fiyatı
-
Kurtuluş Savaşı Şehitleri Ziyaretçi Defteri
aslında aşağıdaki resme bakarak onların ne fedakarlıklar yaptıklarını az çok kestirebiliriz.her ama herşeyi onlara borçluyuz...nur içinde yatsınlar bu fotonun orjinalini bulamadım
-
bir mühendis boş zamanı olunca ne yapar :D
evet yaaa nerde kullanıyor acaba
-
İnek vs İnsan: Süt Savaşı
- Kız Kulesi'nden Galata'ya Asırlık Yalnızlıklar
Kız Kulesi & Galata Kız Kulesi'yle Galata'nın Hikayesini bilir misin? Asırlardır göz göze bakarlar, Bakarlar da, bir türlü kavuşamazlar. Yanıktır Kız Kulesi'ne Galata. Zerafetine, ihtişamına hayrandır. O büyük sevdası uğruna Kim bilir kaç kez sırılsıklam ıslanmıştır, İstanbul'un delice yağan yağmurunda. Bakma sen, Kız Kulesi'nin aldırmaz tavırlarına. Her ne kadar ilgilenmiyormuş gibi de dursa, Aslında, onun da gönlü yok değildir hani Galata'da. Ama, gel gör ki, Koskoca bir Boğaz vardır aralarında. İzin vermez bir türlü, Galata'nın Kız'a yaklaşmasına. Hikayesini bilir misin demiştim, Kız Kulesi'yle Galata'nın. İşte sevdiğim, Başroldekiler bir hayli tanıdığın. Sen; Kız Kulesi, Tüm zamanların en güzel prensesi. Ve bense; Galata, Bir deli aşık, şu fani dünyada. 18.12.03/Perşembe 01:23/İZMİR İbrahim Uğur Toprak- Kız Kulesi'nden Galata'ya Asırlık Yalnızlıklar
Kızkulesi Denizin ortasında Adeta nazlı bir kız edasıyla Süzülüp, salınankız kulesi Gece olsun,gündüz olsun Bana güç verir Tam karşısında kıyıdaki o kocaman Taşa oturur dertli kaldırırım kadehimi Şerefe der başlarız dertleşmeye Aheste gelir dalgaların sesi Kulağıma name olur Kemanın tellerine vurur gönülden Okşar tenimi, parmak uçları ıslak Kucak dolusu hasret taşır kıyı boyunca Yalnızlığımı paylaşır Yıldızlı, yıldızsız gecelerde Dost olur yanı başımda Nemli dizleri ne uzanır yatarım Ilık meltemin yumuşak esintisinde Nasihat eder sessiz, sessiz kulağıma Fısıltılarla cesaret olur yüreğime Arkadaş olur asırlık prenses Kıyıya ulaşan dalgaların ritmiyle Dans edip mutluluğa salar beni Ana olur, sımsıcak koynuna alır Kol kanat gerer korkularımı yok eder Sevgili olur, aşk aleviyle yanan yüreğimde Kopan fırtınaları dindirir Yıldızların altında kumsalda oynaşır benimle Güneşin doğmasıyla ışığım olur Aydınlatır,ısıtır buzdan kalbimi Yeni umutlarla başlarım güne Garip bir haz verir bana Uzaktan uzağa seyretmek bile Huzur verir yüreğime Yüzyıllardır yalnızlığını Marmara’yla paylaşan Martılarla söyleşen Görkemli kızkulesi Bütün gizemiyle Denizin ortasında Nazlı, nazlı salındıkça Bana yoldaş olur Hem gündüz hem de gece 18/04/2001 Meral Yağcıoğlu- Kız Kulesi'nden Galata'ya Asırlık Yalnızlıklar
Kız Kulesi'nden Galata'ya Asırlık Yalnızlıklar Adım; Kız Kulesi, İstanbul'un en yalnızı. Etrafımda yükselir dalgalar, Üzerimden geçer martılar. Soğuk bir gecedeyim, Boğazın suları çok serin. Üşüyorum, Lodos işliyor ciğerime. Leandra ışık ister, İşaret bekler. Gücüm yok, ateş yakamam. Bul kendi yolunu! Sen de bakma öyle Galata, Çek üzerimden, şu, asırlık, çapkın bakışlarını. Heybetli bedeninden utan, Bir de koca adam olacaksın! Hala, cılız bir ışığın Yol göstermesini bekliyorsun. Sana hiçbir zaman 'Gel' demeyeceğim. Bilirsin, Bazıları yalnızlığa aittir. Onların tek sahibi; Kendilerinin karanlık sularıdır. Leyla Ayyıldız ___________________________________________________________- Renkli Gazoz, Tuzlu Çekirdek Tadında
Renkli Gazoz, Tuzlu Çekirdek Tadında Ajans açık, belli belirsiz yayılıyor odanın içine ses. Evin beyi pür dikkat dinliyor, radyonun durduğu dolabın yanı başındaki koltuğunda. Radyoda müzik yok ama müziksiz olmaz. Biraz aralık bırakıyor odasının kapısını, sıcak girsin diye sobanın ısıttığı salondan. Kendisi mırıldanıyor en tatlı nameleri, hafif toplu, al yanaklı kız. Aynanın önünden alıyor çantasını, son bir kez daha kontrol ediyor, eksik yok. Ablasıyla çekindikleri resmin hemen yanına bırakıyor çantasını. Resme bakıyor bir daha, toz yok ama kazağının kolunu sündürüp temizliyor yine de çerçevenin camını, sanki okşar gibi resimdeki ablasını. Anlık sürüyor hüznü, bugün her şey çok güzel olmalı, kaç zamandır bekledi bugünü. Hem evden kaç kere çıkabilir, böylesine rahat. İçeriden sesleniyor annesi çabuk olsun diye, aldırmıyor kısa boylu, al yanaklı kız, ağır ağır hazırlanıyor. Üstelik yorgun da düşmüş, pek kararlı şu aralar perhizinde. Kapı her an çalınabilir, ablası açar elbet. Fakat hazır bulunmak lazım, ne de olsa enişte bey gelen. Bir saat var filme, otobüsle yarım saat Cebeci’den Ulus. Dışarıda sis var, gözleri yanıyor, nemleniyor siyasalın önünden geçerken, örgü saçlı al yanaklı kızın. Buruk geçiyor siyasalın önünden, iç çekiyor duvarlarına bakıp, okuyamadığı üniversitenin. Enişte bey filmlerden öğrenmiş kibarlığı, ince kaçıyor ağzına, buğuya karışmış sigara dumanıyla çıkan sözcükler. Ablası memnun, ama aklı gidecekleri filimde, al yanaklı kızın. Tarık Akan oynuyor başrolünde. Laf aramızda, Tarık Akan’ a âşık o yıllarda, kalın gözlüklü, al yanaklı kız. Otobüs yormuyor sohbete vurunca tüm yolu, bir solukta varıyorlar yeni sinemanın kapısına. Biletler önceden hazır, tekrar afişlere bakıyorlar, beklemeden giriyorlar içeriye. Hep beraber oturuyorlar. Enişte bey izin istiyor yanlarından kalkarken, ablası gülümsüyor, mest oluyor inceliğine, bıyıklı, uzun boylu bu gencin. Kabanlarını koyuyorlar, boşalan koltuğa. Salon dolmaya başlıyor, eli dolu gelirken enişte beyin. Gözleri parlıyor, teşekkürü yarım kalıyor sevincinden, renkli kazaklı, al yanaklı kızın. Renkli gazoz şişesinin içinde çubuğuyla geliyor. İlk yudumda boğazını yakıyor, hemen bir iki tane çıtlatıveriyor tuzlu çekirdekten. Artık film başlamasa da olur, ne güzel gider renkli gazoz, tuzlu çekirdek. Film başlıyor, isimler yazıyor, neşeli bir film. Herkes keyifleniyor. İyiler var, kötüler var. Herkes biliyor iyilerin kazanacağını, kimse söylemiyor birbirine. Çıt çıt çekirdek sesleri kaplıyor salonu. Hüzünlü sahne olsa da ağlasak diye gelenler bile boğulmuş kahkahalara. Halit Akçatepe yine çok sevimli, Münir Özkul babacan, Adile Naşit ise çilekeş. Ama gözü hiç kimsede değil, al yanaklı kızın. Tarık Akan için gelmiş o filme. Tarık akan ise üniversite okuyor. Nede yakışmış ona üniversiteli olmak. Bir sabah sahnesi, adile Naşit koşuşturuyor, kahvaltı hazırlanmalı, Münir Özkul ise düşünceli ama gülümsüyor, kamera arada birde ona dönüyor. Herkes uyandı de Tarık Akan yok. Çayı masanın üstüne getirip koyuyor Adile Naşit. Mevsim kış olsa gerek ki Tarık Akan uzun paltosuyla beliriyor boydan çekim. Gülümsüyor herkese, günaydın diyor. Kapıya yöneliyor, Adile Naşit sesleniyor. Duraklıyor bir an, arkasına dönüp gülümsüyor Tarık Akan, geç kaldığını söylüyor. Birde öpücük konduruyor yanağına Adile Naşit’in. Adile Naşit alışık anne rolü oynamaya, sever sevgiyle yanağından öpülmeyi. O da gülümseyip, uğur ediyor oğlunu. Geç kaldığından değil telaşı, Hale Soygazi’yle buluşmak için erkenden çıkıyor evden. Ciltli kitabının arasında taşıyor T cetvelini. Ara sıra kayar gibi oluyor, tekrar düzeltiyor, öyle kolay değil 70 cm’ lik cetveli taşımak. Al yanaklı kız renkli gazozunu yarılamış. Hem kalanı da ılımış artık içilmez. Hiç kimseye yakışmadığı kadar yakışmış mühendislik, Tarık Akan’ a. O yıllarda kimsenin harcı değil mühendislik okumak. Belli ki girip bir işe çalışacak, aç kalmayacak karısı, çocuğu. Hayallere dalıyor al yanaklı kız, filmi unutup. Biraz çekirdek çıtlatıyor, bir yudum daha alıyor ılımış gazozundan. Gözü kocaman beyaz perdenin üstüne kayıyor. Ne hayallere dalıyor uzun boylu mühendisi izlerken. 32 sene geçmiş, al yanaklı kız anne olmuş. Dur diyememiş yıllara, büyük anne olmuş. Oğlu mühendis, torunu haylaz olmuş. Yılları yıla katmış, gözleri yine beyaz perdenin üzerine dalmış, bu sefer hayallerine hiç bilmediği tatlar karışmış, silmeye çalıştıkça her yerine bulaşmış.- Hayal Kurma Oyunu
HAYAL KURMA OYUNU Bilge Akay 'Beni bu şehirde tutan ne', diye düşündü Sermet. Çocuk sesleri duyuluyordu arka bahçeden. Bir insanı dünyada tutan ne ise, bulunduğu şehirde ele geçiren oydu belki de. 'Yok, hayır! Bu, yaşama isteğinden ötede bir duygu' Nezahat'in gölgesi belirdi odanın önünde. Elinde bir tepsi var. Ne zaman gelse odanın önüne mutlaka taze çay yapmıştır. -Dilşat aradı, akşam yemeğe bekliyorlarmış, dedi. Çayın kokusu odayı kapladı. Terlik sesleri mermer zeminde yankılandı Nezahatin. Terlik sesleri de pekâlâ bir adamın var oluş nedeni olabilir. Evin arka odasında televizyon her daim açık. Kadın programları bitmek bilmiyor. Herkesi bir telaş sardı son günlerde. Nerede bir eğlence programı var, kadınlar orada. Çöpçatan yarışmalarının da ardı arkası kesilmiyor. Sermet’in gözleri iki köşe yazısından ibaret gazetesinde. Dünya sorunlarını bir kenara itmek mümkün mü? 'Ne, diye düşündü tekrar beni bu şehirde tutan' Terlik seslerini de yanıma alıp gidebilirim. Bu şehirde otuz yıl içinde ölebileceğimizi söylüyorlar. Otuz yıl fena bir rakam sayılmaz. Kaldı ki Sermet'e göre şehir bu öngörüsünde oldukça cömert. *** Yemek masası yine en sevdiği yemeklerle donatılmış. Zeytinyağlılar resmi geçidi. Ayşe kadın fasulye, bakla ezmesi, karnıyarık. Dilşat kocasından kaçırıyor yine bakışlarını. Birazdan acı türk kahveleriyle mutfağa çekilecek annesi Nezahat ile. 'Ben de bu adamın yarım yamalak yüzünü seyredeceğim' diye geçiriyor içinden Sermet. -Avrupa Birliğine gireceğiz galiba baba, ne düşünüyorsun? diye sordu Orçun. -İyi olacak evet, gelecek nesiller için çok iyi olacak, dedi Sermet. Gazeteyi arıyor gözleri Sermetin. Aynı yazarları tekrar okumak için. Orçun, televizyonun kumandasını buldu koltuk minderleri arasında. Hızla değiştiriyor kanalları. Yine depremin tartışıldığı programlardan biri. Haritalar üzerinde İstanbul'un risk altındaki bölgeleri gösteriliyor. -Burası ikinci dereceymiş. Otuz yıl içinde her an olabilir diyorlar büyük deprem, dedi Orçun. *** Emekliliğinin ikinci yılı. Çalışırken bu denli çabuk geçmemişti zaman. Sormamıştı belki de hiç yaşamın anlamını, sormaya fırsatı olmamıştı. Şimdi her şey, eşyanın varlığı bile her haliyle anlamsız geliyor. Kaçıp gitse uzaklara… Gözünü bir Akdeniz kasabasında açsa. Nezahat balık ayıklıyor mutfakta. Bir dua mırıldanıyor sanki ince dudakları. —Dilşat’ın haline çok üzülüyorum. Evlat hasretinden kız, bir deri bir kemik kalmış görmedin mi? diyor Sermet'e. 'Balıkları boldur Akdeniz’in. Küçük bir tekne alırım. Açılırım sabahları. Otuz yıl… Dile kolay. Ya şuna ne demeli: Otuz yıl içinde her an. Yani birazdan olabilir büyük deprem. Taş yığınlarının altında kemiklerinin kırılması var. Saatlerce, belki günlerce ölememek var orada.' diye düşünüyor Sermet. —Orçun da usanmış artık. Tek başına verilmez ki bu mücadele. Görüyoruz, okuyoruz yıllardır çocuğu olmayıp da en sonunda olanları, diyor Nezahat balık ayıklamaya devam ederken. 'Korkak budala seni. Yaşamışsın işte yaşayacağın kadar. Bencil budala! Karını, çocuğunu düşünmek yok mu?' —Şu saçlarımı önümden alsana ellerim balıklı, diyor Nezahat. Duymuyor Sermet. Duymazdan geliyor. Şimdi kapının önünde. Esnaf başlıyor hemen oracıkta. Sırasıyla manav, şarküteri, market, elektronik mağazası, çeyizci dükkânı, mobilyacı... Apartmanların altında sıra sıra uzanıyorlar. Kimse bilmiyor Sermetin adını. Şapkalarını kaldırıp da selam vermiyor. Herhangi biri o da yoldan geçip giden. *** Cıvıl cıvıl insan kaynıyor kent. Yüz bin insan ölecek diyorlar. İşte şu ilerde duran çocuk, şu peşim sıra gelen genç, ellerinde alışveriş poşetleri olan kadın. Hepsi ölecek. Bu kenti bırakmak zor. Ölüm alacak bizi bu kentten. Nasıl da herkes günlük yaşamın seline kapılmış. Bas bas bağırıyorlar öleceksiniz diye oysa. 'Ya ben, diyor Sermet, karımla balık ayıklamalıyım. Yok yok, ya da saçlarını çekmeliyim onun, gözlerine girmesin diye. Terlik seslerini karşılamalıyım odamın kapısının arkasında. Kızımla konuşmalıyım. Teskin etmeliyim onu. Doğuramadığın isabetli olmuş demeliyim...' *** Emeklilik ikramiyesi hayata döndürmüştü Sermeti. Kırk yıl çalış, hasta ol. Sonra kırk yılının ödüllerini birbirleriyle tanıştır. Evet, bu kırk yılın ödülü ikramiye. Memnun oldum ben de kanser illeti. Midesine vuran ağrı üzerine hemen gitmişti de doktora erken teşhis koymuşlardı. Ama bu korku başka. Her an başına yıkılacak olma ihtimaliyle yaşamak dünyanın. 'Oysa birazdan bir aracın altında kalabilir, serseri bir kurşuna hedef olabilir, başıma tabela düşebilir' diye geçiriyor içinden Sermet. Olmuyor hiç biri. Yine sapasağlam, yaşama boyun eğmiş, odasında yine. Uykuda ölmek rahatlığını yaşamak isteyecek kadar korkak şimdi. Kırk yıl dokuma fabrikasında çalışmıştı. Yaşamının ağlarını balçıkla ördüğünden habersiz. Komodinde uyku ilaçları olacak. Epey oluyor açmayalı çekmeceyi. Son kullanma tarihlerine bakmak kimin umurunda? *** Sabah oluyor yine. Dünyanın tüm enlem ve boylamlarında bulutlar oradan oraya sürükleniyor. Bir tarih belirlemek gerekir mi? Sigarayı bırakmak için de bir tarih belirlemişti. O zamana kadar alabildiğine içmişti. Kusana dek. Şimdi de kusana dek yaşamalıydı o halde. Akılda kalacak en iyi gün doğum günü. Tam bir ay var. Bir ay her tadından tatmalı yaşamın, ne varsa sofrada silip süpürmeli. Dilşatlara yine yemeğe davetliler. Dilşat, terazinin bir kefesine umudu koymuşsa diğerine de kıskançlığı koymuş. Kıskançlık kefesi ağır bastığında anne babası yemeğe davetli oluyorlar. Yine Orçun'un başka kadınlarla olan ilişkileri… Çocukları olmadığı yetmiyormuş gibi, ki bunun iyi bir durum olduğundan halen habersiz, diye düşünmüştü Sermet. Bir de aldatılma altında ezilen kadın gururu. —Anne, bıktım artık. Boşanmak istiyorum. Ben yine evlenir, bir şekilde hayatımı sürdürebilirim, dedi Dilşat. —Doğru olur mu ki kızım? Kaç yıldır evlisiniz. Öyle bir çırpıda. Kolay mı? —Kolayı zoru kalmadı anne bu işin. Gururum da kalmadı artık. Bu kaçıncı kadın! —Emin misin kızım? Ya senin kuruntularınsa bunlar? —Düpedüz aldatılıyorum. Cep telefonuna gelen mesajları yazdım bir tarafa, o silmeden. Hepsi kanıtımdır benim mahkemede. Numaralarını da aldım. Yine değişen televizyon kanalları. Haberler deprem araştırmaları için ayrılan ödeneğin yetersiz olduğundan söz ediyor. Altı yıldır ödenek ayrılamadı. Müteahhitler, iş adamları engel olmalı buna. Kenti yeniden kurarken cepleri devletten fazla dolacak. —Anne, kendini benim yerime koy biraz. Babamı düşün. Senin başına gelseydi aynı olaylar ne yapardın? —Sözünü açma şimdi onun. Bak hiç ilgileniyor mu, içerde pinekliyor yine. Yıllarca katlandım. Ne oldu, ne kaldı elimizde avucumuzda. Hastalıklarıyla uğraştım yıllarca. —Yoksa babamda mı aynı şeyleri yaptı sana? —Karıştırma o tarafları, geçmiş zaman... Ben ona değil, ikramiyeye yanıyorum. Yıllarca uğraş, katlan, tam elimize biraz para geçti derken yine bir bela. Sermet’in mutfağa girmek üzere olan dizleri titredi. Daha da susamıştı şimdi. Mutfak yerine salona geçip, bedenini koltuğa bıraktı. —Canım benim al şu suyu iç. Dur ben içiririm. Doktor Rıfat haftaya bekliyor kontrol için. Ameliyat gününü kararlaştıracağız. Çapa'da randevu verecekti ama ben özel muayenehanesinde istedim. O yollar, trafik çekilmez şimdi. Sıvası yer yer dökülmüş tavanı izlerken ölümü yeneceğini düşünmüştü Sermet. Her sabah bir insanı uyandıran güç ne ise, o gücü duymuştu içinde. Karısının şefkatli elleri aceleci serçeler gibi kanat kanattı boşlukta. Sonra kızı girmişti hasta odasına. —Babacığım çok iyi görünüyorsun. Bak sana ne aldım. En sevdiğin tatlılardan. Ama çok yemek yok. Sermet koltuğa ağır bir külçe gibi yığmıştı bedenini. Gözleri aralandı. Orçun kanepede sızmış. Ölüm sessizliği etrafta. *** Gençliğinde Türkçeye yeni çevrilmiş yazarların kitaplarıyla doldurmuştu kitaplığını. Sonra tek tük kitap alır olmuştu. Ama ne yazık! Çalışmaktan okumaya fırsat bulamıyordu. Şimdi bir ay boyunca hepsini okuyabilirdi. Ya da pineklerdi. Sonra da ölüm tarlasında koştururdu atını. —Nezahat. Bir ev alsaydık, nerede olmasını isterdin? —Hayal kurma yaşımız geçti Sermet. Yoksa altılı mı oynadın? Yarın mahkeme günü. Dilşat bizi de çağırdı. Ama yok benim keyfim yerinde, sen git diyorsan sorun değil. 'Ben de dilekçe versem mahkemeye bu saatten sonra ne olacak? Bir ay sonraya hesabımı göreceğim nasıl olsa. Sen de kurtulacaksın. Hayal kurmayan birini bulursun belki.' diye düşündü Sermet. 'Oyun muydu bu, hayal kurma oyunu? Ya da yaşam, göz yanılgısıydı tümden. Şu yatak, elbise dolabı, kitaplık, ağaçlar, yollar, tarlalar, masmavi gök... En güzeli de çiçek açan bir ağaçtaydı yanılgısı gözün. Sonbaharda doğmuşum ben.' *** 'Okudukça ağlarını kaldırıyorum zihninin uzun bir süpürgeyle. En sonunda korkaklığın tarihini yazacağım belki. Her tabaktaki yiyecekten tatmak, bu mu demek oluyor yani? Doya doya yaşayacağım yerde, yaşayanların yazdıklarını okuyarak vaktimi boşa harcıyorum. Kızımı, karımı bırakıp da gitmem olur şey mi? Pekâlâ gidebilirim. İşte kapı şurada. Üç beş adım sonrası eşiğin dışı. Yok, hayır, söz verdiğim gibi yapacağım. Hiçbir yere gitmeyeceğim. Nezahat odaya girecek ve artık soluksuz olduğumu görecek. İstanbul öldürmeden beni, sonlandırmış olacağım böylece yaşamımı. Nezahat daha da üzülecek ikramiyeye. Boşuna ameliyat olduğum için.' 'Kızımın bulacağı yeni kocayla da yaşayıp giderler artık. Otuz yıl yaşarlar yaşamazlar. En azından mutlu yaşarlar. Çoluk çocuk, ev ve pineklemeyen bir adama sahip olarak... Kendimden ne bırakabilirim ardıma? Yetmiş beş kilo çeken et külçesinden başka? Bir şeyler yazmalı. Ama boşuna. Bu eller kırk yıl ipliklerle yazmış öyküsünü. Kalem tutamaz. Tutsa da bir yığın gevezelik çıkar kaleminden ancak. ‘Bu dünyaya ya gerçekten gelmiş gibi ya da hiç gelmemiş gibi yaşayın'ı anlatan öyküler yazmak isterdim...' *** Nezahat sinir krizleri geçiriyordu. Mahkeme salonunda bayılmış, gözünü hastane odasında açmıştı. Dilşat'ın kabrinde geçirdiği diğer sinir krizinden sonra eve zor varmışlardı. Orçun mahkeme salonunda tek kuşunla öldürmüştü Dilşatı. —Hepsi senin yüzünden. Kızınla ilgilenmedin hiç. O manyağın eline verdin kızı, diye çıldırasıya bağırıyordu Nezahat. 'Kızım, etini dağlayan kurşunun acısıyla can verirken, ben kendime mutlu ölümler tezgâhlıyordum. Ah lanet olsun benim gibi babaya. Korkak sünepe!' 'Doğum günüme on gün kaldı. Dilşat’ın acısı her geçen gün büyüyor yüreğimde. Bir silah edinmeliyim belki de. Aynı yerden vurmalıyım kendimi.' *** 'Nezahatin sinir ilaçları onu kuzuya çevirdi. Bütün gün ölü gibi geziniyor evin içinde. Topuksuz terliklerle dolaşıyor. Topuklu terliğin sesi sinirine dokunuyormuş. Balık aldım gelirken eve. Balıkçıya iyice bir temizlettim. Yemiyor Nezahat kızarttığım balıkları. Garip bir düşünce oluştu onda. Zehirleyeceğimi sanıyor kendisini. Parka dolaşmaya gidelim desem ürküyor, sürüye sürüye gidiyor terliklerini; odasına kapanıyor; çıkmıyor bütün gün. Yarın doğum günüm. Kimse pasta alıp gelmeyecek evime. Hatırlayacak kimse yok benden başka bu günü. Neye yarar öyleyse ölmek? Nezahat yatakta yatan cansız bedenimi görünce iyice aklını kaçırır. O halde sıramı ona savmaktan başka çarem kalmıyor. Paranoyası doğru çıkacak, ama ölüm bu! Nereden anlayacak uykusunda ölürse?' Sermet tüm bunları düşünürken, hava aydınlanıyordu. 'En iyisi Nezahatin kendine hazırladığı yiyeceğin içinde eritmekti ilaçları.' O akşam doğum günüydü Sermetin. 'Önce Nezahat, ardından ben. Emin olmalıyım önce onun öldüğünden. Az önce yedi yemeğini.' Sermet de uyku ilaçlarını alarak uzandı karısının yanına. Ne kadar da sıcak yatak. Kaç yıldır karısıyla aynı yatakta yatmıyordu. Nezahatin teninden yayılan sıcaklık sanki odayı kaplamıştı. Elini tuttu ölgün kadının. Birazdan uçsuz bucaksız boşluğa kavuşacaklardı. 'Birazdan uyku ilacı etkisini gösterir, aynı anda ruhumuzu teslim edeceğiz.' diye düşünüyordu Sermet. Zeminden derin uğultu geldi. Yatak odasının avizesi titreşti. Yavaş yavaş duyarsızlaşan bedeninin yankısı sandı Sermet bunu. Araladı gözkapaklarını. Avizenin titreşimlerini gördü. Ardından korkunç bir sarsıntı başladı. Yatağın içinde şiddetle sağa sola sallandılar. Otuz saniyelik sarsıntıdan sonra bina tümden çöktü. Yıkıntıların arasında Nezahatin inlemesi duyuldu. İkisi de sanki kendileri için özel olarak ayrılmış birer boşlukta kalmışlardı. Sermet'in aralık ince dudaklarından acı bir çığlık yükseldi. 'Rüya mı bu yoksa' diye düşündü bir an. Algı perdeleri aralık olan Sermet büyük depremi karşıladıklarını anlamıştı. Tahmin ettiği gibi değildi. Bedenine taş yığınlarının sıvaları dökülmüştü sadece. Yaşıyorlardı işte. Karısının elini aradı boşlukta. —Nezahat. Nezahat neredesin? Nezahat’den ses çıkmıyordu. Sermet el yordamıyla elini buldu karısının. Kaskatı kesilmişti. Nabzı korkak bir tavşan gibi atıyordu. Ölmemişti. Korkudan olacak katılmış kalmıştı. Sağ kalanların, yaralıların yardım çağrıları duyuluyordu derinden. Yoksa bunlar ölülerin çığlıkları mıydı? —Dayan Nezahat. Bak yaşıyoruz. Ölmeyeceğiz. Gideceğiz buralardan. Sermet nasıl bu gücü buluyordu kendinde. Büyük depremden ölmedilerse artık hiç ölmezlerdi. Bir avuç ilacın lafı mı olurdu deprem karşısında! —Sakın uyuma Nezahat. Gelecek günleri düşün. 'Bir Akdeniz kasabasına gideriz. Güneş doğmadan balığa çıkarım. Masmavi olur sonra su. Renk renk dalgalanır teknem. Martıları karşılarım sahilde. Yarısı onların olur balıkların. Kovada oynaşan barbunyalar. Kırmızılarını sana getiririm Nezahat. Saçların gözüne girmesin diye beklerim yanı başında.' Elini usulca okşuyordu Nezahatin. En istekli yaşamak fikrini geçirdiğini sanıyordu avuçlarından. —Nezahat uyuma canciğerim. Bak duyuyor musun yardım etmeye geliyorlar. Köpekler eşeliyor toprağı. Sermet'in işaret parmağı nabzının üzerinde duruyordu Nezahat'in. Herşey Nezahat'in nabzıydı şimdi. Saniyeleri sayıyordu Sermet. -Çok yaklaştılar. İşitiyor musun, sesler yanı başımızda sanki. Heey! Buradayız biz. Yaşıyoruz. Kurtarın! 'Duymuş olmalılar da bir türlü yolu bulamıyorlar. Birazdan gelirler Nezahat sen merak etme. Hayal kurmak kötü derdin. Kötü değil Nezahat. Tam sırası işte hayal kurmanın. Gökyüzünü düşün. Engin dağları, çiçek açan ağaçları düşün. Ülkeler düşün hiç gidilmemiş, ilk biz gidelim. Tadılmamış meyvelerinden tadalım. Düşün Nezahat, bırakma kendini. Düşün karıcığım...' Kurtarma ekibinden üç kişi, kurt köpeğinin keskin burnunu takip ediyordu. Bir hafta geçmişti. —Burada iki kişi var, dedi adamlardan biri. Boşlukta kalmışlar. Ezik yok vücutlarında. —Ölmüş bunlar, dedi diğeri kaskatı iki bedeni inceledikten sonra. Zavallılar. Korkudan ölmüş olacaklar. Kalp krizi olmalı! 'Ben sana söylemiştim Nezahat. Gelecekler, kurtaracaklar bizi diye. Yaşayacağız Nezahat. Bırakma ellerimi...'- Sokağın Piyanisti
Havaların ısınmasıyla birlikte o güne dek sımsıkı kapalı duran pencereler de birer birer açılmaya başlamıştı geceleri. Uzayan günler beraberlerinde tatlı akşam saatleri getirmişlerdi. Balkonlarda yeni açmış çiçeklerin arasına yerleştirilen küçük masaların çevresinde geç saatlere kadar birileri oturuyor, balkondan balkona sohbetler sürüp gidiyordu. Kıyıdan biraz gerideki dar sokağın üç dört katlı, eski binalarında oturanlar genellikle birbirlerini tanıyan insanlardı. Aralarında burada doğup büyümüş olanlar bile vardı ki İstanbul gibi hareketli bir kent için bu pek de sık rastlanan bir durum değildi. Bütün yerleşikliğinin yanısıra sokak sakinleri yeni kiracılara da çok alışkınlardı. Her apartmanda bir kaç daire düzenli aralarla dolar boşalır dururdu. Yeni gelenlerin sokağın havasına ayak uydurmaları pek zor olmazdı genellikle. Hemen herkesin kendini rahatça evinde hissedebileceği kadar sıradan bir sokaktı burası. O yıl ilkbahar başlarında aynı apartmanda altlı üstlü iki daire boşalıp da camlara "Kiralık" levhaları asıldığında kendilerine ev arayan bir kaç kişi ve o bölgenin emlakçılarından başka hiç kimsenin bu olayla ilgilenmemesi son derece doğaldı. Bir kaç hafta sonra "Kiralık" ilanlarının camlardan indirildiğini görenler yeni komşularının eşya kamyonlarıyla evin kapısına geleceği günü beklemeye başladılar. Yok, öyle merakla bekliyor değillerdi, ama yine de her gün karşılaşacakları yeni yüzlerin nasıl insanlara ait olacağı sorusu azıcık da olsa ilgilerini çekmiyor değildi. Özellikle de alt katlarda oturan ve kedileri beslemekten artan zamanlarının büyük çoğunluğunu pencerenin önünde kahve içerek geçiren bir kaç yaşlı teyzenin dünyasında böyle zamanlarda hep olduğu gibi küçük bir beklenti rüzgarı esiyordu. Tesadüf bu ya iki katın kiracıları da evlerine aynı gün taşındılar. Neyse ki her katta bir daire vardı da eşyaların çıkarılması çok fazla sorun yaratmadı. Ama daracık sokakta park eden eşya yüklü iki kamyonun ve binaya girip çıkan bir yığın insanın yarattığı telaş içerisinde kimse evlerin gerçek sahiplerinin kimler olduğunu anlayamadı. Bir kaç gün sonra her iki daire de pencerelerinde perdeleri, balkonlarında çiçek saksıları ve köşelere tıkıştırılmış bir kaç gereksiz eşyasıyla ötekilerden ayırdedilemez olmuşlardı. Yeni taşınanlar epey kalabalıktı. Bakkal bir kaç gün her yeni müşterisinin yeni kiracılardan biri olduğunu düşündü, ama bir süre sonra işin içinden çıkamayınca bu meseleyi kafasından silip attı. Apartmanın eski sakinleri de ondan daha iyi bir durumda değillerdi. Sabah işlerine giderken, akşam evlerine dönerken, komşuya bir uğrayacakları sırada merdivenlerde, kapının ağzında onlara "Günaydın," "İyi akşamlar," "Buyrun siz önden geçin," diyen yeni yeni insanlarla karşılaşıyorlardı sürekli olarak. Hayır, gördüklerine bir itirazları yoktu elbette. Temiz suratlı, kendi halinde insanlardı bunlar. Ama tüm bildikleri buydu. Onlara daha şimdiden onlarca yeni yüzle karşılaşmışlar gibi geliyordu. Böyle durumlarda en erken ve en sağlıklı haber alınabilecek merciye, yani kapıcıya başvuranlar pek aydınlatıcı cevaplar alamadılar. İkinci katta oturanların kapıcıya şimdiye kadar hiç işi düşmemişti, bir kaç sabah ekmek dağıtırken kapılarını çalmış, kimse açmayınca da bir daha uğraşmamıştı. Öteki dairede, yani üst kattakinde her sabah kapıyı bir genç kız açıyor, iki ekmek alıyor ve daha kapıcı servisini tamamlamadan çıkıp gidiyordu. Akşamları ne zaman geri döndüğünü bilemiyordu kapıcı, çünkü hiç görmemişti. Küçük bir merak dalgası yavaş yavaş sokağı kaplamaya başladı. Önce bu durum karşı apartmanın alt katında oturan ve yaşının getirdiği bütün sevimlilik ve inatçılıkla mahallenin olaylarına eğilen Safiye teyzenin kulağına ulaştı. Penceresinden her iki balkonu da rahatça görebildiği için bu konuyu kolayca çözebileceğine emindi Safiye teyze. Her sabah eski bir gazetenin içine doldurduğu yemek artıklarıyla, kendi apartmanında herkes karşı çıktığı için yan apartmanın bahçesinde mahallenin kedilerine bir ziyafet çektikten sonra kahvesini alıp penceresinin önüne yerleştiğinde karşısındaki balkonları ayrı bir ilgiyle izler olmuştu artık. Ama neredeyse bir hafta dikkatli bir gözlem yapmasına karşın pek bir sonuç elde edemedi. Alt katta oturanlar nasıl yapıyorlarsa tam o bakmadığı sırada balkona çıkmayı başarıyorlardı. Birilerinin balkona çıktığına emindi, çünkü ne zaman bir işi için mutfağa ya da başka bir yere gitse döndüğünde balkonda bir şeylerin değişmiş olduğunu görüyordu. Ya çiçekler sulanmış oluyor, yapraklarında kocaman su damlaları parlıyordu, ya daha önce görmediği bir kutu oluyordu balkonda. Kimi zaman kenardaki çamaşır ipine bir kaç çamaşır asılmış ya da bunlar toplanmış oluyordu o içerdeyken. Üst kat balkonunun durumu daha da vahimdi. Zaten gözlem koşulları da biraz elverişsizdi Safiye teyze için. Balkonun yalnızca alt kısmını görebiliyordu oturduğu yerden. Bu da az bir şey değildi tabi. En azından o balkonda sık sık dolaşan bir takım ayaklar olduğunu öğrenebilmişti. Romatizmalarının izin verdiği ölçüde kafasını yana eğerek biraz daha yukarıyı görmeye çok uğraşmıştı ama ayakların sahiplerinin belden yukarılarını görebilmek kısmet olmamıştı henüz. Safiye teyze çabalarının sonunda elde ettiği bilgileri kendine saklamayacak kadar cömert bir yüreğe sahipti. Tanıdığı herkesle paylaştı. Sokakta tanımadığı hiç kimse yoktu zaten şu yeni kiracılar dışında. Yalnızca onlar değil her gün sokaktan geçen sebze satıcısı, tüpçü ve sucu da Safiye teyzenin bilgi dağarcığından nasiplerini aldılar. Aslında onlar da cömert insanlardı, birşeyler biliyor olsalardı elbette Safiye teyzenin anlattıklarına onlar da katkıda bulunmak isterlerdi. Ama ne yazık ki söyleyebilecekleri hiçbir şey yoktu. Sebze satıcısının bu sokaktaki müşterilerinde bir artış olmamıştı son günlerde. Tüpçü her iki daireye de ilk taşındıkları gün birer tüp bırakmıştı, bunların bitmesine daha epey zaman olduğunu tahmin ediyordu. Taşımacıların kargaşasında kimsenin yüzünü bile görmemişti doğru dürüst. Sucu biraz daha çok şey biliyordu. Alt kattakiler üç günde bir, üsttekiler her gün su alıyorlardı ama telefonda siparişleri alan kız arayanların adresleri dışında hiçbir şeyle ilgilenmediği için dikkate değer bir bilgi edinmek zordu. Tamam, suyu kapılara o götürüyordu, ama genellikle gittiğinde boş su kabı kapının önünde getirilmiş oluyor, zili çalıp dolusunu bırakıyor, kapıdan kendisine uzatılan parayı alıp gidiyordu. Nedense kendisine parayı uzatan elin sahibine bakma fırsatı bulamamıştı şimdiye kadar. Hem zaten o kadar katı sırtında bilmem kaç litre suyla tırmandıktan sonra insanda hal mi kalıyordu ki! Yine de bir dahaki sefere unutmayıp kim olduklarına bakacağına söz verdi de Safiye teyzenin "Ne günlere kaldık, insanlar artık karşılarındakinin yüzüne bile bakmaz oldu," türünden sızlanmalarına bir son verdirebildi. Sokağa yavaş yavaş yayılan merak dalgası havaların her gün daha güzelleşmesiyle gelen hareketlilikten dolayı Safiye teyze dışında hiç kimsenin yüreğinde bir köpük bile yaratmadan başladığı gibi söndü gitti. Yapılacak bir yığın iş vardı şimdi. Bahar temizliği, yaz temizliği, tatil hazırlığı, yaklaşan karne zamanıyla birlikte çocukları okula gidenleri saran telaş, daha büyük öğrencilerin türlü çeşitli okullara girme savaşı verecekleri sınavların derdi. Tabi bütün bunların arasına birazcık da eğlence sıkıştırmak gerektiğinden hafta sonları artık şu giderek az bulunan 'açık hava'yı elde etmek için verilen mücadelelere ayrılmıştı. Kimsenin kendi işlerinden başka bir şeyi görecek hali yoktu. Ta ki geceleri sokağa çöken derin sessizlik her gece yaklaşık aynı saatlerde ilginç bir müzikle bölünmeye başlayıncaya kadar. Sabaha doğru, sessizliğin en koyu, seslerin en güçlü olduğu saatlerde sokakta kısa bir süre için tuhaf bir piyano sesi yankılanıyordu. Önce bütün tuşlara basılıyormuşçasına gürültülü bir ses, ardından bir nota, ardından bir tane daha, sonra kısa bir ara, sonra ardarda dökülen notalar ve yeniden sessizlik. Bütün bunlar çok kısa sürdüğünden önceleri hiç kimse farkına varmadı. Ama her gece aynı şeyler tekrarlandığı için tam o saatte kimbilir hangi nedenle uyanmış birilerinin bunu duyması kaçınılmazdı. Sesler yeni kiracıların taşındığı apartmandan geliyordu. Bir süre hangi kattan geldiğini kimse çıkaramadı çünkü o saatte bütün sesler yankılandığından uzaklardaki bir gürültüyü bile insan hemen yanıbaşındaymışçasına rahat duyabiliyordu. Bir kaç gün bunu anlamakla geçti. Bir yandan da giderek artan bir öfke dalgası kaplıyordu sokak sakinlerini. Bu da ne demek oluyordu böyle? İnsan gecenin o saatinde piyano çalar mıydı? Yaşlıları, hastaları, uyuyan çocukları rahatsız etmek ayıp değil miydi? Birilerinin bu işe bir dur demesi gerekiyordu. Tamam, herkes dur demeye hazırdı ama kime diyeceklerini bilmiyorlardı. Bunun üzerine ilk önce hangi daireden geldiğini anlamaya karar verdiler. Bunu anlamanın kolay bir yolu vardı. Piyano sesini duyunca apartmanda oturanlardan birinin çıkıp iki dairenin de kapısına kulağını dayaması yeterdi. Ama söylemek yapmaktan daha kolaydı. Gece vakti pijamaları, gecelikleriyle merdivenlerde koşuşturup elalemin kapısını dinlemeye hiç kimse yanaşmıyordu. Bu görevi kapıcıya yıkmaya çalıştılarsa da başarılı olamadılar. Adam "Kalkıp kapıyı biri açsa, bana ağzına geleni söylese ne yaparım abi?" deyip duruyordu. Bu bir işe yaramayınca onların anlayacakları dilden konuşmaya karar verdi ve bu işin kapıcının sorumlulukları arasına girmediğini daha hukuki bir dille anlattı onlara. Tecrübeli adamdı, gerektiğinde kendini savunmayı bilirdi. Kapıcının sert muhalefeti karşısında iş başa düşmüştü. Birinci katta oturan yaşlı karı koca romatizma, tansiyon ve benzeri nedenlerle bu eyleme katılamayacaklarını bildirdiklerinden görev en üst kattaki iki çocuklu genç çifte düştü. Evin babası üzerine yüklenen bu sorumluluğun ağırlığı altında uykusuz geceler geçirmeye hazırladı kendini, ne var ki hazırlık yetmiyordu anlaşılan. Üç dört gece üst üste karısının onu dürtüp "Kalksana, bak yine başladılar çalmaya;" demesi bir işe yaramadı. Karısının giderek sertleşen dürtüklemeleriyle dehşet içinde gözlerini açan adam bir seferinde yataktan yere yuvarlandı, bir başkasında gece lambasını devirdi, yine bir gece odadan dışarı koşarken ayağı sandalyeye takılıp yere düştü. Bütün bu çabaların sonucunda tek elde ettikleri şey uykularından uyanıp ortalıkta dolaşmaya başlayan iki ufaklık oldu. Çünkü her seferinde adam daha salon kapısına ulaşmadan sesler kesilmiş oluyordu. Erkeğinin sorunu çözmekte gösterdiği büyük başarısızlık sonunda evin annesini o kadar rahatsız etmişti ki işi kendisi üstlenmeye karar verdi. Anneliğin verdiği keskin kulaklarıyla bu iş onun için çok kolaydı. Kararını verdiğini ertesi gece piyano sesini duyar duymaz yatağından kalktı, ayağına terliklerini bile giymeden doğru merdivenlerden aşağı inip kulağını daire kapısına dayadı. Tamam, ses buradan geliyordu, hiç kuşku yoktu. Piyanonun sesi kesildikten sonra içeriyi biraz daha dinledi. Tek duyabildiği şey homurtulu bir sesle çalışan eski bir motordu. Herhalde buzdolabı olmalıydı bu: Bu sesi tanıyordu, çünkü kendilerininki de böyle ses çıkarıyordu. Bu sırada içeride küçük tıkırtılar duyunca telaşla merdivenlerden yukarı çıkıp yatağına döndü. Suçluyu bulmanın verdiği huzur herkesi pek bir cesaretlendirmişti. Bir an önce gidip şu kendini bilmezlerle konuşmak için yanıp tutuşuyorlardı. Birinci kattaki yaşlı adam bu konuşmayı yapmanın kendisine düştüğüne karar verdi. Ne de olsa tansiyonu vardı onun, böyle her gece uyandırılmak sağlığına zararlıydı. Her ne kadar karısı daha şimdiye kadar yalnızca bir kere uyandığını söylüyorsa da aslında o kimseyi rahatsız etmemek için uyuyormuş gibi yapıyordu, yoksa hep duyuyordu geceleri kopan cümbüşü. Sözlerine karşı çıkan olmadığını görünce gençlere taş çıkartacak bir kararlılıkla merdivenleri çıktı. Üçüncü katın ziline bastığını duydu aşağıda toplananlar. Başka bir şey de duymadılar. Sonra yine zil sesi, sessizlik. Bu böyle bir kaç kez yineledikten sonra bu kez de kapıyı yumruklamayı denedi adam. Ama bütün bunlar bir işe yaramamıştı. Merdivenlerden yorgun ayak sesleri duyuldu. Yeniden romatizmalarını ve tansiyonunu sırtlanmış yaşlı bir adam indi aşağı. "Evde yoklar," diye homurdandı. Herkes hayal kırıklığına uğramıştı. Yaşlı adamın merdivenleri çıkarken hazırladığı insan hakları konusundaki uzun ve etkili konuşmayı aşağıda bekleyenlerin üzerinde denemesi durumu değiştirmiyordu. Eğer bütün olan biteni yerinde izlemek için yanlarına gelen Safiye teyze olmasaydı bir sonuç elde edemeden dağılacaktı herkes. Ama Safiye teyze öyle kolay teslim olmazdı. Yeni bir çözüm bulmuştu. Madem piyano sahipleriyle konuşamıyorlardı öyleyse onları bir de yeni taşınan öteki kiracılara şikayet edeceklerdi. Hem zaten bu işten en çok rahatsız olması gerekenler de onlar değil miydi? Aslında bunun ne işe yarayacağını kimse bilmiyordu ama Safiye teyze öylesine inançla konuşuyordu ki anlamasalar da kabul ettiler. Üstelik konuşma işini de Safiye teyze üstlenmeyi kabul ediyordu. Safiye teyzenin yüreciği heyecanla çarpıyordu şimdi. Kendilerini göstermeden balkonda dolaşıp duran şu insanları görebilecek, görmek ne kelime, onlarla konuşabilecekti bile. Uçar adımlarla merdivenleri tırmandı, zile bastı. Aşağıdakiler soluklarını tutmuş bekliyorlardı. Acaba bu kez başarılı olabilecekler miydi? Zilin ikinci kez çalınmasına gerek kalmadan kapının açıldığını duydular. Safiye teyzenin şarkı söyler gibi kelimeleri uzatarak anlattığı şeyleri tam olarak duyamamışlardı ama gelen cevap çok kısa olduğu için kimse anlamakta güçlük çekmedi. Tok bir erkek sesi "ben hallederim teyze, sen meraklanma!" demişti. Safiye teyze al al olmuş yanaklarıyla aşağı indiğinde mutluluktan gözleri parlıyordu. Bir taşla iki kuş vurmuştu. Hemen çevresine toplananlara rapor vermeye girişti. "Kapıyı önce efendi bir kadın açtı, beni görür görmez içeriden kocasını çağırdı. Kadıncağız biraz çekingendi ama adam durumu hemen halledeceğini söyledi. Dediğini de yapar böyleleri. Görürsünüz, yarın gece hepimiz rahat bir uyku uyuyacağız." Yeni kiracılar konusunda edindiği son bilgiler Safiye teyzenin yepyeni kuramlar geliştirmesini de sağlamıştı. Ertesi gün bakkaldan eve dönerken kendi kendine bildiklerini sıralıyordu. Alt katta oturanları görmüştü artık. Demek ki o her gün öğlen saatlerinde pencerenin önünden geçen iri yarı adam ikinci katta oturuyordu. Karısını daha önce gördüğünü hiç hatırlamıyordu. Pek dışarı çıkmaya meraklı biri değildi herhalde. Acaba eve girip çıkan bütün o yeni insanlar kimdi? Hepsi de üçüncü katta oturuyor olamayacaklarına göre demek ki oraya gelip giden epey fazlaydı. Safiye teyze başını salladı. "Ah şu gençler!" diye mırıldandı durup dururken. Tam o sırada üçüncü kat balkonunda bir çift ayak göründü yine. Elindeki poşetleri yere koyup biraz dinlenmek için evinin kapısının hemen yanıbaşında durmuş sokağı seyreden Safiye teyze için bugün gerçekten şanslı bir gündü. Başını biraz yukarı kaldırınca ayakların üzerinde mavi pantolonlu ince bir çift bacak, gri bir gömlek ve gömleğin üzerinde kısa saçlı genç bir kız kafasının durduğunu gördü. Kız balkonda bir kaç adım attı, yere diz çöktü, bir şeylerle uğraştı, sonra doğrulup yeniden içeri girdi. Piyanoyu çalan bu kız olmalıydı. Düşüncesiz, saygısız, umursamaz bir şekilde geceleri bütün sokağın uykularını bölmenin ne demek olduğunu anlayacaktı şimdi. Alt kattaki adamın tok sesi gelir gibi oldu kulağına. "Ben hallederim teyze, sen meraklanma!" Kıza acır gibi oldu bir an, ama o da böyle densizlikler yapmayaydı canım. Bu sırada kız yeniden balkona çıkmıştı, kucağında küçük bir tekir kedi vardı bu kez. Safiye teyze bu küçük kediyi tanıyordu. Mahallenin bütün kedilerini tanırdı o. Bunlar bir kaç ay önce doğmuştu. Anaları tam beş yavru doğurmuş, hepsini de bir güzel büyütmüştü bir süre. Sonra yavrulardan biri yoldan geçen bir arabanın altında kalmıştı. Birini bakkalın karısı almıştı evine. Kalan üç yavru yuvarlana yuvarlana büyüyorlardı. Bir gün iki tane kalıvermişlerdi. Safiye teyze yine bir tanesinin arabanın altında kaldığını sanmıştı. Demek yanılmış. Kız eğilip yavruyu yere bırakırken yukarı seslendi, "Yavrum, baksana bir dakika!" Sokakta yankılanan çatallı sesi kıza kadar ulaşmamış olabilir diye bir daha sesleniyordu ki kızın eğilip ona bakmakta olduğunu gördü. "Ne var teyze?" "O kediyi şu yandaki bahçeden aldın değil mi?" "Evet, yoksa sizin kediniz miydi?" "Onların hepsi benim kedilerim." "Özür dilerim, bilmiyordum, sokak kedisi sanmıştım." "Sokak kedisi zaten yavrum. Ben beslemeye çalışıyorum elimden geldiğince." "Yani bende kalabilir mi?" "Tabi canım, istiyorsan öteki yavruları da al, hayır işlemiş olursun." "Yok, bir tanesine anca yetiyor gücüm. Hem zaten önümüzdeki ay annemler gelecekler, bakalım onlar ne diyecek?" "Bu sabah akciğer haşlamıştım ben de. Seninki pek sever ciğeri, gel de sana da vereyim birazını." Kız bir an durakladı. Sonra kediyi yere bırakıp "tamam, şimdi geliyorum," diye seslendi. Safiye teyzenin beyni yeni verileri çoktan işleme koymuştu bile. Demek bu yavrucak evde kendi başınaydı. Pek de küçük görünüyordu. Analar nasıl oluyordu da böyle küçücük kızları bir başlarına bırakıyorlardı. Okul, sınavlar türünden şeyler geçti aklından. Kız apartmanın kapısında belirdiğinde o çoktan kıza analık etme görevinin ona düştüğüne karar vermişti bile. Kız ihtiyarın çay ve sabun kokulu mutfağında yaptıkları tatlı sohbetten sonra, bir elinde haşlanmış akciğer dolu küçük bir kase, ötekinde bir tabak peynirli börek, yüzünde biraz şaşkın bir ifadeyle apartmanın kapısına doğru yürürken Safiye teyze birden unuttuğu bir şeyi hatırladı. Arkasından seslendi: "Baksana kızım, sen piyano da çalıyor musun?" Kız biraz şaşırmıştı ama yine de kibarca cevap verdi. "Yok, ben çalmıyorum ama kardeşim çalıyor." "Ee, hani onlar daha gelmemişlerdi." "Gelmediler, yazın sonunda gelecekler. Benim sınavlardan sonra staj yapmam gerekiyor, onun için burada kalıyorum." "İyi de kim çalıyor sizin piyanoyu?" Kız iyice afallamış bir yüzle bakıyordu şimdi. "Hiç kimse? Hem siz bizde piyano olduğunu nereden biliyorsunuz?" Safiye teyzenin de kafası karışmıştı. "Mahallede bilmeyen mi kaldı yavrucuğum? Her gece, her gece. Bir kıyamettir kopuyor sizin evde. Belki o gelen giden arkadaşların çalıyorlardır." Kız karşısındaki sevimli ihtiyarın bunamış olup olmadığını anlamaya çalışır gibi bakıyordu şimdi. "Hangi gelen giden arkadaşlarım. Siz alt kattakilerle karıştırıyor olmayasınız. Sanırım çok kalabalık bir aile olmalılar. Akşamları geç saatlere kadar oturup konuştuklarını duyuyorum hep. Bana gelen pek olmaz. Annem eve arkadaş çağırmamı pek sevmiyor, komşuların laf edeceğinden çekiniyor biraz da sanırım. Onun için çoğunlukla ben arkadaşlara giderim." Safiye teyze kendi kendine konuşur gibi "peki ya o piyano sesi?" diye mırıldandı. "Hangi piyano sesi?" "Hani şu gece vakti çalıp duran piyano var ya." İkisi de çaresiz bir yüzle birbirlerine bakıyorlardı. Ortalık bir anda sessizleşmişti ya da onlara öyle geliyordu. Tek duydukları şey sokağın yukarısında dalgalanan bir piyano tıngırtısıydı. Notalar bir süre birbirlerini kovaladılar, sonra bir anda kesildiler. İlk kendini toplayan Safiye teyze oldu, "İşte bak duymadın mı? Sizin evden gelmiyor mu bu ses? Evde bir arkadaşın mı vardı?" Kız olayı anlamıştı artık, gülüyordu. "Evet var tabi. Benim küçük kedim var ya. Yemeğini beklerken sanırım bize küçük bir konser veriyor. Piyanonun üzerinde dolaşmayı pek sever de. Bir görseniz, patilerini koyduğu yerlerden ses çıktığını görünce nasıl da zıplıyor tuşların üzerinde." Safiye teyze de gülümsemeye çalıştı. Kız yeniden teşekkür edip kendi evine doğru yürürken o olduğu yerde durmuş ciddi bir sorunu çözmeye çalışıyordu. Şu iri kıyım "ben hallederim teyze," ne zaman dönüyordu acaba evine? Bu akşam onun dönüşüne kadar pencerenin önünden ayrılmaması gerekiyordu. Adamın tok sesi hala kulağındaydı.- Mardin
ZAMANIN DURDUĞU KENT... MARDİN Mardin, mimari, etnografik, arkeolojik, tarihi ve görsel değerleri ile zamanın durduğu izlenimini veren Güneydoğunun şiirsel kentlerinden biridir. Mardin, farklı dini inanışlar paralelinde, sanatsal açıdan da tarihi değeri olan camiler, türbeler, kiliseler, manastır ve benzeri dini eserler barındırmaktadır. Mardin, İpek Yolu güzergahında olan en değerli tarih ve kültür hazinelerinden biridir.Güneydoğu Anadolu Bölgesinin Yukarı Mezopotamya havzasında bulunan Mardin, güneyinde Suriye, doğusunda Şırnak ve Siirt, kuzeyinde Diyarbakır ve Batman, Batısı Şanlıurfa ile çevrilidir. Mardin dağlarının, Mazıdağı, Derik, Midyat, Savur ve Nusaybin yörelerine sokulan yüksek kesimlerinde, Meşe ağaçlarından oluşan topluluklara rastlanır. İklim olarak Akdeniz iklimi ile karasal iklimin ortak özelliklerine sahiptir. Yazları çok sıcak ve kurak, kışları ise yağışlı ve soğuktur. Fırat ve Dicle nehirleri arasında Mezopotamya bölgesinde, tarih boyunca pek çok medeniyet yerleşmiştir. Bir dağın tepesinde kurulmuş olan Mardin, Yukarı Mezopotamya'nın en eski şehirlerinden biridir. M.Ö.4500' den başlayarak klasik anlamda yerleşim, gören Mardin, Subari, Sümer, Akad, Babil, Mitaniler, Asur, Pers, Bizans, Araplar, Selçuklu, Artuklu, Osmanlı Dönemi'ne ilişkin bir çok yapıyı bünyesinde harmanlayabilmiş önemli bir açık hava müzesidir. GEZİLECEK YERLER : Dara Harabeleri: Mardin'in güneydoğusunda 30 km. uzaklıkta Oğuz Köyü'ndedir. Burası eski Mezopotamya bölgesinin en ünlü kentidir. Dara Kent Kalıntıları, kayalar içinde oyulmuş çevresi 8-10 kilometreyi bulan geniş bir alana yayılmıştır. Buralarda mağara evler vardır. Kent kalıntıları içinde kilise, saray, çarşı ve depoları, zindan, tophane ve su bendi halen görülebilmektedir. Ayrıca köyün etrafında kayalara oyulmuş 6-7 kadar mağara eve rastlanır. Bunların tarihi Geç Roma (Erken Bizans) dönemine kadar gider. Midyat : Mardin gibi bir müze kent olan Midyat, Mardin'den yaklaşık 1.5 saat uzaklıkta yer alır. Mardin'e benzer evlerin, taş konakların, kemerli geçitlerin, minare gibi yükselen çan kuleleriyle Süryani kiliselerinin bulunduğu Midyat, bir ortaçağ kentini andırmaktadır. Bölgeyi Süryanilerin yavaş yavaş terk etmesi ve göç almasıyla şehir merkezi 2 km ötedeki Estel'e kaymıştır. Telkari diye bilinen taş işçiliğinin en güzel örnekleri Midyat'taydı. Bir kaç telkari ustası Midyat çarşısında mesleklerini sürdürmekte direniyorlar. Mutlaka izlemelisiniz.... Mardin'in bu çok önemli ilçesi gümüş işçiliğiyle de ünlüdür. El sanatları açısından önemli bir yöre olan ilçe turistik açıdan oldukça çekicidir. İlçenin 18 km. doğusunda bulunan Deyrulumur Manastırı M.S.397 yılında inşa edilmiştir.M.S.640 yılında Hz. Ömer zamanında Arap-İslam ordusu Süryanilerle işbirliği yaparak Mezopotamya'ya girince,özellikle bu eserin korunması için Hz. Ömer' in emri ile ayrıcalık tanımıştır. Manastırda eskiden içinde zengin bir kütüphane bulunmaktaydı. Ayrıca içinde binlerce öğrencinin eğitim aldığı bir teoloji fakültesi bulunmaktadır. Midyat'ta Meşe, Bitim, Antepfıstığı gibi ürünler ve kendine has acur, kavun yetiştirilir. Dünyanın en kaliteli üzümlerinin yetiştiği kavşak noktasıdır. Mardin Kalesi: M.S.975-976 tarihlerinde Hamdaniler tarafından inşa ettirilmiştir. Kalede, cami, hamam, mahzen ve birçok ambar bulunmaktadır. Dara Kalesi: Mardin'in 30 km. uzaklığındadır. Kale, İran Hükümdarı tarafından inşa ettirilmiştir Cami, Kiliseler ve Manastırlar : Önemli bir İnanç Turizmi merkezi olan Mardin'de merkezde Ulu Cami, Meryemana Kilisesi ve Patrikhanesi, Mor Yusuf Kilisesi (Surp Hovsep), Deyruülzzafaran Manastırı (Mor Hananya), Deyrulumur Manastırı (Mor Gabriyel), Mor Yakup Manastırı (Nusaybin), Midyat Meryemana Manastırı ve Mor Dimet Manastırı görülmeye değerdir. Zinciriye Medresesi: Mardin merkezde olup, 1214 'de inşa edilmiştir. Kasımiye Medresesi: Mardin'in güneybatısında yer alan Medrese, Mardin yapılarının en büyüklerindendir. 1469-1503 yıllarında yaptırılmıştır. Mağaralar : Mardin Gızzelin Mağarası (İplik Dokuma), Midyat Linveyri Şifa Mağarası, Mardin Şakolin ve Firiye, Midyat Kefilsannur, Midyat Şenköy Kefilmelep, Kefilmardin, Midyat Hapisnas, Midyat Tınat, Savur Kıllıt, Kızıltepe Hanika ve Salah, Nusaybin Hessinmeryem ve Sercahan, Mazıdağı Gümüşyuva ve Avrıhan, Derik Derinsu, Dırkıp, Haramiye Mağaraları Mardindeki mağaralardır. NE ALINIR ? Gümüş işlemeli Telkari...Badem şekeri...leblebi... ceviz sucuğu Ne Yenir ? Mardin'in çok özel yöresel yemekleri mevcuttur. Özellikle kıbbe, çiğ köfte, keşkek, zerde, cevizli sucuk, helva çeşitleri, cevizli tatlılar yenebilir. Yapmadan Ayrılma : Mardin Müzesi, Deyrulzaferan Manastırı ile Kasımpaşa Medresesi görmeden, Şiir gibi işlnemiş taş işlemeli yapılarını fotoğraflamadan, Badem şekeri, leblebi, ceviz sucuğu tatmadan, Telkariden gümüş işleme almadan, Kiraz Festivaline gitmeden...Dönmeyin.- insan !
- insan !
- İlginç Binalar :)
- insan !
- insan !
- insan !
- Seni Seviyorum Diyebilmenin Güzelliği
senin bu konuda tuzun kuru gibi- ms paintte 5000 saat harcanarak yapılmış bir resim
olsun gari 5000 saat harcamış- Seni Seviyorum Diyebilmenin Güzelliği
ben anlatamadım derdimi sanırım her türlü güzel bişidir seni seviyorum demek yada duymak ama aşk girince araya sence yine bişi farketmez mi ?- Seni Seviyorum Diyebilmenin Güzelliği
saol yaw ama aynı şey diil ki bu- Budur abi azim önünde imkansız diye bişey duramaz...
artık kendinimi aşmış yoksa gözümü aç bilmem- Mısır Koçanlarını Hiç Böyle Görmediniz :)
rica - Kız Kulesi'nden Galata'ya Asırlık Yalnızlıklar
Önemli Bilgiler
Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.