
VAKANA
Φ Üyeler-
İçerik Sayısı
398 -
Katılım
-
Son Ziyaret
İçerik Tipi
Profil
Forumlar
Bloglar
Fotoğraf Galeresi
- Fotoğraflar
- Fotoğraf Yorumları
- Fotoğraf İncelemeleri
- Fotoğraf Albümleri
- Albüm Yorumları
- Albüm İncelemeleri
Etkinlik Takvimi
Güncel Videolar
VAKANA tarafından postalanan herşey
-
oha diyorum azizil 56 çokmu geç bir yaş ya.......
-
evde fiskisi rakısı birası olanı............... sayman bi ara tanışsak fena olmaz be.........
-
HEY ÜSTTEKİ SENİ.....................GÖRDÜM BUGÜN.
VAKANA şurada cevap verdi: karçiçeği_m başlık Forum Oyunları
allam dersin adını duymak beni delirtiyo adam çalışacakmış...... gidecem yatacam tv seyredecem,sona birazda dışarıda takılacam............. allam neydi o öğrencilik günlerim ya....ayda bir saat ders çalışmak bile öldürürdü beni......... -
neşe pınarı (cem yılmazdan çalıntıdır)
-
verirler canım verirler kafanı yorma......sen kabile bile kurarsın azizil bu özelliklernen....... şimdi anlaşıldı niye evde kaldığımız....işinin olmadığı herşeyle benim işim var.........
-
datlusu.....gıymatlusu.........
-
İKİ YÜZLÜ KADINLARIN ÇIKARCI ERKEKLERİ.......
VAKANA şurada cevap verdi: VAKANA başlık Kadın Erkek İlişkileri
şey bende alınganlık yapmak istemem ama tavır kime ? -
AŞK FİLMİNE İKİ KİŞİLİK BİLET ALINMAZ..........
VAKANA şurada bir başlık gönderdi: Aşk - Sevgi - Mutluluk - Güzellik
AŞK FİLMİNE İKİ KİŞİLİK BİLET ALINMAZ Hiç kimseyi özleyecek kadar sevmiyorum kendimi. O yüzden sevdiğim her kadını, bırakıp gittiğim her şehri, katlayıp arka cebime koyduğum, ayılınca bulamadığım her şiiri bir daha asla hatırlamıyorum. Yalnızca kadınları, şehirleri şiirleri değil, kendimi de unuttuğumu gösteriyor bu.İNSAN EN ÇOK KENDİNİ TERK EDİYOR. Aşk anlatan filmlere bir bilet alıyorsak ve karanlık bir salona girip filmin başlamasını bekliyorsak terk edilmişiz demektir. Hem de bir başkası terk etmiştir, düpedüz kendimizi terk etmişizdir, kendimizi. Dışarıda sevişebileceğimiz onca yer vardır oysa. Sinema solunuysa karanlıktır. Senarist başarılıysa iyi bir öyküsü, bir kurgusu vardır filmin, oyuncular başarılıysa çok gerçekçi oynamışlardır rollerini kameralar başarılıysa çok güzel açılardan, çok etkileyici sahnelerden göreceğimiz kesindir. Film bizi oturduğumuz koltuktan alıp bambaşka dünyalara savuracaktır. Hiç farkında değilizdir ama; aslında kendi hayatlarımız bambaşkadır! Oysa soğukta, bir sokak arasında sevgilinin çatlak dudaklarına kaçamak bir öpücük konduran kişinin cebimde bir değil, iki bilet vardır. Gören olur diye kaçamak, tedirgin bir öpücük kondurur önce; ama dudaklar birleştiği anda kim görürse görsün; hararetle emme işlemi başlar. Eğer cebindeki iki biletin farkındaysa insan, ne soğuğa ne de sokağa aldırır; ortalıkta sevişir. Bir daha da gitmez aşk filmlerine. Sinema salonunu dolduranlarsa yalnızdır, yaralıdır. Her zaman tek bir bilete yetecek kadar cesaretleri vardır. Cebinde iki bileti olanlarsa sokaklardadır zaten. Aşk asla filmler gibi yaşanmaz. En gerçekçi filmde bile ince ince hesaplanmış, nakış gibi işlenmiş bir kurgu vardır. Kurgu işte; adı üstünde, kurulan şey. Giriş, gelişme, sonuç falan... Gerçek yaşamdaki aşkta bu bölümlere rastlayamayız. Rastlasak da bu sırayla ilerlemez aşk. Örneğin giriş bölümü aşkın sonunda olabilir.En baştan girilirse belki işin heyecanı kalmaz, gizemi bozulur, hiç girmezsen de platonik aşk olur, o da sıkar tabii. Gelişme diye bir şey yoktur aşkta. Çünkü gelişme bir sürekliliği içerir aşkta ise sürekli olan hiçbir şey yoktur. Bir gelişir, bir geriler, karışık, karmakarışık olur hayatın. Filmlere en benzemeyen yanı da sonuç bölümüdür aşkın. Filmin sonunda ışıklar yanar, salon aydınlanır ve kalabalığa karışırsın. Aşkın sonunda ise yapayalnız kalırsın. AŞK FİLMİNE İKİ KİŞİLİK BİLET ALINMAZ.ZATEN İKİ KİŞİLİK AŞKTA OLMAZ......... İki kişinin birbirine aşık olabilmesi için üçüncü kişi şarttır. Issız bir adadaki iki kişi sevişebilir., kavga edebilir, yemeğini paylaşabilir, beraber şarkı söyleyebilir... ama aşık olamazlar. Aşk, bir başkasına “rağmen” yaşanan bir duygudur. Düşünebilecek başkaları da varken yalnızca onu düşünmek, sevişebilecek başkaları da varken yalnızca onunla sevişmektir. O yüzden aşk, en az üç kişiliktir. Peki aşk filmine üç kişilik bilet alınabilir mi? Alınır tabii. Üç, dört, yada beş kişilik... O zaman grup olarak sinemaya gidilmiştir, bu da çok doğal, hatta eğlenceli bir durumdur. Tek kişi yalnızlıktan, böyle bir kalabalık ise birlikte eğlenme isteğinden aşk filmine gidebilir, çok normal. AMA BİRBİRİNE AŞIK OLAN İKİ KİŞİ ASLA AŞK FİLMİNE GİTMEZ.ÇÜNKÜ FİLMİN KONUSUNUN HAYATIN KONUSUNA HİÇ BENZEMEDİĞİNİ YAŞAYARAK ÖĞRENMİŞTİR ONLAR. Tesadüf bu ya; cebinde tek bir biletle sinema salonuna girip, koltuğa kurulup filmin başlamasını beklerken yine cebinde tek bir bileti olan biri gelip yanınıza oturabilir. Sokakta karşılaşsanız belki aşık olacaksınız birbirinize. Ama iki saat boyunca yan yana oturursunuz, soluklarınız birbirine karışır ve hiçbir şey hissetmezsiniz. Oturup filmi izlersiniz paşa paşa. Nedeni çok basit, yan yanasınız ve tam karşınızda, bir perdede olup biteni seyrediyorsunuz yalnızca. Aşkta karşı karşıya olabilirsiniz, yada arka arkaya, o kadar. AŞK,ASLA YAN YANA OLMAMAKTIR. ALTAY ÖKTEM (Penguen) -
İKİ YÜZLÜ KADINLARIN ÇIKARCI ERKEKLERİ.......
VAKANA şurada cevap verdi: VAKANA başlık Kadın Erkek İlişkileri
gittikçe gelişen bir dünyada giderek yalnızlaşan bireylerin son çırpınışları.......... bence bundan gerisi deil....................... -
İKİ YÜZLÜ KADINLARIN ÇIKARCI ERKEKLERİ.......
VAKANA şurada bir başlık gönderdi: Kadın Erkek İlişkileri
Bir yalanın bitmesine iki saat kala yataktan çıktılar. Kadının yüzündeki mutlu-mutsuz ifade erkeğin yüzündeki ifadesizliği dengeleyip performanslarını sonlandırmaları için gerekli zemini oluşturmuştu . O dakikada kadında erkekte bundan habersizdi elbette . Kadın sona yaklaştıkça hangi maskeyi takacağını şaşırmış ama bu şaşkınlık ona heyecanlı görüntüsü vererek durumu doğal seleksiyona sokmuştu . Oyunu esas kuran erkekti bu yüzden maskelerden iyi anlardı. Kadına ilk maskeyi bir kazıkla taktırmıştı ama hep kendi yediği kazıklara sızlanırdı. Kadın maskeyi , oyunu ve erkeği sevdi , erkek oyunun kurallarını belirlemenin tatminiyetini sevdi. Bu danışıklı dövüşün aşk oyununda hamleler önceden kestirilmeliydi - herzaman böyle olmuştu. Örneğin bir kavganın en şidetli yerinde taraflar bir sonraki hamleyi kestirebilme yetisine sahip olmuştu bu yüzden kavgada olsa oyun iyi gidiyordu. Ama bu sefer erkek hamlesini seçememişti . Kadından bir hamle bekliyordu ama herşey tuhaf şekilde normal gözükmüştü. Hangi maskeyi takacağını şaşırdığından ifadesizlik aynasını taktı böylece aralarındaki herşey sonsuza uzandı. Adam birkaç aydır iş dolayısıyla başka bir şehirde kalıyordu ve ancak haftasonları kadının yanına geliyordu. Vedalaşmalar, özlemler , telefon konuşmaları , sarılmalar rutin olmuştu ama asla bayağı değil çünkü oyunun hakkı verilmeliydi. İkiside gerekli yerde gerekli duyguyu verecek kadar pişmişti. Yataktan kalktıklarında değişen birşey olmadı. Ezberlerinde olan bir vedanın son provasını yapmaktaydılar. Kadın onu son görüşünün olduğunun kararını çoktan vermiş ama en ufak bir belirtisini göstermemişti. Sarıldılar - hoşçakal - seni seviyorum - görüşürüz ve gitti. Gelişmeler I Mekan : Kadının Evi Zaman : Erkek gittikten birkaç saat sonra Olay : Telefon çalar , kadın : - alo - selam gitti mi - evet - söyledin mi - hayır - hani söyleyecektin - söyleyemedim - bidaha mı görüşeceksin - hayır - gelirse ne yapacaksın - kapıyı açmayacağım - peki seni seviyorum - bende . Gelişmeler II Mekan : Otoyolda arabanın içi Zaman : Evden ayrıldıktan bikaç saat sonra Olay : Adam bir telefon numarası çevirir : - alo - selam nasılsın bakalım - nezamandır aramıyosun unuttun sanmıştım - iş güç uğraşıyoruz - özledim seni - bende seni - akşama müsait misin bişeyler yapalım . - olur ben sana güzel bir yemek hazırlarım yeriz . Böylece oyun kendi içinde yeni oyunlar yaratarak zaman ve mekanı sıkıştırdı. 4 parçaya ayrılan figüranlar tekrar kendi içlerinde bölünerek yeni bir oyunun kurallarını inşaya başladılar / Yeni maskelerin heyecanıyla perdeyi kapatmayı unutarak . Latest Echoes __________________ -
HEY ÜSTTEKİ SENİ.....................GÖRDÜM BUGÜN.
VAKANA şurada cevap verdi: karçiçeği_m başlık Forum Oyunları
sıcakkanlı gördüm seni.... -
teşekkürü hakedenisin...
-
HEY ÜSTTEKİ SENİ.....................GÖRDÜM BUGÜN.
VAKANA şurada cevap verdi: karçiçeği_m başlık Forum Oyunları
pek bi neşeli gördüm....neşen daim olsun sayman........ -
HEY ÜSTTEKİ SENİ.....................GÖRDÜM BUGÜN.
VAKANA şurada cevap verdi: karçiçeği_m başlık Forum Oyunları
bilgisayar başında gördüm bütün gün.......... -
bir tanesisin......
-
kesinlikle en hızlısı.....
-
George Soros Başkalarının paralarıyla büyük vurgunlar yaptı George Soros, 1930 yılında Macaristan’da bir Yahudi ailenin çocuğu olarak doğdu. Ülke, 1930 yılında Nazi istilasına uğradığı zaman, ailesiyle birlikte çok tehlikeli ve güç günler yaşadı. Babası, tüm aile bireyleri için sahte kimlikler düzenleyerek ve oturdukları yeri sürekli değiştirerek hayatta kalmalarını sağladı. Böylece, ilk dersini babasından öğrenmiş oldu. Yıllar sonra, babasını şöyle tanımlayacaktı: “Benim babam çalışmaz, sadece para kazanırdı.” Gençken bazı insanüstü güçlere sahip olduğunu sanıyor, kendini ‘tanrı’ gibi görüyordu. 1947’de İngiltere’ye gitti. 1949’da Londra’da ünlü ekonomi fakültesi London School of Economis’e girdi, 1952 yılında bitirdi. Eylül 1956’da New York’a gitti. Aralık 1961’de Amerikan vatandaşı oldu. 1967’de 250 bin dolar sermayeyle bir ‘ yatırım fonu’ kurdu. Yatırım Fonu’nun anlamı şu; borsada hisse senetlerinin alış verişini yaparak para kazanmak isteyenlerin paralarını topluyorsunuz. Toplanan bu paralara fon (para havuzu) diyorsunuz. Sonra siz bu paralarla senet, bono ve döviz alıp satıyor ve size paralarını yatırmış olan kişilere para kazandırıyorsunuz. Fonu kuran ve işleten kişiye ‘fon yöneticisi’ veya ‘para yöneticisi’ deniliyor. Bono ve döviz satarak her yılı kârla kapattı George Soros, 1969’da Hollanda Batı Hint Adaları’ndan yönetilen ve bir grup yatırım fonundan oluşan ‘Quantum Fonu’nu kurar. Hollanda Antilleri, tam bir vergi cennetidir. Fon, kurulduğu günden bu yana 2 bin kat değer kazanarak inanılması güç bir başarı elde eder. Zaten, kuruluşunun hemen akabinde bu fonlara, Avrupa’da tanıdığı zenginlerden para yağmaya başlamıştır ve Soros’un elindeki sermaye 6 milyon dolara çıkmıştır. Soros, 1970-1980 yılları arasında senet, bono ve döviz alıp satarak her yılı kârla kapattı. 1980’de 1 milyar dolarlık Britanya bonosu alıp satarak büyük para kazandı. 1980 yılının sonunda Soros’un fonlarında biriken sermaye 380 milyon dolara çıkmıştı. Soros, 1981’de zarar etti. Elindeki hisseler yüzde 22.9 değer kaybetmişti. Kendisine para yatırmış olanların üçte biri korkup paralarını fondan çektiler ve kaçtılar. Soros buna çok kızdı. 1984’de gözlerini İngiltere’deki özelleştirmelere çevirdi. Jaguar’ın hisselerini alıp satarak 25 milyon dolar kazandı. 1985’de doların Japon parası Yen’e ve Alman parası Mark’a karşı değer kaybedeceğine bahse girdi. 1.5 milyar dolar satıp karşılığında Yen ve Mark satın aldı. Kısa sürede bu vurgundan 150 milyon dolar kazandı. Amerikan Borsası’nın adı Wall Street’tir. Soros, 1985 yılında Wall Street’te dünyanın en yüksek kazanç sağlayan yüz kişisi arasında ikinci oldu. Bir yılda kendisine 93.5 milyon dolar kazandırmıştı. 1986’da Soros Fonu’nun öz kaynağı 1.5 milyar dolara çıktı. Hiçbir fabrika, işletme kurmadı Şimdi biraz nefes alalım ve şu soruyu soralım: Soros, bir sanayici mi? Cevap: Hayır! Soros, hiçbir fabrika, işletme kurmadı; petrol kuyusu, maden ocağı açmadı. Yanındaki birkaç müdür dışında hiçbir işçi çalıştırmadı. O sadece para piyasalarında pire gibi sıçrayıp durdu, başkalarının paralarıyla kumar oynayıp büyük vurgunlar yaptı ve erişilmesi güç bir servet yaptı. Soros, 1987’de ‘Finansın Kimyası’ adlı bir kitap yazdı. Çalışmadan para kazanmanın sırlarını öğrenmek isteyen avantacılar kitaba hücum etti. Ancak kitapta en küçük bir ‘sır’a rastlayamadılar. Soros’un en yakın dostları bile kitaptan bir şey anlamadı. Soros, bu kitabında, ‘refleksivite kuramı’ diye sözde yeni bir kuram atmıştı ortaya. Sözlük yardımıyla bile refleksivite’nin ne anlama geldiği dahi anlaşılamamıştı. Soros, bu kitabıyla yalnızca vurguncu-kumarbaz değil, aynı zamanda bir filozof olduğu havasını vermeye çalışmıştı. Türkiye’de gıda yatırımlarına girişti Soros, Türkiye’ye de geldi: Ağustos 1997’de Soros, İMKB’de gerçekleştirdiği bir operasyonla Net Holding’in yüzde 14.1’ini ele geçirdi ve holdingin yönetimine girdi. Yıl 2003’e gelindiğinde, Soros, bu sefer gıda işine el attı. İngilizlere ‘Kara Çarşamba’ sürprizi! Soros hayatının en büyük kumarını Eylül 1992’de oynadı. İngiliz Poundu’na karşı büyük bir mücadeleye girdi. Pound’un değer kaybedeceğine, Mark’ın değer kazanacağına inanıyordu. Büyük bahsin konusu şuydu: Soros’a göre İngiliz ekonomisi kötüye gidiyordu ve tuzağa düşmüştü. Aşırı değerlenmiş Pound devalüasyon riski altındaydı. Fakat İngiltere, Avrupa kur mekanizması’na (ERM) girdiği için Pound’u devalüe edemiyor ve 2.95 Alman markı seviyesinde tutmak zorunda kalıyordu. Soros, İngiltere’nin kendi isteğiyle para anlaşmasını terkederek Pound’u devalüe etmesi gerektiğini yoksa buna mecbur kalacağını iddialı bir şekilde öne sürdü. Aynı zamanda spekülatif pozisyonları almaktan da geri durmadı. Alman Merkez Bankası Başkanı’ndan aldığı tüyoyu da değerlendirerek, 10 Eylül 1992’de 10 milyar dolar değerinde sterlin satıp mark aldı. Soros’un bu vurguncu girişimiyle sterlin değer kaybetmeye başladı. İngiliz Merkez Bankası piyasaya girmeye çalıştı, mark satıp sterlin alarak düşüşü engellemeye çalıştı. 44 milyar döviz rezervinin 15 milyarını harcayan İngiliz Merkez Bankası düşüşü engelleyemedi. İngilizler faizleri yüzde 2 artırdılar. Çare olmadı. İngiliz tarihinde ilk kez, bir günün içinde faizler ikinci kez artırıldı. Soros’un başlattığı kanama durmuyordu. Sonunda İngiliz hükümeti teslim oldu; 16 Eylül 1992 Çarşamba günü, sterlini Avrupa Döviz Mekanizması’ndan çıkardılar ve sterlinin değeri yüzde 16 düşürdüler. Soros, tam bir milyar dolar kazanmıştı. Sterlin’in arkasından İspanya parası yüzde 28, İtalyan parası da yüzde 22 değer kaybedince Soros bu düşüşlerden de bir milyar dolar kazandı. Soros bir haftada 2 milyar dolar vurgun yapmıştı. 16 Eylül 1992 tarihi, mağrur İngilizler tarafından ‘kara çarşamba’ olarak ilan ettiler. Doğu Avrupa ve Rusya’yı mahvetti Soros, 1993 yılında 1.1 milyar dolar kazandı. Onun bu kazancı, BM’ye üye 42 ülkenin Yıllık Ulusal Kazancı’ndan daha fazlaydı. Onun bu kazancı, toplam 170 bin işçi çalıştıran McDonald’ın kârına eşitti. Soros, 1994’te Doğu Avrupa ve Rusya para piyasalarına girmeye karar verir. Önce bu ülkelerde, halkın yararına işler yapacak vakıflar kurar. Amacı, ‘hayırsever işadamı’ izlenimi oluşturmaktır. Asıl amacını ise şöyle açıklıyordu: “Doğu Avrupa ülkelerinin para piyasalarına ihtiyacı var. Biz de para piyasaları yatırımcıları olarak onların gelişmelerine yardımcı oluyoruz. Tabii bunu halka hizmet olsun diye değil, para kazanmak için yapıyoruz. Orada sağladığımız kârları dışarı çıkarmak bu ülkelerin çıkarlarına uygun olmayabilir, ama para piyasalarının yapısı böyle.” Çek Cumhuriyeti’nde Soros, özelleştirme furyasında çok büyük vurgunlar yaptı ve kazandıklarının hepsini dışarıya çıkardı. Temmuz 1997’de, Rusya’nın kısmen özelleştirilmiş telekomünikasyon şirketi Svyazinvest’in satışa çıkarılan yüzde 25 hissesinin yarısını 980 milyon dolar vererek topladı. Ve en sonunda Soros, Türkiye’ye de geldi: Ağustos 1997’de Soros, İMKB’de gerçekleştirdiği bir operasyonla Net Holding’in yüzde 14.1’ini ele geçirdi ve holdingin yönetimine girdi. Yıl 2003’e gelindiğinde, Soros, bu sefer gıda işine el attı. UNILEVER’den ‘Yudum’ ve ‘Sırma’ markalarını satın aldı. Soros, şimdi de Türk şekerleme ve çikolata sektörüne yatırım yapmaya haırlanıyor. Danışmanları aracılığıyla yaklaşık 23 firmayla temas kuran Soros, ortaklık ve satın almalar konusunda araştırmalarda bulunuyor. Soros, hayır sevdasını doğalgaz yollarına döşedi OSI (OPEN SOCİETY INSTİTUTE) NEDİR? -“Açık toplumların oluşmasını sağlamak kuruluş gerekçemizdir” diyorlar. Yine kendi ifadeleriyle; küresel düzeyde bu hedeflerine ulaşmak için sivil toplum örgütlerinin, uluslararası kurumların ve hükümet temsilcilerinin biraraya geldiği geniş katılımlı bir açık toplum ağı oluşturmak istiyorlar. 1993 yılında Soros’un New York merkezli kurduğu Açık Toplum Enstitüsü gerçekten de kısa zamanda bir çok ülkede olağanüstü ilişkiler ağını geliştirmesine yardımcı oldu. Eski SSCB, Doğu ve Orta Avrupa’daki Soros vakıflarına destek olmak için kurulan enstitü, bir çok ülkede şubeler açarak bazı sicil toplum örgütlerini destekledi. - Fizik biliminde kainatta kaotik bir düzen olduğuna dair bir önermeyi ifade eden “Quantum” kavramı ile fon kuran Soros’un, bu fon’la sergilediği olağanüstü performansını sadece spekülasyon oyunlarındaki yeteneğine bağlamak zor. Soros’un gelişmiş ülkeler dahil olmak üzere çok üst düzey istihbaratlar aldığı, kamuoyuna yansıyan operasyonlarında görülüyor. İngiliz Paund’unun devalüe olacağını bilmesi gibi... Bu noktada Soros’un Yahudi bankerlerin başında gelen Rothschild ailesi olan ilişkilerine bakmakta fayda var. Soros’a ait Quantum Fonu’nun bazı yöneticilerinin Rothschild şirketlerinde yönetici olarak çalıştığı biliniyor. Soros’un altın spekülasyonlarını da bu aile birlikte yürüttüğü ileri sürülüyor. Rothschildler bu ilişkinin karşılığını istihbaratlarını Soros’la paylaşarak ödüyor. Sırlarla dolu bu ailenin İsrail, İngiliz ve Amerikan gizli servislerine maddi destek sağladığı, operasyonlarına yardımcı olduğu birçok defa gündeme gelmişti. Kim bu Rothschildler? Peki, kim bu Rothschildler? ‘Avrupa’nın diktatörleri’ diye bazı tarihçiler tarafından tanımlanan, Alman asıllı Yahudi bankerler ailesi... Servetleri 2000 yılının başında 3 trilyon dolar olarak tahmin edilen Rothschildler, Yahudi bankerler arasında hiyerarşinin en tepesinde görünüyorlar. Dünyada bankacılık, maden, petrol ve telekom alanlarında neredeyse tekel konumdalar. 1900’lü yıllarda aile, Rusya petrollerinin en önemli üreticisiydi. 1800’lü yılların başında Almanya’nın en büyük ticari merkezlerinden Frankfurt’ta ticari hayatlarına başlayan Rothschildler arsa eşrafına girerek kısa zamanda büyük paralar kazandılar. Dünyanın güçlü devletlerinin başkentlerine yayılıp, bu bölgelerin en büyük bankerleri haline geldiler. Ellerindeki servetle savaşlara ve dünya politikalarına yön verdiler. Türkiye’de destekledikleri projeler Açık Toplum Vakfı’nın Türkiye’de desteklediği bazı projeler: Bağımsız Türkiye Komisyonu, Ders Kitaplarında İnsan Hakları Taraması, Eğitim Reformu Girişimi, Sosyal Politika Forumu, Herkes İçin İnsan Hakları, 20 İlde İnsan Hakları Filmleri Gösterimi, Bireysel Silahsızlanma Projesi, STK Eğitim Merkezi, Gezici Afet Eğitim Merkezi, Kagider Kadın Fonu, Namus-Cinayetlerini Önleme Projesi, Kadın Filmleri Festivali, Açık Radyo, Beyoğlu Gazetesi ve Uluslararası Basın Enstitüsü ile birlikte Gazetecilik Eğitim Semineri. Hangi ülkelerde Soros vakıfları var? Hayır sevdasını bütün doğalgaz yollarına döşeyen Soros’un vakıflarının bulunduğu ülkeler şöyle: Arnavutluk, Azerbaycan, Bosna Hersek, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Ermenistan, Estonya, Gürcistan, Hırvatistan, Karadağ, Kazakistan, Kırgızistan, Kosova, Latvia, Litvanya, Macaristan, Makedonya, Moğolistan, Moldova, Özbekistan, Polonya, Romanya, Rusya, Sırbistan,Slovakya, Tacikistan, Ukrayna. Son söz olarak, Soros’u iyi tahlil etmek gerekiyor. Soros’un ‘para dağıttığı’ ülkelere bakıldığında çok çarpıcı bir fotoğraf önümüze çıkıyor. Kafkasya ve Ortadoğu’da ‘yoksullara yardım’ iddiasıyla kurulan vakıflarıyla etkin olan, Afrika’da su, altın ve krom ticaretiyle uğraşan Soros, aslında Türkiye gibi özelleştirme şaşkını olan ülkelerde stratejik dev kuruluşların düşük bedellerle alınmasına öncülük ediyor
-
feridun düzağaç---------dipteyim sondayım............
-
Hayat hep kaçar kovalamak çare mi? Kimi tanıdıklarım var; sürekli "bir şeyleri kaçıracak olmaktan korkarak yaşarlar. Ne yapsalar içlerindeki o duyguyu yenemezler. Hep endişeli bir telaş içindedirler. Hep son trene yetişmeye çalışır gibidirler. Yanlış anlamayın; hızlı yaşayanlardan söz etmiyorum; bulduğu her istiridyeden inci çıkacakmış gibi yaşayan ama çekmecedeki incisini unutanlardan söz ediyorum. Hani tatil üstüne tatil yaparlar, gezerler, tozarlar ama yine de tatil dönüşlerinin o tatlı yorgunluğunu yaşayamazlar. Çünkü hemen meşum bir huzursuzluk sarıp sarmalar ruhlarını. "Gidilecek ne çok yer var ama imkân yok" diye ağlaşırlar. Paralarını biriktirir; ekleştirir ve durmadan bir şeyler satın alırlar. Peki, rahata ererler mi? Ne gezer! Çünkü her seferinde fark ederler ki, daha alınabilecek ne çok şey var, yetişmek imkânsız! Severler, sevilirler; hatta o koşuşturmaca içinde âşık bile olurlar. Çünkü sıra aşka gelmiştir ve aşk da kaçırılmaması gerekenler listesindedir! Yine de durmazlar, durulmazlar. Karanlık bir ses gece gündüz fısıldamaya başlar bu kez: "Özgürlüğün elinden kaçıyor; tut, yakala onu!" Ah şu modern hayat! O da az kışkırtmaz bu telaşı! 30 yaşına gelmeden önce görülecek on yer!50'sine gelip de geriye baktığında yapmış olmaktan mutluluk duyacağın 20 şey! Daha neler, neler! Eş dost karşılıklı nispet yapmalar, hasetler, özenmeler, *********** yarıştırmalar cabasıdır... Sonra gelsin iç buruklukları ve birbirinden uyuz ama dibine kadar samimi korkuların yarattığı bitkinlikler... *** Oysa... Şimdi şuracıkta ne yapsak, orada yapılmamış şeyler kalır. Ne kadar çoğaltırsak çoğaltalım sahip olduklarımızı, başka şeyler eksik kalır, hiç tamamlanmaz. Bir şeyi tutabilmek bir başkasının ellerimizin arasından kayıp gitmesiyle mümkündür. Kimi sevsek, başka ihtimallerin boynu bükük kalır. Ve bir başka yere gitmek her zaman burayı ihmal etmektir. Yani, kabul etmesi zor tabii ama hayat hep kaçar... Hep bizden önde koşar, hep bizden daha hızlıdır. Arkasından koşmak fayda etmez. Mehmet Eroğlu'nun yeni romanı Düş Kırgınları'nın kahramanı aşkın acılarını anlatırken "sorun âşık olup olmamak değil, aşktan elde ettiğinle ne yapacağını bilememek" diyor ya hani... Hayat da öyledir. Onunla ne yapacağını bilmiyorsan, istediğin kadar koş, koşuştur arkasından! *** Varsın gençler ve zenginler şimdi söyleyeceğime inanmasın! Şu yaşa geldim ve artık daha açık seçik biçimde biliyorum ki, yaşanabilecek birçok şeyi yaşamamış olmak çok önemli bir dert değil. Hangisini yaşasan, yaşamadığın çok şey kalacak nasılsa! Ama yaşadıklarımıza ve yaşadıklarımızla ne yaptığımız önemli... Ya yaşadıklarımızda çuvalladıysak? Bodrum'da, Venedik'te, Barselona'da, İstanbul'da, nerede olursa olsun güzel kahvaltı masalarına yıkanmış bir yüzle ama bulanık ve kirli bir ruhla oturmuşsak... Nice yatağı şehvetimizin ateşiyle yakıp kül etmiş olmamıza karşın sevgilimizi bir kez bile doyasıya öpememişsek... Bu kaybı telafi etmek kolay mı? Arzularımızın, özlemlerimizin, yaşamak isteyip de henüz yaşamadıklarımızın bizi içten içe kemiren cazip davetlerini inkar etmek sahtekarlık olur. Ama ya yaşadıklarımızı ucundan tutuyor, hep eksik bırakıyorsak? Ya her elde edişimiz duyumsuzluğumuzu kışkırtıyorsa? Ya başımıza talih kuşu gibi konuvermiş aşkları bile kısa sürede berbat bir kimlik – kişilik kavgasına çeviriyorsak? İşte asıl o zaman yanmışız demektir. *** Biliyorum, bu laflar iri ve iddialı laflar. Ama gerçek şu ki, karşısına çıkan her kariyer merdivenine tırmanmak isteyip de düşüp yara bere içinde kalan; her zevkin peşinde tatminsiz köle olup çıkan, belirsiz geleceğin çekiciliğine kapılıp şimdi yaşadıklarını ıskalayanları gördükçe böyle laflar etmekten kendimi alamıyorum. Haşmet Babaoğlu
-
ASLINDA CEZMİ ERSÖZ'Ü FAZLA KARAMSAR OLDUĞU İÇİN PEK OKUMAM AMA AŞAĞIDAKİ YAZISI (ŞİİRDE OLABİLİR)GERÇEKTEN İYİDİR................................... Aşkta Yarın Yoktur Sevgili Aşk bu dünyanın ölçüleriyle açıklanamaz sevgili. O ilkel bir acıdır, yaban bir ağrıdır. Gelir ve içimizdeki o çok eski bir şeye dokunur. Sonra bir perde açılır ve yolculuk başlar. Bu yolculukta artık para, tarifeler, beklentiler, randevular, taksitler, iş, anneler ve korkular yoktur. Aşkın kendi gerçekliği vardır sevgili. İnsan bir başka ışığa teslim olur... Aşkta yarın yoktur sevgili. Zaman ileri doğru değil, içeri, yüreklere, derinlere doğru işlemeye başlar, bilgeleşir. Hiç bilmediği sezgileriyle buluşur. Yükü çok ağırdır, kendiyle buluşmuştur. Hem dışındadır dünyanın, hem de ortasında. Hindistan'da Ganj Nehri'nin kıyısında yakılan yoksul adamın hissettikleri de onunladır, yitirdikleri de... Newyork'ta, bir sokakta, o kartondan kulübesinde yaşayan kadının çıplak yalnızlığı da. Her şey onunladır, ona emanettir sanki, ama o, çıldırtıcı bir yalnızlık içindedir yine de... Aşkın kültürlü olmakla, bilgili olmakla da ilgisi yoktur sevgili, kanımıza karışan ilkel acı, o yaban ağrıyla hiçbir kitabın yazmadığı hakikatlere daha yakınızdır, inan... Kim demişti hatırlamıyorum, aşk varlığın değil, yokluğun acısıdır diye. Belki de bu yüzden ilk gençliğimde, o yoğun aşık olduğum yıllarda, gözüme uyku girmez, dudağımda bir ıslıkla bütün gece şehri, o karanlık, o hüzünlü sokakları dolaşır, insanları uykularından uyandırmak isterdim. Uyanıp, içimde derin bir sızıyla uyanan o derin sancının acısına ortak olsunlar diye... Aşk çok eski bir şeydir sevgili. Onun içinden o çileli çocukluğumuz geçer. Sevdiğimiz insanların çocuklukları da... Oradan üvey anneler, eksik babalar, parasız yatılılar geçer. Ve sonra aşk bütün bunları alır, daha da eskilere gider, hep o ilkel acıya, o yaban ağrıya... İnsan bazen nedensiz yere umutsuzluğa kapılır. Kimselere veremez sevgisini, kimselere kendini anlatamaz, evlere kapanır... Bazen denizler, kıyılar çeker insanı. İnsan bu kapılmayı anlayamaz, oysa çok eski bir yerde yaşanmasından korkulup vazgeçilmez aşkların sızısıdır bu. Bu sızı, bu yenilgi mevsimlerle yıllarla devredilir başka insanlara... Bir insanın yaptığı bir hatanın tüm insanlara yayılması gibi... İşte şimdi biz de sevgili, ya olmadık zamanlarda umutsuzluğa kapılıp, soluğu evlerde alacağız, ya da denizler, kıyılar çekecek bizi. Nasıl biz başkalarının korkaklığını taşıyorsak, başkaları da bizim korkaklığımızı taşıyacak, yenilgimizi, umutsuzluğumuzu... Birazdan sabah olacak... Para, tarifeler, beklentiler, randevular, taksitler, iş, anneler ve korkular başlayacak... Bunlar varsa ve bizim için geçerliyse aşk yoktur ve hiç olmamıştır sevgili. Birbirimizi kandırmayalım... Hadi güne hazırlan. Yaşadıklarımızı unutmaya çalış. Aşk bize güvenip verdiği büyüsünü, sırlarını, cesaretini, bilgeliğini ve o ilkel, o yaban ağrısını geri alacak. Bunlar olurken içimiz bir an çok üşüyecek, sonra geçecek... Hadi, oyalanma birazdan yarın olacak... Aşkta yarın yoktur sevgili..............................................................................CEZMİ ERSÖZ
-
nazende------------ezginin günlüğü
-
Şimdi sen su olduğunu düşün. Su kadar özel, su kadar faydalı ve su kadar çok... Tükenmez... İnanıyorum ki, gerçekten de öylesin. Ama ister çesmelerden dökül, ister göklerden yağ, ister nehirler dolusu ak, dibi olmayan bir kovayı dolduramazsın. Yani; seni dinlemeyenlere sesini duyuramazsın... Unutma! Daha çok bağırdığında daha çok dinlenmezsin... Gürültünün parçası olursun sadece. Suyun yanında olanlar suyu en az içenlerdir. Çünkü; su nasılsa burada, lüzum yok ki suyu kana kana içmeye diye düsünürler... Aynen, sesini sürekli duyanların seni dinlemedikleri gibi! Ormandaki hiç bir hayvan, ırmağın gürültüler koparan yerinden su içmeye çalışmadı şimdiye kadar. Hepsi, hep sabahın en sakin an ını bekledi suyun durgun yerlerini bulabilmek için, gittiler ve sakin sakin ihtiyaçlarını giderdiler. Onlar için en uygun olan ve kendi istedikleri zamanda... Sen, hep bir su olduğunu düşün. Su gibi güzel, su gibi yararlı, su gibi vazgeçilmez... Ve su gibi hayat kaynağı olduğunu düşün. Ama su gibi yaşatıcı ol, su gibi yıkıcı, sürükleyici ve öldürücü değil!.. Sen bir su ol... Ama rahmet ol, afet değil! Su isen tarlalarını basma insanların, yuvalarını yıkma, ocaklarını söndürme, sana felaket denmesin! Su isen bir bardağa sığabil ki; damarlara giresin!.. Su yüce Allahın insanlar için yarattığı en büyük nimetlerden biri... Suya benzediğini unutma! Su gibi özel, su gibi güzel, su gibi faydalı, su gibi lüzumlu ve su gibi bitmez, tükenmez olduğunu da unutma. Ayrıca su gibi sakin olabileceğin gibi, su gibi de kiyametler koparıcı olabileceğini unutma... Unutma; senin işin rahmet olmak, afet değil ! Vadiler varken önünde ve ovalar varken, yayılabileceğin küçük ırmaklara ayırabiliyorsan kendini ve bardaklara bölebiliyorsan, hayat verirsin çevrene. Ve yaşayabilirsin dünya dönmesine devam ettiği müddetçe... Yoksa hep duyulmayan, dinlenmeyen, korkulan ve kaçılan olursun; seller, afetler gibi... Tercih elindeydi hep ve hep de senin ellerinde olacak... Ya tutmayı öğreneceksin dilini veya hiç durmadan konuştuğun için, sadece bomboş ve anlamsız sesler çıkartan birisi olduğunu zannettireceksin çevrendeki insanlara! Ama yapman gereken şu, değil mi? Düşüneceksin ne zaman ne söyleyeceğini. Düşüneceksin kimin dinleyip dinlemediğini, kimin anlayıp anlamadığını. Düşüneceksin anlatmak istediklerinin ne kadarını anlatabildiğini... Hatta anlayanların anladıklarının da senin anlattıklarının ne kadarı olduğunu düşüneceksin... Ve konuşmak için en uygun zamanı bekleyecek, en az ama en uygun kelimeleri seçmeye çalışacaksın... Ahmak olmayan yolcuların, önceden aldıkları biletleri ceplerinde olduğu halde, saatlerini kontrol ederek, vakit yaklaştığında, vapurun kalkacağı iskelede hazır olmaları gibi, sen de fikrini bildireceğin kişinin kıyıya yanaşmasını bekleyeceksin!.. Demeyeceksinki, ben canım isteyince giderim iskeleye, vapur da o saniyede gelmek zorunda!.. Demeyeceksin ki, aklıma geleni aklıma geldiği biçimde söylerim. Karşımdaki de değil duymak, değil dinlemek, anlattığımdan bile fazlasını anlamak zorunda!.. Keşke öyle olsaydı. Keşke haklı olsaydın, ama maalesef değil... Ağzını açıp şelaleden dökülen suyu içmeye çalışan bir tavşan gördün mü hiç ?.. Veya önüne çıikan ağaçları dahi sürükleyen bir selden susuzluk gidermeye uğraşan bir ceylan gördün mü ? Kaplanlar bile içebilmek için suyun durulmasını bekler, beyni olan her yaratık gibi! Hadi... Sen şimdi su olduğunu düşün, ve kendini su gibi hisset... Su gibi özel, su gibi güzel, su gibi berrak, su gibi yararlı... Su gibi hayat kaynağı ve su gibi bitmez, tükenmez olduğunu hatırla... Ama yine su gibi bir küçük bardağın içine sığdır ki kendini; girebilmeyi öğren insanların damarlarına. Hayat ver... Vazgeçilmez ol !!.. Su gibi ol; temiz ve temizleyen... _________________
-
-Işığın savaşçısı asla hile yapmaz. Işığın savaşçısı ne istediğini bilir. Açıklamalarla zaman yitirmeye ihtiyacı yoktur. -Işığın savaşçısının ne yapacağı önceden belli olmaz.İşe giderken yolda dans edebilir. Hiç tanımadığı birinin gözlerine bakıp ilk görüşte aşktan söz edebilir ya da saçma sapan bir düşünceyi savunabilir... Eskiden tattığı kederleri için üzülmekten ya da yeni keşfettiği bir şeye sevinmekten çekinmez. -Işığın savaşçısı bir deliye benzeyebilir ancak bu hali yalnızca bir kılık değiştirmedir. -Işığın savaşçısı, ele geçirmeyi kafasına koyduğu yeri dikkatle inceler. Hedef ne kadar zorlu olursa olsun, engelleri aşmanın bir yolu hep bulunur. Savaşçı alternatif yollar arar, kılıcını biler, karşı koyabilmek için yüreğini gerekli azimle doldurmaya çalışır. -Işığın savaşçısı kendi kusurlarını bilir. Ama erdemlerini de bilir. Üç şeyin her zaman kendisiyle birlikte olmasına dikkat eder : İnanç, umut ve sevgi... -Işığın savaşçısı dünyasını sevdiği kişilerle paylaşır. Yüreğinin sessizliğinde, kendisine yol gösterecek bir ses duyacağını bilir. Mücadelesinde melekler yardımcı olmuştur ona; ilahi güçler her şeyi yerli yerine oturtmuş, onun, elinden gelenin en iyisini yapmasını sağlamışlardır. -Işığın savaşçısı haksızlığa uğrarsa, çektiği acıyı başkalarına göstermemek için genellikle yalnız kalmaya çalışır. Bir savaşçı, yalnızlıkla başkasına bağlılık arasında denge kurar. -Işığın savaşçısı sevgiye ihtiyaç duyar! Asla korkaklık etmez. Zor ve sıkıntılı günlerde savaşçı, kahramanlığıyla, yürekliğiyle ve Tanrı’ya güvenerek dayanılmaz müşküllere göğüs gerer. -Işığın savaşçısının hem sabra hem de hıza ihtiyacı vardır.Cesaretinin kırıldığı da çok olur. -Işığın savaşçısı için imkansız sevgi diye bir şey yoktur. Ne sessizlik ne de ilgisizlik ya da reddedilme onun gözünü korkutur. İnsanların yüzündeki ifadesiz maskenin gerisinde sıcacık bir yüreğin bulunduğunu bilir. Bir savaşçı, ihtiyacı olan şeyi ararken asla korkuya baş eğmez... -Sevgisiz bir hiçtir o... Bazen çocuk gibi davranır.Önemli kararlar alması gerektiğinde ışığın savaşçısının eli ayağı titrer.Kılıcını elinde tutar. Neyi yapacağına, neyi yapmayacağına karar veren kendisidir. -Geçmişteki acılar, savaşçının gücüdür. Yılan kadar bilge, güvercin kadar saftır. Bazen savaşçı , aynı anda iki hayat yaşar gibi hisseder. -Işığın savaşçısı kaybetmeyi bilir. Kanayan yaralar, arkadaşların kayıtsızlığı, kaybetmenin verdiği yalnızlık; bütün bunlar buruk bir tad bırakır. Savaşçı şu deyimi bilir : “Pişmanlıktan ölünseydi...” Ve o, pişmanlıktan ölüneceğini bilir, pişmanlık , yanlış bir iş yapmış olanın ruhunu kemirir ve sonunda intihara götürür. Savaşçı böyle ölmek istemez. * * * * PAULO COELHO’nun “ Işığın savaşçılarının el kitabı” adlı kitabından alınmıştır.