tülvent tarafından postalanan herşey
-
Bir Zamanlar Türkiye
- Bir Zamanlar Türkiye
- Bir Zamanlar Türkiye
Aaaa, ne güzel! Teşekkür, hiç görmemiştim, çook mutlu oldum- Öğretmenim ........
Tekrar teşekkürler- Yorumsuz
- Yorumsuz
- Yorumsuz
- Yorumsuz
- Yorumsuz
- Yorumsuz
- 70' li Yıllarda Küçük Gezintiler...
Ben hiçbirini bilmiyorum, hemen bakıcam Halide Pişkin sahneye ilk kez 1923 yılında Şadi Fikret`in kurduğu "Milli Sahne"`nin İzmir turnesinde, Sevda Hanım Zevcem oyunuyla çıktı. Bu topluluk dağılınca İstanbul Şehir Tiyatroları`na girdi (1925). 1944`te Ses Tiyatrosu``na girdi. Kısa süre sonra tekrar Şehir Tiyatrosu`na döndü ve ölümüne değin burada kaldı. Bir dönem radyoda da çalışan Halide Pişkin, özellikle radyo skeçlerinde canlandırdığı "Pişkin Teyze" gibi sağduyulu, esprili, sözünü esirgemeyen yaşlı kadın tiplemeleriyle dinleyicilerinden büyük ilgi gördü. Yerli tipleri başarıyla canlandıran Halide Pişkin birçok filmde de karakter rolleri oynadı. * Eşref Şefik Atabey, (1894; İstanbul - 1980; İstanbul) Türk gazeteci, radyo spikeri. Osmanlı mebuslarından Şefik Bey'in oğludur. Galatasaray ve İstanbul liselerinde okudu. Fransa'da Siyasi Bilimler okuluna devam etti(1914). Bir süre Londra'da, Sevr Antlaşması'na muhalif oy veren tek Divan-ı Hümayun üyesi olan, amcası Rıza Paşa'nın yanında kaldı. I. Dünya Savaşı'nda Türkiye'ye döndü. Gönüllü olarak Çanakkale Savaşı'na katıldı. İlk İstanbul Radyosu kurucuları arasında yer aldı. Radyo'da genel sekreterlik ve spikerlik yaptı. Gazeteciliğe 1918'de İleri gazetesinde başladı. Tercüman, Son Saat, Milliyet, Cumhuriyet, Akşam gazetelerinde muhabir, fıkra yazarı, spor yazarı, sekreter olarak çalıştı. Bir süre Tan Gazetesi'nin Orta Avrupa temsilciliğini yaptı. Güreş ve boks karşılaşmalarını radyodan naklen anlatmasıyla ün kazandı. TRT radyolarında 60'lı yılarda 'Eşref Şefik ile Beş Dakika' programını sundu. * Celal İnce: 1950lerin ünlü hafif müzik ve tango sanatçısı.- 70' li Yıllarda Küçük Gezintiler...
Benim canım Bakkalım! Çocuklar alışveriş yapabilsinler diye,misket, şeker,gazoz bolca bulunurdu. Sattıkları peynir ve zeytin çeşitleriyle ün salanları vardır. Onlar aslında hem bakkal hem de şarküteri sayılırlardı.Bir paket bırakılacaksa, mahale bakkalına bırakılır, çocuk emanet edilecekse, ondan rica edilirdi. Borç isteneceği zaman bile ilk akla gelen kişiler bakkallardı. Veresiye defterleriyle mahalleli onlardan, onlarda mahalleliden pek ayrılamazlardı... Genellikle rutubet kokarlardı, ama biz severdik onların rutubet kokularını. İki bisküvinin arasına bir lokumu sıkıştırdık mı, daha ne isterdik ki... Bisküvi kutuları vardı.İçlerindeki bisküviler üzerindeki camdan görür, hangisini istediğimizi gösterirdik.Tipitip sakızının kokusunu hatırlamayan var mı ? Gazyağını bile bakkallardan alırdık biz.Gaz dolu varili bakkalın bir köşesine koyar,üzerindeki küçük musluktan bize gaz yağı doldurur verirdi. Başınız ağrısa aspirin, dişiniz ağrısa gripin, misafir gelse, kaymaklı bisküvi, fermuarınız bozulsa fermuar, tığ isteseniz tığ, şiş lazımsa şiş bulunurdu.... Aklınıza ne gelirse bulurdunuz bakkallarda. Kocaman tepsilerdeki açık yoğurtları spatulayla alır ve bir kaba koyar, üzerinede bir pelur kağıt örterlerdi. Bakkallar veresiye ile ayakta dururlar, düşük gelirli aileler ise veresiye defterlerini canları gibi saklarlardı. Bakkal kendi defterine yazar, bir de ailenin defterine aynı şeyler eklenir, ay başlarında defterler karşılaştırılır ve borç ödenirdi. Ne ararsanız bulurdunuz bakkallarda. Ekmek, süt, çay, fermuar, gripin, dostluk, sevgi ve ahbaplık. Bakkallık ince işti... Hem ticaret, hem dostluk bir arada yürümeliydi. Bakkallar tükenip gittikçe, içimizden de eskilere dair çok şey tükenip gitmiyor mu ? Soğuk süpermarketlerin, soğuk gri arabaları sizin de içinizi karartmıyor mu ? Kasaya geldiğinizde, paranız yetmezse, elinizdekileri bırakıp çıkıyorsunuz değil mi ? Hiç kimse mahalle bakkalımız gibi, "sonra verirsin kızım" demiyor.. Benim canım bakkalım, hakkını helal et bize. Kocaman arabaları dolduruyoruz da, sana gelince zor da kalırsak iki ekmek alıyoruz senden; ki ekmekle nasıl ayakta kalacaksın hiç düşünmeden... kadinhaberleri.com- Bir Zamanlar Türkiye
- Bir Zamanlar Türkiye
İNTERLOCK, Şarkının sözleri çok anlamlıydı. Teşekkürler ilginize politika, Çok çok haklısınız. İlginiz için teşekkürler- Ah, Bir de Konuşabilselerdi...
democrossian, Paylaştıklarına tüm kalbimle katılıyorum. Kanada Hükümeti'nin ülke ekonomisine büyük katkısı olduğu gerekçesiyle desteklediği geleneksel fok balığı avının, o vahşet tablosunun fotoğraflarını ben de gördüm, insan olmaktan utandım. Faroe Adaları'nda da balina ve yunus balıklarının eti yenmiyormuş. 10. yüzyıldan kalan bir geleneği sürdürüyor ve her sene yaptıkları katliamla atalarını anmış oluyorlarmış. Sadece ataları gibi balinadan çıkan yağı adet devam etsin diye, gaz lambalarında kullanıyorlarmış. Bunun için de; denizde çevirdikleri savunmasız balina ve yunusları koya sürüp kaçış noktası kapanan zavallı hayvanları denizin içerisinde katlediyorlarmış. Hülasa, en vahşi canlı İNSAN!- 70' li Yıllarda Küçük Gezintiler...
Kahraman Bakkal Süpermarkete Karşı... Son birkaç aydır masamda bir disket duruyor. Üzerinde "On-line alışveriş" yazılı... Bilgisayarınızın sürücüsüne bu disketi yükleyince çağımızın en son tekniğiyle, ekran başında alışverişe çıkıyorsunuz. Tuşlara basıyor seçenekleri anında ekranda görüyor, gönlünüzce seçiyor, ısmarlıyor ve gönderilmesini bekliyorsunuz. Sokağa çıkmadan, kuyruğa girmeden, yük taşımadan... Sadece birkaç tuşa dokunarak... Ama yine masamın üzerinde duran dosyalar arasındaki bir başka haber engelliyor "on-line alışveriş" keyfimi... Haber şu: "Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, mekanik ve metalik bir hayata neden olduğu gerekçesiyle süpermarketlere savaş açtı. İşsizliğin ve şiddetin tırmanması karşısında modern yaşam tarzının yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini savunan Chirac kafelerin ve küçük dükkânların çok daha huzurlu ve insancıl ortamlar yarattığını hatırlatarak 'eski güzel günler'e dönüş çağrısı yaptı." Habere göre Fransız hükümeti bir yasa çıkararak ülkede yeni süpermarketler açılmasını zorlaştırmış. Bundan böyle 300 metrekareden geniş alana yayılan alışveriş merkezlerinin açılması için özel izin gerekecekmiş. O kararın alındığı toplantıda Chirac, yaşamın insani özelliklerinin yok olmasından yakınmış ve "her gün bir yenisi açılan süpermarketler, kendi halinde küçük alışveriş merkezlerini ezip geçiyor ve komşuluğu öldürüyor" demiş. Ne ilginç: Fransa süpermarketlerden bakkallara dönüş için yasa çıkarırken, biz çocukluğumuzun vefakâr bakkallarını gömüyoruz birer ikişer... Maç aralarında hızlı bir gazoz içip parasını kara kaplı veresiye defterine yazdırdığımız o bakkalların duvarlarında genellikle, manidar bir resim asılı dururdu: Bu resimdeki iki adamdan biri boş kasasına bakıp eli şakağında düşünür, diğeri para dolu kasasının önünde puro tüttürüp gülümserdi. Adamların altında da "veresiye satan... peşin satan" yazıları okunurdu. Sonunda çocuklara veresiye gazoz satanlar yenildiler; parayı görmeden koklatmayanlar ise süpermarket sahibi oldular. Bugün biliyorsunuz, özellikle haftasonları büyük kentlerin süpermarketlerine girmek neredeyse imkansız... Tekerlekli arabalar neşeyle fink atıyor sıra sıra raflar boyunca... Kasa önlerinde uzun kuyruklar oluşuyor. Çılgınca bir alışveriş sürerken herkes gizliden gizliye birbirinin arabasına göz atıyor. İnsanların gözleri doyuyor. Alamasalar da dokunabilmenin hazzını yaşıyorlar. "Neyse ki memleketimizde herşey var" tesellisiyle avunuyorlar.Süperstar dinleyip, süpermen filmleri seyrederek yetişenler, dev süpermarketleri görünce, reklamların da etkisiyle "Süper" diye bağırıyorlar.Artık siyasal rejimlere bile süpermarket gözüyle bakılıyor. Can Kozanoğlu, birkaç ay önce Yapı Kredi'nin Cogito dergisine yazdığı bir yazıda günümüz liberalizmini "süpermarket demokrasisi" olarak tanımlıyordu. Piyasadaki çeşit bolluğu "çoksesliliği" simgeliyor. Tercih hakkınızı ve özgürlüğünüzü kullanarak istediğinizi seçiyorsunuz. İşte size "süper-demokrasi"... Ama seçme özgürlüğünün bütçeyle sınırlı olması kimseyi düşündürmüyor. Üstelik -özellikle ülkemizde- yeni demokrasinin raflarında her tür görüşe rastlanmıyor. Vitrine konulanlar ise tıpatıp birbirine benziyor. Tatmadan seçtiğimiz için çoğu zaman damak tadımıza uymuyor. Lakin bu yeni süpermarketlerde iade mal kabul edilmiyor. Beğenmesek de yiyoruz. Ve tabii Fransa'daki sorun bizde de filizleniyor: Süper demokrasilerin süpermarketlerinde komşuluk ve insancıl ilişkiler ölüyor. Çocuklara veresiye gazoz açan bakkal amcaların yerini alan marketçiler, şimdi izinsiz gazoz açan minikleri ceketinden askıya asıp teşhir ediyorlar. Tezgâhtakiler ya da kasadakilerle muhabbet, yerini mekanik bir alışverişe terkediyor. Giderek süpermarketlerin de on-line alışverişe dönüşmesiyle insanoğlu yalnızlığın kapısını gönüllü çalıyor. "Muhabbetin çağı" kapanıyor.Alışverişi evden yapacağımız bir çağı karşılıyoruz. Sıkılınca bir başımıza bilgisayar oyunları oynuyoruz. 900'lü hatlarla dertleşiyor, internetle haberleşiyoruz. Süper-bürolar kuruldu kurulalı aynı iş yerinde çalıştığımız insanlarla tanışmıyoruz. Bir seyahatte yanımıza düşen yolcu yüzümüze bakıp da "yolculuk ne tarafa" ya da "memleket nere" girizgâhı ile bir sohbet açacak diye ödümüz patlıyor. Yolculuk boyunca saatlerce yanımızda kimse yokmuş gibi davranabiliyoruz. Galiba insanlık tarihinde ilk kez bizim kuşakta, aynı dili konuşan insanlar bütün bir ülkeyi dizdize katettikleri halde birbirleriyle bir çift laf etmeden saatler geçirebiliyorlar. Mallarla birlikte ilişkiler de tüketiliyor. İletişimsizlik tarihte ilk kez bu kadar yoğunlaşıyor. Ve ilginçtir ki; bir "iletişim devrimi" yaşadığımız iddiasını dilimizden düşürmüyoruz. Süper iletişiyoruz. Can DÜNDAR- 70' li Yıllarda Küçük Gezintiler...
AÇIK BİSKÜVİLER: Mahalle bakkallarında şimdiki gibi paketlenmiş bisküviler yoktu ya da lüks sınıfına giren birkaç marka da pahalı olduğundan pek tutulmazdı. Hemen her bakkal dükkânının giriş kapısının yanında ortalama 30X30X30 ebatlarında teneke bisküvi kutuları düzenli bir şekilde üstüste oturtulmuş halde dururdu. Bunların üzerinde camdan kapakları olurdu. Kapak, içindeki bisküvilerin bayatlamaması için sürekli kapalı olur, içinde hangi tür bisküvi olduğu görülürdü. Bu kutular, içindekilerin herhangi bir kazaya kurban gitmemesi için zeminden 30 derece kadar yukarı bakacak şekilde meyilli konulurdu. İstenen tür bisküvi, bakkal tarafından kâğıttan bir kese kâğıdına doldurulup tartılarak müşteriye verilirdi. En bilinen markalar ise; Ülker, Eti ve Besler’di.- Bir Zamanlar Türkiye
Eski İstanbul fotoğraflarına baktığımızda, çok şeyin zaman içinde insanoğluna karşı duramadığını, geçmişin ve tarihi değerlerimizin izlerinin yok oluşunu üzüntüyle görüyoruz. 1914 yılında yakılarak yok edilen Dev Adliye Sarayı: Beyazıtta Ali Paşa Sarayı yakıldı ve sonra yıktırıldı: Galatasaray Meydanında soldaki bina artık yok: Sarıyer'de Büyükdere sahil yolundaki yalılardan şimdi bir kaçı ayakta: Cumhuriyet Caddesi, ne tramvay kaldı ne de parke yolu: Karaköy meydanında cami ve soldaki bina artık yok, üzerinden yol geçti: Emirgan'da Hidiv İsmail Paşa Sarayı, şimdilerde asfalt yol oldu: Istiklal caddesi, sağdaki bina artık yok: Unkapanı Köprüsü ve girişteki mermer zafer takı, artık sadece fotosu var: Levent Villaları, 1940'ların villaları şimdilerde kebapçı olmuş: Nişantaşı'nda villaların yerlerinde betonarme apartmanlar var: Rumeli Caddesi, dönemin 3-4 adet apartmanı dışında eski bina kalmadı, parke yolda asfalt oldu: Sadabad Kasrı, Kağıthanedeki bu saray 1960'larda yıktırılmış: Şişhane Meydanı, En öndeki bina tek başına kaldı, diğerleri yerle bir oldu. Şişli'de Halaskargazi Caddesi, soldaki Atatürk Evi dışında tüm binalar bugün düz cepheli apartmanlara bıraktı yerlerini: Taksim Meydanı, fazla söze gerek yok! Tepebaşı, İstanbul'un en güzel tiyatrolarından biriydi, yandı ve yerine çok katlı otopark yapıldı: Tophane, cami duruyor ama kışla binaları yıkılarak yerlerine yol yapıldı: Nişantaşı Valikonağı Caddesi, En soldaki Vedat Tek evi dışında hepsi yerlerini beton yığınlarına bıraktılar:- 70' li Yıllarda Küçük Gezintiler...
Meğerse neler değişmiş ülkemizde, neleri unutmuşuz zamanla. Kent araştırmacısı AKIN KURTOĞLU' nun yazısından elde edilen, Türkiye nostaljisinden kısa notlar ve fotoğraflarla Bir Zamanlar Türkiye... Derleyen: Murat ARİFOĞLU- Bir Zamanlar Türkiye
Meğerse neler değişmiş ülkemizde, neleri unutmuşuz zamanla. Kent araştırmacısı AKIN KURTOĞLU' nun yazısından elde edilen, Türkiye nostaljisinden kısa notlar ve fotoğraflarla Bir Zamanlar Türkiye... Derleyen: Murat ARİFOĞLU- 70' li Yıllarda Küçük Gezintiler...
Çizgi Roman İyidir, Zihin Açar “Günaydın” diye bir gazete vardı ben küçükken. Sol üst köşesindeki siyah üzerine sarı “Günaydın” yazısını hemen görebiliyorum zihnimde. Ne tür bir gazeteydi, ciddi haberler mi yapardı pek anımsamıyorum. Muhtemelen haberlerin başlıklarını okuyup, anlamayıp hemen sevdiğim bölüme geçiyordum. Yok, futboldan ibaret olduğu halde adı “spor” olan sayfalar hiçbir zaman umurumda olmadı. Benim sevdiğim sayfalarda çizgi bantlar vardı. Kara Murat, düşmanlarını korkudan titretip Bizanslı prenseslerin aklını alırdı. Fatoş’ ta anlatılanları her seferinde anladığımı söyleyemem. O yıllarda hemen her evde olduğu gibi asıl çizgi roman günü cuma günüydü çünkü Gırgır dergisi cumaları yayımlanırdı. Dergi evin kapısından girer girmez tüm kardeşler de birbirine girerdi. Herkesin derdi Gırgır’ı ilk okuyan olabilmekti. Öyle bir itiş kakış olurdu ki bazen dergi parçalanırdı. Somurtmalar, küsmeler… Ben zavallı, evin en küçüğü olarak genelde en sona kalırdım. Her bir karikatürü tek tek okusam da çoğunu anlamazdım. Hasbi Tembel Er ise sadece çizgileriyle bile komik gelirdi bana. Yıkanmamaktan çizmeye dönüşen çoraplar, çavuş klişesi gibi Hasbi Tembel Er’de anlatılan şeylerin benzeri durumlarla gerçek yaşamda da karşılaşacağımı bilmiyordum tabii o zamanlar. Hemen herkes gibi ben de Avanak Avni’yi çok severdim. Yaş grubu olmayan bir işmiş Avanak Avni, şimdi anlıyorum. Ve elbette En Kahraman Rıdvan! Rıdvan hepimizin kahramanıydı. Bizim evde bir pazar torbası vardı. Naylon poşet henüz dünyayı ele geçirmemişti, evlerde böyle pazar torbaları olurdu o zamanlar. Neyse işte, bizim pazar torbalarından biri ağzına kadar Teksas, Tommiks, Zagor ve Atlantis doluydu. Mandrake, Tarzan, Swing filan da vardı ama çok değildi onlar. Oturup tekrar tekrar okurdum bunları. Maceralar asla bir ciltte tamamlanmazdı. Gelin görün ki bizim torbadan dizilerin tüm sayıları çıkmıyordu. Maceranın devamını bilememek hiç hoşuma gitmiyordu. Şimdi düşünüyorum da, yarım kalan maceraları kafamda her seferinde farklı bir biçimde tamamlayarak ne çok öykü anlatmışım meğer kendi kendime. Yıldıray Aksoy- Bir Zamanlar Türkiye
İSTANBUL’ un iniltilerini dinliyorum, gözlerim kapalı... Özlemlerimle Bostancı Kasaplar Çarşısı’ndan geçiyorum ve İstasyon’un arkasındaki top sahasında bizlere penaltı attıran Lefter Küçükandonyadis ağabeyi arıyor gözlerim. Bize ''aferin'' dese ve dünyalar bizim olsa! İstanbul’da hâlâ mahalle arasında çocuklara çalım atmayı öğreten Lefterler var mı? Bostancı’da veya Kuşdili çayırında gazozuna maç yapan Kadriler, Suatlar? Onların ellerini sıktık diye sevinçten uçan bizler? Halı saha çocukları, o büyük sevinçleri yaşıyorlar mı? * Kevser Teyzenin özlenen inzibat önlemleri Sonra Çamlık’taki kayalıklara gidiyoruz. Elbiselerimizi taşların arasına saklıyoruz. Cup suya! Bostancı Deniz Plajı’na kayalıklardan yüzerek illegal giriş yapıyoruz. Kevser Teyzenin bakışlarına bugün yakalanmadık. Bilet almadan kendi yöntemlerimizle sıcak kumlara uzanıyoruz. Kevser Teyzenin bizi yakalayıp kulağımızı çekmesi ile metropol polisinin biber gazı yakınlaşmasını karşılaştırıyorum. Mahallenin inzibat önlemleri bile özleniyor. * Mahalle kızlarının ve delikanlısının erdemleri Kumda güneşlenip, çeşitli oyunlardan sonra Altan Cengel ve Yavuz Kirmanlı’yla Kınalı Ada Feneri’ne kadar yüzüyoruz. Altıntepe’den can ciğer mahalle arkadaşlarım. Duruşmalara geliyor ve bana el sallıyorlar hâlâ. Akşam plajın üstündeki açık hava sinemasındayız. Bu kez legal yoldan! Tren düdükleri ve raylardaki gürültüleri arasında Yeşilçam filmleri seyrediyoruz. Keşke bitmese, ama işte perdede “son” yazıyor. Eşref Kolçak’ın mahalle delikanlısı erdemlerine özenerek güle oynaya evlerimize dönüyoruz. O filmlerde Belgin Doruklar, mertliğe, sırılsıklam tutkuya, sadakat ve alın terine kaptırıyorlar gönüllerini. Hepsi mahalle kızları. Ve kadınlar şefkatli, fedakâr, sofralarında mahallenin bütün çocuklarına yer var. Mahalleler kadınlar ve kızlarla hayat dolu. Mahalleye ruhunu asıl veren onlar. Mahalle, kentin maneviyatı, kentin namusudur! * Mahallelerde paylaşılan sesler ve ses geçirmeyen apartman duvarları Kahvelerin bahçelerindeki koca çınarlar, birer gönül anıtı gibi. Gölgelerindeki zar sesleri… “Severler güzeli genç ise” şakalaşmaları… Tavlanın döşüne şiddetle vurulan pullar… Gönülden gönüle incelikler, güzellikler. Hayatlarında feleğe küfrederek sürekli gele atan namuslu emekçiler, zarlar düşeş gelince seviniyorlar. Dedem İlköğretim müfettişi İbrahim Olcaytu’nun Tepe Mahalle’deki gecekondusunun inşaatında tuğla taşıyorum, su çekiyorum tenekelerle. Arkadaşlarım yardım ediyorlar. Sıvasız, tuğla duvarları açıkta gecekondularda komşunun çocuğu ağlıyorsa, bütün mahalle duyuyor. Sevinçler herkesin sevinci oluyor. Düğünler herkesin düğünü. Metropollerin apartmanlarının ses geçirmeyen duvarları, ağlama seslerini ve sevinç çığlıklarını da geçirmiyor. Asansörlerde insanlar birbirlerine boş gözlerle bakıyorlar. * Paylaşılan gururlar Gururlar da paylaşılıyor. Mahallenin bekçisi Hüseyin Amcanın torunları tatil günleri üniformalarla çıkarken Tepe Mahalle’nin yokuşunu, herkesin göğüsleri kabarıyor. İkisi de general oluyorlar. Cumhuriyet, mahalle bekçisinin torunlarını general yapıyor. Aydın Bakkaldan veresiye leblebi alıyoruz. Berber dükkânları, kahveler, nalbur dükkânı birer küçük mahalle forumu. Kasaplar Çarşısındaki Dondurmacı Hristo, dondurma külahına “bir kaşık da benden” diyerek ikramiye ekleyince gözlerimiz parlıyor. Yazarkasalı büyük mağazalarda, AVM’lerde kaybedilen güzelliklere nasıl yanmazsınız? Alınan güller, verilen güller, şimdi hangi çöplüklerde soluyor ve çürüyor? Ancak mahalleleri canlandırarak yeniden kavuşacağımız insancıl kentlerin yollarını gözlüyoruz. Alıntı- Ayşe Kulin Yine Kitap Yazmış... Dönüş
Almıştım, hala başlayamadım. Y. Özdil öne geçiverdi. İlk fırsatta o halde... Sevgiyle...- tülvent' in Dağarcığı
Elbette eski evlilikler farklıydı! Çünkü eski hayatlar da farklıydı! İş güç böyle değildi; evler böyle değildi; sokaklar böyle değildi, yalnızlık ve özgürlük kavramları bugünküyle aynı anlam ve duygulara tekabül etmiyordu... En önemlisi hayaller ve arzular böyle değildi! Yani sadece evlilikler değişmedi, hayat tarzımız bütünüyle değişti! İşin özeti şu.. Günümüz evliliklerini anlamak ve sorunlarına samimiyetle çare aramak gibi bir derdimiz varsa eğer... Yeni hayat tarzımızla yüzleşecek cesareti göstermek zorundayız. H. Babaoğlu- tülvent' in Dağarcığı
Kadınlar sık sık "Beni seviyor musun?" diye sorarlar. Ne kadar sevildiklerini merak ederler. Erkeklerin sorusu biraz daha farklıdır. Onlar içlerinden kendilerine sorarlar: "Onu seviyor muyum? Ne kadar?" Ama belki asıl soru; "sır"ları ortaya dökecek soru; "Onu nasıl seviyorum?" dur! Aşk bir nicelik işi değildir. "Ne kadar" değil; "nasıl?" diye sormalı o yüzden. H: BabaoğluÖnemli Bilgiler
Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.
- Bir Zamanlar Türkiye