DAKÛKÎ' NİN KISSASI..
..
Dakûkî , iyi bir hale sahipti.
Âşık ve keramet sahibi bir zat.
Yeryüzünde gökteki ay gibi seyreder dururdu.
Gece yolcularının gönülleri, onunla aydınlanır, nurlanırdı.
Bir yerde az otururdu, bir köyde iki günden fazla kalmazdı.
"Bir evde iki günden fazla otursam,
kalbimde oranın sevgisi alevlenir.
Eve barka mağrur olmaktan çekinir,
hadi ey nefis zenginleşmek, bir şey elde etmek için
sefere düş derim; İmtihanda muvaffak olması için
kalbimi hiçbir yere alıştırmam.." derdi.
Gündüzleri yol yürür, sefer eder,
geceleri ibadette bulunur, namaz kılardı.
Gözü açıktı o erin.
Padişahı görmekte doğan kuşuna benzerdi.
Halktan çekilmişti,
fakat huyunun kötülüğünden değil..
Kadından da ayrılmıştı, erkekten de,
fakat ikilik korkusuyla değil!
Halka şefkat gösterirdi, su gibi faydalıydı,
onlara güzel bir şefaatçıydı,
duası da Allah tarafından kabul edilirdi.
Daima iyiyi de esirgerdi, kötüyü de..
Herkese karşı anadan daha iyi,
babadan daha düşkün ve muhabbetliydi.
Dakûkî, fetvada âdeta halkın imamıydı,
takva topunu meleklerden bile çelmişti.
Bir yerde durup dinlenmede gezip tozmada
Ay'ı bile mat etmişti.
Dindarlıkta din bile ona haset ederdi.
Bu kadar takva ve ibadetle, bu derece evrada,
zikre koyulmuş olmakla beraber,
yine de Allah Has'larını daima arardı.
Zaten seferden asıl maksadı da buydu,
"Bir an olsun Allah Has'ına rastlayayım.."
demekteydi.
Yola düştü mü:
"Yarabbi, beni Has'larından birisine ulaştır,
ona arkadaş et.
Yarabbi, tanıdığım erlere gönlüm kuldur, köledir.
Canım Allah’ım, tanımadıklarımı da hicap içinde
düşmüş kuluna merhametli kıl," derdi.
Allah:
"Ey ulular ulusu, bu ne aşk, bu ne susuzluk?
Beni seviyorsun ya.. Başkasını ne yapacaksın? der;
O da şöyle cevap verirdi:
"Ey sırları bilen Rabbim, niyaz yolunu gönlüme açan,
gösteren sensin.
Denizin ortasındayım ama yine de testideki suya
tamahım var.
Ben Davud’a benziyorum, doksandokuz koyunum var
ama arkadaşımın bir koyununa da tamah ediyorum."
Allah Rahmet etsin, Dakûkî dedi ki:
"Nice zamandır doğuda, batıda sefer edip dururum.
Yıllarca, aylarca bir Ay-Yüzlünün aşkıyla gittim.
Ne yoldan haberim vardı, ne belden!
Allah kudretlerine hayran bir halde yürüdüm.
Birisi ona :
"Dikenliklerde, taşlıklarda yalınayak mı gidiyorsun?"
dedi.
Dakûkî dedi ki:
"Ben hayretler içindeyim, kendimde değilim ki.
Sen bu ayakları yere basıyor sanma, öyle görme.
Çünkü âşık şüphe yok ki gönül yurduna sefer eder.
Gönül, sevgilinin sarhoşudur; yoldan, konaktan
yolun kısalığından, uzunluğundan ne haberi var.."
Dakûkî dedi ki:
"Bir gün, sevgilinin nûrlarını insanda görmeye
iştiyakım arttı.
Katrede bahr-i muhit'i, zerrede güneşi görmek
arzusuna düştüm.
Gide gide bir deniz kıyısına vardım.
Vakit gecikmişti, akşam olmuştu.
Ansızın ta uzaktan o sahilde yedi mum gördüm,
mumların bulunduğu yere doğru koşmaya başladım.
O yedi mumun her birinin nûru gökyüzüne kadar
vurmuştu. Hayretlere düştüm, hattâ hayret bile
hayran oldu. Hayret dalgası aklımın başından aştı!
'Bu mumlar, ne çeşit mum?
Halk nasıl oluyor da bunları görmüyor;
Ay'dan daha aydın olan mumlar durup dururken
başka bir mum arıyor?
Halkın gözünde ne şaşılacak bir bağ var ki bunları
görmüyor.
Allah doğru yolu dilediğine gösteriyor sahiden!.'
diyordum.
Bir de baktım ki o yedi mum bir mum oldu.
Nûru, gökyüzünü bile delip geçmekteydi.
Sonra yine o tek mum, yedi mum oldu.
Benim sarhoşluğum, hayretim arttı.
O mumların birleşmesini dille anlatmaya imkân yok ki!"
Gözün bir an içinde gördüğünü dil, yıllarca söylese
anlatamaz. Kulak idrâkin bir ân içinde gördüğü şeyleri,
yıllarca dinlese bitmez. Mademki bunun sonu yok, hadi,
var yine o hamdinde âciz olduğum şeyi anlat!
"O mumlar ulu Allah’dan ne çeşit nişanelerdir?
diye koşa koşa gidiyordum.
Derken kendimden geçtim, acelemden yere yıkıldım,
harap oldum.
Topraklara serildim, bir müddet akılsız, idrâksiz bir
halde kaldım.
Sonra kendime gelip yine kalktım, yola düştüm.
Fakat bir yere gidiyordum ki ne başım bendeydi ne
ayağım!."
Derken bu yedi mum da, nûrları lâcivert semaya
kadar yükselen,
gündüzün nûrlarını bile bir karaltı gibi gösteren,
aydınlıklarıyla bütün nûrları silip süpüren,
yedi adam şekline girdi.
Sonra o yedi adam, yedi tane ağaç oldu.
İnsan yeşilliklerinden neş'eleniyordu.
Yapraklarının çokluğundan dalları görünmemekte,
meyvelerinin bolluğundan yaprakları kaybolmaktaydı.
Dallar ta Sidre’ye kadar yükselmiş..
hattâ Sidre de ne oluyor? Halâ’yı bile aşmıştı!
Kökleri, yerin dibine kadar girmiş, yayılmış,
öküzle-balığı bile geçmişti.
Kökleri, dallarından daha taze, daha lâtifti.
Bunları seyredenin aklı, hayretlere düşüyor,
altüst oluyordu.
Olgunluktan yarılan meyvelerinden,
su gibi nûr şimşekleri fışkırtmaktaydı!
Asıl şaşılacak şeye gelince:
O ovalardan, o çöllerden yüz binlerce adam geçiyor,
Gölgelik için can veriyorlar,
başlarını kilimlerle örtüyorlardı da,
Onların gölgesini bile görmüyorlardı!
Görmeyen çakmaklaşmış gözlere yüzlerce kere tuuh!
Allah’ın kahrı, gözleri bağlamış yoksa..
Gözleri bağlı adam, ay'ı görmez de Süha'yı görür!
Zerreyi görür de, güneşi görmezler.
Fakat yine de Allah’nın lûtfundan,
kereminden ümit kesilmez ya!
Yarabbi, bu ne sihir?
Tüm bu meyveler olgun ve yere düşmüşken,
kervan ondan nasipsiz!
Halk, çürük meyveleri toplamakta,
pisboğaz ve doymaz adamlar,
bu pörsümüş meyveleri yağma etmek için
birbirlerine girmekteydi.
O dallar, meyveler, yapraklarsa anbean;
'Keşke kavmimiz bizi bilseydi, ne olurdu?.'
diyorlardı.
Her ağaçtan:
'A bahtsız kişiler, bize gelin, bize..'
diye ses geliyordu.
Fakat Allah’dan da ağaçlara:
'Onların gözlerini bağladık,
onlara sığınacak yer yok!.'
sesi gelmekteydi.
Onlara birisi:
'Bu yana gelin de bu ağaçlardan faydalanın.' dese,
Hepsi birden:
'Bu sarhoş yoksul, Allah’ın takdiriyle deli olmuş.
Bu yoksulun beyni başa çıkmaz sevdalarla,
sonu gelmez riyazatlarla soğan gibi çürümüş
kokmuş!.' diyorlardı.
Dakûkî şaşıp kalıyor;
"Yarabbi bu ne hal?
Halka bu perde, bu sapıklık neden geliyor ki?
Çeşit çeşit adamlar, yüzlerce akla, yüzlerce
tedbire sahip oldukları halde o tarafa bir adım
olsun atamıyorlar.
Akılları, fikirleri de hep birden inkâra düşmüşler.
Onların bu azgınlığına, bu isyanına bakıyorum
da şüpheleniyorum
Yoksa ben mi çıldırdım, ben mi sersem oldum?
Şeytan, benim kafama mı bir şey vurdu?
Her an gözlerimi ovup duruyorum, bu cihanda
rüya mı görüp durmaktayım yoksa?
Fakat bu nasıl rüya olur?
İşte ağaçlara doğru gidiyorum, meyvelerini
yiyorum. Buna nasıl inanmayayım?
Sonra yine münkirlere bakıyorum;
görüyorum ki bu bahçeden haberleri bile yok.
Son derece iştiyaka düşmüşler, fevkalâde
ihtiyaçlarından bir yarım koruk için can veriyorlar.
Bu yoksullar, açlıklarından bir yaprak için ah edip
duruyorlar!
Sonra yine, acaba ben mi kendimden değilim,
ben mi hayale düştüm, gözüme görünen muhayyel
bir ağacın dalına el attım? diyorum.."
demekteydi.
Dakûkî, macerasını şöyle anlatır:
"Ben de tıpkı onlar gibi, acayip şey demekteydim,
Allah bunların gözlerini ne de sıkı bağlamış?
Bu kavgalardan, bu aykırı hareketlerden
Muhammed’de aşmaktaydı. Ebu leheb de!
Fakat bu şaşmakla o şaşmak arasında pek
büyük fark var.
Dakûkî, tez tez yürü sükût et.
Ne vakte kadar söylenip duracaksın,
ne vakte kadar?
Duyup anlayan kulak kıt!."
Dakûkî dedi ki:
"Bahtım yaver oldu, ileriye doğru yürüdüm,
bir de baktım ki o yedi ağaç bir ağaç olmuş.
Her an bir ağaç, yedi ağaç olmakta,
yedi ağaç bir ağaç haline gelmekteydi.
Hayretten ne hale geldim, bilir misin?
Dondum, kaldım!
Sonra ne göreyim;
Ağaçlar, cemaat gibi toplanmış, saf düzmüş,
namaza durmuşlar!
Bir ağaç, imam gibi önlerine geçmiş,
öbürleri de onun ardında kıyamdalar!
Onların kıyamı, rükû etmeleri, secdeye
varmaları beni büsbütün şaşırttı.
O anda Allah’ın:
"Yıldız ve ağaç, Allah’a secde eder.."
sözünü hatırladım.
'Bu ağaçların ne dizleri vardı, ne belleri!
Nasıl rükûa, secdeye varıyorlar,
bu ne biçim namaz?.' derken,
Allah’dan ilham geldi:
'A nurlu, pirli kişi, hâlâ bizim işimize şaşıyor musun?
Bizce bu işler, şaşılacak işler değil ki!.'
Bir müddet sonra ağaçlar, yedi tane adam oldu.
Hepsi de tek Allah’nın huzurunda ka’dedeydi.
Gözlerimi ovuşturup:
'Bu yedi aslan kimlerdir, âlemde ne işleri var ki?'
diye bakmaktaydım.
Yanlarına yaklaşıp onlara uyanık bir gönülle
selâm verdim.
Selâmımı alıp:
'Ey Dakûkî, uluların tacı, büyüklerin övündüğü zat!'
dediler.
Kendi kendime 'beni nasıl tanıdılar?
Bundan önce beni görmemişlerdi,' dedim.
Hatırımdan geçeni o an anlayıp birbirlerine
baktılar ve gülerek,
'Ey aziz, bu sır, şimdi sana gizli mi ki?
Allah’a ulaşıp hayrete varan bir gönüle,
solun-sağın sırları gizli kalabilir mi?'
dediler.
Yine kendi kendime;
'bunlar hakikatlere ermişler,
hakikatler âlemine ulaşmışlar, âlâ.. fakat,
bu surete ait ismi, bu surete ait harfi nasıl biliyorlar?'
dedim.
İçlerinden biri;
'Velî, bir adı bilmezse bil ki bu istiğraktan ileri gelen
bir şeydir, cahillikten değil' dedi.
Ondan sonra bana;
'Ey temiz dost, biz namazda sana uymak istiyoruz.'
dediler.
'Peki' dedim, 'fakat bir an müsaade edin,
zamanın devrine ait müşküllerim var.
Temiz sohbetinizle o müşküller hal olsun.'
'Hüküm senin' diye baş eğdiler.
Onların bu baş eğmelerinden öyle hararetlendim,
gönlümden öyle bir ateş çıktı ki!
Bir zaman o seçilmiş kişilerle mürakabeye daldım,
kendimden geçtim.
O zaman canım, zamandan kurtuldu.
Zaman, insanı gençken kocaltır.
Bütün renkten renge girişler,
zamandan meydana gelir.
Zamandan kurtulan;
renkten renge girmekten de kurtulur.."
Dakûkî’ye:
"Bu sözün sonu yoktur.
Namaz vakti, hemencecik öne geç.
Ey tek kişi, bize iki rekât sabah namazı kıldır da
zaman seninle bezensin.
Ey gözü aydın imam, bize imamlık et..
İmam olanın gözü açık olması lâzım."
Dakûkî, namaz kıldırmak üzere onların önüne geçti.
O kadar birleştiler, o kadar kaynaştılar ki sanki onlar
atlas bir kumaştı, Dakûkî de o kumaşın sırması, süsü!
O padişahlar, saf olup o ünlü imama uydular.
Tekbir getirince kurbanlık koç gibi âlemden çıktılar.
Dakukî, o kıyıda namaz kıldırmak üzere imam oldu.
Onlar da arkasında saf olup namaza durdular.
İşte güzelim bir cemaat, işte seçilmiş bir imam!
Namazdayken denizden, 'İmdat!.' seslerini duydu.
Ansızın gözüne bir gemi ilişti.
Gemi, dalgalar arasına düşmüş, belâlara uğramış,
perişan bir hale gelmişti.
Hem gece, hem bulutlu bir hava, hem de dalga..
Bu üç karanlık bir yandan, batma korkusu bir yandan..
Fırtına Azrail gibi saldırıyor, dalgalar sağdan soldan
hücum edip duruyordu.
Gemidekiler, korkudan canlarından olmuşlar gibi
feryatlarını göklere çıkarıyorlardı.
Bağrışıp çağrışıyorlar, başlarını dövüyorlardı.
Kâfir ve mülhit..
hepsi de imana gelmişti.
Yüzlerce niyazlarda bulunarak candan ahitler
ediyorlar, adaklar adıyorlardı.
Karmakarışık işlere dalmış, yüzleri bir an olsun
kıbleye dönmemiş olanlar bile baş açık secdeye
kapanmışlardı.
Halbuki evvelce onlar,
'bu kulluğun faydası yok!.' diyorlardı..
Fakat o anda kullukta yüzlerce hayat görüyorlardı.
Dostlardan, dayıdan, amcadan, babadan, anadan,
herkesten ümitlerini kesmişlerdi.
Kötü kişinin can verirken Allah’dan korkması gibi,
zâhit de Allah’dan korkuyordu, fâsik da!
Ne sollarından bir ümit vardı, ne sağlarından.
Hileler öldü, bitti mi dua zamanı gelir!.
Onlar da ağlayıp inleyerek duaya koyulmuşlardı,
gemiden gökyüzüne kadar bir duman yükselmişti.
Şeytan ise, o sırada düşmanlığından her birinin
karşısına dikilip:
"A köpeğe tapanlar, işte size iki illet!
A münkir münafıklar, hem korkun, hem geberin.
Nihayet bu olacaktı zaten.
Kurtulunca yine gözleriniz kurur, yine şehvet için
yaratılmış birer şeytan kesilirsiniz.
Allah’ın sizi kazadan kurtarmak üzere elinizden
tuttuğu, sizi tehlikeden kurtardığı gün,
hatırınıza bile gelmez!."
diye bağırmaktaydı..
Şeytan böyle söylüyordu ama
can kulağı ile duyanlardan başkası
bu sözü duymuyordu ki!
Dakûkî o kıyameti görünce merhameti coştu,
gözyaşları akmaya başladı.
"Yarabbi!" dedi,
"onların yaptıklarına bakma,
ey lûtuf sahibi padişah!
ellerini tut, imdatlarına yetiş.
Ey eli denize de yetişen, karaya da!
Onları sağlıkla, selâmetle kıyıya çıkar.
Ey ebedî kerem merhamet sahibi!
o kötü kişilerden bu kötülüğü defet..
Bedava olarak insanlara yüzlerce göz,
yüzlerce kulak veren, rüşvetsiz akıl, fikir
ihsan eden Allah!
Sen, biz hak etmeden lûtuflarda, ihsanlarda
bulunursun.
Nimetlerine karşı yaptığımız kâfirliklerle
hatalarımızı hep görürsün.
Ey ulu Allah!
Bizim şanımız ulu ulu günahlarda bulunmaktır.
Fakat sen, bunları lûtfunla affetmeye kaadirsin.
Biz, hırstan, şehvetten kendi kendimizi yaktık.
Bu duayı da senden öğrendik Yarabbi..
Bize duada bulunmak için müsaade etmen,
dua öğretmen, böyle bir karanlığı aydınlatman
hürmetine sen bunlara acı.."
İhtiyarsız bir surette,
şefkatli analar gibi dua edip duruyor.
Gözlerinden yaşlar akıyordu.
Kendisinde olmaksızın ettiği dua,
gökyüzüne yükselmekteydi.
O ihtiyarsız dua, yok mu? Bambaşka bir şeydir.
O da, adamın kendisinden değildir, Allah’dandır.
Allah ilhamıdır.
O esnada insan, yok olur,
o duada bulunan Allah’dır;
Dua da Allah’dandır, icabette.
Arada vasıta olarak mahlûk yoktur.
O niyazdan cismin de haberi yoktur, canın da.
Lûtuf ve merhamet sahibi olan Allah kulları,
işleri düzeltmekte Allah huyuna sahiptirler.
Onlar, şiddet zamanı, sıkıntı vakti,
rüşvet almaksızın mahlûkata acırlar,
yardımda bulunurlar..
Ey belâlara uğramış adam!
Kendine gel de bunları ara..
Kendine gel de belâ vaktinde,
onların duasını ganimet bil!.
O Allah erinin duasıyla gemi kurtuldu.
Gemidekilerse kendi gayretleriyle,
kendi ihtiyatlarıyla hünerler gösterip,
oku hedefe attılar da,
gemiyi kurtardılar zannındaydılar..
Gemi selâmete erdiğinde,
cemaatin de namazı tamamlanmış oldu.
Birbirlerine gizlice,
"Bu fodûliyyet, bu hâl kimden oldu?"
diyerek sormaktaydılar.
Dakûkî'nin arkasındaki o saf cemaat,
gizlice birbirlerine böyle soruyorlardı.
Her biri:
"Ben bu şekilde bir duayı dışımdan da,
içimden de etmedim.." diyordu.
Birisi:
"Her halde bu imam şefkatinden yersiz
bir münâcâtta bulundu.." dedi.
Bir diğeri de:
"Arkadaşlar, bana da bu şekil doğru geliyor,
O fodul, sıkıntı basınca Hallâk'ın işine
itirazda bulundu.." diyordu.
Dakûkî der ki:
"O kerem sahipleri ne söyler diye arkaya
bakınca; Onlardan bir kişinin kalmadığını,
yerlerinin bomboş olup hepsinin gittiğini
gördüm.
Keskin gözlerimle baktığım halde,
ne sağda, ne solda, ne aşağıda, ne yerde
bir izleri vardı.
Sanki inciydiler de eriyip su olmuşlardı,
ayak izleri ve bir tozları bile yoktu.
Hepsi Hak kubbelerinde gizlenmişlerdi.
Acaba hangi bahçeye gitmişlerdi?
Cenab-ı Hak, onları benim gözümden
niye gizledi diye bir müddet hayrete
düştüm."
Balıklar, suya nasıl dalarlarsa, onlar da
Dakûkî'nin gözünden öyle kayboldular.
Nice yıl onların hasretiyle ağlayıp,
iştiyâkından gözlerinden yaşlar döktü.
Sense dersin ki;
"Hakk'ın nazar ettiği ve O' nunla olan
nasıl olur da insanı anar?"
İşte şimdi hata ettin!
Onları insan sûretinde görüp, can nûru
olduklarını görmedin.
Ey ham adam!
Bu yüzden işi berbad ettin.
Onları herkes gibi insan sandın.
Sen onları, "Mel'ûn İblîs'in" :
"Ben ateşten yaradıldım.
Adem ise çamurdan.."
dediği gözle gördün..
İblîs'ce gözünü bir an yum da bak!
Bak nasıl yücelirsin..
Ey Dakûkî!
Gözünü açıp gece gündüz onları ara,
bulmaktan ümidini kesme..
Ara.. Zîra saadetin temeli aramaktadır.
Gönüldeki her ferahlığın sebebi
bir sıkıntıya bağlıdır.
Alemin bütün işlerini bırak da, Üveyik gibi:
"Kû..kû, nerede..nerede?"
diyerek ara.
Ey perde arkasında kalan, duadan geri kalma.
Çünki,
"Dua ediniz, size icâbet edeyim"
buyurulmuştur.
Kalbi arınmış olanın duasını,
Cenab-ı Hak kabul eder.
MEVLÂNÂ
MESNEVÎ-İ ŞERÎF
CİLT: 3
1932 - 2315
..
-
1
2 Yorum
Önerilen Yorumlar