Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

İNTERLOCK's Blog

  • başlık
    65
  • yorum
    53
  • görüntü
    139.254

DAKÛKÎ' NİN KISSASI..


..

 

Dakûkî , iyi bir hale sahipti.

Âşık ve keramet sahibi bir zat.

Yeryüzünde gökteki ay gibi seyreder dururdu.

Gece yolcularının gönülleri, onunla aydınlanır, nurlanırdı.

Bir yerde az otururdu, bir köyde iki günden fazla kalmazdı.

 

"Bir evde iki günden fazla otursam,

kalbimde oranın sevgisi alevlenir.

Eve barka mağrur olmaktan çekinir,

hadi ey nefis zenginleşmek, bir şey elde etmek için

sefere düş derim; İmtihanda muvaffak olması için

kalbimi hiçbir yere alıştırmam.." derdi.

 

Gündüzleri yol yürür, sefer eder,

geceleri ibadette bulunur, namaz kılardı.

Gözü açıktı o erin.

Padişahı görmekte doğan kuşuna benzerdi.

Halktan çekilmişti,

fakat huyunun kötülüğünden değil..

Kadından da ayrılmıştı, erkekten de,

fakat ikilik korkusuyla değil!

Halka şefkat gösterirdi, su gibi faydalıydı,

onlara güzel bir şefaatçıydı,

duası da Allah tarafından kabul edilirdi.

Daima iyiyi de esirgerdi, kötüyü de..

Herkese karşı anadan daha iyi,

babadan daha düşkün ve muhabbetliydi.

 

Dakûkî, fetvada âdeta halkın imamıydı,

takva topunu meleklerden bile çelmişti.

Bir yerde durup dinlenmede gezip tozmada

Ay'ı bile mat etmişti.

Dindarlıkta din bile ona haset ederdi.

Bu kadar takva ve ibadetle, bu derece evrada,

zikre koyulmuş olmakla beraber,

yine de Allah Has'larını daima arardı.

Zaten seferden asıl maksadı da buydu,

"Bir an olsun Allah Has'ına rastlayayım.."

demekteydi.

 

Yola düştü mü:

 

"Yarabbi, beni Has'larından birisine ulaştır,

ona arkadaş et.

Yarabbi, tanıdığım erlere gönlüm kuldur, köledir.

Canım Allah’ım, tanımadıklarımı da hicap içinde

düşmüş kuluna merhametli kıl," derdi.

 

Allah:

 

"Ey ulular ulusu, bu ne aşk, bu ne susuzluk?

Beni seviyorsun ya.. Başkasını ne yapacaksın? der;

 

O da şöyle cevap verirdi:

 

"Ey sırları bilen Rabbim, niyaz yolunu gönlüme açan,

gösteren sensin.

Denizin ortasındayım ama yine de testideki suya

tamahım var.

Ben Davud’a benziyorum, doksandokuz koyunum var

ama arkadaşımın bir koyununa da tamah ediyorum."

 

Allah Rahmet etsin, Dakûkî dedi ki:

 

"Nice zamandır doğuda, batıda sefer edip dururum.

Yıllarca, aylarca bir Ay-Yüzlünün aşkıyla gittim.

Ne yoldan haberim vardı, ne belden!

Allah kudretlerine hayran bir halde yürüdüm.

 

Birisi ona :

 

"Dikenliklerde, taşlıklarda yalınayak mı gidiyorsun?"

dedi.

 

Dakûkî dedi ki:

 

"Ben hayretler içindeyim, kendimde değilim ki.

Sen bu ayakları yere basıyor sanma, öyle görme.

Çünkü âşık şüphe yok ki gönül yurduna sefer eder.

Gönül, sevgilinin sarhoşudur; yoldan, konaktan

yolun kısalığından, uzunluğundan ne haberi var.."

 

Dakûkî dedi ki:

 

"Bir gün, sevgilinin nûrlarını insanda görmeye

iştiyakım arttı.

Katrede bahr-i muhit'i, zerrede güneşi görmek

arzusuna düştüm.

Gide gide bir deniz kıyısına vardım.

Vakit gecikmişti, akşam olmuştu.

Ansızın ta uzaktan o sahilde yedi mum gördüm,

mumların bulunduğu yere doğru koşmaya başladım.

O yedi mumun her birinin nûru gökyüzüne kadar

vurmuştu. Hayretlere düştüm, hattâ hayret bile

hayran oldu. Hayret dalgası aklımın başından aştı!

 

'Bu mumlar, ne çeşit mum?

Halk nasıl oluyor da bunları görmüyor;

Ay'dan daha aydın olan mumlar durup dururken

başka bir mum arıyor?

Halkın gözünde ne şaşılacak bir bağ var ki bunları

görmüyor.

Allah doğru yolu dilediğine gösteriyor sahiden!.'

diyordum.

Bir de baktım ki o yedi mum bir mum oldu.

Nûru, gökyüzünü bile delip geçmekteydi.

Sonra yine o tek mum, yedi mum oldu.

Benim sarhoşluğum, hayretim arttı.

O mumların birleşmesini dille anlatmaya imkân yok ki!"

 

Gözün bir an içinde gördüğünü dil, yıllarca söylese

anlatamaz. Kulak idrâkin bir ân içinde gördüğü şeyleri,

yıllarca dinlese bitmez. Mademki bunun sonu yok, hadi,

var yine o hamdinde âciz olduğum şeyi anlat!

 

"O mumlar ulu Allah’dan ne çeşit nişanelerdir?

diye koşa koşa gidiyordum.

Derken kendimden geçtim, acelemden yere yıkıldım,

harap oldum.

Topraklara serildim, bir müddet akılsız, idrâksiz bir

halde kaldım.

Sonra kendime gelip yine kalktım, yola düştüm.

Fakat bir yere gidiyordum ki ne başım bendeydi ne

ayağım!."

 

Derken bu yedi mum da, nûrları lâcivert semaya

kadar yükselen,

gündüzün nûrlarını bile bir karaltı gibi gösteren,

aydınlıklarıyla bütün nûrları silip süpüren,

yedi adam şekline girdi.

Sonra o yedi adam, yedi tane ağaç oldu.

İnsan yeşilliklerinden neş'eleniyordu.

Yapraklarının çokluğundan dalları görünmemekte,

meyvelerinin bolluğundan yaprakları kaybolmaktaydı.

Dallar ta Sidre’ye kadar yükselmiş..

hattâ Sidre de ne oluyor? Halâ’yı bile aşmıştı!

Kökleri, yerin dibine kadar girmiş, yayılmış,

öküzle-balığı bile geçmişti.

Kökleri, dallarından daha taze, daha lâtifti.

Bunları seyredenin aklı, hayretlere düşüyor,

altüst oluyordu.

Olgunluktan yarılan meyvelerinden,

su gibi nûr şimşekleri fışkırtmaktaydı!

Asıl şaşılacak şeye gelince:

O ovalardan, o çöllerden yüz binlerce adam geçiyor,

Gölgelik için can veriyorlar,

başlarını kilimlerle örtüyorlardı da,

Onların gölgesini bile görmüyorlardı!

Görmeyen çakmaklaşmış gözlere yüzlerce kere tuuh!

 

Allah’ın kahrı, gözleri bağlamış yoksa..

Gözleri bağlı adam, ay'ı görmez de Süha'yı görür!

Zerreyi görür de, güneşi görmezler.

Fakat yine de Allah’nın lûtfundan,

kereminden ümit kesilmez ya!

 

Yarabbi, bu ne sihir?

Tüm bu meyveler olgun ve yere düşmüşken,

kervan ondan nasipsiz!

Halk, çürük meyveleri toplamakta,

pisboğaz ve doymaz adamlar,

bu pörsümüş meyveleri yağma etmek için

birbirlerine girmekteydi.

O dallar, meyveler, yapraklarsa anbean;

'Keşke kavmimiz bizi bilseydi, ne olurdu?.'

diyorlardı.

Her ağaçtan:

'A bahtsız kişiler, bize gelin, bize..'

diye ses geliyordu.

Fakat Allah’dan da ağaçlara:

'Onların gözlerini bağladık,

onlara sığınacak yer yok!.'

sesi gelmekteydi.

Onlara birisi:

'Bu yana gelin de bu ağaçlardan faydalanın.' dese,

Hepsi birden:

'Bu sarhoş yoksul, Allah’ın takdiriyle deli olmuş.

Bu yoksulun beyni başa çıkmaz sevdalarla,

sonu gelmez riyazatlarla soğan gibi çürümüş

kokmuş!.' diyorlardı.

 

Dakûkî şaşıp kalıyor;

 

"Yarabbi bu ne hal?

Halka bu perde, bu sapıklık neden geliyor ki?

Çeşit çeşit adamlar, yüzlerce akla, yüzlerce

tedbire sahip oldukları halde o tarafa bir adım

olsun atamıyorlar.

Akılları, fikirleri de hep birden inkâra düşmüşler.

Onların bu azgınlığına, bu isyanına bakıyorum

da şüpheleniyorum

Yoksa ben mi çıldırdım, ben mi sersem oldum?

Şeytan, benim kafama mı bir şey vurdu?

Her an gözlerimi ovup duruyorum, bu cihanda

rüya mı görüp durmaktayım yoksa?

Fakat bu nasıl rüya olur?

İşte ağaçlara doğru gidiyorum, meyvelerini

yiyorum. Buna nasıl inanmayayım?

Sonra yine münkirlere bakıyorum;

görüyorum ki bu bahçeden haberleri bile yok.

Son derece iştiyaka düşmüşler, fevkalâde

ihtiyaçlarından bir yarım koruk için can veriyorlar.

Bu yoksullar, açlıklarından bir yaprak için ah edip

duruyorlar!

Sonra yine, acaba ben mi kendimden değilim,

ben mi hayale düştüm, gözüme görünen muhayyel

bir ağacın dalına el attım? diyorum.."

demekteydi.

 

Dakûkî, macerasını şöyle anlatır:

 

"Ben de tıpkı onlar gibi, acayip şey demekteydim,

Allah bunların gözlerini ne de sıkı bağlamış?

Bu kavgalardan, bu aykırı hareketlerden

Muhammed’de aşmaktaydı. Ebu leheb de!

Fakat bu şaşmakla o şaşmak arasında pek

büyük fark var.

Dakûkî, tez tez yürü sükût et.

Ne vakte kadar söylenip duracaksın,

ne vakte kadar?

Duyup anlayan kulak kıt!."

 

Dakûkî dedi ki:

 

"Bahtım yaver oldu, ileriye doğru yürüdüm,

bir de baktım ki o yedi ağaç bir ağaç olmuş.

Her an bir ağaç, yedi ağaç olmakta,

yedi ağaç bir ağaç haline gelmekteydi.

Hayretten ne hale geldim, bilir misin?

Dondum, kaldım!

Sonra ne göreyim;

Ağaçlar, cemaat gibi toplanmış, saf düzmüş,

namaza durmuşlar!

Bir ağaç, imam gibi önlerine geçmiş,

öbürleri de onun ardında kıyamdalar!

Onların kıyamı, rükû etmeleri, secdeye

varmaları beni büsbütün şaşırttı.

O anda Allah’ın:

"Yıldız ve ağaç, Allah’a secde eder.."

sözünü hatırladım.

'Bu ağaçların ne dizleri vardı, ne belleri!

Nasıl rükûa, secdeye varıyorlar,

bu ne biçim namaz?.' derken,

Allah’dan ilham geldi:

'A nurlu, pirli kişi, hâlâ bizim işimize şaşıyor musun?

Bizce bu işler, şaşılacak işler değil ki!.'

 

Bir müddet sonra ağaçlar, yedi tane adam oldu.

Hepsi de tek Allah’nın huzurunda ka’dedeydi.

Gözlerimi ovuşturup:

'Bu yedi aslan kimlerdir, âlemde ne işleri var ki?'

diye bakmaktaydım.

Yanlarına yaklaşıp onlara uyanık bir gönülle

selâm verdim.

Selâmımı alıp:

'Ey Dakûkî, uluların tacı, büyüklerin övündüğü zat!'

dediler.

Kendi kendime 'beni nasıl tanıdılar?

Bundan önce beni görmemişlerdi,' dedim.

Hatırımdan geçeni o an anlayıp birbirlerine

baktılar ve gülerek,

'Ey aziz, bu sır, şimdi sana gizli mi ki?

Allah’a ulaşıp hayrete varan bir gönüle,

solun-sağın sırları gizli kalabilir mi?'

dediler.

Yine kendi kendime;

'bunlar hakikatlere ermişler,

hakikatler âlemine ulaşmışlar, âlâ.. fakat,

bu surete ait ismi, bu surete ait harfi nasıl biliyorlar?'

dedim.

İçlerinden biri;

'Velî, bir adı bilmezse bil ki bu istiğraktan ileri gelen

bir şeydir, cahillikten değil' dedi.

Ondan sonra bana;

'Ey temiz dost, biz namazda sana uymak istiyoruz.'

dediler.

'Peki' dedim, 'fakat bir an müsaade edin,

zamanın devrine ait müşküllerim var.

Temiz sohbetinizle o müşküller hal olsun.'

'Hüküm senin' diye baş eğdiler.

Onların bu baş eğmelerinden öyle hararetlendim,

gönlümden öyle bir ateş çıktı ki!

Bir zaman o seçilmiş kişilerle mürakabeye daldım,

kendimden geçtim.

O zaman canım, zamandan kurtuldu.

Zaman, insanı gençken kocaltır.

Bütün renkten renge girişler,

zamandan meydana gelir.

Zamandan kurtulan;

renkten renge girmekten de kurtulur.."

 

Dakûkî’ye:

 

"Bu sözün sonu yoktur.

Namaz vakti, hemencecik öne geç.

Ey tek kişi, bize iki rekât sabah namazı kıldır da

zaman seninle bezensin.

Ey gözü aydın imam, bize imamlık et..

İmam olanın gözü açık olması lâzım."

 

Dakûkî, namaz kıldırmak üzere onların önüne geçti.

O kadar birleştiler, o kadar kaynaştılar ki sanki onlar

atlas bir kumaştı, Dakûkî de o kumaşın sırması, süsü!

O padişahlar, saf olup o ünlü imama uydular.

Tekbir getirince kurbanlık koç gibi âlemden çıktılar.

Dakukî, o kıyıda namaz kıldırmak üzere imam oldu.

Onlar da arkasında saf olup namaza durdular.

İşte güzelim bir cemaat, işte seçilmiş bir imam!

 

Namazdayken denizden, 'İmdat!.' seslerini duydu.

Ansızın gözüne bir gemi ilişti.

Gemi, dalgalar arasına düşmüş, belâlara uğramış,

perişan bir hale gelmişti.

Hem gece, hem bulutlu bir hava, hem de dalga..

Bu üç karanlık bir yandan, batma korkusu bir yandan..

Fırtına Azrail gibi saldırıyor, dalgalar sağdan soldan

hücum edip duruyordu.

Gemidekiler, korkudan canlarından olmuşlar gibi

feryatlarını göklere çıkarıyorlardı.

Bağrışıp çağrışıyorlar, başlarını dövüyorlardı.

Kâfir ve mülhit..

hepsi de imana gelmişti.

Yüzlerce niyazlarda bulunarak candan ahitler

ediyorlar, adaklar adıyorlardı.

Karmakarışık işlere dalmış, yüzleri bir an olsun

kıbleye dönmemiş olanlar bile baş açık secdeye

kapanmışlardı.

Halbuki evvelce onlar,

'bu kulluğun faydası yok!.' diyorlardı..

Fakat o anda kullukta yüzlerce hayat görüyorlardı.

Dostlardan, dayıdan, amcadan, babadan, anadan,

herkesten ümitlerini kesmişlerdi.

 

Kötü kişinin can verirken Allah’dan korkması gibi,

zâhit de Allah’dan korkuyordu, fâsik da!

Ne sollarından bir ümit vardı, ne sağlarından.

Hileler öldü, bitti mi dua zamanı gelir!.

Onlar da ağlayıp inleyerek duaya koyulmuşlardı,

gemiden gökyüzüne kadar bir duman yükselmişti.

 

Şeytan ise, o sırada düşmanlığından her birinin

karşısına dikilip:

 

"A köpeğe tapanlar, işte size iki illet!

A münkir münafıklar, hem korkun, hem geberin.

Nihayet bu olacaktı zaten.

Kurtulunca yine gözleriniz kurur, yine şehvet için

yaratılmış birer şeytan kesilirsiniz.

Allah’ın sizi kazadan kurtarmak üzere elinizden

tuttuğu, sizi tehlikeden kurtardığı gün,

hatırınıza bile gelmez!."

diye bağırmaktaydı..

 

Şeytan böyle söylüyordu ama

can kulağı ile duyanlardan başkası

bu sözü duymuyordu ki!

 

Dakûkî o kıyameti görünce merhameti coştu,

gözyaşları akmaya başladı.

 

"Yarabbi!" dedi,

"onların yaptıklarına bakma,

ey lûtuf sahibi padişah!

ellerini tut, imdatlarına yetiş.

Ey eli denize de yetişen, karaya da!

Onları sağlıkla, selâmetle kıyıya çıkar.

Ey ebedî kerem merhamet sahibi!

o kötü kişilerden bu kötülüğü defet..

Bedava olarak insanlara yüzlerce göz,

yüzlerce kulak veren, rüşvetsiz akıl, fikir

ihsan eden Allah!

Sen, biz hak etmeden lûtuflarda, ihsanlarda

bulunursun.

Nimetlerine karşı yaptığımız kâfirliklerle

hatalarımızı hep görürsün.

Ey ulu Allah!

Bizim şanımız ulu ulu günahlarda bulunmaktır.

Fakat sen, bunları lûtfunla affetmeye kaadirsin.

Biz, hırstan, şehvetten kendi kendimizi yaktık.

Bu duayı da senden öğrendik Yarabbi..

Bize duada bulunmak için müsaade etmen,

dua öğretmen, böyle bir karanlığı aydınlatman

hürmetine sen bunlara acı.."

 

İhtiyarsız bir surette,

şefkatli analar gibi dua edip duruyor.

Gözlerinden yaşlar akıyordu.

Kendisinde olmaksızın ettiği dua,

gökyüzüne yükselmekteydi.

O ihtiyarsız dua, yok mu? Bambaşka bir şeydir.

O da, adamın kendisinden değildir, Allah’dandır.

Allah ilhamıdır.

O esnada insan, yok olur,

o duada bulunan Allah’dır;

Dua da Allah’dandır, icabette.

Arada vasıta olarak mahlûk yoktur.

O niyazdan cismin de haberi yoktur, canın da.

Lûtuf ve merhamet sahibi olan Allah kulları,

işleri düzeltmekte Allah huyuna sahiptirler.

Onlar, şiddet zamanı, sıkıntı vakti,

rüşvet almaksızın mahlûkata acırlar,

yardımda bulunurlar..

 

Ey belâlara uğramış adam!

Kendine gel de bunları ara..

Kendine gel de belâ vaktinde,

onların duasını ganimet bil!.

 

O Allah erinin duasıyla gemi kurtuldu.

Gemidekilerse kendi gayretleriyle,

kendi ihtiyatlarıyla hünerler gösterip,

oku hedefe attılar da,

gemiyi kurtardılar zannındaydılar..

 

Gemi selâmete erdiğinde,

cemaatin de namazı tamamlanmış oldu.

 

Birbirlerine gizlice,

"Bu fodûliyyet, bu hâl kimden oldu?"

diyerek sormaktaydılar.

 

Dakûkî'nin arkasındaki o saf cemaat,

gizlice birbirlerine böyle soruyorlardı.

 

Her biri:

"Ben bu şekilde bir duayı dışımdan da,

içimden de etmedim.." diyordu.

 

Birisi:

"Her halde bu imam şefkatinden yersiz

bir münâcâtta bulundu.." dedi.

 

Bir diğeri de:

"Arkadaşlar, bana da bu şekil doğru geliyor,

O fodul, sıkıntı basınca Hallâk'ın işine

itirazda bulundu.." diyordu.

 

Dakûkî der ki:

"O kerem sahipleri ne söyler diye arkaya

bakınca; Onlardan bir kişinin kalmadığını,

yerlerinin bomboş olup hepsinin gittiğini

gördüm.

Keskin gözlerimle baktığım halde,

ne sağda, ne solda, ne aşağıda, ne yerde

bir izleri vardı.

Sanki inciydiler de eriyip su olmuşlardı,

ayak izleri ve bir tozları bile yoktu.

Hepsi Hak kubbelerinde gizlenmişlerdi.

Acaba hangi bahçeye gitmişlerdi?

Cenab-ı Hak, onları benim gözümden

niye gizledi diye bir müddet hayrete

düştüm."

 

Balıklar, suya nasıl dalarlarsa, onlar da

Dakûkî'nin gözünden öyle kayboldular.

Nice yıl onların hasretiyle ağlayıp,

iştiyâkından gözlerinden yaşlar döktü.

 

Sense dersin ki;

"Hakk'ın nazar ettiği ve O' nunla olan

nasıl olur da insanı anar?"

 

İşte şimdi hata ettin!

Onları insan sûretinde görüp, can nûru

olduklarını görmedin.

 

Ey ham adam!

Bu yüzden işi berbad ettin.

Onları herkes gibi insan sandın.

 

Sen onları, "Mel'ûn İblîs'in" :

"Ben ateşten yaradıldım.

Adem ise çamurdan.."

dediği gözle gördün..

 

İblîs'ce gözünü bir an yum da bak!

Bak nasıl yücelirsin..

 

Ey Dakûkî!

Gözünü açıp gece gündüz onları ara,

bulmaktan ümidini kesme..

 

Ara.. Zîra saadetin temeli aramaktadır.

Gönüldeki her ferahlığın sebebi

bir sıkıntıya bağlıdır.

 

Alemin bütün işlerini bırak da, Üveyik gibi:

"Kû..kû, nerede..nerede?"

diyerek ara.

 

Ey perde arkasında kalan, duadan geri kalma.

Çünki,

"Dua ediniz, size icâbet edeyim"

buyurulmuştur.

 

Kalbi arınmış olanın duasını,

Cenab-ı Hak kabul eder.

 

MEVLÂNÂ

MESNEVÎ-İ ŞERÎF

CİLT: 3

1932 - 2315

 

..

  • Beğen 1

2 Yorum


Önerilen Yorumlar

simin

Gönderi tarihi:

huu huu huuu !

İNTERLOCK

Gönderi tarihi:

huu!

bilinmezliğe doğru..

minik elektron göndermeleri.. huu!

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.