Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Oyhan Hasan Bıldırki

  • başlık
    12
  • yorum
    4
  • görüntü
    36.096

HİKÂYELER


SAATİNİZ KAÇ?

 

Şehir plânına uymak için, cephesini sokağa vermek zorunda bırakıldığım çok köşeli evimden çıkmaya hazırlanıyordum. Salondaki aynada, kendime çekidüzen verdim. Ayak kaplarım elimde, balkonu geçtim. Huyumdur, sahanlıkta ayaklarımı giydirirken, daima, bitişikteki baba ocağımıza bir göz atarım. Avludaki erik, zeytin ve incir ağacını seyretmekten, onlardaki gelişmeyi adım adım incelemekten büyük zevk duyarım. Filizdi, çiçekti, yapraktı derken, ansızın olgun meyvelerle karşılaşırım. Ya, dallardaki kuşlar? Kanat çırpmalarına, cıvıl cıvıl ötüşlerine, birbirlerine cilve yapmalarına doyum olur mu?

Yine öyle yaptım, sahanlıkta durdum. Öğle sonu sıcak lığı, sokağımızı bir uçtan diğer uca, alev alev kavuruyordu. Zeytinler kırmalık hale gelmiş, dal uçlarında kalan erikler kıp kırmızı, incirler tek tük olgunlaşıyor, beride üzümlere güneş benek düşürmüş, kabarıyor. Aşağıdaki çeşme açıldı. Tazyikli su gürledi. Baktım, kardeşimde bir telâş, sağa sola koşuyor.

Seslendim.

“Hayrola, ne var? Bakıyorum, dolap beygiri gibi dönü yorsun?”

“Yok bir şey!”

“Peki, bu telâşın niye?”

“Oğuz’a bir güvercin getirdim de.”

“Eee?”

“Yer hazırlıyorum. Henüz daha yeni kanatlanmış. Keyfine baksana.”

Sütbeyaz güvercin, söylenenleri anlamış olmalı, geldi, çeşme havuzunun kenarına kondu. Su sesinden ürkü yormuş gibi, etrafına bakındı. Bir tehlike görmediğinden olacak, kendini suya verdi. Eğildi, kalktı, içti.

Kardeşim sordu:

“Ortalık sus pus. Seninkiler yok mu?”

“Yengeme gitmişlerdi. Neredeyse dönerler. Yalnız, tek güvercin durmaz derler. Bir iş yapmayı düşünmüşsün. Bu, çok iyi. Fakat, umarım az sonra, güvercini kaçırmaz sın.”

“Eşini daha sonra gönderecekler.”

“İyi, iyi!”

Bomboş sokaktan yokuş aşağı indim. Sıradan taşlarla döşeli sokak, sıcaktan mıdır nedir, ekşimsi kokan bula şık suyuna doymuş olacak, dışarıya boca edilen artıkları kusuyor. Sokak boyu, tepeden aşağıya, ince, küçük bir ırmak gibi sürüp gelen su yolu, yosun bağlamış. Tuttum, bir sigara yaktım. Dumanını, derin derin içime çektim. Ekşim si kokulardan kurtuldum. Gömleğimin iki düğmesini daha çözdüm. Marangozu geçmek üzereydim, döndüm. Bu mevsimde, durmaksızın, bıkıp usanmadan kasa çakmakla uğraşan ustaya seslendim.

“Bana, acele bir kafes lâzım. Sende çıta bulunur mu?”

Tezgâhının başında, dudaklarının arasına yerleştirdiği çivileri, tek tek alarak, kasa köşelerine çakan Aliihsan, terini kuruladı. Keserinin sapını eliyle yokladı. Oynamadığını anlayınca, bana döndü.

“Beyim,” dedi, “biliyorsun. Biz, kapı kasası yapmıyor, meyve sebze kasası çakıyoruz. Aradığını bizde bulamazsın. Yalnız, acele diyorsun. Sana yardımcı olayım. Az bekle. Taşlı tarla’ya inelim. Oradan bir arkadaştan alırız.”

“Seni işinden etmeyeyim. Ben gider, bulur, alırım. Sen, işine bak, e mi?”

“Canın nasıl isterse, öyle olsun beyim.”

Nedense, öyle olmadı. Hem sıcaktan, hem de kahvedeki arkadaşların baskısından olacak, koca çamın koyu, serin gölgesinde oturup kaldım. Çıtayı da, sütbeyaz güvercini de unutmuştum.

Son gün ışıkları, karşı tepeye vurmuştu. Artık bütün pencereler, som altın kesilmiş, akşam alacası, kendisini göstermeye başlamıştı. Yaptığımız sohbet tavsamış, yavanlaşmış, geriye sözün çürüğü kalmıştı. Arkadaşlardan ayrıldım, evime döndüm.

Az önceki sokak, canlanmıştı. Sanki birbirinin üze rinde yükselen, biri diğerine omuz veren, saçak saçağa girmiş evlerin önünde, sokağın kadınları öbek öbek toplanmış, gevezelik ediyorlar. Çocuklar bağırıyor. Kızım, yaşıtlarıyla ip atlıyor. Oğuz da, henüz ötmeyen iki horozuna yem ve su veriyor.

Sokağı hızla geçtim. Kadınlardan bazıları toparlandı, bazıları aldırmadı. Meğer ailemizin, en ağzı boş olanı da benmişim. Sütbeyaz güvercin aklıma düştü. Boş bulundum.

“Oğuz!” dedim, “güvercinin ne âlemde?”

“Ne güvercini?”

“Amcanın sana verdiği sütbeyaz...”

Bahçede, çiçeklere su veren kardeşimin karısı, sözümü kesti.

“Abi! Abi!” dedi. “Güvercin müvercin yok.”

Benden önce, oğlum atıldı. Kime söylediği belli ol mayan, aniden havada kalan bir soruyla gürledi.

“Yalancılar! Beni kandırıyorsunuz değil mi?”

Öteden kızım Hilâl, koştu. Bir şey arayan gözleriyle sağa sola baktı. Karım, gözüyle işaret etti. Sanki, üstüne varma demek ister gibiydi.

Hatamı anladım, tamire kalkıştım. Oğuz’u durdurmak mümkün mü? Derhal, aşağıya, amcasının evine indi. Yem artıklarını gördü, avazı çıktığı kadar ağladı. Akşam akşam, belânın çöreklisine çatmıştık.

Kardeşim, olan biteni kısaca anlattı. Sütbeyaz güvercin, ona oyun etmiş, uçmaz gibi durmuş, fırsatını yakalayınca, mavi gökyüzüne yükselmişti. Oğuz’la birlikte, hemen çatıya çıktık. Sütbeyaz güvercini gözledik. Hiçbir yer de yoktu. İpini kırmış, kim bilir hangi deliğe yuvalanmıştı.

Bir yıldan bu yana mürekkep yalamaya başlayan Oğuz’a, söz verdim. Birlikte önce kafesi yapacak, sonra da erkekli dişili çift güvercin bulacaktık. Karanlığın çökmesiyle birlikte, kaçırılan sütbeyaz güvercinden umudunu kesen Oğuz:

“Yalnız,” dedi, “yarın kahveye gitmek yok... Bana kafes yapacağız değil mi?”

“Olur!” dedim.

Karımın, sofraya çağıran sesi üzerine, çatıdan indik.

Oğlan, bütün gece uyumadı, sayıkladı.

Sabah, kuş cıvıltılarıyla uyandık. Tanyerindeki kızıllık, oldukça açılmış olmalı, keskin aydınlık gözlerimi kamaştırdı. Başımda hafiften bir ağırlık var. Umarım, bütün gece oğlanın sayıklamalarını dinlemenin ceremesini, bu ağırlıkla çekeceğiz.

Az sonra, bütün gücümle kendimi işime verdim. Kafamda bir taslak oluşturdum. Kullanacağım aletlerle malzemeleri tasarladım. İlk defa bir kafes yapacaktım. Kafes dedim ya, öyle söylediğime kanmayın. Bir yandan kümese benzer kafes azmanıyla uğraşacak, bir yandan da Oğuz’un merakının doruğa tırmanmasını hazırlayacaktım. Halbuki o, sütbeyaz güvercini unutmuştu bile. Kahvaltıda, nedense bu konuyu hiç açmadı. Yalnız, kafesi bitirmem için anne sinin sıkı tembihi var.

Kargaburnunu, keseri, penseyi, çekici, metreyi ve çivi torbasını aldım, arka bahçeye geçtim. Yukarıya, çatıya çıktım. Orada, evliliğimizin ilk günlerinden kalma, modası geçmiş bir sofra ve albenisini kaybetmiş, seyyar bir çanaklık vardı. Onlarla birlikte aşağıya indim. Odunluğa geçtim. Oradan da işime yarayacağını umduğum tahta ve çıta par çalarıyla döndüm. Eski sofrayı ters çevirdim, tezgâh olarak kullandım. Testereyle ilkin, tahta ve çıtaların biçimsiz yerlerini doğradım. Tam bu sırada, oğlum Oğuz geldi, başıma dikildi. Hiç konuşmuyor, her davranışımı kolluyor, gözlerinde gülümseme, boş bulunuyor, burnumun ucuna kadar sokuluyor.

Hem işin zorluğundan, hem sıcağın verdiği etkiden olacak, bunaldım. Sabah temizliğini bitiren karım, odaları havalandırmak için, pencereleri açmış, sesleniyor:

“Kolay gele, usta! Bakıyorum, iyisiniz maşallah!”

Ter, burnumdan akıyor. Penseyle söküp çıkardığım eski, paslı çivileri, keserle doğrultuyorum. Oğlum, kıs kıs gülüyor.

Ona takılmak, fiyakasını bozmak istedim.

“Evlât,” dedim, “tut keseri. Şu tahtaları ver. Hadi, canlan biraz. Bu kafes benim değil, senin. Göster kendini.”

Oğlan, canlandı. Keseri tuttu, bir köşeye bıraktı. İstediğim tahtaları aldı, getirdi. Onları ölçtüm, biçtim. Kullanılacak çivileri hesapladım. Yorulmuştum... Tezgâhtan ayrıldım, çiçek tarhının beton kenarına oturdum. Oğuz’da sabır tükenmişti. Derhal beni taklit ederek, tezgâhın başına kuruldu. Zar zor, bir iki paslı çivi çıkardı. Yüreğimde hem sevinç, hem kaygıların yarışı başladı. Gönlüm bunaldı, da yanamadım.

“Oğuz be,” dedim, “bu çiviler de bize yetmez. Koş, nalbura git. Bir koşu, şunları, şunları al gel, olmaz mı?”

Yüzüne dikkatle baktım. Hiçbir mızıklaşma izi yok tu. Bazen, bir şey alıp gelmesi için, çarşıya zor gider, mırın kırın eder, bin dereden su getirir, işi Hilâl’in üzerine yıkardı. Bu defa öyle yapmadı. Hemen kabullendi.

“Yalnız,” dedi, “ben, hepsini aklımda tutamam. Bir kağıda yazar mısınız?”

Denileni yaptım. Oğuz fırladı, az sonra, bütün ısmarladıklarımla geri döndü. Bana destek oldu. Çanaklığı ikiye böldük. Kafesin iskeletini kurduk. Çakım işini de bitirdik. Doğrusu, kafes bozmasını kendim de beğenmiştim. Fakat Oğuz, sesini yükseltti.

“Kapısı nerde, baba?”

“Kapısı mı?”

“Evet!”

“Yok mu?”

“Hani? Gel göster.”

Baktım, kapıyı unutmuşuz.

“Şimdi çaresine bakarız. Bak, gör işte. Acemi nal bant, eşeği böyle nallarmış. Şu da var ki: Adam adama gerek olur, iki serçeden börek olurmuş.”

Çıtalardan birkaçını söktüm. Kapı yeri karşımda duruyordu. Atılmış iki takunya lastiğinden faydalandık, menteşe derdinden kurtulduk. Bir kasanın kısa kenarı, pekâlâ kapı olabilirdi. Aradık, bulduk. Biten kapıyı yerine taktık. Sofranın oval kenarından da, alınlık çıkardık. Suluktur, yemliktir, tünekliktir artık aklıma ne geldiyse, iç düzenini de tamamladım. Ortaya çıkan kafes, gelin gibi oldu.

Aldık, çatıya yerleştirdik.

Şimdi, bütün işimiz, bir çift güvercine kaldı.

Aybaşında, maaşımı almak için ilçeye gitmiştim. Orada bizim taraftan, marangoz bir arkadaşım vardı. Marangoz dedim ya, önce işe kapı, pencere yapmakla başlamış, sonra da mobilyacılıktan dekorasyona kadar çıkmıştı. Ne zaman dükkânına gitsem, boş oturduğunu görmedim. Çelimsiz, kara kuru yapısına rağmen, sanatkâr ellerinin kendisine geriye bıraktığı zamanlarda da, cins Hint horozları ve soylu güvercinler yetiştirmekle uğraşırdı.

İlçeye iner inmez, ona uğradım. Kendisi yoktu. Çıraklarından sordum. Az sonra geleceğini bildirdiler. Maki neler susmuş, çıraklar bitirilen işleri, dışarıdaki kamyonete taşıyorlardı. Rıfkı’yı bekledim. Çayımı bitirmek üzereydim, çıktı geldi. Hâl hatır soruşup, kucaklaştıktan sonra;

“Neredesin be, iki gözüm?” dedim.

“Mavişehir’e gidiyorduk. Sıkıldım, biraz hava alayım demiştim.”

“Yolculuk hemen mi?”

“Görüyorsun.”

“Senden bir isteğim olacaktı da.”

“Neymiş o?”

“Bizim Oğuz’u bilirsin. Hanidir güvercin diyor da, başka bir şey demiyor. Oğlan, uyumaz oldu. Bulabilecek miyiz?”

“Hemen mi?”

“Hemen. Kafes bitti. Oğlan başında bekliyor.”

“Az bekle, şimdi geliyorum.”

“Olur!”

Rıfkı Usta, dükkândan çıkarken, çıraklarına yapacaklarını söyledi. Kamyonet yükünü aldı, dükkânın teşhir salonu boşaldı. Rıfkı Usta, iki eli dolu, döndü. Bir çift, karı şık duman renkli, hem paçalı, hem tepeli, pembe gagalı güvercini boş salona bırakıverdi. Güvercinler kıpır kıpır, kanat çırptılar. Guruldadılar.

Usta, çıraklarından birine seslendi.

“Bant getir.”

“Buyur usta!”

“Hangisi erkek, biliyor musun?”

“Bu, olmalı.”

“Bilemedin.”

“Ya hangisi?”

“Tepeli olanı, oğlum.”

Tepeli güvercini yakaladı. Bantla, bir kanadının teleklerini sardı. Aynı işlemi diğerine de yaptı.

“Şimdi,” dedi, “bunlar artık uçamaz.”

Bana döndü.

“Haydi,” dedi, “bekletme oğlanı.”

Güvercinler iki elimde, hemen dükkândan ayrıldım. Yola düştüm. Meraklılar sordu:

“Satılık mı bunlar?”

“Bu merak sende de var mı?”

Doğruca kız kardeşime gittim. Kuşları ona bıraktım. İlçedeki işlerimi bitirince, kasabaya döndüm. Karım, elim de paketler, kapıda beni karşıladı.

“Aman,” dedi, “Oğuz görmesin seni. Bütün gün kıyameti kopardı. Hani güvercinler?”

Güvercinler guruldadı. Karım anladı. Oğlan ortalıkta yoktu. Onu, bazı şeyler alması için çarşıya göndermişler. Sürpriz yapmak amacıyla, hemen çatıya çıktım. Güvercinleri, yeni yuvalarına yerleştirdim. Yemini, suyunu verdim. İnecektim, arkamda oğlum bitti. Baktım, gözleri sevgi doluydu. Merakının, beni zorlamasının sonucunu almış olmanın gururunu yaşıyordu. Ben indim, o, uzun zaman çatıda kaldı. Aşağıdan, onlarla konuştuğunu duyuyordum.

Güneş kavuşunca, aşağıya indi. Sofrada, güvercinler üzerine, bana, bir hayli soru sordu. Dilimin döndüğünce anlattım. Hem sevinçten, hem yorgunluktan olmalı, uyudu.

Ertesi akşam, görevimden döndüm. Kafamda, onlarca sorunun karşılığı var. Öyle ya, oğlana mahcup olmamalıydım.

Oysa Oğuz, elinde bir çift olta, beni karşıladı.

“Baba,” dedi, “yarın balığa gidelim mi?”

Kızdım.

Bu defa ben, çatıya çıkmadım. Soruyu da, duymaz dan geldim. İçerde, bir divana uzandım, uyudum.

 

Oyhan Hasan BILDIRKİ

0 Yorum


Önerilen Yorumlar

Gösterilecek hiç bir yorum yok

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.