Zıplanacak içerik

fmf

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  1. aklına gelmedi değil çünkü ozaman böyle bir şeye gerek yoktu Kuran bilenlerin giderek azalması üzerine böyle bir ihtiyaç ortaya çıktı ayrıca araştırmalarınız için teşekkür ederim saygılarımla
  2. bence siz bir ezberdir tutturmuşsunuz sizin safsata dediğiniz şeyin safsata olduğunu ispatlayın amacım üfürmek değil sadece kendi fikrimi söyledim hepsi bu iki parmağını gözünün ucuna koy bir şey görebiiyomusun bu hayattan sen göremiyosun diye bu alem yok değil SAYGILAR
  3. lütfen tarafsız olan gazeteleri tercih edelim taraf tutan bir gazetenin başka türlü davranması beklenemezdi zaten.................Yaşar nuri öztürk e gelince o önce kendi hatalarını düzeltsin de sonra insanları eleştirsin deveye niye boynun eğri demişler nerem doğru ki demiş..........
  4. fmf şurada cevap verdi: mistik başlık Dini Konular - Din - Dinler
    Said nursi klasiklerinden sıkıldıysanız sizinle dünya klasikleriyle tartışalım isterseniz......
  5. kendi elleriyle yazdıkları mı....... Kuran günümüze kadar değişmemiştir değiştirlmeye çelışılmış ama dönemin hafızları buna izinvermeyerek tekk tek değişen harfleri düzeltmişler ve bunu yapanlar bile Kranın değişemeyeceğini anlamıştır kıymetli vaktinizi ayırabilirseniz o kendi elleriyle yazmışlar dediğiniz Kitapları bi inceleyin bakalım hepsi farklı farklı mı acaba..............
  6. kanıtımızın Kur an olduğu doğrudur Kuran ı Allah lütfetmiş ve kendisi vahiy olarak göndermişdir Hz Muhammed yazmamıştır Hz muhammed in doğru söylediği çevresinde ona din konusunda inanmayanlar dahil ona hiçbir zaman yalancı diyememişler ve Muhammedül emin sıfatı verilmiştir bunu da Kuran dışında gidip çin kaynaklarındaan öğrenmeyeceğiz heralde........
  7. Bunu yapan kişi zaten sizinde söylediğiniz gibi dini kullanmış olur ve gerçek müslüman değildir çünkü gerçek bir Müslüman Kur an da yazanları uygular kılavuzu Kuran dır Oysa Kuranda "Bizi aldatan bizden değildir"diye hadis var bu yüzden bu tarz olayları müslümanlar yapıyormuş gibi gösteremezsiniz onlar kendilerine Müslüman derler ama sözde.... ALDATMAK… ‘’Bizi aldatan , bizden değildir ! ’’ (Hadis) Peygamberimiz Hz.Muhammed (s.a.v) bu sözü alış-verişte dürüst olmayan bir tüccara söylüyor. Ticaretin tüm sınırlarını belirleyen çok keskin bir ifade. Yalnızca ticareti mi? Rasulullah’ın bu sözü hayatın ince bir çizgisini gösteriyor , bizlere. Bu çizgi dürüstlüğün , samimiyetin özüdür. Aldatmak Müslümanlıkla bağdaşmayan bir harekettir .Müslüman sözüyle , fiiliyle dosdoğru olan kişidir. Diğer insanların ‘’emin’’ kabul ettiği , güvendiği samimi insanlardır. Rasulullah ‘’yalan söylemenin’’ münafığın 3 alametinden biri olduğunu söylüyor ve müslümanları bu kötülük konusunda ikaz ediyor. Münafık ise toplumun hiçbir zaman güvenmediği ,kinin, hasedin, fitnenin kaynağı olarak görülen bataklık yuvalarıdır. Böyle insanların taşıdığı bir davranışın bir Müslüman da olması elbette beklenemez. Lakin durumun böyle olmasına rağmen günümüzde ‘’yalan söyleyen’’ Müslümanlara çok rastlıyoruz. ‘’Yalan bataklığında gül yaşar mı?’’ Allah insanları bir fıtrat üzerine halketmiştir (yaratmıştır.) Hilkatten uzaklaştığımız müddetçe özümüzü yitirir, benliğimizi kaybederiz. Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan insan bir güldür. Çevresine miski amber gibi kokular yayan, onu temaşa(seyretmek) eden gözlere nur veren , gönüllere ihlas (samimiyet) katan firdevstir(cennet bahçesi).Bu gülün,yalan gibi bataklıklarda yaşaması,güzelliklerini sürdürmesi mümkün değildir.Nitekim Peygamberimiz ‘’……..bizden değildir!’’ diyor. Yani insanları ‘’aldatan,yalan söyleyen’’ kişinin, gül vasfını yitireceğini söylüyor, maazallah. Yalan kalbi katılaştıran bir kötülüktür. Müslüman kötülük yapamaz, yapsa da bilmeden yapar ve hatasını görür görmez tevbe eder.Yalan ise bilinçli şekilde söylenir ve sonuçları hüsranla doludur. Allah bize halifelik gibi yüce bir vazife vermiştir.Böyle büyük bir görevin mükafatı da büyük olacaktır.Gül olmak varken, gülsüz yaşamayı tercih etmek bedbahtlıktır. Fiillerimizle,sözlerimizle dosdoğru insan olmamız bize hiçbir şey kaybettirmeyecek aksine kazandıracaktır. Aldatmak ise hep felaketi getirecektir. ‘’Kişi doğru söylerse,doğru söyleye söyleye, ismi sıdıklar defterine yazılır,cennete girer. Kişi yalan söylerse,yalan söyleye söyleye ismi yalancılar defterine yazılır.Yalancıların gideceği yerde cehennemdir.’’ (Hadis)
  8. fmf şurada cevap verdi: AKHENATON başlık Dini Konular - Din - Dinler
    sen hiç Tevrat yada İncil okudunmu iki tane alda karşılaştır bakalım sen anlayamıyomusun farklılıkları bide iki tane Kuran al karşılaştır..................................
  9. camiler sadece ibadet yeri değildir insanların birbirini tanımaları için vesile yerleriidir hocalar da sadece dini bilgi vermezler biz müslümanlara uyuyo diyen arkadaşlarım toplumda dindar olup da ne kadar başarılı insanlar var ama siz onları kendinizden biliyosunuz Atatürk ün bir anısı var belki işinize gelmiyo diye bilmiyosunuzdur Atatürk ezan sesi duyduğunda müziği kapamış gözleri dolmuş ve keşke hiç bitmese demiş yanındaki arkadaşı Sabah ezanını dinleriz diyerek onun ağlamaklı gözlerine bakmış işte görüyosunuz ya ne biz ve bizim gibiler çok dindar ne de siz ve sizin gibiler Atatürk çü aslında hepimiz aynı dili konuşuyoruz
  10. fmf şurada cevap verdi: mistik başlık Dini Konular - Din - Dinler
    bir eczahanenin içinde bulunanhayat ve şifa verici ilaçlar, onların iyi bir kimyager tarafından yapıldığını gösterir bir ilacın ustasız ve kimyagersiz meydana gelmesi imkansızdır aynen bunun gibi dünya da o eczaneden daha büyük ve daha mükemmel bir eczahanedir dünyanın içinde bulunan dört yüz bin çeşit bitki ve hayvanlarda o ilaçlar gibi maharetli bir eczacı tarafından yapılması icap eder o küçük eczanedeki ilaçlar bir kimyager tarafından yapılıyorsa bu dünya eczanesi de kimyagersiz olmaz oda ALLAH olmalıdır alınta....
  11. Aklın önemi üzerinde dururken, bilindiği üzere imamı Gazalî'nin "İHYA"sında yazdığı Rasûlullah Aleyhisselâm’ın şu açıklamasını nakletmiştik.. "Ya Ali, herkes "ALLAH"a bir yoldan yaklaşır!... Sen, aklın ile "ALLAH"a yakın olanlardan ol..." Bu güne kadar hep "ALLAH"a akıl ile yaklaşmanın değerinden bahsettik. Kitaplarda da özellikle bunu anlattık. Ancak şimdi daha değişik bir incelik üzerinde duracağız... "ALLAH"'a niçin "iman" ile yakîn elde etme esası getirilmiştir?'a niçin "iman" ile yakîn elde etme esası getirilmiştir? Hz. Rasûlullah Aleyhisselâm niçin "imanı" öne almıştır? Kur`ân-ı Kerim niçin devamlı olarak "Elleziyne yu'minune" "Onlar ki "ALLAH"'a iman ederler" der de; buna karşın çeşitli âyetlerde de aklı öne sürer. "Hâlâ tefekkür etmeyecek misiniz? Hâlâ idrak etmeyecek misiniz? Hâlâ anlamayacak mısınız?" der. Öyle ise insana yakışan davranışların kökeninde düşünce ve idrak yatmalıdır; şartlanmalar ve etraf değil!. Burayı çok iyi farketmek zorundayız.. Biz, koyun gibi, çobanın ya da etrafımızdakilerin güttüğü yönde davranışlar ortaya koyup, sıradan bir mahlûk gibi mi yaşayacağız?... Yoksa, Akıl ve şuur sahibi düşünen bir yapıyla yaşamına yön veren mükemmel varlık insanlığımızı mı hissedeceğiz?.. Herkes böyle dediği, herkes böyle inandığı için; ne olduğunu anlamadığımız, idrak etmediğimiz şeyleri kabullenerek öylesine bir hayat sürüp geçip gitmek bizi tatmin ediyorsa, diyecek bir şey yok!.. Böylece süregitsin yaşam! Ama, ben bir insanım; akıl sahibi olup, düşünebilme kabiliyetine sahibim; yaşamıma kendi kavrayışımla kendim yön verebilirim; sürüye sayılmak için varolmadım; bilincine erdiysem, bundan sonra yapılacak iş neye ne kadar ve nasıl inanacağıma karar vermektir!. İnsan olarak en değerli varlığımız olan "AKIL" ya kullanılır ve insan yaşamına idrakıyla yön verir; ya da kullanılmaz, düşünmeden etrafa ve şartlandırmalara tâbi olunur!. İnsan beynine bahşedilen ana zihinsel fonksiyonlar akıl dışında nelerdir? İnsan zihnindeki diğer doğmatik özellikler nelerdir?. Önce bunların üzerinde duralım. İnsan dediğimiz varlıktaki bazı zihinsel fonksiyonları sayalım: Nefs (ben kavramı), akıl fikir, hayâl, idrak (kavrayış), vehim (varsayım), himmet, ve hâfıza (yani bellek). Bu saydığımız zihinsel fonksiyonlar esas itibarı ile iki ana kuvvetin etkisi altındadır... Yani, fikir, hayâl, duygu, nefs, himmet daima iki ana kuvvetin birinin tesiri altına girer. Ya, vehmin hükmü altına girerek çalışır, ya aklın hükmü altına girerek çalışır. Fikir; çeşitli konularda aklımıza gelen yeni yeni düşüncelerdir. Bize herhangi bir konuyu düşünmemizi sağlayan ana materyaldir. Kökeni ya beynin üretimi ya da dış etkilerdir; ilham, astrolojik etkiler vs...; çeşitli konularda aklımıza gelen yeni yeni düşüncelerdir. Bize herhangi bir konuyu düşünmemizi sağlayan ana materyaldir. Kökeni ya beynin üretimi ya da dış etkilerdir; ilham, astrolojik etkiler vs... Sonrasında hayâl gelir. Yani, o fikirleri kafamızda hayâl ederiz.. Anlayıp kavramak için bir suret haline sokarız. Bu hayâl edişe aynı zamanda "musavvire gücü" denilir. Yani, tasvir etme şekillendirme. Beyinde şekillendirme olayı vardır. O fikirler otomatikman şekillenerek anlaşılır. O da nasıl anlaşılır? Müdrike yani idrak gücü ile, idrak edilir. Bu idrakın hemen sonrasında, o idrakı hükmü altına alan vehim vardır. Vehim özetle şudur: özetle şudur: Var olmayan şeyi varsanmak!. Var olan şeyi de yoksaymaktır. "Varsayım" dediğimiz cevherdir. Bunlardan, "Nefs" dediğimiz yapıyı da Dünyanın ruhâniyeti meydana getirir. Fikir, Merkürün ruhâniyetinden; Merkürün ruhâniyetinden; Hayâl, musavvire Venüsün ruhâniyetinden meydana gelir. İdrak, müdrike Güneşin ruhâniyetinden gelir. Vehim, Marsın ruhâniyetinden gelir. , Marsın ruhâniyetinden gelir. Himmet, Jüpiterin ruhâniyetinden gelir. , Jüpiterin ruhâniyetinden gelir. Akıl, Satürn`ün ruhâniyetinden gelir. Fakat Satürn`ün ruhâniyetinden meydana gelen akıl maddi bir akıldır. Dünyaya ve maddeye dönüktür. Uranüs`ten gelen akıl ise "aklı kül"den yansımadır!. Çok geniş boyutlu, madde ötesine dönük düşünceleri meydana getirir. Madde ötesine dönük düşünceler Şiron`un uygun açıyla beslemesi halinde hidayet dediğimiz "ALLAH"a ve özüne yönelme" tesirlerini meydana getirir. Neptün, yüksek sezgi gücünü meydana getirir. Pluton, "ALLAH"`a ait "var etme ve yok etme" gücünün yeryüzünde zâhire çıkmasına vesile olur. "ALLAH"`a ait "var etme ve yok etme" gücünün yeryüzünde zâhire çıkmasına vesile olur. Eğer bir kişide Merkür`ün tesirleri güçlü ise, onda çeşitli fikirler meydana gelir. Merkür`ün güçlü tesirini almış, ruhaniyetinden feyz almış insan, zeki insandır. Zekâ, Merkür`ün ruhaniyetine bağlıdır. Cinlerin büyük çoğunluğu, Merkür`ün güçlü tesirlerinden feyz aldıkları için hemen hepsinde zekâ güçlüdür. Dolayısı ile şeytan da çok zekidir. Buna karşın cinler, akıl yönünden zayıftırlar!. büyük çoğunluğu, Merkür`ün güçlü tesirlerinden feyz aldıkları için hemen hepsinde zekâ güçlüdür. Dolayısı ile şeytan da çok zekidir. Buna karşın cinler, akıl yönünden zayıftırlar!. Bir insan zekî olabilir; fakat yeterince akıllı olmayabilir!... Akıllı olabilir; zekî olmayabilir!. Hem zekâsı hem de aklı kıt olabilir!. Hem zekî ve hem de akıllı olabilir!.. Çünkü zekâ Merkür`ün ruhâniyetinden kaynaklanır, akıl ise Satürn ve Uranüs tesirleri ile meydana gelir. İdrak (kavrama) gücünü Güneşin ruhâniyeti verir. Hayâl gücü Venüsün ruhaniyetinden hasıl olur. Buna Musavvire, şekillendirme gücü de denebilir. Kişinin himmeti (azmi) jüpiter`in ve Şiron`un tesirleri iledir. Güçlü olarak Jüpiter`in ruhaniyetini almışsa o kişi, maddeye dönük bir şekilde şanslı hayat sürer. Maddi sıkıntıları az, refahı fazla olur.. Şiron`un tesirini güçlü almışsa kişi, mâneviyata yönelir ve mâneviyatta büyük derecelere ulaşma imkanını elde eder. Satürn tamamen maddeye dönük bir akıl verir; yani bu kişi maddeyi ne yönde nasıl değerlendireceğini iyi bilir. Uranüs`ün ruhâniyetinden feyz alan kişi maddi nesnelere hiç bakmaz, değer vermez. Tamamen madde ötesi soyut değerler ve nesnelerle ilgilenir.. Yani, gerçek âlemin, madde ötesi bir yapı olduğunu idrak eder. Ona yönelir. Ancak, madde ötesi yapıya yönelme eğer Şiron’dan destek almamışsa o kişi felsefeci olarak kalır. Eğer bu hâl Şiron`dan desteklenmişse bu defa tasavvuf ehli velâyet mertebelerinin sahibi olur; icabında nübüvvet mertebesiyle zâhir olur. Aradaki fark Şiron`dan desteklenen bir Uranüs; veya Şiron`dan desteksiz kalmış Uranüs`tür. Felsefeci ile tasavvuf ehli arasındaki fark, "Şiron" farkıdır!. "Şiron" güneş sistemi içinde yer alan ve son yıllarda tesbit edilen bir gezegendir!.. ile tasavvuf ehli arasındaki fark, "Şiron" farkıdır!. "Şiron" güneş sistemi içinde yer alan ve son yıllarda tesbit edilen bir gezegendir!.. Ancak şunu dikkatten kaçırmıyalım!.. Allah, bir kişinin maneviyat ehli olmasını takdir etmişse, onu, uygun tesirler altında dünyaya getirir; ve mesela Şiron`un güçlü açılımı o kişiyi bu olaya hazırlar!. Yani, takdir ALLAH`ındır; yıldız ve planet etkileri ise takdiri oluşturan mekanizmadır!. Beyindeki bilincin yanında, elin yeri ne ise; ALLAH takdiri ve hükmünün yanında planet ve yıldızların yeri de odur!. Programında, Uranüs`ün etkisi güçlü olan; yani yüksek akıl sahibi olup maddeye değer vermeyen kişi eğer Şiron`un ruhaniyetinden feyz almamışsa bu kişi felsefeci olarak kalır!. Madde dünyası ile hiç uğraşmaz ve maddeye değer vermez. Ama mâneviyat yönü zayıftır. Esasen, bu tesirler, her insanda vardır..Ancak, bu tesirler kiminde güçlü olarak alınmıştır; kiminde de zayıf olarak... Bizler bu değişik tesirlerin oluşturduğu farklı formüle sahip bileşimleriz!. Burada önemli olan nokta şudur: Eğer belli bir akıl gücüne sahip isek... Bilebiliriz ki "Akıl" Arapçada "Ukl" kelimesinden gelmiştir. "Bağlamak" anlamınadır.. Yani bir şeyi. diğer bir şeye bağlayarak, aralarında bir bağlantı kurarak, bir sonuç çıkarma özelliğidir.. Bu akıllı bir kişidir demek, yani birtakım nesneleri, birtakım bilgileri, cevherleri birbirine bağlayarak ortaya bir sonuç çıkartıp buna göre kendine yön verebiliyor demektir. Zeki kişi o anki menfaatine göre ne gerekiyorsa onu derhal bulup gereğini tatbik eder. kişi o anki menfaatine göre ne gerekiyorsa onu derhal bulup gereğini tatbik eder. Zekâ kısa vadelidir, günlük çözümler içindir. Akıl ise uzun vadeli bakışlar ve değerlendirmeler getirir. Zeki kişi günlük menfaatlerinin gerektirdiği bir biçimde yaşar. Akıllı kişi ise geleceği düşünerek hayatına yön verir. kişi günlük menfaatlerinin gerektirdiği bir biçimde yaşar. Akıllı kişi ise geleceği düşünerek hayatına yön verir. Aklın iki boyutu vardır. Birincisi avam boyutu... Yaşadığı süreci göz önüne alarak, yapacağı işleri düzenler... Ölüm ötesini aklına getirmez!. Ömrünü dünyevi değerlere göre düşünür. Bütün ömrü boyunca, kendisine yarar sağlayacak şeyleri tasarlar. Aklın ikinci mertebesi ve makbul olanı ise; ölüm ötesini düşünüp ölüm ötesi hayata göre yaşamını düzenler.. Programa alır... Ancak aklın bir zayıf noktası vardır. O zayıf noktası dolayısı ile de zekâ oyunlarına gelerek vehmin hükmü altına girmesi ihtimali sözkonusudur. Akıl, daima eldeki mevcut donelere göre, bunları birbirine bağlayarak bir sonuç elde eder. Beş duyu kanalından gelen bilgiler bir kaba konur. Akıl onları bileştirir ve neticede bir sonuç çıkarır; buna göre de kendine bir yön çizer. Ancak "şeytâniyet" vasfıyla bilinen cinler çok zekidirler!. Bunlar kişinin aklını karıştıracak bazı fikirleri insanların beyinlerine impalslar halinde gönderirler. Bu ilka edilen fikirleri kişinin vehim gücü kolaylıkla kabul eder.. Herkeste mevcut olan bu vehim gücü, aslı olmayan şeyleri varmış gibi kişiye kabul ettirir!. Vehmin esası nedir?.. in esası nedir?.. Varolmayan şeyleri var zannetmek; var olan şeyleri de yok zannetmek. Yani varsayım !. Vehim gücün, her nekadar işin doğrusunu bilsen de, buna rağmen senin bir an içinde akıl ve irade boşluğunu yakalar; ve sana bir fikir ilka eder. gücün, her nekadar işin doğrusunu bilsen de, buna rağmen senin bir an içinde akıl ve irade boşluğunu yakalar; ve sana bir fikir ilka eder. Bu fikirler cinni, şeytâni de olabilir. O an gelen meleki tesirlerden de olabilir!. O tesir sende bir fikir meydana getirir, sen bu fikre kapılırsın ve işi geniş planda düşünmeyi geriye bırakırsın. Oysa, her gelen fikri geniş planda düşünüp; sistemi düşünüp; o sistem içindeki yerine oturduktan sonra onaylaman gerekir. Aklına bir fikir geldi!... O an için sana makul gelebilir... Tamam bu güzel fikir, ben bunu böyle yapayım, dersin. O an için doğru gözükebilir. O anki menfaatine uygundur.. Ama genel sistem içindeki senin yerine uygun değildir!.işte bu gelen fikri, vehim gücü sana kabul ettirir. Çünkü vehim gücü "nefs" üzerinde hükmünü icra eder. Nefs, ya aklın doğrultusunda hareket edecektir; ya da vehmin hükmü altında istikametini bulacaktır... Seyyaldir!. ya aklın doğrultusunda hareket edecektir; ya da vehmin hükmü altında istikametini bulacaktır... Seyyaldir!. Nefs başta da söylediğimiz gibi dünyanın ruhâniyetinden kaynaklanır. Birimsel nefs dünya üzerinde var olmuştur. başta da söylediğimiz gibi dünyanın ruhâniyetinden kaynaklanır. Birimsel nefs dünya üzerinde var olmuştur. Yani, "nefsim" dediğin şey; yanlış anlamayalım.. Eskilerin bir kısmı, özellikle de taklid ehli "nefs"i yanlış târif etmişlerdir... "Nefs", sadece ve yanlızca "benlik" duygusudur. "Ben varım", dersin ya; bu, "ben" kelimesi ile kastettiğin şey nefstir. Bu bedene ait tüm özellikler ise tabiat kelimesi ile anlatılır. Bedenin tabiatı tabii istekleri yani, tabiat tabii isteklerden meydana gelir. Doğal istekler de bedenin çeşitli organlarının çalışması sırasında oluşturduğu istek ve arzulardır. Nefsî istek ayrıdır, tabîi istek ayrıdır!. Bu ikisi tamamen birbirinden ayrı şeylerdir. Bunu bilmeyenler karıştırır; nefsin isteğine, tabii istek, der; veya, tabii isteğe yani tabiatının oluşturduğu isteğe nefsin isteği der. Hayır! Nefsin isteği benliğinin yücelmesi, benliğinin mertebe kazanması, benliğinin, sayılması, sevilmesi, korunması, yüceltilmesidir. isteği benliğinin yücelmesi, benliğinin mertebe kazanması, benliğinin, sayılması, sevilmesi, korunması, yüceltilmesidir. Bedenin isteği ise güzel yemek, güzel içmek güzel uyumak güzel çiftleşmek... Yani kendi tabiatına uygun hallerle bezenmek. Bu tabiatının isteğidir. Nefsin isteği değildir. HAC`da şeytan taşlama vardır... Üç şeytan taşlanır!. O taşlanan şeytanlardan her biri ayrıca bir semboldür... Meselâ birincisi, büyük şeytan, varsayım benliktir..ikinci şeytan, tabiattır. Üçüncü şeytan da, âdetler yani şartlanmalardır!. Evliyaullahtan Şah Nakşıbend der ki: "Biz halkın âdetlerini terkettirmek için görevdeyiz. Nebi ve Rasûller halkın âdetlerinin yanlışlığını ispat için gelmişlerdir. Çünkü âdetler insanı "ALLAH"tan alıkoyar, dünyaya ve maddeye yöneltir" İnsanın zihinsel oluşumunda üç ana girdisi var: 1.NEFS 2.TABİAT ( Yani bedensel istek ve arzular ) 3.ŞARTLANMALAR Basit bir tâbirle şöyle de açıklıyabiliriz. "Etraf ne der?"... "Etraf"ı atmadıkça "ALLAH"'a yönelemezsiniz!. Çünkü çevreniz kendini madde beden kabul edip, bedene dönük zevkler ve arzular ve istekler içinde yaşayan kişilerle dolmuş. Kişideki vehim gücü nefsi etkileyerek, onu yanlışa saptırır.. Nefs neyin tesiri altındadır?.. Şartlanmaların tesiri altında.. neyin tesiri altındadır?.. Şartlanmaların tesiri altında.. Sana sorduğum zaman "Sen kimsin?".. Sen dersin ki: "Ben buyum!... Yani, bu bedenim"!. Halbuki, sen, bu beden değilsin!. Senin, kendini bu beden olarak kabul etmen; 1.Bedenin tabiatı içinde kendini tanımaya başlamandan, 2.Ve etrafının, çevrenin seni bu yolda şartlandırmalarından ileri geliyor. Sen, kendini, bu bedenin tabiatı içinde hapis olarak buldun.. Sonra da herkes sana "sen busun, sen bedensin" demeğe başladı. Böylece, sende "ben bu bedenim" fikri geldi yerleşti, oturdu.. Bu böylece oturduğu için bu defa vehim sende hükmünü icra ediyor. Vehim sende hükmünü nasıl icra ediyor?.. Nefsi tahrik ederek!. sende hükmünü nasıl icra ediyor?.. Nefsi tahrik ederek!. Vehim ne idi?.. Var olmayanı var göstermek, var olanı da yok göstermek. ne idi?.. Var olmayanı var göstermek, var olanı da yok göstermek. Gerçekte, senin nefsinin benliği, Rabbi'nin benliğidir!. Senin kendine has bir benliğin yoktur!. Kâinatta var olan tek mutlak benlik "ALLAH"'ın benliğidir. "Benlik "ALLAH"a aittir. Senin ben demeğe hakkın yoktur" diyerek bunu basite indirgemişlerdir. Yani, bu varlığa "Ben" kelimesi ile işaret ettiğin zaman, o "ben" aslında senin nefsin değil, "nefs"in hakikatı olan "Rabb"indir. O yüzden denmiştir ki: "Nefsinin hakikatını bilen Rabbini bilir." Çünkü Rabbi bilmek, nefsi bilmeğe bağlıdır. Çünkü nefsin hakikatı Rubûbiyet mertebesinden gelir. "Nefs", "Rubûbiyet" hakikatından varolduğu için, mutlaka aklettiğini yapmak ister!. Nefs için iyi-kötü diye bir ayırım yoktur. Çünkü Rabbani hakikattır aslı!... Rab ise dilediğini yapar!. Nefsin hakikatı da Rab olduğu için nefs daima ne dilerse, kendisine ne fikir gelirse onu hemen yapmak ister. Bunun benliği kuvvetli deriz. Nefsi kuvvetli, deriz... Yani, bu kişideki Rubûbiyet zuhuru kuvvetlidir, demektir... Yalnız rubûbiyetin oradaki zuhur şekli bu saydığımız iki yoldan biri ile olur: Ya vehim yollu olur.. Ya akıl yollu olur.. Vehim yollu olursa, gelen fikre tabi olur; gelen fikri genel sistem içinde, ilahi nizam içinde düşünmeden; yerine oturtmadan, hemen geldiği gibi tatbik etmek isteriz. Nefs bu durumda kendi hakikatından ****** ve kendini beden olarak sandığı için, gelen istek ve arzuları hemen tatbik etmek ister ve dolayısı ile bedene dönük yaşamağa çalışır. bu durumda kendi hakikatından ****** ve kendini beden olarak sandığı için, gelen istek ve arzuları hemen tatbik etmek ister ve dolayısı ile bedene dönük yaşamağa çalışır. Halbuki, nefs, hakikatı olan rabbani güç ve kendi hakiki vasfı olan, ilim sıfatından kaynaklanan bir şekilde; yaşadığımız sebepler âleminde akıl yolu ile varlık üzerinde hükmünü icra etmek ister. Şimdi biz aklımıza bir fikir geldiği zaman, hemen o fikri, Allah düzeni içinde, genel idare sistemi içinde yerine oturtup; bu yapacağımız işin tabiatımıza mı dönük; var sandığımız fakat aslında var olmayan izâfi benliğimize mi dönük; yoksa kendi hakikatımızı bilmemize, "ALLAH"a yönelmemize, "ALLAH"ı tanımamıza vesile olacak bir biçimde özümüze mi dönük diye düşünüp değerlendirmemiz gerekir.. Şeytanın silahı iyi bilelim ki fikirdir!. Çünkü bütün cinler Merkür`ün güçlü tesiri ile beslenmişlerdir. Bu yüzden onlarda fikir çok yüksektir. Fakat bu fikri kısa süreli menfaatler istikametinde kullandırırlar insana. O an için senin bedeninin ve benliğinin amaçları ne ise, o doğrultuda yeni yeni fikirleri sana telkin eder ki, sen daima bedene dönük düşünesin, bedene dönük yaşayasın. Halbuki akıl seni daima maddenin ötesindeki bir boyutta kendini bulup değerlendirmeye yönelik biçimde düşünmeğe sevk eder. Çünkü akıl çok geniş boyutta düşünür. Çok kapsamlı olarak meseleleri ele alarak, bunları birbirine bağlayarak yeni yeni sonuçlar çıkartmağa sevk eder... Bu çalışmayı yaptığın zaman otomatikman manevi âleme girersin; madde dünyasından çıkarsın!.. Ne varki aklın, bu gelen fikirleri her an gerektiği gibi değerlendirememesi tehlikesi vardır. Zira vehim "nefs" üzerinde ağır basar. İnsan için eğer şer diye kabul edilebilecek bir şey varsa o da vehimdir. Vehimden daha şerli bir şey yoktur! Eğer aklınla vehmi hükmün altına alırsan velâyetin en üst mertebesine çıkarsın!. Eğer akıl, vehmin hükmü altına girerse, şekavetin, sapmışlığın en berbat derecesine düşersin!. Bütün evliyanın kerameti, vehim kuvvetinin tasarrufuyladır. Kendindeki vehim kuvvetini tasarruf altına alarak o kerametleri izhar eder. Şimdi; eğer burayı anlayabiliyorsak "iman" olayının neye dayandığını çıkartabiliriz. alıntı...............
  12. Eti yenen hayvanların ve insanın sütü temizdir. Domuz, merkep, katır gibi eti haram kılınan hayvanların sütü ise necis olup, yenilemez. Atın sütüne gelince, bazı âlimler, bunun içilmesinde bir sakınca yoktur, demişlerdir. Çünkü atın sütünün içilmesinde savaş vasıtasını zayıflatma yoktur. Diğer yandan bazı hadislerde at etinin yasaklanması, onun necis (pis) sayılmasından değil, önemli bir savaş aracı olmasından dolayıdır. Fıkıh kaynaklarında had cezaları açıklanırken at sütü için mübah denilmiş, bu sütü içenin cezası hakkında; "Beng gibi, kısrak sütü gibi mübah olan bir şeyden olan sarhoşluk, had cezasını gerektirmez" ifadeleri kullanılmıştır. Ebû Hanîfe'ye göre at etinin mekruh sayılmasının illeti, atın bir savaş aracı olması, savaşa ara verilmesin, ordunun gücü azalmasın diyedir. Bu yüzden, bu kerâhet onun sütüne sirayet etmez. Yani onun sütü helâldir. Zaten atın etini meşrû sayanlara göre, sütünün de meşrû olması asıldır (İbn Mâce, Zebâih, 12; Ebû Dâvud, At'ime, 25; Nesâî, Sayd, 30; A. b. Hanbel, VI, 346; İbn Âbidîn Terc., XV, 234, 235, XVI 70, 71; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletühû, I,144, 145). (Hamdi DÖNDÜREN) alıntı
  13. Kader, bir iman rüknüdür ve şöyle tarif edilir: “Kader, Hak Teâlâ nın, ezelden ebede kadar olmuş ve olacak her şeyin, her şeyini ve her hâlini, zamanını ve mekânını, sıfatlarını ve özelliklerini ezelî ilmiyle bilip, ona göre, takdir etmesidir.” Kaza ise, kaderde planlanan bir şeyin yaratılması, varlık sahasına çıkarılmasıdır. Kâinatın altı devrede yaratılışından, insanın ana rahminde dokuz ayda teşekkülüne kadar her hâdise kaderi gösteriyor!.. Güneş sisteminden atom sistemlerine kadar her hikmetli tanzim, kaderi ilan ediyor!.. Elementlerin sayıları ve özellikleri, kaderden haber veriyor!.. Bitkilerin ve hayvanların cinslere, türlere ayrılmış olması, her türe farklı kabiliyetler takılması, hep kader ile olmuş!.. Meleklerin, hayvanların ve cansızların sabit makamlı kılınması, insanların ve cinlerin ise imtihana tâbi tutulması, kader ile plânlanmış!... Cennet ve cehennemin yaratılması, ilâhî ilim ile takdir edilmiş!. O menzillere hangi yollardan gidileceği de yine kader ile tespit edilmiş!... Hangi güzel amele ne kadar sevap, hangi günaha ne kadar azap verileceği de kader ile tayin edilmiş!.. Bir bilim dergisinde insan bedenindeki harika nizam anlatılıyor ve ilâhî takdir konusunda çok güzel misâller sıralanıyordu. Ve yazı şöyle bağlanıyordu: “Bedenimizin tamamı bir yana, sadece baş parmağımız olmasaydı teknik ve medeniyet ortaya çıkmazdı.”Gerçekten de, bütün buluşlar, keşifler, sanatlar bir yönüyle, baş parmağa bağlı. O da diğer parmaklarla yan yana gelseydi, ne kalem tutabilirdik, ne kaşık, ne de çekiç. İnsanoğlu, bütün varlık âlemi bir yana, sadece başparmağına ibret nazarıyla bakabilse, ilâhî takdiri en açık bir şekilde görecektir. Kader konusunda ezberledikleri birkaç soruyu durmadan tekrarlayan adamlar, kaderin bu aslî mânâsını hiç düşünmezler. Şu haşmetli kâinatın bir ezelî ilim ve takdirle, safha safha yaratıldığı akıllarından bile geçmez. Kaderin bu haşmetli tecellilerini seyredemedikleri gibi, çekirdekleri, tohumları, yumurtaları, spermaları, genleri de bu açıdan değerlendiremezler. Hâlbuki, bu küçük yaratıklar sanki cisimleşmiş birer plân, birer program... Allahın hârika takdirini ve ince hikmetini aklı başında olanlara ilan ediyor, ders veriyorlar.
  14. Domuz, her türlü necaseti yiyen çok pis bir hayvandır. Zararlı olduğu için yalnız Türkler değil, Avrupalılar da, bir kimseye hakaret etmek için “Domuz” derler. Tevrat’ta domuz eti yasak edildiği için, bugünkü Yahudiler bile domuz eti yemezler. Bugün tıp, insana en çok zarar veren ve hastalık bulaştıran etin domuz eti olduğunu tespit etmiştir. Domuz eti yiyenlerde [safra kesesi iltihabı, apandisit, barsak iltihabı, çeşitli çıbanlar, mafsal kireçlenmeleri, damar sertliği, romatizma, grip, tansiyon yüksekliği, kalb anjini, enfarktüs gibi] çeşitli hastalıkların görüldüğü meydana çıkmıştır. Domuz etinde bulunan büyüme hormonunun kansere sebebiyet verdiği açığa çıkmıştır. Domuz eti ile geçen trişinoz hastalığının bugün bile tedavisi yoktur. Domuz şeridi [tenya], mide ve barsak yolu ile kana geçerek, göz, beyin gibi önemli organlarda ağır hastalıklara, hatta ölüme sebep olmaktadır. Domuz eti yiyenlerde, kıskançlık hislerinin dumura uğradığı, namusunu kıskanmadığı tespit edilmiştir. Domuz yağı, E vitaminini birdenbire yok eder. İnsan, E vitamininden mahrum kalınca nesli söner, E vitamininin yokluğu sevgiyi, aşkı yok eder. E vitamininin noksanlığında erkeklerde kısırlık, kadınlarda çocuk düşürme hastalığı ortaya çıkar. E vitamini yağlardaki acılaşmayı önler. E vitamini tükenince A vitamini acılaşmayı önleyemez. A vitamininin yokluğunda da cinsiyete menfi yönde etki eder. Domuz eti ve yağı yiyenlerde karakter değişikliğinin ortaya çıktığı da tespit edilmiştir. Domuz etinin, diğer hayvan etlerine hiçbir üstünlüğü yoktur. Üstelik hazmı güç, protein değeri çok düşüktür. Domuzun daha başka zararları da tespit edilse, yine de (Mutlaka bu veya şu sebepten dolayı domuz haram edilmiştir) denilemez. Fakat hiç zararı tespit edilmese de dinimiz yasak ettiği için, domuz etini yemek haramdır. Allah (c.c) şöyle buyurmuştur: “De ki: “Bana vahyolunanlar arasında (haram dediklerinizden) yiyecek bir kimseye haram olduklarını bulduğum yiyecekler (yalnızca) şunlardır: Ölü, akmış kan, domuz eti -ki o pistir- ve Allah’tan başkasının adına boğazlandığından dolayı murdar olanlar. Kim mecbur kalırsa, zulmetmeksizin ve haddi aşmaksızın (yerse), şüphesiz Rabbin Gafûrdur, Rahîmdir.” (el-En’âm, 6/145). BİLİMSEL GERÇEK: İlim, İslâm hukukunun yasakladığı ve Müslümanların asırlar boyunca tabi oldukları bazı yasakların amaçlarını anlamaya çalışmıştır. Mikroskobun icat edilmesinden çok daha önceye dayanan bu yasaklar sırasıyla şunlardır: Leş (içinde çok hızlı bakteri ürer), kan (çok fazla bakteri içerir, daha hızlı ürerler) ve son olarak domuz eti. Domuzun bedeni, temizlemekle giderilemeyecek kadar pek çok hastalığın çekim alanıdır. İnsana ve hayvana bulaşabilen parazit, bakteri ve virüslerin sığınağı durumundadır. Bunlardan balantidium coli paraziti, trchinella şeriti, tenya solium (domuz tenyası) ve tenyalar (cysticercosis) gibi bazıları domuza hastır. Zoonozlar, bazı influenza türleri, fluke olarak da bilinen yaprak şeklinde ve yassı bir parazit kurt olan fasciolopsis buskii, askaris kurdu ise hem insan hem de hayvanlarda görülen bazı hastalıklar arasında sıralanabilir. Balantidiasis hastalığına domuzlarla temas edenlerde ve domuz çobanlarında sıklıkla rastlanır. Bu hastalık veba gibi yayılır. Böyle bir olay Atlas Okyanusundaki adalardan birinde domuz pisliklerinin kasırga sonrasında yayılması sonucu gerçekleşmişti. Bu hastalık domuz pisliklerini temizleyecek teknolojiye sahip olduğunu ve domuz eti tüketmemenin bir dayanağı olmadığını ileri süren Almanya, Fransa, Filipinler ve Venezüella gibi gelişmiş sanayi ülkelerinde de görülmüştür. Trichinellosis şeritinin dişisi, yumurtalarını domuzun bağırsak duvarlarına bırakır. Bu yumurtaların sayısı on bine kadar ulaşır ve kan aracılığıyla kaslara taşınır, buraya yerleşir, gelişir ve hastalığın ortaya çıkmasına neden olur. Domuz tenyası hastalığı hastalıklı domuz etinin tüketilmesi sonucu ortaya çıkar. Bu kurtçuğun boyu insan bağırsağında yedi metreye kadar ulaşır. Dikenli bir başı vardır. Bu nedenle bağırsak duvarını zedeler ve pek çok kan hastalığına neden olur. Dört emici ağzı ve bir boynu vardır. Çift cinsiyetli olarak çoğalır. Bu canlıların sayısı bine ulaşır. Bunlardan her biri binden fazla yumurta bırakır ve sonuçta tenya hastalığı belirir. İnsan tenya yumurtaları bulaşmış bir yiyeceği tüketirse yumurtalar kan aracılığıyla herhangi bir organa ulaşabilir ve tehlike ortaya çıkar. Sığır tenyası ve diğer parazitler bu denli zarar vermezler. KONUNUN MÛCİZEVÎ YÖNÜ: Domuz çirkin yaratılışlı bir hayvandır. Putperestler tarafından iyilik sembollerini öldürdüğü kabul edildiğinden dolayı nefret edilen bir hayvan sayılmıştır. Eski Mısırlıların tanrısı Horus’u, Kenanlıların tanrısı Adone’yi, Yunanlıların tanrısı Adonis’i Küçük Asya’da Atis’i bir domuzun öldürdüğü efsaneleri rivayet edilmiştir. Eski Mısır’da domuz çobanlığı yalnızca idam mahkûmlarının uğraşacağı en âdi işti. Domuz çobanı tapınağa giremez ancak kendisi gibi bir kadınla evlenebilirdi. Domuza dokunan kişinin yıkanması gerektiğine inanılırdı. Bu hükme muhalefet etmiş olsalar da ehl-i kitaba da domuz eti yasaklanmıştı. Ancak Kur’ân-ı Kerîm, domuz eti yemenin niçin yasaklandığını “o (rics) pisliktir” diyerek açıklamıştır. Rics kelimesi eziyet, zarar, pislik, kir gibi anlamların tümünü içeren geniş kapsamlı manası olan bir kelimedir. Domuz eti yemeyi yasaklayan başka ayetler de vardır: “O, size, ancak (boğazlamadan) ölmüşü, (akan) kanı, domuz etini, bir de Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı. Fakat kim mecbur kalırsa saldırmamak ve haddi (doyacak kadarını) aşmaksızın (yerse) ona günah yoktur. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.” (el-Bakara, 2/173). “O size ancak ölüyü, kanı, domuz etini, bir de Allah’tan başkasının adı anılarak boğazlanmış olanları haram kıldı. Kim çaresiz kalırsa saldırmamak ve haddi aşmamak şartıyla (yiyebilir). Şüphesiz Allah, Gafûrdur, Rahîmdir.” (en-Nahl, 16/115). “Leş, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına boğazlananlar -(henüz canlı iken yetişip) kestikleriniz hariç olmak üzere- boğularak, vurularak, yüksek bir yerden yuvarlanarak, boynuzlanarak, yırtıcı bir hayvan tarafından (parçalanarak) yenilmiş (ve ölmüş) hayvanlar, dikili taşlar üzerinde (onlar adına) boğazlananlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı. Bütün bunlaryoldan cikanlar.” (el-Mâide, 5/3). Bu yasak hayvanın tüm yenilebilir parçalarını, iç yağlarını da içine alacak şekilde genelleştirilmiştir. İç yağların Yahudilere yasaklanması, bunların yemeklere etle beraber katıldığını göstermektedir: “Biz, Yahudilere de bütün tırnaklıları haram kıldık. Onlara sığır ve koyunun iç yağlarını da haram kıldık. Ancak sırtlarına veya karınlarındaki bağırsaklarına yapışan veya kemiğe karışan ayrı. Onları zulümleri yüzünden bununla cezalandırdık. Şüphesiz Biz, doğru söyleyenleriz.” (el-En’âm, 6/146). Etin yasak olması yağın da yasak olması demektir. Domuz eti ve yağı hayvanlara da yem olarak verilemez. Çünkü bu hayvanlar da sonuçta insan tarafından tüketilecektir. Kur’ân’ın domuz eti ve yağını yasakladığı dönemde hiç kimse domuzun zararlarını bilmiyordu. Her şeye gücü yeten hikmet sahibi Allah şöyle buyurmaktadır: “Kavmin de onu yalanladı. Hâlbuki o hakkın ta kendisidir. De ki: “Ben sizin üzerinizde bir vekil (gözcü) değilim. (Kur’ân-ı Kerim’in verdiği) her bir haberin kararlaştırılmış bir zamanı vardır. Siz de yakında öğrenirsiniz.” (el-En’âm, 6/66-67).

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.